1905 Rus devriminin üzerinden 110, 1917 muzaffer Ekim Sosyalist Devrimi üzerinden 98 yıl geçmesine rağmen, bugün bu devrimlerin içinden şekillenen siyasi öncülük ve örgütlülük üzerine yeniden yazmak tuhaf karşılanmamalı. Neredeyse bir asır öncesinin büyük siyasal ve toplumsal dönüşümlerinin gerçekleştiği zaman kesiti üzerinden bugünün ihtiyaçlarına yanıt aramak basit bir analoji ise de ciddi sınırlılıkları var. İşçi sınıfının yapısından tutun da bugün emperyalizmin geldiği aşamaya kadar bir dizi unsurun değişim içinde olduğunu görmemek mümkün değil.
Ancak dünya tarihinde sınıfsız ve sömürüsüz yeni bir toplumsal düzenin kurulabileceğine, gerekliliğine ve zorunluluğuna dair marksizmin ortaya koyduğu büyük teori ortada duruyor ve bugün bu sorun bütün çıplaklığıyla karşımızda. Marksizmin bir teori olarak gücünün siyasal ve toplumsal bir maddi güç haline gelmesi için yaklaşık 150 yıllık sınıflar mücadelesi tarihinde ortaya çıkan başarılı ve evrensel somutluğun hala Rusya ile anılması yadsınamaz. Bu açıdan hala 1917 Ekim Sosyalist Devrimi’ni, Bolşevik deneyimi ve Leninizm’i tahtından indirecek daha gelişkin bir model bulunmuyor.
Bu, 1917 devriminin ve bu devrimi başaran Bolşevik örgütlenme ve öncülük modelinin eksikleri de bulunabilir gibi bir yaklaşım olarak okunmamalı. Tersine, bugün Leninizm olarak formüle ettiğimiz bu deneyimin soyutlanması, bilimsel ve siyasal mantıki sonuçlarına götürülmesiyle ilgilidir. Ve bu soyutlama bugün bizler açısından ilkesel bir karşılığa denk gelmektedir.
1917 yılında Rusya topraklarında, emperyalizmin zayıf halkası bir ülkede gerçekleşen sosyalist devrim, dünya komünist hareketine bir deney olmasının ötesinde komünist hareketin ilkelerini, programını, ruhunu, örgütünü, ideolojisini belirleyen büyük bir tez olarak değerlendirilmelidir. Bu tez, öncelikle kendisini ispat etmiş ve aynı zamanda devrimci bir siyasi çizgide kalmanın tek yolu olarak bugün karşımızda durmaktadır.
Yukarıda, bir asır öncesinde ortaya çıkan bir deneyimin, bugün hala geçer tek yol olduğunu iddia etmemizin altında, işte bu nokta bulunmaktadır. Bütün değişim ve gelişime karşılık, kapitalizmin temel yapısı, krizleri ve karakteri devam ediyor, kapitalizme ilişkin temel eleştiri geçerliliğini koruyor. Bununla birlikte bir noktanın daha altının mutlaka çizilmesi gerekmektedir. O da; dünya tarihinin, Ekim Devrimi’nin ortaya çıktığı uluslararası siyasal kompozisyona benzer bir tablo ile yeniden önümüzde durmasıdır. Ekim Devrimi sonrası iki kutuplu dünyanın belirleyiciliği altında gelişen sınıf mücadelesi ile yön verilen devrimci mücadele dönemi artık geride kaldı. Bugün Ekim Devrimi öncesi koşulları ile benzer ya da benzer parametrelerin devreye girdiği siyasal bir uluslararası tablo ile karşı karşıya kalınmıştır.
Kısacası; dünya, 1. Dünya savaşı öncesine dönmüştür.
Kapitalizm, dünya ölçeğinde büyük bir ideolojik kriz içindedir. Sovyetler Birliği’ne dönük bir düşmanlık ile bu düşmanlığın üzerinden yaratılan ideolojik bir tahkimat ve strateji ile ayakta duran emperyalizm, karşıt kutbunu ve düşmanını kaybetmiş bulunmaktadır. Emperyalizmin, Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrası tarihin sonunu, ideolojilerin sonunu ve medeniyetlerin çatışmasını gündeme getirmesine rağmen nasıl yol alacağı ya da varlığını nasıl koruyacağı sorularına yanıt veremeyen bir gerçeklik içinde olduğunu görmemiz gerekiyor.
Kapitalizm, emperyalist aşamada sıkışmaya ve gerilmeye devam ediyor. Dünya kapitalizminin emperyalist karakterine bakıldığında emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin yoğunlaştığını her geçen gün daha fazla görüyoruz. Emperyalist basamağın birinci sırasında bulunan ülkeler ile bir altına yerleşen devletlerin çıkar çatışması ve mücadelesi bugün hem ekonomik, hem siyasal ve hem de toplumsal sorunların birikmesinde etkisiz sayılmamalı.
Kapitalizm büyük bir ekonomik buhranla uğraşıyor.
Bütün bunlar, bugün devrimin güncelliğinin hala korunduğunu gösteren nesnel ve büyük bir çerçeve okumasının sadece bir kaç başlığı. Daha yerel başlıklara, emekçilerin sorunları, kapitalizmin yaratmış olduğu mahalli yıkımlar, işçi sınıfının durumu vs. gibi noktalara girmek bile gereksiz.
Tam da bu yüzden devrimin güncelliği ve iktidar perspektifi, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen özlemini gerçekleştirme yolunun başat ve temel parametreleridir. Bu iki noktanın Leninizm’e içkin tanımlar olduğunu söylemek yeni bir icat değil. Leninizmin, marksizmle beraber anılmasına neden olan tam da bu özelliğidir. İşçi sınıfının bilimsel teorisi ve ideolojisi olan marksizmin maddi bir güç haline gelmesi, kendisini leninizmde bulmasından kaynaklıdır.
Devrimin güncelliği, sosyalizmin güncelliği
Burada yeni bir tezi de geçerken ifade etmek ve tartışmaya açmak lazım. Devrimin güncelliği ile sosyalizmin güncelliği arasında bir fark var. Birincisi devrimci duruma ilişkin siyasal bir saptama iken ikincisi daha çok kapitalizmin maddi koşullarının olgunlaşması ile ilgilidir. Biri devrim anına ilişkindir, diğeri devrim sonrasına. Bu iki kavram arasındaki farkı belirttikten sonra, devrimin günceliğinin kapitalist-emperyalist sistemin açmazları ve krizleri içinde hep güncel bir problematik olarak karşımızda durduğu ilkesini asla unutmadan, bugün ülkemizde aynı zamanda sosyalizmin de güncelliğine dönük bir zeminin var olduğu tezini gündeme getirmek gerektiğini düşünüyorum.
Leninizm, tek başına sosyalizmin güncelliği kavramı ile açıklanamaz, burada anahtar kelime düpedüz devrimin güncelliği kavramıdır. Bu aslında, emekçi sınıfların ayağa kalkacağı siyasal bağlanma noktalarıyla ilgilidir ve aynı zamanda emekçi sınıfların yeni-soyut bir düzen isteği ile harekete geçemeyebileceği genel doğrusu ile bağlantılı bir saptamanın doğal sonucudur. Devrimler tarihinde bu konuda yeterince örnek var. Devrimin güncelliğinde anlatılmak istenen; ekonomik bir kriz, bunu izleyen siyasal kriz, savaş koşulları, çoğunlukla ‘daha radikal’ siyasal hareketlerin arkadan gelerek ipi göğüslemesi gibi bazı noktalarla birlikte emekçi sınıfların güncel talepleri ile düzen değişikliği olgusunun çakıştığı özel bir kesit olduğudur.
Bu tartışmaların bir başka boyutu ise, Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği koşullarda devrimin niteliği tartışmalarına gecikmiş burjuva devrimlerinin gölgesinin düşmüş olmasıdır. Burjuva demokratik dönüşümlerinin henüz gerçekleşmemiş olması, örneğin bu tartışmaları geri bir noktadan ele almaya yol açmıştır. Bugün ise bu aşamalar çoktan geride kalmış, toplumsal ve ekonomik anlamda dünden bugüne görece bir gelişme meydana gelmiş, geçmişe göre bugün maddi koşullar daha da gelişmiştir.
Tek başına kadroların ya da öncü örgütün programatik garanti ve sigorta noktasının, yani öncülüğün olmazsa olmaz koşulu olarak sosyalist devrimci bir hattın “yalnızca” varlığı ile yetinilmemesi gerektiğini iddia ediyorum. Bu durum, yani sosyalist devrimci hattı savunuyor olmak, daha çok siyasal bir kimlik olarak öncü örgütün karakterine içkin bir ideoloji olarak kendini var ediyor çünkü. Sosyalist devrimci hattın öncü örgüte içkin bir kimlik olarak kalmasından dolayı reel politikada karşılık bulamaması, geriye çekici bir tehlikeyi barındırıyor. Bu tehlike, iki şekilde ortaya çıkıyor. Ya somut siyasetin dışına düşmek ya da somut siyaset adına aşamacılığa tenzil etmek. Sosyalist devrim hattının karşısına konulan aşamacılık tehlikesi ancak ve ancak bu hattın realize edileceği bir maddi gerçeklik haline dönüşmesi durumunda bertaraf edilebilir. Yani sosyalist devrim hattını bir kimlik ve ideoloji olmanın ötesine geçirmek, onu bir strateji ve siyaset haline dönüştürmek gerektiğini iddia ediyorum.
Biraz açmak gerekir. Sosyalist devrim hattının, somut bir stratejiye dönüşmeden, ideolojik bir kimlik ya da programatik bir çerçevenin ötesine geçirilemediğinde ve devrimin güncelliğinin yakalanamadığı koşullarda, siyaseten etkisiz kalındığının, soyut bir sosyalizm propagandası dışında-ile toplumla bağ kurma anlamında işe yaramadığının altını kalınca çizerek belirtelim. Birincisi bu.
Tersinden ise, devrimin güncelliği kertesinde bir durum ortaya çıkmadan, toplumla bağ kurmak adına reel politikaya “aşırı” çubuk bükme, sosyalist devrimci hattı bir kimlik olarak sahiplensek bile aşamacılığa kapı aralayabilir. İkincisi de bu.
Öncülük; devrimin güncelliği ve sosyalist devrim hattı üzerine inşa edilen sacayaklarına sahiptir ve bu ikisi arasındaki temel bağlantı noktası iktidar perspektifidir. Bu ayaklardan ve bağlantının herhangi birinin eksik kalması durumunda öncülük misyonunun gerçekleşmesi olasılığı devre dışı kalır. Ancak bu dengenin kurulması konunun bam telidir ve bugün sacayaklarına bindirilecek ağırlıklar mücadele içerisinde değişken ama dengeli kılınmak zorundadır.
Devrimin güncelliğine ağırlık verirseniz, siyaseten varlık içinde bir tenzilata, sosyalizmin güncelliğine ağırlık verirseniz, siyaseten yokluk içinde bir yalnızlığa düşersiniz.
Kastedilen, bunca cümle içinde, sosyalist devrim hattının bir kimlik ve programatik bir ideoloji olmanın ötesine geçecek siyasal bir somutluk kazanması gerekliliğidir. Sosyalizmin güncelliği kavramını tam da buraya yerleştirmek gerekir. Bunun, kriz koşullarında verilen siyasi mücadelede ileri çekici bir yan taşıdığını ileri sürebiliriz.
Bütün bunlarla birlikte, öncülüğün, sosyalizmin bir ideolojik tahkimatının ve kimlik meselesinin yanında aynı zamanda sosyalist bir toplumsal projenin kitlelere taşınarak korunabileceğine ve yerine getirilebileceğine dönük bir iddiayı dillendirmiş oluyoruz. Aynı zamanda, yeni tez olarak, bugün ideolojik bir kriz içinde olan kapitalist-emperyalist sistemde, sosyalist bir gelecek tasavvurunun toplumsal bir proje olarak siyasete tercüme edilebileceği ile kapitalizm için yıkıcı bir güç haline gelebileceği söylenmektedir. Bunun öncülüğü güçlendiren bir etkisi vardır.
Öncelikle Leninizmin temel ilkelerinden geriye düşmeyeceğiz. Yani kapitalizmin çelişkilerinden yola çıkarak emekçilerin devrimci bir sürecin öznesi haline getirilmesi yönteminin, -devrimin güncelliği tam da buraya oturur- üzerine sosyalizmin güncelliğini de harekete geçirecek bir boyut taşıyabileceği iddiasından asla vazgeçmeyeceğiz. Bu, bir ileriye taşıma işidir. Bu, siyasal mücadelenin başat belirleyiciliği altında ideolojik mücadeleyle de vurucu bir işlev üstlenilebileceği ile ilgili genel bir yaklaşımın başka bir tercümesidir. Siyasal ve ideolojik mücadele karşı karşıya konulmadan, siyasal mücadelenin başat ve önsel konumda olması gerçeğinin üzerini asla örtmeden değerlendirmek gerekir.
Hele hele Türkiye’de bir rejim krizi gündemde ise, yeniden bir Birinci Cumhuriyet restorasyonu gündeme gelmeyecekse, Sosyalist Cumhuriyet talebi, bir programatik talebin ötesinde siyasal talep haline gelebilecek nesnel şartların varlığına işaret etmek için düşünülmelidir. Elbette bugün işin çok başında olduğumuzu görmemiz gerekir. Aynı zamanda yukarıda ifade ettiğimiz gibi kapitalizmin bugün gelmiş olduğu aşama, emekçi sınıfların bilgi edinme süreçlerindeki değişim vb. bizlere farklı bir zemin sunmaktadır. Ayrıca daha gelişkin bir burjuva siyaseti ve ideolojik hegemonyası ile karşı karşıyayız.
Böylesi bir durumda, kendiliğinden bir bilinçlenme yaşayamayacağı kesin olan bir sınıfın harekete geçmesi için, tek başına, siyasal bağlanma noktaları ile öncü örgütün sağlamlığı ve sosyalist iktidar hedefiyle bütünleşmiş bir ideolojik partinin ‘yetemeyebileceğinin’, yanına, ek bir silahı daha gündeme getirmenin gerekli olduğunu söylüyoruz: Devrimin güncelliğinin yanına sosyalizmin güncelliği.
Elbette emekçi sınıflara yeni bir dünyanın mümkün olduğunu gösterme olanağına daha fazla sahip olduğumuzu belirtmem gerekir. Sosyalizmin güncelliğinin bu durumla doğrudan bağı vardır. Bu aynı zamanda kapitalizmin ideolojik kriziyle de karşıt-alternatif anlamda bir ilişki içindedir.
Bu tezi bir yana bırakarak, bugün devrim, parti ve sınıf ilişkilerine çok yeni tezler getirmeden hafıza tazeleme anlamında birkaç noktanın altını çizmenin zamanı geldi.
Temel karakter: Öncülük
Öncülük teorisi, önemli bir saptama üzerine kurulur. İşçi sınıfı kendiliğinden sosyalist bilinç çıkaramaz. Kautsky ile birlikte ortaya atılan bu saptama, Lenin tarafından daha ileriye taşınmış, bugün leninizm ya da leninist örgüt olarak tarif ettiğimiz bir teoriyi ortaya çıkarmıştır. Öncülük tam da burada, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzenin temel gücü olan sınıfın kendi rolünü nasıl oynayacağına dair bir tartışmanın ürünüdür.
Marx ve Engels, kendi dönemlerine ilişkin teorik ve tarihsel anlamda büyük bir kopuşun yaratıcılarıdır. Sınıf mücadelesinin, insanlık tarihinin ilerlemesinin motor gücü olduğu saptaması, marksizmin en önemli temel tezlerinden biridir. Tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir. Bu açıdan, Marx-Engels dönemi yazıları daha çok bu saptamanın belirgin kılınmasına yönelik vurgularla doludur. Bu iki ustanın yazılarında parti vurgusunun geride durması, sınıfa kendiliğinden bir anlam yükleme gibi sonrasında yanlış yorumlara da neden oldu. Ancak her yerde olduğu gibi yazılanları kendi bağlamı ve tarihi içinde değerlendirmek durumundayız. Marx ve Engels, işçi sınıfına vurgu yaptılar, yeni gelişen bir sınıf olarak önemine ve devrimlerde oynayacağı role çubuk büktüler. Henüz burjuva devrimlerinin yaşandığı bir çağda geleceği öngörebilen bu iki usta, kapitalizmin gelişmesi ile işçi sınıfının büyümesi, nicel anlamda çoğalması ve nitel bir dönüşüme yönelik bir beklentiyi doğal olarak taşıdılar. Kapitalizmin krizlerinin yapısal bir karakter taşıdığı tezi ile bu durum örtüştüğünde sınıfın iktidarı alacağını ve özel mülkiyete dayanan toplumsal sistemi bir sınıf iktidarıyla ortadan kaldıracaklarını üzerine basa basa yazdılar. Hatta önemli bir ilkeyi de gündemi getirdiler: Proletarya diktatörlüğünü, sınıfsız topluma giden yolun nirengi noktası olarak gördüler.
Emperyalist aşamanın, başka bir deyişle kapitalizmin eşitsiz gelişiminin kendini belirgin bir biçimde ortaya koymadığı bir tarihsel dönemde Avrupa merkezli bir kapitalist sistem içinde yeni ve devrimci bir sınıf olarak işçi sınıfının oynayacağı rol üzerine umutkâr yaklaşımların bu açıdan büyük bir değeri vardır.
Örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin gelişimi ve seçimlerde aldığı oy, marksist harekette farklı beklentiler de yaratmıştı. Ancak kapitalizmin emperyalist aşaması ve eşitsiz gelişimi ile birlikte devrimler doğuya doğru kaymış, gelişkin kapitalist ülkelerde beklenen devrimler, yerini zayıf halkalara bırakmıştı.
İşte bu halkayı tutan Lenin idi. Aynı zamanda başka bir şey daha ortaya çıktı. Sınıf hareketi yükselişe geçmekle birlikte bunun doğal bir sonucu olan iktidar perspektifi aynı şekilde ortaya çıkmıyordu. Çokça bilinen bu konuya burada girmeyeceğiz. Kapitalizmin hem ekonomik hem de ideolojik olarak gelişkinliği burjuva sınıfının, işçi sınıfı üzerinde hegemonyasını güçlendiren bir süreci de beraberinde getirmişti. Leninizmin başköşeye koyduğu tam da buydu. Sınıfın; kapitalizm içinde, bir burjuva iktidar altında kendiliğinden bir sınıf bilincine ulaşsa bile sınıf tavrına, sosyalist bilince ulaşma şansı bulunmuyor.
Sınıf bilinci, sınıf mücadelesi içinde ortaya çıkabiliyor. Ancak bu mücadele içinde ortaya çıkan bilinç, bir sınıf tavrına kendiliğinden dönüşemiyor.
Sınıf hareketi ile sosyalist hareketin ayrı kanallardan büyüdüğü gerçeği veri kabul edilmelidir.
Sınıfın kendiliğinden harekete geçmesi ile devrimci siyasal bir hareket haline dönüşmesi öznenin müdahalesine bağlıdır. Bunun için dışarıdan “bilincin” taşınması gerekiyor ve bu bilincin bir aydınlanma anlamında değil, siyasal bir bilinç anlamında siyasetle taşınması ve taraflaştırması mümkün oluyor.
Öyleyse, sınıfa siyaset taşımak aynı zamanda nesne ile özne arasında bir tanımı zorunlu kılıyor. Geride duran bir sınıfı öne çekmek için ‘neyi nasıl yapacağız’, leninizmin temel sorularıdır. Nesneyi tanımlamak kadar özneyi de tanımlamak Leninist Örgüt Teorisi’nin ana konusudur. Bir yandan işçi sınıfının yapısı, sorunları, siyasetle kurduğu bağ, nicelik ve niteliği konu edilirken diğer yandan örgütün yani öncünün temel nitelikleri öncü parti fikriyatının özünü oluşturuyor.
Bu açıdan öncü; siyaset, ideoloji ve teorinin gelişimi ile bütün bunların maddi bir somutluk haline dönüşmesi için örgütün tanımı üzerine kuruludur. Leninist örgüt teorisi bir yanıyla devrimin güncelliği, iktidar perspektifi ve diğer yanıyla bunu taşıyan örgütün karakterini belirleyen bir teori olarak değerlendirilmelidir.
Leninist öncülük teorisinin “epistemolojisi” devrimci teori olurken, “ontolojisi” örgütün kendisi olarak ele alınabilir. İşte burada birbirinden kopmaz şekilde bu iki yönü ele aldığımızda bu yazının sürekli gündeme getirdiği temel olgular bir kez daha not edilmelidir. Anti-kapitalist bir ideolojinin karşısına konumlanan sosyalist ideoloji, iktidarı hedefleyen bir siyasal strateji, devrimin güncelliğini hep hisseden ve bu açıdan aşamacılığın reddiyesi üzerine kurulan öncü parti teorisi epistemolojik yan olarak düşünülebilir.
Bunun nasıl sağlanacağı ve korunacağı bizzat örgüt teorisi ile hayat bulmaktadır. Leninist örgüt teorisinde öncü kadro örgütlenmesi, merkeziyetçi işleyiş, güncel değil tarihsel mücadele bağlamında kurulan ve kendisini nesneden ayırt edebilen bir öznellik, profesyonel kadrolar, çoğunluğu aramayan ve genelde bir azınlık örgütlenmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin sınıfın bütününü kapsama iddiası yerine sınıfın öncü kesimleri içinde örgütlenen bir nitelikten bahsediyor olmamız konunun anlaşılması açısından somut bir örnek olarak verilebilir. Leninist parti, kendi nesnesi ile öncülük ilişkisine girer, nesnesinin ortalamasına tabi olmayan bir uzlaşmazlık içindedir.
Ve buradan sonra şu soruya yanıtı aranmalıdır. Öncü özne, nesnesiyle nasıl bir ilişki kuracak? Bu boşluğu dolduran devrimin güncelliği bağlamında devrimci siyasetin kendisi olmaktadır. Leninist parti, tarihsel görevler ile güncel çıkarlar arasındaki boşluğun doldurulmasıdır. Leninist parti modelinin dönem dönem pusuda-sotede bekleme gibi eleştirilere maruz kalması, öncülük niteliğinin korunmasındaki gerilimlerinden başka bir şey değildir.
Burada da sınıf hareketinin yükseliş ve alçalış dönemleriyle öncü partinin görevleri arasındaki korelasyonu görmemiz gerekmektedir. Sınıf hareketinin yükseliş dönemleri leninist partinin kapıları açtığı dönemlerdir. Dönem dönem sınıf hareketinin radikalleşmesi öncü partinin önüne bile geçebilir. Bu tür durumlarda öncülüğün garantisi olan iktidar perspektifi ve sosyalist devrimci hat devreye girer.
Öncü parti, devrimin aracı olarak, sınıfın harekete geçmesini ve iktidara yerleşmesini temel alır. Bu açıdan sınıfa müdahale ve parti- sınıf ilişkilerine bakmanın zamanı geldi.
Parti-Sınıf ilişkileri üzerine
Yine çok bilinen genel bir doğrudan başlayarak devam edelim. Örneğin 1848 devrimlerinden hemen önce ortaya çıkan, 1848 Şubat devrimlerinden bir ay önce yayınlanan ve taslağı Engels tarafından kendisi Marx tarafından kaleme alınan Komünist Parti Manifestosu, bugün bizim anladığımız “parti” formunun bir bildirisi olarak değerlendirilmemelidir. Marx döneminde parti, sınıf hareketinin bir parçası olarak değerlendirilen ve daha çok sınıfın bir bölmesini tanımlayan genel bir ifade olarak kullanılmıştır.
Parti, hem Manifesto’da hem de bugün için bile “parça” anlamında sınıfın parçası olarak anlaşılmalıdır.
Genel olarak bir sınıfın varlığı ve bu sınıfın hareketi ile bu sınıf içinde ayrışan, bölümlenen, ortak düşüncelere sahip olan kesimleri ifade etmek için kullanılan parti kavramı, ancak bugün modern anlamını kazanmış bulunuyor.
Leninist Parti, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinde bir parti formu olarak değerlendirilmelidir. Ancak önündeki ekin ya da nitelemenin, işçiler adına mücadele eden partilerden kendini ayıran kalın bir çizgi olmanın ötesinde “sınıf partisi” kavramıyla da doğrudan ilgisi bulunmaktadır. Bu çizgi öncülük anlamına gelmektedir. Bu açıdan, işçi sınıfı partisi kavramı söz konusu olduğunda leninist bir çizgiye sahip olma gerekliliği vurgulanmalıdır. Geçmişte leninist olmayan partilerin de bir işçi sınıfı partisi olup olmadığı çok tartışılan bir konuydu. Kendiliğindenliğe teslim olan ve başka bir deyişle leninizmi dışlayanların, bir burjuva ideolojisi olan sosyal-demokrasiye hızlıca kaymaları sık görülen bir gerçeklik olarak unutulmamalıdır. Bu açıdan, bir işçi sınıfı partisi tanımı ile öncülük arasında kuvvetli bağlar vardır.
Her leninist marksisttir, ancak her marksist leninist değildir. Tıpkı bütün komünistlerin marksist olamayacağı gibi. Ancak marksizmin gücü bugün komünizmi neredeyse kendisiyle eşdeğer kılmış, geçmiş dönem komünizm ütopyaları marksizmin gücü karşısında silinip gitmişlerdir. Bütün komünistlerin marksist olmaması tarihsel boyutu ötesinde güncel de bir mesele. “Komünist” olmak güncel siyasal bir kimlik ve tavır. Marksizm ise teorik bir pozisyonu da içermektedir. Vaktiyle Aziz Nesin bir televizyon programında “Ben komünist değil marksistim, çünkü komünist, komünist partilidir” demişti. Bu yaklaşım büyük ölçüde benimsenmeli, komünist olmak için partili olmak bilinci başa yazılmalıdır. Marksist ise belirli bir teorik yaklaşıma sahip insandır demek kabaca bir çerçeve olarak alınabilir. Ancak söz konusu işçi sınıfı partisi olduğunda, bu genel yaklaşımlarda çok ama çok dikkatli davranmak gerekmektedir.
Sınıfın bir parçası olarak değerlendirdiğimiz parti kavramıyla, işçi sınıfı partisi söz konusu olduğunda ya da daha özelde leninist parti dendiğinde bir noktaya işaret etmiş oluyoruz. O da, leninist partinin sınıfla kurduğu bağ. Leninist Parti, kendini sınıfın geneli içinde elbette kurmaz, sınıfın öncü kesimlerini örgütlemek gibi bir derdi vardır, ancak; böylesi bir partinin sınıfın mutlak uzağında kurulacak diye bir lüksü asla olamaz. Tersine sınıf ile ilişkisinin temel noktası, sınıf içinde kurulması ya da kuruluşunu mutlaka sınıf içinde yer tutan bir zemine basarak ‘kurma yönelimidir’. Buranın biraz daha açılması gerektiğini düşünüyorum.
Öncülüğün garantisi neresidir? Tarihsel bir bilinç ve perspektifle donanmış olmak, sınıfın güncel talepleri ile tarihsel çıkarlar arasındaki boşluğu doldurmak için öznenin kendisini “ayırması” gerekmektedir. Sınıfın genelini ve ortalamasını veri alarak, ister ideolojik-siyasal isterse örgütsel olarak kendini bu veri üzerinden tanımlaması ve var etmesi ile “ayırması” dengesinin tutturulması sorunu ile karşı karşıyayız. Öznenin, bu tarihsel çıkar bağlamında ortaya çıkması, kendi nesnesini de tanımlaması anlamına gelir ve hem özne hem de nesne dinamik bir gelişim çizgisi içinde var olur. Bu dinamizm asla gözden kaçırılmamalı, hem özne hem de nesne açısından statik bir sürecin asla yaşanmayacağı bilinmelidir. Siyasal mücadelede sınıf hareketinin ileriye çıkış ve geriye dönüş dönemleri bu açıdan önemlidir. Geriye çekiliş dönemlerinde öznenin kendisini koruması ve sürekliliği sağlaması, sınıf hareketinin yükselişe geçtiği dönemde öznenin bu yükselişe öncülük edecek bir siyasal ataklık içinde olması konumuz açısından not edilmelidir. Dönem dönem sınıf hareketi yükseliş dönemlerinde öznenin önüne de geçebilir. Bu durumlarda öncü öznenin kendisini yeniden tanımlaması ve öncülük misyonunu yeniden tarif etmesi kaçınılmazdır. Örneğin, 1917 Şubat ayı Bolşevikler açısından böyle bir dönemdir. Benzer bir örnek ise Türkiye’de Haziran Direnişi’nin sosyalist harekete yaptığı sürprizdir. Sınıf hareketinin patlamalarını bir yere bırakalım ve başta sorduğumuz soruya yeniden dönelim. Genel sınıf hareketinin bir parçası olmak; geneli, ortalamayı, sınıfın ortalama bütünlüğünü tek başına veri almanın öncülüğün reddiyesi olacağını söyledik. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde yaşananın bu olduğunu zaman zaman örnek olarak gösterdik. Öznenin kendi nesnesini tanımlaması ve kendisini de ayrıca tanımlayabilme yeteneğinin önemli olduğunu ifade ettik. Ancak bu “ayırma” işlevinin aynı zamanda sınıf hareketinden kopmuş ve kendi içine kapanmış bir özne yaratma riski yok mudur? İşte böylesi bir sorunu da ortadan kaldıracak bir örgütlenme perspektifi ve sınıf içinde örgütlenme zemini önemli bir konu haline geliyor.
Genel olarak sosyalizm, bir siyasal hareket olarak emekçi sınıflara basan bir zemine dayanır. Ancak sosyalist teorinin ya da teorisyenlerin ortaya çıkışı, hem Avrupa’da hem de Türkiye’de büyük oranda burjuva devrimciliğinden ve burjuva aydınlanmacılığından radikal bir sol kopuş şeklinde gerçekleşti. Teorisyenleri doğal olarak entellektüel ya da reel anlamıyla siyasetçiydi. Tersi bir durumun, sınıf içinden doğal bir biçimde ortaya çıkmadığını ve çıkamayacağını da biliyoruz. Çok bilinen bir konudur bu. Marx ve Engels başta olmak üzere sosyalist teorisyenlerin çoğunun işçi sınıfı kökenli olmadığı biliniyor.
Sosyalist hareketin ve sınıfı hareketinin gelişiminden ayrı okumak şartıyla, marksist teorinin çıkış ve başlangıç noktası böylesi bir teorik-ideolojik nitelikte kadro birikimidir. Burada herhangi bir beis görülemez. Ancak bu niteliği koruma adına bundan ibaret bir sınıf örgütü ya da partisi şeklinde devam edilmesi “öncülüğün garantisi” olarak görülemez. Leninizm tartışmalarında öncülük garantisi bir aydın çıkışına ve onun örgütsel yapısına daraltıldığında büyük bir tehlike oluşturur. Öncülük, siyasal-teorik tarafı bir yana bu siyasal-teorik niteliğin taşıyıcısı kadroların örgütsel olarak aydın-yarı aydın bir kadro dinamiği içinde kalması ve sürekli bunun vaaz edilmesi ile sınıf içinde öncü damarlara ulaşma eğilimi hiç de küçümsenmeyecek bir ayrım ve sorun noktasıdır.
Bolşevikler, sınıf içinde örgütlüydüler ve öncülüğün garanti noktaları ile sınıf hareketinde öncü örgütlenme arasında doğru bir denge tutturmuşlardı. Bolşevik partinin işçi üye sayılarına baktığımızda bu gerçeklik daha net gözükür. Bugün öncülüğün kendisini korumak adına sınıftan kopmasının teorisinin yapılması büyük bir gaftır. Bu sınıf içinde örgütlenmeyi genellikle önemsiz sayan ya da sınıf içinde örgütlenememe sorununa kılıf olarak sunulan bir tezdir ve bu tezle mücadele edilmelidir.
Leninist Parti, işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıyacaktır doğrusu ile Narodnik Hareketin halka gitmesi arasında büyük bir fark vardır. Tarihsel trajedi haline gelen Narodniklerin halka gitmesi Bolşevik hareketin tersinden deneyim kazandığı bir örnek olmuştur. Sınıfla kurulan bağda, öncü örgütlenme ve siyaset taşıma başa yazılmalıdır.
Şimdi tekrardan başa dönersek, partinin, sınıfın bir parçası olması üzerinden yola çıkarsak, artık şu noktaya gelmek gerekiyor. Sınıfın bir parçası olmak ile sınıfa öncülük etmek, öznenin kendisini nesnesinden ayırmak, öznenin öncülüğünü koruyacağı garanti noktaları oluşturmak birbirlerinin karşısına konulmamalıdır. Leninist bir parti, kendisini sınıfın ortalaması ve genel eşitsiz durumuna göre kurmayacağı gibi, bu, sınıfın parçası olmayı reddetmesi ile de sonuçlanamaz. Bir sınıf partisi olmak için, ne kadar işçi üyeye sahip olunup olunmadığından daha fazla sınıfın çıkarları doğrultusunda siyaset yapılması doğruluk payı taşımaktadır. Ancak, bu gerek şartın mutlak yeter şart ile tamamlanması gerekir.
Sınıfın çıkarlarını savunmak ile sınıf içinde dikeyine örgütlenme görevi birlikte ele alınmalı, bunun ağırlık noktalarının ise siyasal mücadelenin ihtiyaçları tarafından ortaya çıkartılacağı bilinmelidir. Dengenin nereye göre kaydırılacağı tam da siyasetin konusudur. Ancak sabah akşam sınıf hareketinin durumu veri alınmadan öncülük adına örgütün kutsanması da bizim şüpheyle bakmamız gereken bir durumdur. Sınıf içinde örgütlenme sorunları yerine örgütün sorunlarına odaklanmış bir siyasal partinin iç yaşamında da çeşitli arızalar ortaya çıktığı görülmelidir. Bu yazının sonlarında önemli noktalarını ele alacağımız ve hareketimizin kuruluşunda önemli bir yere sahip olan ‘Ne Yapmalı’cılar Kitabı’nın sıkıntılı noktalarından birisi de budur.
Öncü parti, her daim öncü kalmak adına kendini korumak için değil, sınıfa öncülük etmek için kurulur. Bu açıdan parti devrimin aracıdır sözünün altının kalın kalın çizilmesi çok ama çok önemlidir.
Sınıf ve parti ilişkilerine baktığımızda üzerinde durmamız gereken bir kaç noktanın daha altı çizilmelidir. Sınıf örgütü olarak sendikalar ile öncü örgütlenme arasındaki nitel fark ve ilişkinin de leninizm açısından kritik yanları vardır. Çoğunlukla sınıfın harekete geçtiği siyasal süreçler ya da sınıfın içinde yer aldığı örgütlenmelere dönük sosyalist cenahta pozitif bir hava hâkimdir. Ancak sınıfın ekonomik mücadelesi ve bu mücadelenin araçlarından biri olan sendikal hareket ile sınıfın siyasal hareketi karıştırılmaktadır. Bu açıdan sendikalar ve sendikal mücadele, sınıf hareketinde ve siyasal mücadelede net olarak yerine oturtulmalıdır.
Sendikalar son kertede düzen içi işçi örgütlenmeleridir. İşçi örgütü olması ile düzen kurumu haline dönüşmesi olguları buradaki sorunun temel kaynağıdır. Sendikaların düzen içi kurumlar olarak görülmesi bunların sınırlarını belirlerken, işçilerin örgütü olması açısından da önemli bulunmalıdır. Bugün neredeyse artık bu tartışma bitmiş bulunuyor: Sendikaların başta Avrupa olmak üzere dünyanın hemen hemen her yerinde kapladıkları alan düzen sınırları içindedir. Örneğin sendikal bürokrasi, sarı sendika gibi sendikalara yüklenen sıfatlar tam da bu yüzdendir. Sendikaların siyasal mücadelenin yükselişe geçtiği dönemlerde rollerinde değişim yaşaması elbette mümkündür ancak sendikaları yegâne mücadele aracı olarak görmek de büyük yanılgıları beraberinde getirir.
Sendikalar, eğer siyasal mücadele deneyimlerini ve birikimlerini işçilere taşıyabiliyorsa birer okul işlevi görebilirler. Yoksa, sendikal mücadelenin doğal uzantısı olarak siyasal mücadeleye geçiş, ampirik olarak da görüldüğü gibi mümkün değildir. Bu açıdan ‘sendikalar okuldur’ gibi önermeleri bugünün devrimci mücadelesinde geriye çekmek gerekiyor. Marx’ın bu yönde yazıları olduğu biliniyor ancak bu yazı içinde de belirttiğimiz gibi işçi sınıfının ortaya çıktığı bir dönemde yapılan bu vurgunun anlamı herkes için sanırım anlaşılır bir durumdur.
Bolşeviklerin önemli bir “şansı” olarak, sendikal hareketin Rusya topraklarında gelişmemiş olmasını yazmak cüretli bir değerlendirme olarak görülmemelidir. Tam da bu yüzden, sınıf hareketini düzen içine çekecek bir sendikal yapının yoksunluğu belki de Bolşeviklerin önemli bir şansı olmuştu. Bugün Türkiye’ye baktığımızda da benzer bir tablonun görüldüğünü söylemek abartı sayılmamalı. Resmi rakamlara göre 12 milyon sigortalı işçinin ancak yüzde 10’unun sendikalı olduğu, bu rakamın da büyük ağırlığının düzen yanlısı sendikalara ait olduğu hesap edilirse ne kastettiğimiz daha açık görülebilir.
“Fala inanma, falsız kalma” deyimi gibi sendikalara inanmadan ancak sendikaları da yok saymadan bir mücadele pratiği örülmelidir. Sendikaları tümden inkâr eden ve sendikalara hiç bulaşmamak gerektiğini öne süren yaklaşımların da zaman zaman leninizm adına gündeme geldiği biliniyor. İyi ya da kötü bir sınıf örgütü olmaları ile sendikaların düzen kurumları haline dönüşmeleri arasına Çin seddi örmek yaklaşımı, yine leninizmin çarpık yorumlanmasının bir sonucu olarak değerlendirmelidir. Kendini dışa kapatmak, öncülüğü sınıfın dışında aramak daha doğru bir deyişle sınıfın eşitsizliğine ve ortalamasına mahkûm olmamak adına sınıftan kaçışın sonucu olarak sendikaları terk politikası da leninizm tartışmalarında yerli yerine oturtulmalıdır. Öncülük, kendini korumakla değil, müdahale ile mümkündür ve öncülüğün korunması için sırt dönmek yerine yüzünü dönecek bir müdahale pratiği hayat bulmalıdır. Bu açıdan sendikalar, leninistler için bir mücadele aracı olarak değil, bir mücadele alanı olarak görülmelidir. Bu alanın, bir araca dönüşmesi, sınıfın daha genel anlamıyla siyasal bir harekete dönüşmesiyle mümkün hale gelebilir. Bu dönüşümde leninizm payını ise hatırlatmak yeterli sayılmalı.
Sınıf parti ilişkilerinde, sınıfın yapısına dönük tartışmalara da yazımızın bu bölümünde girmenin zamanı geldi sanırım. Genel olarak Avrupa Komünizmi tarafından üretilen tezler var ve bu tezler ülkemizde dönem dönem sivil toplumcu ya da liberal sol tarafından gündeme getiriliyor. Sınıfın yapısının değiştiğine dair bu önermeler, klasik sınıf mücadelesi döneminin bittiğini ilan ediyor. Bu açıdan, leninist parti örgütlenmesinin de tarihte kaldığı; artık yeni, kimlikçi, toplumsal dinamikleri temsil eden bir modelin geçerli olduğu savunusu var. Bu konuda en fazla tartışma götüren yan ise; kafa ve kol emeği arasındaki açının iyice açıldığı, kol emeği ile tanımlanan sınıfın küçüldüğü, daha küçük burjuva ve orta sınıfların ağırlık koyduğu bir toplumsal yapının şekillendiği gibi iddialar var. Beyaz yakalı olarak tanımlanan kesimin sınıf hareketinde oynayacağı rolün belirleyici olduğu iddiası, beyaz yakalıların artık işçi sınıfı sayılmayacağı tezi ile birlikte sunuluyor. Bu tezin alt yapısı olarak da sınıf tanımında marksist ölçütler devreye sokuluyor ve üretken emek-üretken olmayan emek üzerinden bir tasnife gidiliyor. Yani, beyaz yakalıların üretken olmayan emek kategorisi içinde değerlendirilmesi gerektiği söyleniyor.
Burada, sınıf tartışmalarına çok girmeden, bizler açısından işçi sınıfını tanımlayan temel ölçütü kısaca belirtmek yeterli olacaktır. Üretim araçlarından yoksunluk ve işgücünü satarak ücretli emek sömürüsüne tabi olmak. ‘Proleter kimdir’ sorusuna verilecek bu çok indirgemeci yaklaşım aynı şekilde beyaz yakalıların da işçi sınıfının bir parçası olduğunu açık olarak ortaya koyuyor. Bu açıdan üretken olmayan emek kategorisini değerlendirirken genel olarak metanın tek tek işçilerin elinde değil bir süreç ve işbölümü çerçevesinde meydana gelmesi gerçeğini de bir yerlere yazmak gerekiyor. Bu açıdan kapitalizmde meta üretimi, üretken olan-olmayan emek tasnifine mahal vermeksizin bir işbölümü süreci içinde ortaya çıkıyor. Mühendislerden öğretmenine kadar bütün mesleklerin sınıfın bir parçası olup olmadıkları, kapitalizmin meta üretimi süreciyle birlikte ele alınmalıdır. Bugün avukatların bile büyük hukuk ofislerinde ücretli hale geldiği gerçeği ve işçi avukatların varlığı unutulmamalıdır.
Sınıf her geçen gün, tam da Marx’ın dediği gibi büyüyor. Sınıf her geçen gün, Marx’ın dediği gibi eşitsizliklerin çelişkisini daha yoğun yaşıyor.
Çok bilinen konulara özel olarak değinmeyi tercih etmedim: Ekonomik mücadelenin leninizmde yerli yerine oturtulduğu ve siyasal mücadeleyi başköşeye koymak gerektiği gibi. Ekonomik mücadele ile ekonomizm arasında bir ayrımı ortaya çıkarmıştır Leninizm. Sınıfın ekonomik mücadelesinin siyasallaştırılması ile ekonomik mücadeleyi siyasal program haline getirmek Lenin’in hesaplaştığı konuların başında gelir. Bu konuda Lenin’den çok fazla alıntı yapılabilir. Ancak bugün Türkiye sosyalist hareketinin en büyük eksiği bir sınıf zeminine maddi olarak basmamış olmasıdır. Dolayısıyla, sınıf ve parti ilişkisini en temel noktadan ele almaya çalıştım. İhtiyaç buydu çünkü.
Tam da bu yüzden, güzel bir sözü, yeniden buraya yazarak bu bölümü kapatmak isterim. Sınıf ve devrim mücadelesinde, işçi sınıfının rolünü belirleyen iki parametre bulunuyor. Sınıfın bilinç düzeyi ve örgütlülüğü. Yapılması gerekenlere işaret ediyor. O yüzden yeniden yazmak gerekir: Parti, sınıfın aklı ve gücüdür.
“Ne yapmalı?”dan “Ne Yapmalı’cılar”a
Söz konusu öncülük teorisi ve bu teorinin devrimci siyasette karşılığı olan leninizm olduğunda, Lenin’in 1902 yılında kaleme aldığı ‘Ne yapmalı?’ adlı eseri önemli bir yer kaplamaktadır. Örneğin, Lenin’in Nisan Tezleri sosyalist devrim konusunda; Sol Komünizm, Avrupa’daki sınıf hareketinin ve sosyalist hareketin, Bolşevik Devrim sonrası nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda önemli eserler sayılırken, ‘Ne Yapmalı?’ eseri başlı başına öncülük teorisinin ortaya konulduğu bir kitap olarak hareketimizce baş tacı edilmiştir. Elinizde okuduğunuz bu dergide ‘Ne Yapmalı?’ üzerine bir çalışmayı bulacaksınız. O yüzden fazla uzatmadan bir kaç noktaya değinmek gerekmektedir.
Rosa Luxemburg ve Lenin arasında geçen parti örgütünün merkeziyetçiliği tartışmaları biliniyor. Luxemburg, merkeziyetçiliği aşırı bir durum olarak görmekteydi ve hem parti hem de ülke yönetiminin dar bir komiteye hatta bir bireye indirgenmesi tehlikesinden bahsetmişti. Aslında tek başına mesele Almanya ve Rusya arasındaki siyasi, toplumsal ve ekonomik farklardan dolayı ortaya çıkan bir görüş ayrılığı olarak değerlendirilmemeli. Lenin’in 1902’de ortaya koyduğu görüş ve bu görüş sonrası örgütlenen Bolşevik hareketin “bağımsız” ve güçlü yapısı başarıya giden yolun önemli halkasıydı. Almanya’ya baktığımızda ise gördüğümüz,; büyük sınıf hareketinden ve bu nicel büyüklüğün temsil edildiği Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden bir türlü devrimci bir kopuş gerçekleştiremeyen, genel hareketin bir parçası olmayı kabul ederek devrimci bir siyasal mücadele vermeye çalışmış Rosa’ların geç kalmış olması, Alman Devrimi’nin yenilgisi ve Rosa’ların ölümüyle sonuçlanan bir trajedi ile sonuçlanmasıydı. Rosa ve Liebnecht, geç kalmışlardı, bir öncü örgütlenmeye gidememişlerdi, “genel hareketin parçası” olarak kalıp, içinde siyaset yapabileceklerini düşünmeleri en büyük yanılgıydı. Bu açıdan, tartışma aslında merkeziyetçilik tartışması değil, öncülük tartışmasıdır. Merkeziyetçilik bu öncülüğün ete kemiğe büründüğü örgütün formuna ilişkin bir sonuçtu.
Bolşevikler, erken davrandılar. Alman komünistleri geç kalmışlardı. Bugün de, Türkiye sosyalist hareketinin nasıl bir derleniş içine gireceği tartışmalarında, genel hareketin bir parçası haline gelme görüşleri bu açıdan iki kere değerlendirilmelidir.
Bolşevikler, bağımsız ve özgürdüler, devletten, yasalardan, sınıf hareketinin ortalamasından ve her türden reformist-revizyonist görüşten kendilerini ayırabilen bir modeli hayata geçirmişlerdi. Bu, öncülük teorisinin önemli niteliklerinden birisiydi. Yukarıda değindiğim gibi, kendini “ayırabilme” ile kendini dış dünyaya kapatma ya da soyutlama birbirine karıştırılmamalı, birbirinin yerine konmamalıdır. Tersine, sınıfın parçası olan ve bir sınıf örgütlenmesi olarak doğan hareketin temel kalkış noktasıyla ilgili bir tartışma hiç değildir bu. Genel olarak leninizmin “tarikatçı” yorumcuları, temel çıkış noktasında bir hata yaptıkları için bu duruma gelmişlerdir. Sınıfın içinde kurulmamışlardır ve bir yarı aydın ya da aydın toplam içinde ortaya çıkan leninizm denemeleri emekçi sınıflara yönelmediği her durumda tükenmeye ve çürümeye mecburdurlar.
Gelenek hareketinde, bu durum örneğin TKP’yi bölünmeye götüren önemli bir sorun olarak karşımızda çıkmıştır.
‘Ne Yapmalı?’da Lenin, ekonomizmle hesaplaşmış, siyasal mücadelenin önemini ortaya koymuştur. Türkiye’de ise likidasyoncu çizgilerin neredeyse bütününde bu hesaplaşmanın gerçekleşmemesi öncülük teorisinin hayata geçememesi ile sonuçlanmıştır. 1980 sonrasında gerek TBKP gerekse Dev-Yol hareketinin çözülmesi işte bu gerçeğe dayanmaktadır.
Gelenekçiler, geç kalmadılar.
Gelenek Hareketi, 1984’lerde giriştiği örgütsel ve siyasal mücadelede, Türkiye’nin devrimci ve öncü sınıf partisini kurma bilincine ve misyonuna sahipti. Lenin’in ‘Ne Yapmalı’ eserinde ortaya koyduğu ekonomizm karşıtı siyasal mücadele ve öncü örgütlenme teorisi, Türkiye topraklarında yeniden ete kemiğe büründüğünde Gelenek Hareketi’nin, örneğin Türkiye sosyalist hareketinde en acil görev olarak birliği değil, öncü sınıf partisini ve bu partiyi yaratacak öncü kadro örgütlenmesini önüne koyması buna verilecek iyi bir örnektir. Bunun önemli olduğunu bir kez daha yazma ihtiyacındayım. Çünkü bugün Türkiye’de sosyalist hareket, yeni bir doğum sancısı yaşamakta, bu doğum sancıları ise 12 Eylül sonrası karanlık ve durgun bir siyasal döneme değil, krizlerle malul ve istikrarsız bir siyasal sürece denk gelmektedir. O yüzden bugün geriye çekilerek, değil, kriz koşullarına müdahale zemininde öncü partiyi yaratma konusunda, örgütü de aşan bir biçimde, daha zorlu bir sınavla karşı karşıya olduğumuz görülmelidir.
Hareketimizin, Gelenek Hareketi’nden bugüne, ‘Ne Yapmalı?’ üzerinden şekillendirdiği doğrultu büyük bir kazanımdır. Bu kazanım, yıllardır büyük önem atfettiğimiz ve kadrolaşma çalışmalarımızda ağırlık verdiğimiz bir başka esere daha işaret etmektedir. Kemal Okuyan tarafından kaleme alınmış ‘Ne Yapmalı’cılar Kitabı’, ‘Ne Yapmalı?’ çizgisinin Türkiye’de yeniden ele alındığı ve soyutlandığı bir eser olarak durmaktadır. Konuyla ilgili Türkiye sosyalist hareketinde önemli başka çalışmalar da elbette vardır. Bunlardan biri de Haluk Yurtsever tarafından 1989 yılında kaleme alınmış ‘Sınıf ve Parti’ kitabıdır. 1994 yılında basılan, Gelenek Hareketi’nin güçlü teorik zemininden yola çıkarak bir kolektif bilincin oluşmasında önemli rol oynayan Ne Yapmalı’cılar kitabındaki bir kaç noktanın ele alınmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Elbette tek başına ‘Ne Yapmalı’cılar Kitabı” değil, Gelenek Dergisi’nde o yıllarda kaleme alınan Leninist örgüt teorisiyle ilgili birçok önemli yazının, bu mirasın oluşmasında ve geleneğin yaratılmasında yerinin olduğu ayrıca belirtilmelidir.
En başta söylenmesi gereken temel nokta şudur. 1994 yılında, bir örgütsel bölünmenin hemen sonrasına tekabül eden, Türkiye sosyalist hareketinde birliğin ve solun önünü açabilecek yeni siyasal arayışların gündeme geldiği bir dönemde örgüt ve öncülük üzerine yazılan bu eserin (Ne Yapmalıcılar Kitabı) iki yanı bulunmaktadır. Birincisi, tarihsel örneklerden yola çıkarak ortaya konan soyutlamalar ikincisi ise yazıldığı dönemin tartışmalarına dönük çubuk bükmelerdir. Her iki özelliği görmeden bundan 20 yıl önce yazılanları bugün bire bir taşımanın bir karşılığı bulunmamaktadır.
Marx, kendi döneminde, sınıf hareketine daha fazla anlam yüklemişti. Lenin ise, kendi döneminde, öncü örgütlenme fikriyatına daha fazla anlam yüklemiştir. Ne Marx’ı, öncülük teorisi ve parti fikriyatından yoksunlukla suçlayabiliriz, ne de Lenin’i sınıf ve sınıf hareketini küçük görmekle eleştirebiliriz. Her eser her teori her tez, döneminin ruhunu taşır. Önemli olan bu ruhu görebilmektir.
Bu açıdan, hareketimizde önemli bir yer işgal eden Ne Yapmalı’cılar kitabını ele alırken, daha doğrusu öncülük ve leninizm bağlamında tezlerimizi değerlendirirken, dönemin ruhunu kavramadan bu tezlere bakmak büyük hata yaptıracaktır. İki yönlü hatadan bahsetmek mümkün. Birincisi, dönemin ihtiyaçlarını bugüne taşıyan mekanik bir görüşün boşa düşmesi, ikincisi ise ruhu yakalamadan yapılan soyutlamaların bugünden bakarak geçersizliğinin ilan edilmesidir.
Bilimsel olacağız, soğukkanlı olacağız, dünden bugüne taşıdığımız değerlerin değişimini ve özünü iyi kavrayacağız. Hayat değişim, süreç ve ‘oluş’larla var oluyor. Bu değişimin neresinde olduğumuzu ve nasıl bir yöne doğru evrildiğimizi bu açıdan iyi saptamamız lazım. Tarihsel bakış tam da budur. TKH çıkışını da bu bağlamda bir sonraki bölümde ele alacağız.
Hareketimizin çıkış noktalarında önemli bir yere oturan, TKP’yi yaratan ve sonrasında TKP’nin bölünmesine neden olan noktaları belirtmeye çalışacağım. Mesele, baştan söylemek gerekirse, kendi diyalektik gelişimini yaşamayan bir öncülük teorisinin varlığıdır. Hareketimizi kuran ve bugünlere taşıyan ile hareketimizin bölünmesine neden olan tezlerin aynı olmasını bir çelişki olarak değerlendirmek diyalektiğin özünü kavramamaktır zaten. Burada bir çelişki yoktur, burada değişim ve dönüşümün yeniden üretilememesi, yapılan soyutlamaların bugüne taşınamaması sorunu bulunmaktadır.
Bu açıdan, Ne Yapmalı’cılar kitabına bakarken, herkesin zannettiği gibi örgüt içi konularda tutum farklılıklarına girmeyeceğim. Eğilimler, hizipler, merkeziyetçilik ya da örgüt içi seçim mekanizmaları üzerinden bir eleştiriyi naif buluyorum. Kaldı ki, hareketimizin o dönemde, Ne Yapmalı’cılar kitabında yazılanları yeniden okuduğumuzda gördüğümüz, bu konuların mutlak reddiyesi hiç olmadı. Örneğin demokratik merkeziyetçilik konusunda toptan bir reddiyeyi bulamazsınız, ya da seçim mekanizmasının kati bir biçimde işe yaramayacağı üzerine tezleri de bulamazsınız.
Ne Yapmalı’cılar kendi döneminin kitabıdır, dönemin ruhunu veri alarak yazılmıştır. Buradan yakaladığınızda göreceğiniz temel nokta öncü bir sınıf örgütlenmesinin yaratılması üzerine yapılan çubuk bükmelerdir. Bu çubuk bükmeler, bugünden bakıldığında çok ters anlamlara yol açabilir ve buna birazdan geleceğiz. Ancak dönemin ruhu olarak kodladığım, siyasal ve örgütsel ihtiyaçlar tarafından belirlenen, aynı zamanda bir varlık koşulu olarak ortaya çıkan “öncü örgüt” kurma misyonu, kitapta bazı vurguları özel olarak öne çıkarmıştır.
Birincisi kadrolara bakış, ikincisi siyaset yapma tarzı ve üçüncüsü ise kitle hareketleriyle korelasyon-bağ kurma denkleminde…
Bugünün siyasal ihtiyaçlarına baktığımızda bu noktaların yeniden ele alınması, yapılan soyutlamaları dönemin değil bugünün somutluğunda yeniden üretilmesi işine girişmemiz lazım. Bu yeniden üretim aynı zamanda yeni bir eleştiridir.
Eleştirilerimiz, reddiye ve inkâr üzerine değil, ileriye taşımak için diyalektik bir gelişme içindir.
1994 yılında, Bolşevik hareketin deneyimlerini soyutladık, bu dönem somutlamaya giriştik. Önemli bir eşik bu sayede aşılmıştır.
2014 yılında, 1994 yılındaki soyutlamaları, 1994 yılının somutluğundaymış gibi yeniden üretmek büyük bir hata olmuştur, 2014 yılının nesnelliğinde yeniden somutlamak doğru olandı. Leninist örgütten Leninist partiye geçiş sorunu ya da ideolojik partiden siyasal partiye geçememe eleştirilerimizin altında bu nokta bulunmaktadır.
Değişim ya da klasik tabirle diyalektik, devrimci teori ve pratiğin yeniden üretildiği tek zemindir. Zorluk buradadır.
Şimdi yukarıda ifade ettiğimiz noktaları biraz daha açarak, Ne Yapmalı’cılar kitabından bugüne taşınan ya da taşınırken izlenen yöntemsel yanlışlara (özün değil biçimin taşınması) bakalım. Kitapta genel olarak Bolşevik Parti deneyimi üzerinden ve Avrupa marksizminin bu konuya yaklaşımına karşı geliştirilen tezler gündemdedir ve belirtmek gerekir ki bu tezler somut formülasyonlardan ziyade soyutlamalar biçimindedir. Bunlardan birincisi “kadroların özel iplikten dokunması” başlığıdır. Özel olarak 12 Eylül karanlığında ayakta kalma, yeni bir misyon yüklenme, ülkenin ve geleceğin devrimine umut bağlama gibi zor bir dönemde örgüt kuruluşu ve kadrolaşmaya dönük ihtiyaç ve vurgu, nesnellikten bağımsız bir kadrolaşma ile kendini ifade etmiştir. Toplumsal ve siyasal dinamiklerin olmadığı, genel olarak sağa kayan bir “sol siyasal zeminin” varlığının saptandığı, Sovyetler Birliği’nin yıkılmış olduğu bir nesnellikte çubuğu sola bükmenin bir manası varken; bu yaklaşım Türkiye toprağına ayağını basan bir “parti formuna” ulaşmada kelimenin gerçek anlamıyla ayak bağı olmuş, kadrolara bakışta görülen öncülük değil tersine yarı-aydın, aydın niteliği olmuştur. Bu durum çok açık ki siyasal mücadelede özneleri emekçi sınıflara yaklaştıran bir parti örgütü yerine bu bakış açısının getirdiği bir yabancılaşmayı doğurmuştur. TKP’de yaşanan ayrışmanın kadro politikalarında kendini belli etmesinin bam teli tam da yukarıda ifade ettiğimiz kadro tanımına yüklenen anlam ile ilgilidir. Geçmişte kalan bir bakışın aynı şekilde sürdürülmesi, eleştiri oklarının hedefinde olması gereken konudur. “Kadrolar özel iplikten mi dokunur?” şeklindeki bir tezi ortaya attıktan sonra bu tezin karşılığı olarak özel bir örgütlenme gündeme gelir ve bu durumun sosyalist mücadele insanının kendini özel hissettiği bir bakış açısını ve davranış biçimini beraberinde getirmesi neredeyse kaçınılmazdır. Zor koşullarda üye kazanmanın ve kadrolaşmanın meşakkatli bir iş olduğu bir dönemde, bu vurgunun işe yaramış olmasına rağmen siyasetin yoğunlaştığı, kitleselleşmenin başladığı, kriz dinamiklerinin kendini hissettirdiği bir ortamda Leninist Parti’nin kapılarını kime açacağı ve hangi kadro zeminlerine basacağı sorularına eski kalıplarla yanıt verilemezdi. Lenin ve Bolşevikler bu sınavı iyi bir biçimde vermişlerdi. Partinin işçi kadrolara dayanması, üye oranlarında işçi kadroların çokluğu sayesinde bu sorunu aşabilmişti. Ancak SİP-TKP hareketinde leninizmin yeniden üretimi sağlanamamış, örneğin 1999’da partiden yaşanan ayrışmanın bir açıdan bu tezle bağlı yanları ortaya çıkmış, 2014 yılında ise TKP’de bu sefer aynı sorun ortaya çıkınca, “bir hizip örgütlenmesi gibi ayrı bir örgütlenme” yoluna gidilerek sorunun üzeri örtülmeye çalışılmıştır.
Küçük burjuva yarı-aydın elitizmi üzerine kurulmak istenen bir parti ile Haziran Direnişi sonrası ortaya çıkan olanaklardan beslenecek bir partinin şekillenmesi arasındaki temel farktır budur.
Bu durumun, “örgüt kuruluşu” ihtiyacına denk gelen yanını ifade ettikten sonra, bir başka yanının da masaya yatırılması ve şu sorunun sorulması gerekiyor: “Emekçi sınıflar içinde neden bir kadrolaşma sağlanamadı?” Bununla beraber “Madem, özel bir kesitte özel bir örgütlenme zorunluluğu ortaya çıktı, bu açıdan çubuk bükmeler gündeme geldi, sonrasında bu durum yeni koşullarda değiştirilemez miydi?” sorusu da gündeme gelmelidir. Bu soruların yanıtlarında leninizmin yeniden üretilememesi önemli bir yanı oluşturuyorsa, diğer yanda hareketin kuruluş zemini yer almaktadır. Leninist bir parti sınıf içinde önemli damarlara ve kadrolara sahip olmamışken, yarı aydın kesimler üzerine inşa edilmiş ve bu bakış açısı sürdürülmüştür. Parti, sınıfın parçasıdır. Elbette kendisini, nesnesinden ayırmış bir özne olarak cisimleşmek zorundadır ve öncülüğün garanti noktalarının alındığı ve siyasal bağımsızlığını sağlayacağı bir örgütsel yapıya ihtiyaç duyacaktır. Ancak sınıftan soyutlanmış bir iç örgütlülük ile sonsuza kadar yol alınamaz. Buradan siyaset yapma tarzı olarak ifade etmeye çalıştığım bir başka noktaya gelmek gerekiyor. Bu da yine kuruluş ve varlık sorunsalı ile ilgilidir ve hareketin kendini var etmesi için gövdesiyle siyaset yapma ihtiyacından doğar. Meşrudur, mümkündür ve yapılması da gerekir. Ancak siyaset yapma tarzını, kuruluş ve varlık zemininde devam ettirmek, toplumsal dinamiklerle bağının zayıflaması ve siyasal dinamiklere sırtını dönen bir içe kapalılık sonucunu doğurmuştur. Kendi iç kültürü, kendi iç simgeleri, kendi kültlerine bile yol açacak bir içe kapalılık! Bu ‘özel olma’ hali, aslında ülke gerçeğinden çoğu zaman kopmaya neden olmuş, yerini ise bütünlüklü analizlerle aydın hareketine benzeme almıştır. “Gövdesinden ibaret bir siyaset” tarzı, partinin genişleme ve kendini açma zeminlerini çoğu zaman ortadan kaldırmıştır. Örneğin gerek Yurtsever Cephe ve gerekse Sol Cephe deneyimleri gövde üzerine oturtulan örneklerdi ve “halkalar teorisi” ile partinin kendi hareketini yaratacağı anlamı taşıyordu.
Olmadı… Önemli siyasal saptamalar üzerine ve boşluklara oynayan büyük siyasal çıkışların tıkanmasındaki temel faktör, öncülük ile siyaset yapma tarzındaki tıkanmanın başka bir yüzüydü. Ne Yurtsever Cephe ne de Sol Cephe projeleri yanlıştı, yanlışlık leninizmin yeniden üretilememesindeydi. Elbette örgüt kendi hareketini yaratmalıdır, elbette örgütler kendi etraflarında başka halkalar da yaratabilmelidir. Ancak sosyalist bir gövdenin etrafından toparladığı bu hareket kendi boyutu dışına çıkamamış ve sosyalist hareketin dışında ortaya çıkmış hareketlerle temasını sınırlandırmıştır. Kendi varlığını sürekli siyasal bir silah haline getirmek ile siyasal dinamiklerle korelasyon halinde bir öncülük arasında fark vardır. Mesele tam da buydu. Varlık zemini üzerinden değil, siyasal bir misyonun kavgasını verecek bir hareket yaratılması ya da bu hareketlerin öncülüğünün üstlenilmesi doğru olanıdır.
Sınıf hareketi ile sosyalist hareket ayrı kanallardan büyüdüğünü yazmıştık. Yapılması gereken, kendi sınıf hareketini yaratmaktan ibaret bir mücadele değil, ortaya çıkan sınıfsal ve toplumsal hareketlere öncülük edebilmektir. Burada başa yazılması gereken, leninist bir partinin sınıfın öncü kesimlerini örgütleyebilme yeteneğidir. ‘Sınıfın öncü kesimleri kimlerdir?’ gibi bir tartışmaya girmek gerekmiyor. Ancak Okuyan ve Yurtsever arasındaki tartışmaya değinmeden de olmuyor. Sınıfın öncü kesimleri, sendikaya bulaşmamış hatta sendika bürokrasisini karşısına alan “huzursuz işçiler” midir yoksa işyeri temsilcileri midir? Benim biraz indirgeyerek karikatürize ettiğim bir tartışmanın bugünün ihtiyaçları noktasında ilerletici bir yanı yoktur. Leninizmin ete kemiğe bürüneceği, öncülüğün realize olacağı somut durumlarla ilgileniyoruz ve toplumsal dinamiklerle kurulacak korelasyonda öncülüğün müdahalesini arıyoruz.
‘Ne Yapmalı’cılar’ kitabındaki soyutlamaların, bugün yeniden üretimi söz konusu ise şu söylenmelidir; kendi halkalarıyla büyüyen aritmetik bir çizginin yerine farklı halkaların iç içe geçtiği geometrik bir etkinin varlığını aramamız gerekiyor. Bu açıdan doğrusal bir halkalar modeli arayışı, belli dönemler için gerekli olabilir. Ancak kriz koşullarında ise mutlaka korelasyonlarla yol alınmalıdır. Belli toplumsal dinamiklerle bağ kurmak için kendi uzuvlarını yaratmadan, “parti gövdesi” ile müdahale sınırlı kalır. Örneğin Bolşevik deneyimde, Sovyetler bir partinin kendi doğal halkası değildi, ancak bu halkanın hem içinde hem de üzerinde bir siyasal örgütlenmenin öncülüğünün realize edildiği bir gerçeklik sözkonusuydu. Bu açıdan, bütün toplumsal dinamiklere uzaktan seslenmek ile içinde devinilecek halkalar yaratılması ve bu halkaların kendisinden bağımsız yeni dinamik halkalara bağlanması arasındaki farktan bahsediyoruz.
Toplumsal potansiyel, toplumsal dinamik ya da siyasal dinamik kavramları birbirinden farklı düşünülmeli. Bir siyasal hareket, bu dinamiklere ya öncülük eder, ya karşısına alır, ya da yanında durabilir. Ancak her durumda, devrime bağlayacak bir arayıştır leninizmin özü. Bu özü kaçırdığınız zaman ortada leninizm kalmaz. Ne Yapmalı’cılar kitabının 2014 “okuması” işte bu can alıcı noktayı kaçırmıştı. Bugünün gerçekliğini göremediği ya da ortaya koyduğu soyutlamaları yeniden üretemediği için.
Ne Yapmalı’cılar kitabını, kendi meşrebinde ele almadan ortaya konulan soyutlamaları bugüne taşımadan anlam vermek mümkün değildir. Eğer böyle yaparsanız, ya bir sapma olarak görürsünüz ya da her zaman geçerli bir kutsal kitap olarak. İkisinden de uzak durmak gerekiyor. Ancak yeniden üretimi şarttır ve bu üretimi ortaya koyacak olan ise maddi pratikten başkası değildir. Ortadaki sorun, kolektif soyutlamaların, bugüne taşınmasında yaşanan skolastik yaklaşımdır. Tartışma ve “kopuş” buradadır. Kopuş kavramı karşısında aslında yerinde sayma daha doğrudur.
Kitabın yazarı dâhil bazı “yoldaşlarımız” geride kalmışlardır. Arkadaşlarımız ne yapmalı sorusuna değil, “ne yapmamalı” sorusuna bundan sonra daha fazla kafa yormalıdırlar. Sanırız yapılan da budur.
Ne Yapmalı’cılar, Lenin’den bugüne ne yapılacağını bilenlerdir. Öncülük, örgüt, iktidar perspektifi, iktidarı alacak bir mücadele arayışı, sosyalist devrimi skolastik kalıbından çıkarıp hayatın canlılığına vakfedecek bir mücadele kültürü bugünün Ne Yapmalı’cılarında cisimleşmektedir.
Parti devrimin aracıdır, yaşamanın değil. Siyasal yaşam, püriten bir kültür ortamı olarak görüldükçe, deney laboratuvarlarında leninizmin örneklerini gösterebilirsiniz, ancak hayatın içinde asla yaşatamazsınız.
TKH ve Leninizm
12 Eylül sonrası Türkiye sosyalist hareketi için yeni bir dönemdi. Ancak bu dönem Haziran Direnişi ile geride kalmıştır. Haziran direnişi tek başına burjuva siyasetine attığı tokatla değil, Türkiye sosyalist hareketi açısından da yeni bir dönemin işareti olarak anılmalıdır.
1980-1990 arasını bir yeniden kuruluş ve toparlanma dönemi olarak değerlendirmek yanlış olmayacak. Toparlanma, kuruluş, yeniden deneme, kadrolaşma, 12 Eylül sonrası siyasi nesnelliği yeniden tarif etme girişimleriyle birlikte bu dönemin temel kavramları olarak öne çıkıyor. 1990’ların başı aynı zamanda sosyalist hareketin birlik tartışmaları ve 12 Eylül askeri cuntası sonrası sol bir çıkışın arayışı olarak geçti. Ya da sosyalist hareketin genelinde tartışmalara konu olan noktalar bunlardı. Bu dönem Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile birlikte liberalizmin etkisini gösterdiği bir likidasyon dönemi olarak okunmalı ve aynı zamanda ÖDP’nin birlik için yeniden umut olduğu bir kesit olarak tarihsel yerine konulmalıdır. ÖDP’nin birlik üzerinden yarattığı umut yeni bir evreye taşınamadı ya da bu birlik projesinin bir buz kıran olacağı tezi üzerine bina edilen siyasal yaklaşımlar ne yazık ki doğrulanmadı. 2000’li yılların başında bu proje tökezlemeye başlamış, sosyalist hareket yeni bölünmelere neden olacak şekilde etkisini yitirmişti. 1990’lı yıllarda öne çıkan ÖDP, 2000’li yıllarda ise öne çıkan TKP oldu. Türkiye sosyalist hareketinde, 12 Eylül sonrası yaşananları en kaba haliyle bu şekilde görmek, Kürt siyasi hareketini bir tarafa bırakırsak, genel olarak doğrudur.
Haziran Direnişi, 12 Eylül’den bugüne 30 yıllık bir tarihsel dönemi bıçak gibi kesmiş ve Türkiye sosyalist hareketinin yeni bir yükselişinde önemli toplumsal olanaklar ortaya çıkarmıştır. Buradan bakarak örgüt teorisine dokunmak ve yeniden ele almak gerekir. Bu sürecin önemli bir sıçraması olarak gördüğümüz TKH’nin geçmişten devraldıkları kadar bu sürecin hakkını verecek bir misyonla yüklendiğini de saptamak durumundayız. Henüz Türkiye sosyalist hareketinde bu açıdan yeni bir devrimci kopuşun yaşanmadığını veri alırsak, 2000’li yıllarda toplumsal ve siyasal anlamda önem kazanan TKP’de yaşanan ayrışmayı mutlaklaştırmadan, ancak içindeki sıçratıcı nüveleri görecek bir yaklaşımı geliştirmemiz gerekir.
Bu yaklaşım leninizmin yeniden üretimidir. Hem ayrışma dinamikleri bağlamında hem de bugünün görevleri açısından bu yeniden üretim, Ne Yapmalı’nın bugün komünistlere yüklediği görevlerin bizatihi kendisidir. Bugün yapılması gereken, öncülük teorisinin Haziran sonrası Türkiye’de ifade ettiği bir somutluk yaratmaktır. Bu somutluk; dünden bugüne gelen değerlerin, leninizmin tarihsel ilkelerini ısrarla koruyarak, kendi topraklarımızda hayat bulmasını sağlamaktır. Yukarıda ifade edilen, leninizmin skolastik yaklaşımlarının bertaraf edildiği somut bir öncülüğün hem siyaset hem de örgüt denkleminde yeniden kurulmasını sağlamaktır.
Öncülük teorisinin, öncü örgütlenme modelinin, leninizmin ya da Bolşevik deneyimin kendi ülkemizde ete kemiğe bürüneceği bir görevin hakkını vermek bugün tahtından indirilemeyen leninci çizginin temel noktalarını yeniden ama yeniden hatırlatmakla mümkün. Bu konuda yeterince birikim mevcuttur. Emekçi sınıfların kendiliğinden bilinçlenmesini değil, öncü örgütün dışarıdan “bilinç” taşıyacağı üzerine kurulan örgütlenme teorisini benimseyen bir hareketin üyesi olarak bu temel noktaları yazının içinde ana hatlarıyla belirtmeye çalıştım. Şimdi yapılması gereken, bu ilkeler ışığında yeniden bir üretimi gerçekleştirmek, Ne Yapmalı’dan bugüne ortaya konan çizginin Haziran Direnişi sonrası nasıl yaşama geçirileceğine dair sorulara yanıt aramaktır.
Merkeziyetçilik, Leninist parti örgütlenmesinde önemli bir özellik ve nitelik olarak Lenin’in bütün yazılarında açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Bu noktayı, tek başına örgütsel merkeziyetçilik ve parti içi işleyiş meselesi olarak görmek büyük bir yanılgı olur. İşçi sınıfı dâhil, sermaye düzeninde yatayına örgütlenmiş toplumsal bir yapıyla karşı karşıya kalmamız burjuva iktidarının önemli bir yönetebilme zemini olarak görülmelidir. Burjuvazi, yatayına örgütlenmiş bir toplumsal zeminde merkeziyetçi bir örgütlenmeye sınıf iktidarını kurmuş bulunuyor. Bu açıdan merkeziyetçilik tartışması, bir örgütsel iç yaşam sorunu olarak telakki edilmeden, sermaye iktidarına karşı verilecek mücadelede tek etkili yol olarak değerlendirmelidir. Leninizmin merkeziyetçilik tezi, sermaye düzenin merkeziyetçi örgütlenmesine karşı işçi sınıfının aynı şekilde merkezi bir örgütlenme ile büyük bir kavga verebileceğidir. Düşmanın en zayıf yerine en güçlü bir biçimde vurmanın yöntemsel karşılığı olarak düşünülebilir. Leninizmin ortaya koyduğu merkeziyetçiliğin karşıtı olarak bildiğimiz âdem-i merkeziyetçilik üzerine bina edilen mücadele yöntemi ve örgütlenme biçimi ise etkisizliğe mahkûmdur. Leninizm, merkeziyetçilik kadar bir hegemonya mücadelesi ve sınıfın bütününe siyasal bir müdahale anlamı taşımaktadır. Hatta daha ilerisi, tek başına sınıfın ekonomik gündemleri üzerinden değil, memleketin siyasal başlıkları üzerinden bir seslenmeyi veri alır. Nasıl ki, sermaye sınıfı kendi çıkarını ülkenin bütün çıkarı olarak gösterebiliyorsa, bizler de tersinden sınıfın çıkarını ülkenin çıkarı haline getirecek bir siyasal hat yaratmak zorundayız. Merkeziyetçilik tartışmalarının özü, işte bu siyasal birliğin ve etkili mücadelenin yolu olduğu için leninizmin önemli niteliklerinden biridir. Bu genel yaklaşımın pratik ayağı ise örgütsel zeminde ortaya konacak modellerle ilgilidir. Bu model, toplumun yatayına dizildiği bir gerçeklikte, devrimin kuvvetlerinin dikeyine örgütlenmesini sağlamak, özel olarak da emekçi sınıflar içinde öncülüğün bu dikey örgütlenmeler ile etkili kılınacağını bilmektir. Böyle bir mücadele modelinin doğrudan karşılığı, toplumsal dinamiklerin öncü kesimleriyle buluşacak bir dikeyine örgütlenme modelinin parti içinde hayata geçirilmesidir. Örgütsel kuruluş ve özne haline geldikten sonraki aşama budur ve TKH bu açıdan yeni bir örgütlenme modelini önüne koymuştur.
‘Kendinde sınıf’ ve ‘kendi için sınıf’ kavramları Marx tarafından çok kullanıldı. Aslında bu kavramlar, önce Kant’ın sonra Hegel’in şey ve bilinç üzerine söylediği kavramsallaştırmalarının Marx tarafından yeniden başka bir zeminde kullanımından başka bir şey değildi. Bu kavramsallaştırmayı, teorik ve felsefi boyutuyla kullanmanın riskleri var. Ancak benzetme yapılarak kullanılmasının derdimizi anlatması açısından kolaylaştırıcı bir yanı bulunuyor. Teşbihte hata olmaz derler… Ama biz hata yapma pahasına küçük bir analoji kuracak olursak, Leninizm’i kendinde şeyden, kendi için şeye doğru bir “ilerlemeye” götürmek gerektiğini söylüyoruz.
Kuruluş ve varlık sorunsalı üzerine kendi gövdesini oluşturan örgütün, sınıf içinde ve toplumsal dinamiklerde örgütlenme çalışması böylesi bir geçişin ya da ilerlemenin adı olarak konulmalıdır. Bugün Leninizm, tek başına bir örgüt ve bu örgütün gövdesini ortaya çıkardığı bir siyaset tarzından daha çok, bugünün toplumsal dinamikleri içinde devinebilecek ve bu dinamiklerin öncü kesimlerini örgütleyecek bir siyasal pratik geliştirmek durumundadır. Nedeni Haziran sonrası Türkiye’dir ve leninizmin yeniden üretimi ihtiyacıdır. Bu açıdan burada yazılan tezlere de mutlak anlam biçilmemelidir ve güncellikle bağı asla unutulmamalıdır. Kısacası, siyasal ve toplumsal dinamiklerin yarattığı hareketlere öncülük edecek bir tarzın, bu hareketlerle korelasyon kuracak bir biçime ve ataklığa sahip olması gerekmektedir. Toplumsal dinamiklere öncülük etmek, işte böylesi bir bakışın sonucu olabilir, bunun içinde öncünün yukarıda ifade ettiğimiz dikeyine toplumu ve kendisini örgütlemesi kadar bu dinamiklerle temas kuracak uzuvlar yaratması ve içinde devinmesi gerektiğidir. Toplumsal dinamiklerin devrime bağlanmasının yolu buradan geçecektir. Toplumsal ve siyasal dinamikleri kapsamak ve öncülük etmek, kuruluş-varlık ihtiyacının bir sonucu olarak “sadece” kendi gövdesiyle siyaset yapma alışkanlığı ile değil, dışarıya bir adım atarak, toplumsal ve siyasal dinamiklerin öncü kesimleriyle birlikte mümkündür. Yukarıda bahsi geçen Yurtsever Cephe ve Sol Cephe deneyimlerinin doğru zeminlere ve amaçlara sahip olduğunu tezini yeniden hatırlatarak, sönümlenmesindeki nedenlerini burada aramak gerekir. Bu iki cepheleşme açılımında da farklı toplumsal dinamiklerin kapsanamaması sorununun özünü oluşturmuştur. Bugünün leninizminin yeniden üretimi konusunda başka bir bakış açısını ifade etmesi açısından bu yaklaşım bir yerlere not edilmelidir. TKH, işte böylesi bir bakış açısına sahiptir.
Bu konu, başka bir açıdan değerlendirildiğinde yine önemli bir ayrım noktasına işaret etmemiz lazım. O da Leninist bir örgütün kadrolarının misyonları ile ilgilidir. Örgütü siyasal mücadelenin ve öncülüğün bir aracı olarak değil, varlığını korumak üzerinden tanımlayan bir siyaset tarzının sorunlarına değinmeye çalışacağım. Öncelikle, leninizmde öncü örgütün varlığı, kurulması, kendini koruması, bağımsızlığı, “dışarıda” şekillenmesi olmazsa olmaz konulardan bir tanesi. Ancak bu aşama geçilmezse ya da buraya takılıp kalındığında ortaya çıkan sorunlardan bir tanesi de siyasal görevlere göre değil bir örgütsel yapıya göre bütün ayarların yapılması yanlışıdır. Burada örgütün varlığı ve yokluğu üzerine bir tartışma gündeme geldiğinde, örgütün kendini koruması için yapacağı her şey, geriye çekilme dâhil meşrudur. Ancak öncü örgütün kendini yeniden ama yeniden kurması için toplumsal çelişkilere müdahalesi gerekir. Bu müdahalenin, öncülüğün likidasyonuna yol açmayacağı temel noktaları belirtmiştik. İktidar perspektifi, devrimin güncelliği ve sosyalist devrimci bir hat ve bu bileşkenin hayat bulacağı bir örgütsel form. Meselemiz koruma noktalarını belirgin kılmak değil, öncülüğün yeniden üretimi ise kadrolaşma da farklı bir zeminde kurulmak zorundadır. Örneğin, öncü örgütlenme, siyasal mücadeleyi varlık sorunu olarak gördükçe, varlığını korumayı öncelik haline getirmişse ya da “tek başına” gövde siyaseti (buna gölge siyaseti de denebilir) üzerinden bir siyaset tarzı geliştirmişse, kadrolar bir istihdam sorunu olarak ele alınır. Her yeni kadro bu gövdede nereye yerleştirilecek sorusu, öncülük teorisi olan leninizmin içe dönük kapanmasının bizzat nedenidir. Öncülük kendi içinde değil, topluma öncülük misyonuyla içe dönük öncülüğü de beraberinde getirir. Bu durum, örneğin TKP’de yaşanan kadroların politikleşmesi sorununun kaynağıdır ve her kadro bir istihdam sorunu olarak görüldükçe yapay düzenlemeler partiyi ve kadroları kurutan bir sonuca neden olur. Kadrolar, siyasal mücadelenin kadroları haline dönüşmedikçe, gövdenin korunması “korkusu” üzerinden bir ihtiyat geliştirici olamaz. Kadrolar siyasal bir kavga vermeli, bir misyonun taşıyıcıları haline getirilmelidir, bu da öncülüğün toplumsal dinamikler içinde somutlandığı bir mücadele pratiği ile mümkündür. TKH’nin ayrım noktalarından birisi de budur ve asla önemsiz sayılmamalıdır.
Bu açıdan, öncülük ikili bir nitelik taşır. Bir yandan bu öncülüğün korunduğu, geliştirildiği, yeniden üretildiği bir, sürüklenme yerine öncülük edecek bir nitelik; diğer yandan bu niteliğin toplumsal dinamikler içinde kendini somutlayacağı ve nicelik haline geleceği bir pratik. Devrimci teori ve devrimci pratik birliğinin somutlanmasıdır leninizm. İlki, yani tek başına korunma güdüsü içe kapalı bir örgütlenmeyi, diğeri, eğer sağlam bir leninist örgüt yoksa, sürüklenmeyi beraberinde getirir.
Bu denge, ileri ve geri salınımlarıyla sağlanmak zorundadır. Bu salınımları belirleyecek olan ise sınıf hareketinin kendisidir.
Önce madde vardır. Sonra düşünce.
Önce örgüt kurulmalıdır, sonra mücadele. Bugün ise birlikte.
Bugün mücadele ertelenmeden, bu mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir örgütü ve öncü partiyi kurma görevi karşımızdadır. Kuracağımız örgüt, dünün soyutlamaları üzerine değil bugünün ihtiyaçları üzerinden soyutun somutlanmasıyla mümkündür.