Kültürel emperyalizm ya da kültür emperyalizmi kavramının/tezinin 1960’lı yıllarda ortaya çıktığı yaygın bir görüş. Günümüzde sosyoloji alanında kültürel emperyalizm özellikle medya boyutlarıyla ele alınmakta; sermaye düzeninin yayılması, muhafazası ve daha iyiye gitmesi için çalışan bir aracı olarak medya teknolojisi ve iletişim üzerinde durulmakta.
‘Kültür Emperyalizmi’ kavramını kültürel/ideolojik düzey ile ekonomik düzey arasındaki ilişkiyi yok sayarak, görmezden gelerek (ekonominin belirleyiciliğini hesaba katmadan) değerlendirmek mümkün değildir. Böyle bir değerlendirme ki, araştırıldığında görülecektir, tarihsel materyalist anlayışın dışına düşer. Kültür emperyalizmi kavramını açımlamak için bu iki kavramı (kültür ve emperyalizm) ayrı ayrı ve kısa olarak incelemek yöntem açısından yerinde olacaktır.
Kültür
Özünde kültürel emperyalizm kavramının özgün bir tanımını yapmanın zorluğu bir sorun olarak ortadadır. Genel olarak kültür; bireyin, toplumun bir üyesi olarak kazandığı bilgi, inanç, sanat, hukuk, âdet, gelenek, alışkanlık ve yeteneklerin bütünü şeklinde tarif edilir. En geniş anlamıyla kültür, bir toplumu ya da toplumsal bir grubu tanımlayan belirgin maddi, manevi, zihinsel ve duygusal özelliklerin bileşiminden oluşan bir bütün ve sadece bilim ve edebiyatı değil, aynı zamanda yaşam biçimlerini, insanın temel haklarını, değer yargılarını, geleneklerini ve inançlarını da kapsayan bir olgudur.
Marx ve Engels kültür ve ideolojiyi analiz etmek için teorik bir temel oluşturmuşlardır. Tarihsel maddeci çerçeve içinde, kültür ve ideoloji, toplumun somut temelini oluşturan üretim ilişkilerine bağlı olarak yapılanırlar ve egemen sınıfın mütehakkim konumunu sürekli kılacak şekilde yeniden üretimine hizmet ederler. Marksizme göre kültür, tarih dışı bir formasyon olarak değerlendirilemez; özgün tarihsel koşullar içinde ortaya çıkar ve hâkim sınıfın menfaatlerini yaygınlaştırma, meşrulaştırma fonksiyonları ile bir değerler yığını oluşturur. Sınıflı toplum alt yapı ve üst yapı kavramsallaştırmasıyla açıklanır; alt yapı ve üst yapı karşılıklı etkileşim içerisindedir ve alt yapı her zaman üst yapıyı belirlemektedir. Üst yapı genellikle devlet, aile içi ilişkiler ve aile yapısı veya toplumda var olan ideolojik formasyonlar gibi mahfilleri kapsayan bir kavramdır. Alt yapı, her türlü iktisadi, mali ve toplumsal etkinliklerin ve üretim biçimlerinin tümünü oluşturur. Alt yapıda temel olan ekonomik karakterler, üretim araçları, üretici güçler ve üretim ilişkileridir.
Karl Marx ve Friedrich Engels teorik kavramlarını oluşturdukları ilk zamanlarda üst yapıyla ilgili öğelerin alt yapıdan bağımsız olabildiğinin, kendi gelişme yasalarına sahip olduklarını; ilâveten, üst yapının alt yapıyı etkilediğinin veya onunla karşılıklı olarak etkileşimde olduğunun da altını çizmişlerdir. Marksist gelenek içerisinde ideolojinin ve genel anlamda üstyapının belirlenmesinde iktisadi belirleyicilik esas olsa da, bunun, her zaman ve her durumda tek belirleyici unsur olmadığını ifade etmeliyiz. Bu iddia için Engels’in Joseph Bloch’a yazmış olduğu 21[22] Eylül 1890 tarihli bir mektuptan alıntı yapmak konuya ışık tutması bakımından gereklidir:
“Materyalist tarih anlayışına göre tarihte de son kertede belirleyici öğe, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marks da ben de bundan fazlasını hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse, ekonomik öğe tek belirleyicidir anlamına gelecek şekilde önermeyi çarpıtırsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur (…) Tarihimizi biz kendimiz yaparız ama her şeyden önce belirlenmiş öncüllerle ve koşullar içinde. Bunlar içinde en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal olanlar vb. ve hatta insanların beynine musallat olan gelenekler bile, kesin belirleyici olmasalar da, bir rol oynarlar (…) Bununla birlikte, tarih öyle bir biçimde ilerler ki, nihai sonuç, her zaman birçok bireysel irade arasındaki çatışmalardan çıkar; bu bireysel iradelerden her birini ne ise o yapan şey de bir yığın tikel yaşam koşullarıdır.”[1]
Bu meseleyle ilgili olarak tamamlayıcı bir alıntı daha yapmak kaçınılmaz. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) yapıtının önsözünde, insan ve toplumuyla ilgili temel kuramsal yaklaşımını şöyle açıklar:
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”[2]
Anlaşılacağı gibi bu süreçler birbirinden ayrılamaz gerçek süreçlerdir, sınıfların ekonomik olduğu kadar siyasal ve ideolojik “düzey”de de tanımlanması gerekir.
Şu halde, modern dünyada, toprak işgali, maddi kaynaklara el konulması, emeğin sömürülmesi, başka bir toprak ya da ulusun politik ve kültürel yapısına müdahale edilmesi olarak sömürgecilikle, ideolojik bir kodlama olarak “küreselleşme” bir arada yürüyen süreçlerdir. Emperyalizmin hegemonyasını arttırması sonucunda ulusların birbirlerine bağımlılıklarının arttığı ve aralarındaki her türlü “alışveriş” nedeniyle dünyanın tek boyutlu hale geldiği “iletişim çağı” söylemi de küreselleşmenin kültürel boyutunu oluşturan ögelerdendir. Kültürel emperyalizmi, iletişim sistemleri ve kitle iletişim araçları bağlamında ele almak mümkündür. Kitle iletişim teknolojilerini kullanmaksızın, kültürel emperyalizmin geniş bir coğrafyaya yayılarak büyük kitleler üzerinde etkili olması mümkün görünmemektedir. Kültür, becerinin ve sanatın ayakta tutulup korunması olarak değil, gerçekliklerin ve yaşam alışkanlıklarının kurgulanıp gösteriye dönüştürülmesi olarak görülmektedir; kültürün “değer” ölçüsü onun olay karakteridir. John Vidal’ın tespit ettiği gibi:
“Otomotiv, uzay, elektronik, demir-çelik, silah ve medyayı içeren sekiz sektörde, zirvedeki beş şirket tüm global pazarın % 50’sini kontrol etmektedir. Bu güç artık sadece finansal değildir, aynı zamanda kültüreldir.”[3]
Nasıl ki kapitalizm yüz yıllardır maddi kaynakları özel mülkiyete dönüştürdüyse, giderek güçlenen kültür kapitalizmi de bugün bütün kültürel kaynakları ve varlıkları, satın alınarak elde edilebilen yaşantılara ve eğlenceye dönüştürmektedir. Yaşantıların ve duyguların erişimi özel mülkiyetin bir başka alanı haline gelmektedir. Günümüz kapitalist kültür üretiminin büyük bir pazar şansı elde etmiş olması duyguların arzı ve satılmasıyla ilgilidir, karşı tarafta yer alan kullanıcı taraf ise duyguların nasıl yaşanacağını “öğrenmekte” ve kendine mal etmektedir. İletişim ve kültür endüstrisi bizim için üretmekte ve biz de onun sunduğu yaşantı dünyalarına erişmek için ödediğimiz parayla yaşamlar, yaşam biçimleri ve duygu satın almaktayız. En önemli üretim “kolları” olan enformasyon, bilgi, eğlence, sanat, kültür, duygulara bir de pazarlama eklenirken, bu üretim ve pazarlama süreçlerine olanak tanıyan da kitle iletişim araçları ve örgütlenme biçimlerinin üretimi ve pazarlanmasıdır.
Emperyalizm
Emperyalizmin kültür alanındaki etkisi, ekonomik süreçlerle çok yakından bağlantılı olmasına rağmen, kültürel süreçler de en az ekonomik süreçler kadar eksiksiz ve derinlemesine kuramsallaştırılmadığında, yani adı konmadığında, bu ikisi arasındaki ilişki anlaşılamaz. Emperyalizmin analiz edilebilmesi için, kapitalizmi anlamak amacıyla geliştirilmiş olan kategorilerin (sınıf gibi) gözden geçirilmesinin yanı sıra, “kültür” ya da “ideoloji” alanı ile “ekonomi” ya da “maddi gerçeklik” alanları arasındaki bağıntının yeniden incelenmesinin de gerektiği ortaya çıkar. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasına başlanmış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme evresine ulaşmış kapitalizmdir.
Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı çalışmasında V. İ. Lenin, “Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekseydi, emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır” diye yazar ve emperyalizmin, beş temel özelliğini kapsayan tanımını yapar:
“(1) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır;
(2) banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış ve bu “mali-sermaye” temel üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır;
(3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır;
(4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur;
(5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”[4]
Camera obscura
Kültür ve İdeoloji ilişkisi elbette bu yazının konusu olmamakla beraber başka bir yazının konusudur. Marx ve Engels, ideolojinin temelde insanın kendi dünyasıyla olan gerçek ilişkilerini perdeleyen çarpık ya da yanlış bir bilinç olduğunu ileri sürmüşlerdir; erken dönem çalışmalarında ideoloji terimini farklı bağlamlarda ve farklı şekillerde kullanmış olduklarını unutmamak gerek.
Marx ve Engels ideoloji için “yanlış bilinç” tespitini ilk çalışmalarında yaparlar ve tamamen olumsuz bir anlam yüklerler. Bu yaklaşım hem sosyalist ideoloji hem de egemen ideoloji mücadele ve kavramlaştırması açısından sıkıntılıdır. Nitekim daha sonraki çalışmalarında bu “yanlış bilinç” tespiti ortadan kalkar.
“Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera obscura’daymış gibi baş aşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün ağ tabakası üzerinde ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da, insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir.”[5]
Bunun nedeni, herhangi bir toplumda en fazla dolaşıma giren ya da geçerlilik kazanan ideolojilerin başat toplumsal sınıfın çıkarlarını yansıtması ve yeniden üretmesidir.
Kültürel emperyalizm, dünyanın genelinde hegemonya kurma mücadelesinde önemli bir silahtır. Emperyalizm, ekonomik olduğu kadar siyasi, teknolojik ve kültürel bir olgudur. En kaba tabirle “Kültür Emperyalizm”i, emperyalist bir ülkenin kendi kültürünü, sömürdüğü ülkeye aşılamasıdır; sömürücü ülkenin kendi inanış ve değerlerinin yanı sıra giyim, eğlence, yaşam ve tüketim alışkanlıklarını sömürdüğü ülkeye ihraç etmesidir. Bu süreçlere yaşam biçimi bakımından, halkların gittikçe birbirine “benzemesi” ya da bir başka deyişle karikatürize ederek, “McDonaldslaşma” demek de mümkündür. Coca-Cola, Pepsi, Hollywood, KFC, Burger King, Starbucks, MTV vb. meta-kültürel “ikonlar” çoğaltılabilir. Bu çağrışımlar ve benzeşmeler çok uluslu kapitalist şirketlerin küresel stratejilerinin, kitlesel reklam kampanyalarının dünya ekseninde yaygınlaştırılması ile ilişkilidir. Söz konusu olan, küresel bir tüketimdir, zenginlik rüyaları gündüz rüyalarıdır, kişisel başarı hikâyeleri de Amerikan duyarlılıklarının kültürel transferidir.
“Kültürel emperyalizm, dünyanın genelinde hegemonya kurma mücadelesinde önemli bir silah haline geldi. Hollywood, popüler müzik, kültürel tarzlar, hatta medeni hakların savunuculuğu gibi tüm siyasi akımlar, Amerikan tarzını taklit etme arzusunu şiddetlendirmek üzere seferber edildi. ABD, dünyanın diğer kısmını, barış ve refahın biçimlendirdiği ebedi bir uygarlığa katma gücüne sahip bir özgürlük savaşçısı olarak yansıtıldı.”[6]
Emperyalist kültürün, en belirgin özelliği tüketimdir; insanı meta satın alma gücüne göre değerli kılma, “adamdan sayma” gibi bir algıdan söz ediyoruz. Askeri operasyonlar da dâhil, tüm eylemlerini ulusötesi tekeller ile bizzat kendilerinin ekonomik güçlerini sürdürme hedefine yoğunlaşan emperyalist ülkeler, ekonomik ve teknolojik olarak kendilerine bağımlı ülkelerin sadece kültürlerini değiştirmek ve dönüştürmekle yetinmemekte, pazarın da sürekliliğini sağlamak üzere daha fazla tüketmelerinin olanaklarını yaratmakla da ilgilenmektedirler. Kültürel emperyalizm kuramına göre, emperyalist ülkelerin egemen kıldığı kültür ve değerler medya yardımı ile diğer ülkelere dayatılır. Özellikle televizyon yayınları/programlar, “sömürge” ülkelerin kültürel değerleri tahrip edilerek emperyalist ülke(ler)in değerleri egemen kılınır. Bu amaçla kültür endüstrisi tarafından, bilinçli bir sistematikle hızlı, tek tip ve sunî bir biçimde tek yönlü olarak dayatılan “ürünler”, o ülke yurttaşlarının uluslararası sermayeye mal olmuş değer ve düşünceleri içselleştirilmesine, aynı zamanda kendi değerler bütününe yabancılaşmasına neden olur.
“Küreselleşme”ye içkin olarak, kapitalist üretim anlayışı çerçevesinde gelişen çokuluslu tekeller, ürettikleri metalar aracılığı ile tüketimi pompalamakta, kendi ideolojilerini, varlık, yaşantı ve eğlence kültürlerini kendi egemenlik alanlarını yaygınlaştırmak ve süreklileştirebilmek üzere “sömürge” ülkelere doğru akıtmaktadırlar. İletişimin yanı sıra yaşantı ve eğlence kültürünün de bu sektörlerce tebarüz etmesi egemen ideolojinin bu alanlarda da “perspektif” olarak yeniden üretilmesini sağlamaktadır. Kültür emperyalizmi kuramını doğrulayan “kültür endüstrisinin” en etkin silahı olan medya, kitlelerin kültürel yapısını kendi amaçları ve kazançları doğrultusunda, kendi ortamlarında yeniden ve yeniden üreterek, kendi işleyiş mantığına göre pazarlar. En geniş kitlelere seslenen formlar üretirken bu formlara uygun edim kalıpları geliştirir. Bu davranış kalıplarını gündelik hayatın akışı içinde önümüze konan “haz”cılık anlayışıyla üretilmiş “çalış, ye, iç, oyna, dünya boş, ben güzelim hayat güzel” türü programlarda görmek mümkündür.
Özellikle 20. yüzyılda iletişimin küreselleşmesi bu alandaki devasa ölçekli holdinglerin çalışmalarıyla yürütülüyor. Medya tekellerinin büyük bir kısmı ABD, Batı Avrupa vb. merkezli. Gelişen teknoloji ile birlikte insanların birbirleriyle kolaylıkla iletişim kurduğu bir dünyada, iletişimin, herkese açık bilgi pazarı ve kâr kapısı haline geldiğinin de altını çizmek gerekiyor. “İletişim çağı özgürlüğü” olarak pazarlanan bu süreç, emperyalist merkezlerin medya yöneticilerinin, kendi ülkeleri içinde ve dışında istedikleri etkiyi yaratabilmek için yoğun ve maksatlı bir çabadır. Özellikle Amerikan kültür endüstrisi, Amerikan kültürünü dünyaya pazarlayarak, hem ticari anlamda kâr sağlamakta, hem de kendi ideolojisinin propagandasını yapmaktadır. ABD, -ekonomi, hükümet ve ordu işbirliği içinde- dünya hâkimiyetini sürdürmeye devam etmektedir. “Amerikan kapitalizmi, tahakküm altına aldığı insanları, istedikleri şeyin ‘Amerikan tarzı hayat’ olduğuna ikna etmek zorundadır. Amerika’nın üstünlüğü doğaldır ve herkesin yararınadır.”[7]
Dünya ekonomisinin hâkimiyetini elinde bulunduran büyük birkaç şirket, yeni teknolojileri de kontrolleri altına alarak ellerindeki pastayı kaptırmamak için uğraşmaktadır. Ticarileşmenin zincirlerinden boşalması, şirketler arası evliliklerle olağanüstü tekelleşmeleri doğuran ve gittikçe yoğunlaşan sermayenin iktidarını alabildiğine güçlendirmektedir. Böylesi bir erkin varlığı, kültürel alanda da sürekli bir tahkimatı beraberinde getirirken, bunu besleyen bir atmosfer yaratılmasının ne denli önemli görüldüğünü de göstermektedir. İnsan toplumunun “küreselleşmesi” kültürel ilişkilerin ekonomik ve siyasi düzenlemelere nazaran ne kadar etkili olduğuna bağlı. “Ekonomi ve siyasi yapı, kültürelleştiği ölçüde; yani ikisi arasındaki alıveriş sembolik olarak gerçekleştirildiği sürece “küreselleşebilir. Kültürel alandaki küreselleşmenin boyutu ekonomik ve siyasi alanda yaşanandan daha büyüktür.”[8]
Emperyalist ülkeler, kendi yurttaşlarına ve dünyaya, çeşitli vesilelerle ve sistematik bir biçimde sahip oldukları farklı konumları ile misyonlarının, doğrudan veyahut dolaylı yollarla hegemonya kurdukları halkları ve bölgeleri soymak, yağmalamak, kanını emmek ve denetlemek değil, aksine onlara demokrasi ve “medeniyet” getirmek olduğunu propaganda etmektedir. Ekonomik örgütlenme biçimleri, sadece toplumsal ve coğrafi olarak izole edilmiş bir ortamda gelişmez, kökleri kültüre, ideolojiye, kurumlara uzanır. Kültür iletişimle aktarıldığı için, kültürlerin kendileri, tarihsel olarak üretilmiş inanç sistemleri ve gelenekler de dâhil olmak üzere -yeni teknolojik sistemlerle- temelden dönüşmüştür ve görünen odur ki, zaman içinde daha da fazla dönüşecektir. Tek tek ülkelerdeki emekçi sınıfların dünyanın geri kalanıyla ve birbirleri arasındaki ilişki küresel düzeyde üretim, para, “bilgi ve kültür” akışıyla gerçekleşmektedir. Böylesi bir ilişkinin, birbirini besleyen teknolojik, ekonomik, kültürel ve kurumsal etkenlerin bir sentezi sonucu olduğu söylenebilir.
Emperyalizmin 1980’lerle birlikte “küreselleşme” adıyla parçalılığı, yerel olanı, bireyselliği ön plana çıkararak dayattığı, yurtsuzlaşma, ulus devletin reddiyesi ve hasılı neredeyse “yeni kabilecilik” dönemi gündemdedir. Irk, etnik kimlikler, mikro milliyetçilik, dini inanışlar, cemaatler, “çok kültürlülük” gibi çeşitli aidiyetlerin, duyguların, davranışların yeniden kitlelerin nezdinde gündeme gelmesi kültürel emperyalizmin sonuçlarından en yakıcı olanlarıdır. 1990’larda Yugoslavya örneğinde olduğu gibi, bugün Ortadoğu coğrafyasında yaşanan savaş ve katliamlara eşlik eden “kültürel girdi” ile gelen çözülme ve bu çözülmeyle beraber toplumsal çöküştür. “Küreselleşmenin” kültürel açıdan ortaya çıkardığı sonuçlar, daha doğrusu sorunlar; parçacılıkla birlikte kimlik krizleri, toplumda yabancılaşan ve yalnızlaşan bireyler, tüketim odaklı bir toplum modeli ile kültür emperyalizmine alan açarken bütün bunların süreklileşmesi ve yeniden üretilmesi olarak özetlenebilir. ABD tarzı tüketime, yaşam tarzına, kültürüne, siyasi ve mali kurumlarına öykünme, küresel olarak sonsuz sermaye birikimine katkıda bulunmaktadır.
Kültürel belleğin yağmalanması
İktisadi düzeyde olduğu gibi kültürel düzeyde de emperyalizm olgusu bir sorunsal olma özelliğini korumayı sürdürüyor.
Bir de kültürel yağmalamayı hatırlamak gerek. ABD’nin işgaliyle birlikte Irak topraklarından 170 bin tarihi eserin bulunduğu Bağdat’taki Irak Ulusal Müzesi yağmalandı. Amerika’nın saldırısı sonucunda insanlığın binlerce yıllık ortak kültürel ve tarihi mirası ya yok oldu, ya da çalındı. Bağdat Müzesi tüm Mezopotamya kültürlerinin; Asur’un, Bâbil’in, Sümer’in en önemli eserlerinin yer aldığı, depolandığı, dünyadaki en zengin müzelerden biriydi. Eski Ninova kenti ve Bâbil’den kalma eserler, Sümerlere ait heykeller, tabletler, Ur ve Akad kral mezarlarından çıkan her şey, Asur rölyefleri ve 5 bin yıllık çivi yazısı tabletler. Günümüzde başta Suriye ile Irak olmak üzere Afganistan ve Libya’nın da aralarında bulunduğu pek çok ülkenin kültürel varlıkları, kaçakçılar ve terör örgütleri tarafından kaçırılarak koleksiyonerlere satılıyor.
Daha geçen yıl İsviçre’nin Cenevre şehrinde bulunan serbest limanda IŞİD tarafından imha edilen antik kent Palmira’ya ait tarihi eserler ele geçirildi. Limanda el konulan tarihi eserlerden üçünün Palmira’dan, beşinin de Yemen’den geldiği tespit edildi. The Guardian’da yer alan habere göre, eserlerin içinde 3. ve 4. yüzyıl arası döneme ait bir Afrodit başı ile iki hüzünlü cenaze töreni kabartması da bulunuyordu. Serbest limanlarda, yüksek kıymetteki mallar vergiden muaf tutularak, birkaç soruya verilen cevap sonrası geçişi serbest bırakılıyor. Palmira, Mayıs 2015’te IŞİD tarafından işgal edilmiş, kentin pek çok tarihi eserinin yok edildiği ileri sürülmüştü. Yağmalandığı söylenen diğer eserlerin ise ülke dışına kaçırıldığı tahmin ediliyordu. ABD’nin işgal ettiği Irak’ın başkentindeki önemli tarihi kütüphaneler ve müzelerdeki birçok eser de, bir süre sonra Batı’da ortaya çıkmaya başlamıştı.
Emperyalist Kültür Sanayii
Kültür emperyalizmi üzerine bir dolu yerli ve yabancı araştırmacıların yapıtları söz konusu ama marksist bakış açısından yazılan kaynaklardan en önemlisi ise Ariel Dorfman ve Armand Mattelart’ın kitabıdır.
1971 yılında Ariel Dorfman ve Armand Mattelart tarafından kaleme alınan kitap uzunluğundaki makale olan “Donald Duck’ı nasıl okumalı”, Disney çizgi romanını Amerikan kültür emperyalizminin aracı olduğunu söyleyerek marksist bir bakış açısıyla eleştirir. İlk kez 1971 yılında Şili’de yayınlanan makale, Latin Amerika’da en çok satan olmuş ve halen kültür çalışmalarında çığır açan bir yapıt olarak değerlendirilmektedir.
Son sözü Ariel Dorfman ile Armand Mattelart’a bırakalım: “Kültürün yeniden oluşturulmasında seçkin uzmanlara yer yoktur. Disney’den sonra ne olacağı, özgürlük peşinde olan halkların toplumsal pratiğince belirlenecektir. Bu potansiyeli bulup çıkarıp gerçek ifadesini bulmasını sağlamak ise siyasî partilerde örgütlenmiş öncünün görevidir.”[9]
[separator type=”thin”]
[1] Engels, F. (1996), Seçme Yazışmalar-2 (Çev: Y. Fincancı), Ankara, Sol Yayınları, s. 235-236.
[2] Marx, K. (1993), Ekonomi politiğin eleştirisine katkı (Çev: S. Belli), Ankara, Sol Yayınları, 25-26.
[3] Empire of Burgers, Guardian, 20 Haziran 1997.
[4] Lenin, V.İ (1979), Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması (Çev: C. Süreya), Ankara, Sol Yayınları, s. 107-108.
[5] Marx, K./ Engels, F. (2004), Alman İdeolojisi [Feuerbach], (Çev. S. Belli), Ankara, Sol Yayınları, s. 45.
[6] Harvey, D. (2004), Yeni emperyalizm (Çev. H. Güldü), İstanbul, Everest Yayınları, s. 48.
[7] Tomlison, J. (1999), Kültürel emperyalizm (Çev: E. Zeybekoğlu), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 69.
[8] Malcolm Waters’tan aktaran Tomlison, J. (2004), Küreselleşme ve kültür, (Çev: Arzu Eker), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 39.
[9] Dorfman A./ Mattelart, A (1977), Emperyalist kültür sanayi ve W. Disney Vakvak amca nasıl okunmalı? (Çev. A. Aksoy), İstanbul, Gözlem Yayınları, s. 156.