Türkiye’nin son on beş yılı Türkiye sol hareketinde yeni bir tasnif ihtiyacını doğuruyor mu? 21.yüzyıla girerken Türkiye sol hareketinin farklı öznelerini tanımlayan karakteristikler, 21.yüzyılın ikinci on yılında halen geçerli mi?
AKP’li yılların toplumsal, ekonomik ve siyasal alanda ortaya çıkardığı dönüşümlerin Türkiye sol hareketinin farklı öznelerinin geleneksel pozisyonlarını etkilemediğini düşünmek için herhangi bir gerekçeye sahip değiliz. Tam tersine, ülkenin tamamına etki eden dönüşümlerin sol hareketi etkilememesi tuhaf olurdu ya da bu durumdan etkilenmeyecek bir sol hareket ancak kendi kabuğunun içine çekilmiş, ülkeye dair hiçbir iddiası olmayan bir sol hareket olurdu.
Kritik nokta bu etkilenmenin başta sorduğumuz sorulara yanıt vermeyi gerektirecek kadar etkili, koordinatları etkileyecek kadar şiddetli olup olmadığıdır. Özellikle 2010 referandumu sonrasında gelişen süreçler ve alınan tutumlar, yaşanan gelişmelerin yarattığı etkilenmelerle ilgili somut verileri biriktirmekte ve ortaya çıkarmaktadır.
Yapmaya çalışacağımız şey, bahsettiğimiz dönemin, Türkiye sol hareketinin ana bölmelerine etkilerini incelemek, özel olarak devrimci demokrasinin ülkedeki geleceğine, “yeni” bir devrimci demokrat hareketin oluşma koşullarına bakmak olacak.
Tarihsel çerçeve…
Devrimci demokrat hareketin tarihiyle ilgili ilk netlik, tanımın kendinde bulunabilir. Devrimci demokrasi ya da devrimci demokrat hareket, bulunduğu nesnellik ve yerellikten bağımsız olarak öncelikle demokrattır. Hareketin devrimci karakteri son kertede demokrat özün belirlenimi altındadır.
İkinci netlik ise hareketin doğuşuna bakarak oluşturulabilir: Devrimci demokrasi burjuva devrimler çağının ürünüdür. 1789 Fransız Devrimi gerçekleşen ilk burjuva devrimi olmanın ötesinde -ve aynı zamanda ilk olmasından da ötürü- gerçekleşen en aşırı burjuva devrimidir.
“Birinci Fransız Devriminde anayasacıların iktidarını Jirondenlerin iktidarı ve Jirondenlerin iktidarını Jakobenlerin iktidarı izler. Bu partilerin her biri, daha ileri olanına yaslanır. Devrimi, onu artık izleyemeyeceği ve önüne hiç geçemeyeceği noktaya ulaştırır ulaştırmaz, arkasında duran daha cesur müttefik tarafından kenara itilir ve giyotine gönderilir. Böylece devrim yükselen bir çizgi üzerinde hareket eder.”1
Fransız Devrimi’nin bu yükselen çizgisi burjuvazi açısından başka bir gerçekliğin de göstergesidir. Feodal düzene karşı ayaklanan ve iktidarı ele geçiren burjuvazinin bu kavgadaki en büyük müttefiki kendi mezar kazıcısı olacak proletaryadır ve devrimin akışındaki hız proleter tehditle olan mesafeyi kısaltmaktadır. Yani, burjuvazi için kendi devrimine ihanet zamanı gelmiştir.
Proletaryanın devrimci rolünün ve kendi iktidarını alaşağı edebilecek gücünün farkına varan burjuvazi, kendi iktidarını kurarken vadettiklerini de yerine getirmez ve yıktığı güçlerle uzlaşı yolunu seçer. Burjuvazinin iktidarı alma sürecinde birlikte hareket ettiği, öncülüğünü üstlendiği toplumsal tabakalar, özellikle küçük burjuvalar, burjuvazinin ortada bıraktığı taleplerin sahibi olmaya aday oldular.
Devrimci demokrasi tamamlanmayan burjuva devrimini tamamlama misyonunu edinen orta katmanların, küçük burjuvazinin tanımı haline geldi. Hareketin teorik ve siyasal ufku da aynı misyonla sınırlandı. Jakoben iktidarının devrilmesinden 1848 Haziran Devrimi’ne kadar geçen süredeki küçük burjuva kesimlerin davranışları devrimci demokrasinin doğuşu ve siyasal pozisyon alma biçimiyle ilgili bir laboratuvar olarak görülebilir. Bu dönemde büyük oranda işçi sınıfıyla aynı tarafta ve siyasal olarak ilerici bir konumda yer alan küçük burjuvazi, farklı dönemlerde büyük sermayenin farklı bölümleriyle de aynı saflarda yer almıştır.
Marx, 18 Brumaire’de küçük burjuvazinin konumuyla ilgili ana hatları şu şekilde özetliyor:
“Koalisyon halindeki burjuvaziye karşı, küçük burjuvalar ile işçiler arasındaki bir koalisyon, sosyal demokrat diye anılan parti kurulmuştu. Küçük burjuvalar, 1848 Haziran Günlerinin ardından yeterince ödüllendirilmediklerini, maddi çıkarlarının tehlikeye düştüğünü ve bu çıkarları geçerli kılmalarını sağlayacak olan demokratik güvencelerin karşı devrim tarafından tartışmaya açıldığını görüyordu. Bu yüzden işçilere yaklaştılar. Diğer taraftan, burjuva cumhuriyetçilerinin diktatörlüğü sırasında kenara itilmiş olan parlamenter temsilcileri Montagne, Kurucu Meclisinin yaşamının ikinci yarısında, Bonaparte’la ve kralcı bakanlarla mücadelesi sayesinde, yitirmiş olduğu popülerliği yeniden kazanmıştı. Sosyalist önderlerle bir ittifak kurmuştu. Şubat 1849’da uzlaşma şölenleri düzenlenmişti. Bir ortak program taslağı hazırlanmış, ortak seçim komiteleri kurulmuş ve ortak adaylar çıkarılmıştı. Proletaryanın toplumsal taleplerinden devrimci uçları koparılmış ve bu taleplere demokratik bir yön verilmiş, küçük burjuvazinin demokratik istekleri saf siyasal biçimlerinden arındırılmış ve bu isteklerin toplumcu uçları öne çıkarılmıştı. Sosyal demokrasi bu şekilde ortaya çıktı. (…) Sosyal demokrasinin kendine özgü karakterini özetleyen şey, demokratik-cumhuriyetçi kurumların, iki ucu, yani hem sermayeyi hem de ücretli emeği ortadan kaldırmanın araçları olarak değil, bunlar arasındaki karşıtlığı zayıflatmanın ve uyuma dönüştürmenin araçları olarak istenmesiydi. Bu amaca ulaşmak için alınması önerilen önlemler ne kadar çeşitli olursa olsun, bu amaç az ya da çok devrimci düşüncelerle ne kadar süslenirse süslensin, içerik aynı kalır. Bu içerik, toplumun demokratik yolla değişimi, ama küçük burjuvazinin sınırları içinde kalan bir değişimdir. Yalnız, küçük burjuvazinin, ilkesel olarak, bencilce bir sınıf çıkarını kabul ettirmek istediği şeklindeki sığ düşünceye kapılmamak gerekiyor. Küçük burjuvazi, tersine, kendi kurtuluşunun özel koşullarının genel koşullar olduğuna ve modern toplumun kurtarılmasının ve sınıf mücadelesinin önlenmesinin yalnızca bu koşullar altında mümkün olduğuna inanır.”2
Evet, sosyal demokrasinin demokrasi kısmını, eksik tamamlamak isteyen küçük burjuvazi oluşturuyor ve hedefine ulaşmak için en uygun müttefik olarak işçi sınıfını görüyor. Burada gözden kaçırılmaması gereken, aynı yıllarda Marksizmin işçi sınıfını temsil eden ana güç olmadığıdır. İşçi sınıfının siyasal sözcüleri bir işçi iktidarı fikriyle mesafelidir ve bu da Marx’ın bahsettiği “proletaryanın toplumsal taleplerinden devrimci uçların koparılması”nı kolaylaştırmaktadır.
Marksizm hem Komünist Parti Manifestosu’nda da tariflenen farklı sosyalist düşüncelerle hesaplaşarak hem de pratikteki doğrulanmalarla, zaman içerisinde işçi sınıfını temsil eden ana akım haline gelmeye başlamıştır. Bu süreçler doğal olarak demokrat hareketi de etkilemiş, hareketin işçi sınıfı devrimiyle ilişkileri bağlamında radikalleşmesini ya da tam aksi yöne gidip iyice düzen saflarına yerleşmesini sağlamıştır.
Radikalleşmenin özgün bir örneğini 19.yüzyıl Rusyasıvermiştir. Avrupa merkezli hareketi uzaktan izleyen, bu anlamıyla Marksizmin gelişiminin etki alanı dışında kalan ve büyük bir baskı rejimini yaşayan Rusya topraklarının kendine özgü devrimci demokrasisi, gerek taşıdığı yerel özellikler gerekse sonraki yıllarda gelişecek olan Rus Marksist hareketine devrettikleriyle özel bir örnektir.
Narodnik hareketin Çarlık rejimine karşı mücadelesindeki naif halkçılığının, Çarlıkla halk arasındaki ilişkiyi tarifledikleri ve bugünlere de devrolan suni denge teorilerinin, Bolşevik Parti’nin siyasal tarzının bir parçası haline de gelen iradeciliklerinin devrimci demokrat radikalizmin o dönem için en uç noktalarını gösterdiğini söyleyebiliriz.
20.yüzyıl ise yeni ve oldukça etkili başlıklarla açılmıştır.
“İçinde bulunduğumuz yüzyıl, uluslararası komünist harekette genel olarak ‘emperyalizm ve sosyalist devrimler çağı’, ‘kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı’ olarak nitelenegeldi. Buna ek olarak ve bununla bağıntılı bir biçimde, uluslararası devrim sürecinin üçlü bir bileşen üzerine oturduğu sık sık vurgulandı:
Sosyalist ülkelerdeki kuruluş süreçleri;
Kapitalist ülkelerde süren işçi sınıfı merkezli sınıf mücadeleleri;
Ulusal kurtuluş hareketleri ve bağımsızlıkçı devrimler…”3
Devrimci demokrasi bu üçlü bileşenin her birinden etkilenmiş ve her biriyle karşılıklı ilişki kurmuştur. Özellikle Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin varlığı devrimci demokrat hareketleri herhangi bir politik başlıktaki herhangi bir tutum olarak değil, sosyalizm ve kapitalizmden birini seçmek, bunların birinden yana tavır almak konusunda zorlayıcı bir rol oynamıştır. Bu noktada tavır alan bir hareket için diğer birçok başlığın sadeleşeceği herhalde açıktır.
Burada bir noktayı açmakta fayda var. Sosyalizmin kuruluşunun, Sovyetler Birliği’nin varlığının, İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin hem prestijinin hem coğrafik alanının büyümesinin nesnel bir yan taşıdığını, var olan nesnelliği değiştirip kendi nesnelliğini yarattığını görmek gerekir. Bu yeni nesnellik devrimci demokrasinin varoluş zeminini de, burjuva devrimini tamamlama misyonunu da etkileyen, değiştiren ve bu alanın sahibi olan özneleri “amaçsız” bırakan bir nesnelliktir. Bu öznelerin bir kısmı sosyalizmi bir “amaç” haline dönüştürerek uluslararası komünist hareketle yakınlaşırken, bazısı da minder dışına kaçıp kendilerine yeni konular bulmuştur (yerelliklerin öne çıkarılması, gerilla hareketlerinin örnek alınması, üçüncü dünyacılık, yoksullukla mücadele gibi). Önemli bir husus, değişen nesnelliğin kapitalist ülkelere olan etkisindedir. Özellikle sosyalizm tehdidi altında ve güçlü bir işçi sınıfı barındıran kapitalist ülkeler “vahşi olamayan” ekonomik ve siyasal kararlar almak durumunda kalmışlar, demokrasi, insan hakları, sosyal haklar başlıklarında “sosyal” davranmışlardır. Bunun gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrimci demokrat hareketlerin ayak bastıkları zeminin kayıp gitmesi anlamına geldiği ortadadır; paralel bir şekilde demokratik sorunların az gelişmiş kapitalist ülkelerde ve ulusal bağımsızlık peşindeki sömürge ülkelerde yoğunlaştığı da…
Bu bağlamda, bugün gelişmiş kapitalist ülkelerde, devrimci bir mücadele yürüten, güçlü devrimci demokrat hareketlerin olmayışının ana nedenlerinden ikisinin bu ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkeler olması ve bu ülkelerin sosyalizm tehdidini yakından hissetmiş olması olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Üstelik ekleyebiliriz, aynı ülkelerin sosyalizmle –ya da özel olarak Sovyetler Birliği ile– buluşamayan/barışamayan ve minder dışına kaçan devrimci demokrat hareketleri ve aydınları, uluslararası komünist hareketle ilgisi olmayan teorik aranışların da adresi olmuşlardır.
Açılması gereken ikinci bir nokta daha var: Devrimci demokrasinin yukarıda bahsedilen üçlü bileşenin her birinden etkilendiğini ve her biriyle karşılıklı ilişki kurduğunu belirttik. Buna eklenmesi gereken, üçlü bileşenin kendi arasında da sürekli bir etkilenme ve ilişkilenme olduğudur. Özellikle kıta Avrupası dışındaki dünyada işçi hareketlerinin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalist ülkelerle ilişkileri, kurdukları bağlar, buralardaki yerel devrimci demokrat hareketlerin sosyalizmle ilişkilerinde de belirleyici bir öge haline gelebilmiştir. Farklı ülkelerdeki hareketlerin bazıları sosyalistleşirken, bazıları mevcut düzene sarılmıştır. Anti-emperyalist mücadele bu farklılaşmanın iyi bir örneği olabilir; Küba’da sosyalizmin kapısını açarken, Mısır’da kapitalist olmayan yolu oluşturmuştur.
Son olarak, Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle başlayan süreç, dünyadaki tüm siyasal aktörler gibi devrimci demokrasinin de dengesini bozmuş, kaygan ve çağımız itibariyle karşılığı kalmayan bir teorik zemine sahip devrimci demokrat hareketler “yeni”nin peşine düşmüşler, pratikteki atomize hali “yeni sol” bir teori ile gidermeye çalışmışlardır.
Gelelim Türkiye’ye…
1908 Devrimi, genel olarak, Türkiye’nin burjuva devrimi olarak kabul edilir. Fransız Devrimi’nden 119 yıl sonra gerçekleşen böyle bir burjuva devriminin fazlasıyla eksikli olması anlaşılırdır. Eksiklik sadece geçen uzun zamandan ve bu zaman diliminde farklı ülkelerin burjuvazisinin diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerinin deneyimlerinden faydalanarak “şiddetli” değil de “hafif” devrimlere yönelmesinden kaynaklanmıyor.
Türkiye burjuva devrimi bir sınıf hareketine ya da halk hareketine dayanmıyor, ötesi herhangi bir “yıkıcı” fikirle de ilişkisi yok. Osmanlı Devleti’nin dağılmamasını sağlayacak bir adım olarak görülüyor. Devrimi gerçekleştirenlerin ufukları arasında ciddi farklılıklar var; Osmanlı’nın tekrar ayağa kalkacağına inanan da var, Misak-ı Milli sınırlarına kadar çekilmeyi kabul eden de…
Böylesi bir tabloda, bu toprakların devrimci demokrat hareketi olması beklenen İttihat ve Terakki ve ulusal kurtuluş savaşıyla birlikte Kemalist hareket klasik devrimci demokrat hareketlerle farklılık göstermektedir.
Öncelikle “burjuva devriminin eksik bıraktıkları”nı tamamlamak gibi bir misyon yoktur. İllaki bir ad konulacaksa, önceki burjuva devrimlerle ya da düzenlerle “arayı kapatmak” misyonu vardır. İleriye doğru hamleler halkın politize edildiği ve süreçlerin aktif bir parçası haline geldiği değil, halkçılığın popülize edildiği bir biçimde yapılmıştır.
Türkiye burjuva devrim sürecinin çok özel bir tarihsel kesit olduğu unutulmamalıdır. Büyük bir imparatorluğun yıkılışı, emperyalist savaş, fiili işgal, işgale karşı ulusal kurtuluş savaşı, cumhuriyetin kuruluşu, hemen yanı başında ilk sosyalist iktidarın kurulması; çeşitli kurtuluş projelerinin ve çeşitli siyasal aktörlerin değişen ağırlıklarla rol aldığı karmaşık bir iktidar mücadelesi yaratmıştır. Özellikle 1917 Ekim Devrimi’nin yarattığı dalga bir korkuyu da beraberinde getirmiş, ülke içindeki sosyalist, devrimci hareketler ve düşünceler fiili olarak iktidar mücadelesinin dışına itilmişlerdir. Mustafa Suphilerin katledilmesinin, Çerkes Ethem’in tasfiyesinin arkasında yatan temel kaygı, bu bağlamda, iktidarı kaybetme kaygısıdır.
Bunun Türkiye burjuva devriminin kadrolarının gelişimine etkisi ise, genel gelişimin aksine, tarihsel olarak ilerici hareketlere yakınlaşma, yüzünü ileriyi temsil edenlere dönme değil de iktidarı koruma ve kitle ayağı olmayan, lafzi bir halkçılıkla yol almaya çalışma olmuştur. Günümüzün en sıcak başlıklarından olan laikliğin Fransa’daki durumuyla Türkiye’deki durumunun karşılaştırılması iki burjuva devrimi ve her iki devrimin ilericilikle ilişkisi bağlamında güzel bir örnektir.
Bu tablo 1950’li yıllarla değişmeye başlamıştır. DP dönemi, gerek Menderes ve ekibinin politik uygulamaları gerekse emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin artması anlamında ülkenin hem ekonomik yapısını hem de ideolojik “stabilliği”ni değiştirmiştir; 1960’lar ise bildiğimiz devrimci demokrasinin ilk oluşum yılları olmuştur.
Gerek Türkiye’deki sınıfsal yapıdaki değişimler, gerek emperyalizmin etkisi gerekse de uluslararası arenada yaşanan sol dalga, ülkemiz devrimci demokrasisinin oluşumundaki önemli bileşenlerdir. Bu bileşenlerle birlikte sayılması gereken çok önemli bir ayraç da Kemalizm olmuştur. 1960’ların en hareketli kesimleri olarak gençlik ve aydınlar Kemalizmle kurdukları ilişki ve yaşadıkları hesaplaşmaların sonucu olarak politik kanallarını netleştirmiştir. Kemalizmin çizdiği çerçevenin ötesini zorlamayı tercih etmeyenler zaman içerisinde liberal konumlara doğru sürüklenirken, Kemalizmle soldan bakan bir hesaplaşmayı yaşayanlar günümüze kadar uzanan ana devrimci demokrat kanalları oluşturmuştur.
Mahir Çayan’la özdeşleşen THKP-C, Deniz Gezmiş’le özdeşleşen THKO, İbrahim Kaypakkaya ile özdeşleşen TİKKO ve Perinçek’le özdeşleşen TİİKP, 1970’lerde kitlesel hareketler haline dönüşmüş ve sonrasında da farklı örgütler tarafından devam ettirilmişlerdir. Hareketlerin tümü için tespit edilebilecek olan ve Türkiye’deki devrimci demokrat hareketin karakteristik özellikleri sayabileceğimiz teorik kısırlık, aşamacılık, hareket belirlenimli olmak, anti-faşist, anti-emperyalist bir mücadele, sosyalist ülkelerden etkilenme ve muğlak bir halkçılık 1970’ler boyunca ülke halkının belleğine de yerleşmiş devrimci demokrat bir tipoloji de yaratmıştır.
12 Eylül ve yeni sol…
Devrimci demokrasinin (ve genel olarak tüm solun) 1970’li yıllarda yakaladığı dinamizm ve kitlesellik 12 Eylül darbesiyle birlikte dağılır. Örgütsel varlığı korumak ve 12 Eylül faşizmine karşı direnmek, gösterilen ilk reflekslerdir, bunları siyasi göç ve yenilgi muhasebeleri takip eder.
1980’lerin ikinci yarısı başlarken çok sayıda dergi yayımlanmaya başlar ve yenilgi muhasebelerinin sonuçları buralarda ifade edilmeye başlanır. 1960’lı yılların kitlesel gençlik hareketlerinden doğan, 1970’li yılları yine hareketli ve kitlesel olarak geçiren devrimci demokrasinin 1980’lerdeki herhangi bir hareket dinamiğinden yoksun ve kitlelerden uzak hali, yapılan muhasebelerin zeminini oluşturmuş, yapılan hatalar ya da bırakılan eksikler için teorik bir çerçeve oluşturulmaya çalışılmıştır.
Devrimci demokrasi için bu teorik aranışın adı yeni sol olmuştur. İşçi sınıfından ve örgütten kaçışın, geçmişin topyekûninkarının, muğlak, ne olduğu belirsiz bir sivil toplumculuğun üretim merkezi olan yeni solun devrimci demokrasi üzerindeki etkisinin iki boyutu olduğu söylenebilir. İlki, işçi sınıfı merkezli siyasal bakışın ciddi şekilde yara alması ve hatta geri dönülemez şekilde terk edilmesi ve ikincisi, ortaya çıkan inkarcı ve “özeleştirici” tabloya cepheden tutum alan ve yapılanları en uç şekilde doğru sayan bir sekterliğin üretilmesi. Devrimci demokrasi-yeni sol ilişkisinin 1990’ların başlarına kadar devam ettiğini, yukarıda bahsettiğimiz iki boyutun farklı iki konumu belirginleştirmeye başladığı andan itibaren de bu ilişkinin sönümlenmeye başladığını söyleyebiliriz.
Aynı yıllarda devrimci demokrasinin teorik aranışlarının geleneksel solla buluşmamış olması da ayrıca değerlendirilmelidir. Bunda 1) geleneksel solun böylesi bir ilişkiyi kurabilecek enerji ve niyetten yoksun olmasıyla, kendi iç gündemlerine (TKP-TİP birlik görüşmeleri) yoğunlaşmış olmasının ve 2) 1970’lerdeki geleneksel sol-devrimci demokrasi ilişkisinin “düşmanca” bir tarzla kurulmuş olmasının (goşizm, sosyal faşist, sosyal emperyalist vb. tanımlar) etkili olduğu öngörülebilir. Buna rağmen, 1980’li yıllarda devrimci demokrasi içerisinden geleneksel sol çizgiye yönelen tekil kadrolar ya da kadro öbekleri olduğu hatırlanmalıdır.
1980’lerin devrimci demokrasi açısından özgün bir kanalı Kürt ulusal hareketinin yükselişi olmuştur. Hareketin kurucu kadroları 60’lı yılların gençlik hareketi içerisinde yetişmiştir. Teorik ve siyasal ufukları herhangi bir devrimci demokrat hareketten farksızdır. Farklılık, hedeflerini Kürt halkının ulusal kurtuluşu olarak koymaları, alanlarını Kürtlerin yoğun olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile belirlemeleri ve dinamik olarak da Kürt yoksullarını görmelerindedir. Türkiye sol hareketinin bir bütün olarak etkisizleştiği ve yenilgiyle yüzleştiği bir dönemde Kürt ulusal hareketi kendi özgün durumuna yaslanarak bir çıkış yaratmış, cezaevlerindeki tutumlarıyla da Türkiye sol hareketi nezdinde bir prestij yakalamıştır. Kürt ulusal hareketinin ilk çıkışından günümüze kadar izlediği süreç ve Türkiye sol hareketi ile ilişkileri detaylı incelenmeye/tartışılmaya ihtiyaç duymaktadır. Bazı tartışmalar Marksist Manifesto’nun bu sayısında yapılıyor, o nedenle burada tekrarlamayacağız. Fakat Türkiye sol hareketinin bugünü ve geleceği açısından en önemli parametrelerden birinin Kürt siyasi hareketiyle ilişkiler bağlamında oluştuğunun/oluşacağının altını tekrar çizmek isteriz.
1990’lı yıllar genel olarak Türkiye sol hareketinin ve bu hareketin önemli bir parçası olarak devrimci demokrasinin toparlanma, yeniden ortaya çıkma ve mücadeleyi yükseltme yıllarıdır. Siyasal ve ekonomik krizlerin derinleştiği, ülke içindeki savaşın şiddetlendiği, derin devlet operasyonlarının ayyuka çıktığı ve ciddi meşruiyet krizlerine neden olduğu 1990’ların, düzen açısından bir diğer sıkıntılı başlığı da kontrol edilemez hale gelen gerici hareketin yükselişi idi. Böylesi bir tabloda kent yoksulları ve emekçi mahalleleri tekrar devrimci demokrasinin tutunma ve örgütlenme alanları haline geldiler.
Burada bir parantez açmakta fayda var. Türkiye’de gecekondulaşma ve yoksul mahallelerinin ortaya çıkması, 1950’li yıllarla başlayan ve 1960’lı yıllarda iyice yoğunlaşan bir proleterleşme sürecinin sonucudur. Büyük kentlere doğru yaşanan göç, plansız, kontrolsüz ve kendiliğinden bir pratik yaratmış, kentlerin yoksulları, işsizleri, yeni sakinleri temel barınma ihtiyaçlarını kendi bildikleri şekilde çözmek zorunda kalmış, zaman içerisinde bu çözüm bir dayanışma biçimine dönüşmüştür. Sınıfsal bir ayrışmanın da zemini olan bu yoksul mahalleleri Türkiye sol hareketinin farklı kesimlerinin ana örgütlenme alanları haline gelmiştir. 1980’li ve 1990’lı yıllar yoksul mahallelerdeki bu ayrışmanın izlerinin devam ettiği ama sınıfsal pozisyonların da değişmeye başladığı yıllardır. Solun ana örgütlenme alanı olarak geçmişten bugüne devrolan mahalle sayısı azalmaya, etnik ve mezhepsel kimlikler daha öne çıkmaya başlamıştır. 1995 Gazi Mahallesi olayları, devrimci demokrasinin emekçi mahallelerindeki etkinliği açısından bir pik noktasını göstermiş, Gazi sonrası yaşanan süreç ise devrimci demokrasinin ana bölmelerinin etkinliğinin ve örgütsel gövdesinin arttığı değil, tam tersi bunların azaldığı ve örgütsel gövdelerin belli başlı bazı mahallelere daraldığı şekilde yaşanmıştır. Bu durumun önemi şuradadır: 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’deki devrimci demokrat hareketin ana beslenme kanalı olan mahalleler bu niteliğini kaybetmeye başlamış, özellikle 1970’li yıllarla özdeşleşen dayanışmacı siyaset tarzı, kentsel rantın gitgide arttığı koşullarda, mülkiyet ilişkileri tarafından hızla etkisiz hale getirilmeye başlanmıştır.
Politik üretimsizlik, örgütsel çıkışsızlık
Devrimci demokrasi emekçi mahallerinde yaşadığı alan daralmasını aşacak bir politik üretimi gerçekleştiremediği ölçüde gitgide şiddetlenen bir örgütsel çıkışsızlığı da yaşamaya başlamıştır. Gözden kaçmamalıdır, devrimci demokrasi 1990’ların karmaşık tablosuna karşı doğru bir politik duruş geliştirebilmenin tek yolu olan teorik netliğe, yapısı gereği sahip değildir. Pratikteki devrimci aranışla teorideki reformizm garip bir ikilik yaratmış, bu ikilik pratiğe daha da ağırlık vererek aşılmaya çalışılmıştır.
Pratikteki bu aranışlarda belirleyici olan başlıklarsa devlet karşıtlığı, anti-faşizm ve halkçı popülizm olmuştur. Anti-emperyalizm, düzen karşıtlığı, sınıf mücadelesi dönemsel olarak öne çıkarılsa bile ilk saydığımız başlıkların belirleyiciliği değişmemiştir.
Özellikle devlet karşıtlığının, herhangi bir sınıfsal analiz yapılmadığında, ilginç tavır alışlara neden olacağı devrimci demokrasinin pratiğinde rahatlıkla görülür. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrası tüm öfkesini devlete ve devletin vurucu gücü olarak orduya yönelten devrimci demokrasinin ana perspektifi de bu güce karşı mücadele etmek, bu gücü geriletmek olmuştur. Devlete geri adım attırma, demokrasi mücadelesini yükseltme, faşist devlet örgütlenmesine karşı mücadele etme başa yazılır olmuştur. Devletin küçültüldüğü gerekçesiyle özelleştirmelere destek veren tuhaflıklar hatırlanmalıdır mesela.
Tüm bunların asıl sonuçları sonraki yıllarda, yazının en başında bahsettiğimiz son on beş yılda görülmeye başlanmıştır. Buraya geçmeden önce 1990’lar için birkaç noktayı daha hatırlatalım.
- 1990’lar Türkiye’de sol hareketin bir bütün olarak tekrar siyasi mücadeleye döndüğü, ama 60’lar ve 70’lerden farklı olarak bir kitleselliğe ulaşamadığı yıllar olmuştur. Devrimi tek başına bir nicelik sorunu olarak gören bakış için ne olursa olsun kitleselleşme ya da kitlesel bir güçle birlikte hareket etmek, önemli hale gelmiştir. 1990’larda kitleselleşme sorunu olmayan tek hareket olan Kürt ulusal hareketi bu açıdan bir yöneliş öznesi haline gelmeye başlamıştır.
- 1990’lar uluslararası komünist hareketin iyice geriye çekildiği, Sovyetler Birliği etkisinin yok olduğu ve emperyalizmin azgın bir saldırganlık sergilediği yıllardır. 1980’lerde ekilen liberal yeni solcu teorilerin taşıyıcılarının, düzenin ideoloji üretim mekanizmalarında önemli roller üstlenmeye başladıkları da görülür. Düzenin soldan devşirdiği bu dönek kadrolar özellikle devlet ve vesayet karşıtlığı, demokrasi yandaşlığı ve sivil toplum propagandasıyla etkili olmaya başlamıştır. Bu etkinin büyüklüğünü gösteren önemli bir örnek solun bir bölümünün türbanı siyasal İslam’ın simgesi olarak değil de, düşünce özgürlüğünün bir simgesi olarak ele alması ve gericilerle kol kola eylemler örgütlemesidir.
- 1990’lı yıllar özellikle büyük kentlerdeki demografik yapının ve mülkiyet yapısının da değişmeye başladığı, solun ana beslenme kanallarından olan emekçi mahallerinin düzen tarafından ekonomik, politik ve ideolojik olarak kuşatıldığı ve bunun görünür sonuçlarının alındığı yıllardır. İstanbul-Ümraniye 1990’lı yıllara kadar halen solun önemli güç olduğu bir ilçeyken, özellikle 90’ların ortalarından itibaren tamamen gerici ve faşist hareketin egemen olduğu bir yere dönüşmüştür. Bu değişimi yaratan fiziki mücadelede yaşanan zaaflar değil, sınıfsal pozisyonların değişmesidir.
- 1990’lar Türkiye siyasal yapısının hem uluslararası hem de yerli büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda restore edildiği yıllardır. Özellikle 28 Şubat dönemi askerin “mutlak güç” olduğu görüşünü güçlendirmiş ve devrimci demokrasinin devlet karşıtlığı bakışında yeni ittifaklar da yaratmıştır.
Evet, 2000’li yılların başında, başka bir deyişle AKP’li yıllara girerken karşımızda duran tablo budur.
Yeni bir devrimci demokrasi mi?
Şimdiye kadarki kısımda devrimci demokrasinin evrensel olarak bastığı zemini ve bunun ülkemiz özelindeki izlerini açmaya çalıştık. Kendisine eksik kalan burjuva devrimini tamamlama misyonunu biçen devrimci demokrasinin “nasıl bir devrim” sorusuna verdiği yanıt da, doğal olarak, aşamalı bir devrim olmuştur. Ülkemiz özelinde milli demokratik devrim tanımıyla başlayan ve dönemsel olarak ileri demokratik devrim, ulusal demokratik devrim, demokratik halk devrimi gibi tanımlarla devam eden bu aşamalı model 1990’lı yıllarda da devrimci demokrasi tarafından savunulmaya devam etmiş, demokrasi sorunu ve ulusal sorun öncelikli sorunlar olarak tarif edilmiştir.
2000’li yıllar ve AKP dönemiyse o güne kadarki ezberleri ve alışkanlıkları bozan bir pratikle Türkiye siyasetine girmiştir. ABD’nin icazetiyle ve “tüccar siyaset yapacağız” diyerek işe başlayan bu dinci parti o güne kadar alışılagelmiş kurumlarla karşı karşıya geliyor ve bürokrasiyle, askerle, yargıyla, üniversitelerle çatışıyordu! Bu tablodaki esas tuhaflıksa devrimci demokrasinin misyonuna ait kavramların AKP tarafından kullanılması ve bu kavramlar doğrultusunda pratik olarak adımlar atılmasıydı. Türkiye’nin liberal ideologları, özellikle sola bulaşmış olanları, AKP’nin hamlelerini devrim, pasif devrim, muhafazakar burjuva devrimi gibi kavramlaştırmalarla açıklayıp, AKP’nin iktidara giden yolunu bir demokratik devrimle eş sayıyorlardı. Bu yaklaşımlara göre AKP otoriter devlet elitlerinin iktidarına karşı sivil bir liberalleşmenin öncülüğünü üstleniyor ve bir tür muhafazakar demokrasi inşa ediyordu.
AKP’nin ne yaptığı bir yana, burada Türkiye sol hareketi ve özel olarak devrimci demokrasi için önemli olan, bir alanın daralmasıdır. Uzun yıllardır kendisini devlet karşıtı bir mücadele üzerinden var eden bir hareketin, devlete karşı mücadele ettiğini söyleyen bir dinci siyasi partiyle, bu partinin uygulamalarıyla ve bu uygulamalar sonucu ortaya çıkan nesnellikle olan ilişkisidir. Bu ilişki devrimci demokrasinin şimdiye kadarki kalıplarının dışına çıkmasını, başkalaşmasını da beraberinde getiriyor. Notlar halinde sıralamaya çalışalım:
- Devrimci demokrasinin teorik zemini son on beş yılda önemli oranda hasar görmüştür. AKP, 1923 Cumhuriyeti’ni yıkarken, devrimci demokrasinin karşı durduğu birçok argümanı da ortadan kaldırmış, AKP’nin ilk yıllardaki “devlet karşıtı” uygulamaları –ki bunların aslında cumhuriyetin kazanımlarının tasfiyesi olduğu kısa zamanda görülmüştür– devrimci demokrasinin hareket alanını oldukça daraltmıştır.
- AKP bu süreçlerde kendi saflarına tekil kişiler devşirebilmiş, ama devrimci demokrasiyi kendi hattına bağımlı hale getirememiştir. Devrimci demokrasi, pratik olarak, AKP karşıtı bir mücadeleyi yine devlet ve otorite karşıtlığı üzerinden kurmuştur.
- AKP’nin solu manipüle etme çabalarının merkezine yeni solcu liberaller yerleşmiştir. Bunlar cumhuriyetin kazanımlarının tasfiyesinde AKP ile kader ortaklığı yapan, uluslararası kapitalizmin merkezleriyle bağlantılı bir politik yapıdır.
- Bu liberal ekibin yarattığı etkiye ve bunun sonuçlarına bakılarak şu tespit yapılabilir: 12 Eylül sonrası yenilgi döneminin aranışları, devrimci demokrasi için, esas sonuçlarını 2000’li yıllarda ve 1. Cumhuriyet’in yıkımında vermiştir. 80’lerin devrimci demokrasisi yenilgiye ve aranışlara rağmen 60’ların ikinci yarısının ve 70’lerin karakteristiğini yansıtıyordu, belirleyici olan buydu. 2000’ler bu karakteristiği değiştirdi.
- Değişen karakteristiğin yöneldiği nokta radikal demokrasidir. 80’lerdeki yeni sol akımın bir biçimi olan radikal demokrasi siyaset sahnesindeki farklı kimliklerin eşitliğine vurgu yapan (bu anlamıyla işçi sınıfının rolüyle, örneğin Lazların rolünü mücadele için eşit ağırlıkta sayan) ve dolayısıyla sınıfsal bakışı reddeden, kamucu ideolojiden uzak, yerellikleri öne çıkartan, sivil toplumun örgütlülüğünü (dolayısıyla örgütsüzlüğü, toplumun atomize olmasını) savunan bir akımdır.
- Sınıf mücadelesinin bir yükseliş sergilemediği, kent yoksullarının ideolojik ve politik olarak büyük ölçüde kaybedildiği bir dönemde AKP’nin temsil ettiği iktidara karşı ittifak arayışı öne çıkmış, Kürt ulusal hareketi eliyle öne çıkarılan radikal demokrasi bu arayışla çakışmıştır.
- Bu çakışmanın pratikteki ittifakların ötesinde ideolojik geçişkenlikler taşıdığı, siyasal pratikte kurulan ilişkide ana gövdeyi temsil eden ulusal hareketin ideolojik olarak da ana merkez olarak işlev gördüğü atlanmamalıdır. Devrimci demokrasinin günümüzdeki ana problematiklerinden biri budur: Politik ve ideolojik işbirliği ve ittifak içerisinde bulunduğu Kürt siyasi hareketi aynı zamanda dinci gerici siyasal öznelerle de, emperyalist merkezlerle de ve hatta bizzat AKP ile de benzeri işbirliklerine ya da ittifaklara gitmek konusunda rezervli davranan bir hareket değildir.
Sonuç olarak, devrimci demokrasinin Türkiye’deki serüveni eskisi gibi devam edemeyecek bir süreçten geçmektedir. Devrimci demokrasinin geleneksel örgütlenme alanları büyük oranda daralmış, salt AKP ve Erdoğan karşıtlığına dayanan çıkışlarıysa etkisi kısıtlı denemeler haline gelmiştir. HDP veya CHP üzerinden (sadece bir örgütsel birlik anlamında değil, genel politik gündemler anlamında da) angaje olunan gündemler politik ve ideolojik bağımlılığa yol açmış, dolayısıyla bir özne olarak varoluşun sorgulanması sonucunu doğurmuştur.
Bu anlamıyla devrimci demokrasinin önündeki seçenekler az çok belirginleşmiştir: 1) Yeni bir teorik hesaplaşma yaşayıp Marksizmle sağlıklı bir zeminde buluşma, 2) HDP ve/veya CHP’nin gölgesinde/içinde bir “sol duyarlılık” haline dönüşme, 3) Pratik olarak, yeni bir radikal form yaratma ve bunun üzerinden yol açmaya çalışma, 4) Liberal demokratik bir harekete dönüşme.
Türkiye’deki sol hareketlerin mücadele gelenekleri sonuncu seçeneğin pek olası olmadığını söylese de, son on beş yıl bize pek çok şeyin mümkün olduğunu da söylüyor. Kritik olan, devrimci demokrasinin asıl seçeneğinin Marksizmlebuluşma olmasını sağlamak; bunun için devrimci demokrasinin ayaklarının altında dolaşan kaygan zemini stabil hale getirecek tek seçenek olan işçi sınıfının bağımsız siyasi hattını güçlendirmektir.