Nereden başlamalı?
Adettendir. Kadın sorunu konusu açıldığında hep bir köken tartışması yapılır. Burada “köken” kelimesi ile iki ayrı kalkış noktasına refere etmeye çalışıyorum ama aslında bu kalkış noktaları arka planda aynı noktaya işaret ediyor.
Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”1 isimli kitabı herhalde kadın sorunu konusunda üzerine en fazla kafa yorulmuş, tartışma yürütülmüş, pozitif veya negatif referans olarak gösterilmiş eserdir. Köken tartışmasının bir tarafında bu yatar. Tartışmayı birkaç küçük soru ile özetlemek gerekirse, Engels’in ele aldığı çerçeve kadın sorunun kökenini anlamada yeterli midir? Dayandığı temel ne kadar doğrulanmıştır? Ve en nihayetinde önerdiği çözüm tatmin edici midir?
Diğer tarafta kadın sorununun kökeninden hareketle bugünün toplumsal cinsi- yet rollerini açıklamaya çalışan bakış açısı vardır ki üzerinde ayrıca tartışılmaya değer. Bu bakış açısına göre kadın sorununun ayrı bir yasallığı vardır. Bu yasallığı Marksizmin yöntemi ile açıklamak mümkün değildir ya da daha barışık bir ifadeyle “eksikli” kalmaktadır. Marksizmin “yetersiz” kaldığı iddia edilen bu ya- sallık ise farklı feminist kuramların kalkış noktalarına göre değişik boyutlarda dallanıp budaklanabilmektedir. Örneğin biyolojik özellikler ve bununla ilintili olarak tarih öncesi çağlardan beri gelen kadın ile erkek arasındaki hegemon- ya mücadelesi doğa/kültür ve kadın/erkek ikiliği ile açıklanmaya çalışılırken, diğer tarafta kadınları dünya nimetlerinden erkeğin kaptığı “aslan payı”nı alabi- lecek düzleme “yükseltme” çabası iki ucu temsil etmektedir.
Kanımca köken tartışmasını bugünkü kadın sorununun tarihsel kökleri tartışmasının biraz dışına çıkartmak gerekiyor. Kadın sorunu konusunda si- hirli değneği burada arayanlar yapısalcılık çıkmazında duvara çarpıyorlar. Ezelden bugüne değişmeyen bir yapıyı tarif etme çabası, içerisinde ciddi riskler barındırıyor. Kadın sorununa bakışta tarih dışı bir yapıyı arayan yorumlardan kaçınmak, tam tersine tarihsel gelişimin kodlarını yakalamak düsturumuz ol- malı.
Adet yerini bulsun: Kadın sorununun tarihsel kökeni nedir?
Yukarıda özetlemeye çalıştığım kalkış noktasına sahip olsak bile kadın konusunu tartışırken konu dönüp dolaşıp “Kadın sorunu nasıl ortaya çıktı?” sorusuna gelir. Hem de bu tartışma bazı uç yorumlarla, “evren nasıl oluştu?” sorusunun ardına takılan bilinemezcilikle zaman zaman ciddi benzerlikler taşımaya başlar. Bu nedenle bilimsel bir çerçeveye yerleştirebildiğimiz oranda “köken”i tartışmak önemlidir. Buradan bakılabildiğinde Engels’in kitabını “dönemin koşullarının yetersizliği” ile malul gören popüler yaklaşımdan vazgeçilebilir.
İnsanlığın göçebe toplulukları ve yerleşik hayata geçerek tarımla haşır neşir ol- maya başlayanları; kadın ile erkek arasındaki işbölümü anlamında farklı özel- likler taşımaktadır. Bu konuda mülkiyetin ve ataerkilliğin hayvancılıkla uğraşan topluluklarda mı yoksa tarımla uğraşanlar arasında mı çıktığına dair bir tartış- ma da vardır.
İkinci bir tartışma tarihsel dizgenin anasoylu topluluklardan sonra ataerkil topluluklara geçiş şeklinde olduğuna dairdir. Morgan’ın “Eski Toplum” ki- tabı bu tez üzerine kuruludur ve bugün yeni antropolojik bulgularla böyle bir sıralamanın dünyanın bütünü için önerilemeyeceği tezi yaygınlık kazanmıştır:
“Engels’in yapıtına günümüzde açığa çıkmış veriler ışığında çeşitli eleştiriler ge- tirmek mümkündür. Öncelikle, şurası vurgulanmalı: 19. yüzyıl Batı sosyal düşünce- si, Aydınlanma’nın düşünsel mirasının da etkisiyle, ağırlıklı olarak evrimcidir. Bir başka deyişle, doğal ve toplumsal dünyanın görüngülerinin, basitten karmaşığa, ilkelden gelişkine, tek-hatlı, tedrici ve evrensel bir ilerleme içerisinde dizildiği öncülüne dayanır. Bu, şeylerin oldukları hâlleriyle ilahî bir kudret tarafından yaratıldığı yolundaki dinsel ideolojiye köklü bir meydan okumadır: Bu ideolojinin biçimlendirdiği popüler zihniyetin Aydınlanma’nın yol açtığı olanca altüstlüğe karşın ne denli dirençli olduğunu, Darwin’in iki kitabı yayınlandığında Batı dünyasında kopan fırtınalardan izlemek mümkündür. Ama aynı zamanda, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın sanayileşmiş toplumlarının, uygarlık zincirinin en gelişkin halkalarını temsil ettiği Batı-merkezci evrensel bir gelişim şeması yanıl- samasının biçimlenmesine de olanak sağlamıştır.”2
Üçüncü bir tartışma ise insanlığın erken dönemlerinde anaerkil topluluklar olup olmadığı yoksa var olanın sadece anasoylu (ana şeceresi) olup olmadığı yönündedir. Sibel Özbudun bu konuyu şöyle aktarıyor:
“Oysa günümüzün etnografik literatürü, çağdaş küçük-ölçekli toplumların tümünün anayanlı soy hattını izlemediğini göstermektedir. Dahası, diyebiliriz ki, ‘insanlığın ilk evrelerini’ temsil ettikleri varsayılan çağdaş küçük ölçekli toplum- ların (avcı-toplayıcı ve hortikültüralist) “anaerki”si bir “galat-ı meşhur”dur.”3
Bütün bu tartışmaların damıtılmış halinden geriye kalan en önemli nokta, kadın ve erkek arasındaki işbölümünün ve beraberinde mülkiyetin ortaya çıkmasının kadının ezilmesinin tarihsel kökenleri konusunda önemli ipuçları verdiğidir. Ve işbölümü, kadın ve erkek o günün koşullarında yazı tura atmayı akıl etmedilerse eğer, elbette biyolojik temellere4 sahip olmuştur.
Dünya üzerinde insan toplulukları arasında eşitsiz ilişkilerin oluşmasında coğrafi özellikler, iklim, bitki örtüsü vb. nedenler değişik tarihsel dönemlerde avantaj veya dezavantaj haline gelebilmiştir. Kadın ve erkek arasındaki biyolojik ayrım tarihin tüm dönemlerinde var olan evrensel bir gerçek olduğu için kalıcı etkilere elbette sahip olmuştur. Ama tıpkı doğanın getirdiği farklı özelliklerin insan ilişkilerinde tek belirleyen olacağını söyleyemeyeceğimiz gibi kadın erkek ilişkilerini belirleyen tek parametre de kadınların doğurganlığı olamaz.
Tüm bunların ötesinde ve aslında tüm bu faktörleri kapsayan bir şekilde belir- leyici olan iki faktör vardır: Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimi.5
Dünden bugüne kadın sorunu
Burada uzun uzadıya ilkel toplumlarda evlilik ya da daha doğru bir ifade ile çift- leşme düzeni tasniflerine girmeyeceğim. Ya da bu tartışma ile yakından ilgili bir konu olan anaerkil topluluklar var mıydı yoksa mevzubahis olan sadece soyun anadan devamı mıydı tezlerinin altını doldurmaya çalışmayacağım. Anaerkil de olsa anasoylu da olsa “ana” referanslı toplumların dünya üzerindeki bütün insan topluluklarının bir döneminde yaşanmış zorunlu bir aşama olup olmadıkları tartışmalarına da girmeyeceğim. Bu alan antropolojinin insaflı ellerine bırakıl- malıdır.
Burada asıl izini sürmemiz gereken nokta kadın ve erkek arasındaki işbölümünün ezen-ezilen denklemine nasıl evrildiğidir. O halde biraz gerilere gidelim.
Kapitalizm öncesi üretim ilişkileri açısından kadın sorunu ne anlama geliyordu?
Sürecin başlangıcı için bam teli, Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabında ifade ettiği şekilde mülkiyet ilişkileridir. Bu ilişkiler şekil- lenirken de mülkiyeti elinde bulunduranların ağırlıklı olarak erkekler haline geldiğini ve bugün anladığımız anlamda çekirdek olarak değil bir üretim birimi olarak “aile”nin ortaya çıktığını, bu kurumun efendiyi, köleleri, köle olan ya da olmayan kadınları ve çocukları efendinin idaresi altında topladığını; toprakların ve sürülerin mülkiyetinin efendi olan “ata”nın elinde toplandığını görüyoruz.
“Bu aile formunu özünde karakterize eden şey: Bir dizi insanın, bağlı ve özgür, baba gücünün altında sürü ve davarların bakımı için toprakları elinde bulundur- ma amacıyla bir aileye doğru evrilmesi yoluyla örgütlenmesi. Köle olarak bulun- durulanlar, hizmetli olarak çalışanlar, evlilik içerisinde yaşayanlar ve kabile reisi olan şefleriyle patriyarkal aileyi oluşturur.”6
Mülkiyeti elinde bulunduranlar aynı zamanda bir üretim biriminin de efendi- si haline geldikleri için tarlada çalışacak ve tarlanın miras kalacağı çocukların kimin mülkü olacağı konusu önemli bir sorun haline gelmiş; bu nedenle kadın açısından tek eşlilik bir zorunluluk olmuştur. Bu konuda miras sorunu ile ilgili tezlerin yanında Reed’in aşağıdaki tezi de dikkate alınmalıdır:
“Önce şunu söylemek gerekir ki, ana-ailesinden baba-ailesine geçmenin nedeni, ana-babalığın fizyolojik yönü ile ilgili bilgilerin artmasından kaynaklanmıyordu. En eski baba-ailesi babanın bir çocuğun doğmasında oynadığı üreticilik rolünün bilinmesi değil, ona sahip olması temeline dayanıyordu.” 7
Yani ailenin kökeninde bugün bizim anladığımız anlamda anne-baba ve çocuk- tan oluşan çekirdek aile ya da bir derece daha ilerisinde geniş aile yoktur. Aile, tarımsal üretimde işgücü ihtiyacının ve kullanım fazlası ürünlerin arttığı dönemlerde kadın ve erkek kölelerin de içerisinde bulunduğu sınıflı toplum- ların ilk üretim tarzının icra edilmeye başlandığı ekonomik birimdir.
Kapitalizm, aile ve kadın sorunu
Sanayinin gelişmesi, köleci ve feodal üretim tarzının gerilemesiyle beraber erkekler aile köleliğinden ve serflikten büyük oranda kopmuş ama kadınlar için bu “kölelik veya serflik” bugüne kadar yaşamaya devam etmiştir. Sınıflı toplum- lar bir önceki üretim tarzının hâlâ ihtiyaç duyulan yönlerini içerip bağrında yaşatmaya devam eder. Ev içi kölelik de böyledir. Bugün artık kadınlar, hane dışı üretimin de önemli bir parçası haline gelmelerine rağmen, hane içindeki rolleri arkaik bir şekilde devam etmektedir.
Tarihin erken dönemlerinde kadın ve erkek arasında meydana gelen işbölümü, kapitalizmin feodal üretim ilişkilerinin bağrında doğmaya başladığı dönem- de toplumsal cinsiyet rollerinin şekilleneceği yolu açmıştır. Kapitalizm aile ile üretim birimini birbirinden ayırdı. Bu süreçte makinalaşma sayesinde ucuz ve vasıfsız işgücü tercih edilen sektörlerde (örneğin tekstil) kadınların ve çocuk- ların çalışmasına olanak sağlanıyordu. Hatta kadınların ve çocukların yoğun olarak çalıştığı, bu nedenle erkeklerin ev işleri ile ilgilendiği sanayi bölgelerine rastlanır:
“Ama artık kadın emeği de gittikçe daha fazla ağırlık kazanıyor. Özellikle, binlerce buharlı dokuma tezgahını, iplik makinesini ucuz kadın ve çocuk emeğine teslim eden tekstil sanayiinde. Burada eski koşullar tersine dönmüştür. Kadınla çocuk fabrikaya gider, ekmeksiz kalmış erkeğinse evde oturması ve ev işlerine bakması ender değildir. ‘Kocaları el işçisi, duvarcı, marangoz, vs. olarak kışın hiç ya da çok az kazanç sağladığından, birçok kadın Chemnitz bölgesinde apreleme kurum- larında, yalnızca kışın çalışırlar. Başka bölgelerde inşaat işçilerinin karıları, kış ayları süresince fabrikalarda iş ararlar. Karısının yokluğunda kocanın ev işlerine bakmasına sıkça rastlanır.’ (Teknik ve Ekonomi. Ağustos 1909. S.377) Hızlı bir ka- pitalist gelişme içinde Avrupa sanayii devletlerinin bütün kötülüklerini çok daha büyük boyutlarda üreten Kuzey Amerika’da, bu koşullara yol açan duruma çok karakteristik bir ad kullanılır. Erkekler evde otururken, esas olarak kadınların çalıştığı sanayi bölgelerine she towns, ‘kadın şehirleri’ denir.”8
Öte yandan ağır sanayi kollarında çıraklık döneminden geçmiş ve uzun süre çalışması garanti edilebilen erkekler tercih ediliyordu. Bu sektörlerde de kadın- ların ve çocukların çalışması hiç rastlanmayan bir durum değildir ama çark- lar erkek istihdamının artması yönünde dönmeye devam etmiştir. Bu süreçte ev ekonomik hayatın görünür üretim yeri olmaktan çıkmış ve evde harcanan emek, yeniden üretim sürecinin en önemli enstrümanı haline gelmiştir. Öyle ki daha önceden çok erken yaşta işçi olarak çalışmaya başlayan çocukların, yeni üretim ihtiyaçlarına göre eğitilmeleri ve disipline edilmeleri gereği nedeniyle belli bir yaşa kadar bakımlarının devam ettirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmış, ev içi yeniden üretim başlıkları bu ve benzeri başka ihtiyaçlarla katlanarak artmıştır. Üretim birimi olarak da zaman zaman fonksiyonunu yerine getiren aile, kapitalizm açısından yeni bir ihtiyacı doldurur hale gelmiştir. Aile, kapitalizm koşullarına yeniden doğmuştur.
“Aile küçük çocuklar, hastalar ve yaşlıların bakımı için en iyi tercihti. Zaten ortada olan tek alternatif aileydi.”9
Burada ufak bir parantez açmak gerekiyor. Üretim ilişkileri bağlamında emek, üretim, değer, üretken emek vb. kavramlara ilerleyen bölümlerde girmeye çalışa- cağım. Altyapıya ait mekanizmanın ötesinde insanlığın en eski dönemlerinden itibaren bazı tortuların yeni toplumların bağrında kendine yer bulduğunu ve bu toplumların rengini alarak yaşamaya devam ettiğini biliyoruz. Örneğin dinin, sınıflı toplumlardan önce ortaya çıkmış bir olgu olmasına rağmen her dönemin koşullarına uyum sağlayarak, yeni toplumlar tarafından kendi yapısını sağlamlaştırmasını sağlayacak yönleriyle içselleştirildiğini, bu açıdan risk taşıyan ya da “değer” taşımayan yönlerinin ise zamanla köreldiğini ama tapınmadan dine evrilen olgunun bugün hâlâ yaşamakta olduğunu biliyoruz. Kadın sorununun bir boyutunu da belki “ideolojiler alanı” şeklinde bir küme çizerek bu düzlemde tartışmak gerekiyor.
Kimi “tarihsel” sorunlar kapitalizm ve önceki sınıflı toplumlarda iktidar ve ezen sınıf tarafından uygun birer aygıt olarak kullanılmıştır. Hem üretim ilişkileri boyutunda hem de üstyapısal olgularda…
Kadın sorunu da sınıflı toplumların tarihi kadar eski bir sorundur fakat her üretim tarzında üretim ilişkileri içerisindeki güncel uzanımı farklı olmuştur. Örneğin köleci ve feodal toplumda kadının ikincil konumu, üretim ilişkilerinin göbeğinde yer almasını engellememiş, mülkiyet ilişkilerinde erkeğin mutlak egemenliğinin yanı sıra kadınlar üretim sürecinin kritik bir parçası olmuştur. Kapitalist toplumda ise kadınlar üretim ilişkileri/değer kavramları çerçevesinde bir yandan ücretlendirilen emek boyutunda sömürü oranının arttırılabildiği emekçi kesimini ezilen ulus emekçileri, çocuklar vd. ile birlikte oluşturur; diğer yandan üretken ve ücretlendirilen emek kapsamında yer almayan, yeniden üretimin bir bileşeni olarak değerlendirilen, ama belli boyutları ile evde yapılmadığı durumda ücretli emek haline gelen “ev emeği”nin tartışmasız bir şekilde öznesidir. Kadın emeğinin nerede değerlendirileceği sorusunun cevabı cinsiyet eksenli değil tamamen sermayenin dönemsel ihtiyaçları ile ilgilidir. Örneğin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda erkek istihdamının azalması nedeniyle üretimin her alanında kadınlar istihdam edilmiş, savaş sonrası koşullarda ise kadınların “ev işleri” parlatılmış ve kadınlar tekrar eve gönderilmiştir.
Kadın sorunu tarih boyunca herhangi bir üretim tarzı için üretim ilişkilerinin asli bir belirleyeni olmamış, sadece o üretim ilişkilerinin güncel çeşitliliği içerisinde etkileyen ve etkilenen bir parametre olmuştur. Sınıflı toplumlar boyunca farklı biçimler altında da olsa yaşamaya devam etmesi ayrıca değerlendirmeyi zorunlu kılar. Kadının ezilmişliğinin üretim ilişkileri dışında ayrı bir yasallığı olduğu tezi oldukça yaygındır. Tarih boyunca üretim ilişkilerini etkileyen ve üretim ilişkileri tarafından belirlenen pek çok faktörden söz edilebilir. Bu faktörlerden en ka- dimi muhtemelen kadının ezilmişliğidir. Kadının ezilmişliğini üretim ilişkilerin- den koparmak değil, üretim ilişkilerine kadın boyutu ile birlikte geniş ve derin bir perspektifle yaklaşmak, geleceğe yönelik öngörülerimizde de projeksiyonumuz olabilir.
Marksizmin kurucuları ve Marksist klasikler
“Kadının, toplum yaşamının başlangıcında, erkeğin kölesi olduğu yolundaki fikir, bize aydınlıklar yüzyılından (18. yy) kalan en saçma fikirlerden biridir. Bütün yabanıllarda, aşağı ve orta aşamadaki, hatta kısmen yukarı aşamadaki barbarlar arasında, kadın, yalnızca özgür değildir, ayrıca çok değer verilen bir duruma da sahiptir.”10
Fransız Devrimi ve Aydınlanma döneminin sonrasında düşünsel alanda pek çok akımla aynı zamanda ortaya çıkan ütopik ve bilimsel sosyalizmin kadın sorununu ele alan en önemli adresler olduğunu görmek gerekiyor. Onları önceleyen aydınlanmacıların ve hatta kendi çağdaşları pek çok sosyalistin aksine kadının eşitliği ve özgürlüğüne kafa yormaları mutlaka hatırlanmalıdır. Antik çağdan yüzyıla kadar entelektüel üretim alanını tekelinde tutan ve bu alandan hem kadınları hem de kadın sorununu uzak tutanların hakimiyeti bilinmektedir.
Kadın sorununa ütopik sosyalistlerin yaklaşımını anlayabilmek için verilecek en kestirme bilgi feminist terimini ilk defa ütopyacı sosyalistlerin kullandığıdır. Charles Fourier (1772-1837) bu terimi kullanmıştır ve kadın özgürlüğü konusuna yaklaşımını şu şekilde ifade etmiştir:
“Toplumsal değişim ve dönem değişiklikleri, kadınların özgürlüğe doğru ilerlemeleriyle koşut olarak gelişir; toplumsal gerilemeler ise kadınların özgürlüğündeki gerile- menin sonucudur. Özetle, kadınların ayrıcalıklarının yaygınlaşması, tüm toplum- sal ilerlemenin temel nedenidir.” 11
Burjuva devrimlerinin ortaya bıraktığı idealleri ütopik bir sosyalizm tasavvuru ile ileriye taşımaya çalışan Fourier’in yanı sıra Robert Owen ve Saint-Simon’un da kadınların eşitliğini ve özgürlüğünü savunduklarını, bunların yanında baş- ka bir ismin, Flora Tristan’ın ise, Marksizmin doğuşunun öngünlerinde, kadın- ların kurtuluşuna sınıfsal bakışın nüvelerini düşüncelerinde ve eylemlerinde barındırdığını, işçilerin ve kadınların mücadelesinin birlikteliğini ısrarla savun- duğunu not etmek gerekir.
Öte yandan 19. yy sosyalistlerinin tamamı için kadının kurtuluşu sorununu önemsediklerini söylemek mümkün değildir. Hatta Proudhon, Lassalle gibi isim- ler kadınlara yönelik ayrımcı fikirlere sahiptir ve bu ayrımcı fikirler konusunda yalnız değillerdir.12
Marx ve Engels’in yaşadıkları dönemde ürettikleri eserler ve yaklaşımlar söz konusu edildiğinde kadın sorununa ve kadın mücadelesine ışık tutacak katkılarını birkaç alanda toplayabiliriz.
İlk olarak tarihsel bakıştan başlanabilir. İnsanlık tarihine ve tarihin yasallıklarına devrimci bir neşter anlamına gelen Marksizm, aynı yaklaşımı kadın sorunu söz konusu olduğunda da gerçekleştirmiştir.
Marksist klasikler denilince ilk akla gelen eser, Köken’dir. Engels’in bu çalışması, Marx’ın Amerikalı İrokualar içinde yaşamış olan Morgan’ın “Eski Toplum” isimli kitabı ile ilgili aldığı ama kitaplaştırmak için kullanmaya ömrünün yetmediği notlara dayanıyor.13 Engels bu nedenle Köken’de yitip giden dostunun vasiye- tini yerine getirdiğini, elden geldiğince Marx’ın notlarına dayandığını söylüyor. 1880-1882 yılları arasında tutulmuş ama Marx’ın ölümü nedeniyle hiçbir zaman tamamlanamamış olan “Etnoloji Defterleri”, insanlığın uzun yolculuğu ile bugünümüz arasındaki halkaları tamamlamak noktasında çok önemli bir yer tutuyor. Köken kitabında bugün artık antropolojik bulgularla yanlışlanmış kimi yanlar vardır. Örneğin insanlığın ilkel toplumlardan bugüne dünyanın her yerinde aynı şekilde gelişim gerçekleştirdiğine dair kurgu, tarihin bir döne- minde bütün toplumlar açısından anaerkilliğin mevcut olduğu, erk olmasa bile anasoyluluğun bütün insanlığın ortak geçmişi olduğu vb. başlıklar bugün çok tartışılmaktadır ama sonuç itibariyle bu tartışmaların çok da anlamı bulunmamaktadır. Marx ve Engels’in eserleri, tarihin erken evrelerindeki kadın sorununa dair gizemi çözme nedeniyle değil, tarihin tekeri dönerken kadın sorunun da geçirdiği evrelere ışık tutması açısından önemlidir. Öte yandan Engels’in Marx’ın etnoloji notları ile bugünün toplumları arasında bağ kurma noktasında çok önemli bir “vasiyet”i de yerine getirdiğini bilmek gerekir.
“1846’da Marx ve benim tarafımdan meydana getirilmiş, yayınlanmamış eski bir elyazmasında şu satırları buluyorum: “İlk işbölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan işbölümüdür.” Ve şimdi ekleyebilirim: Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-ko- ca evliliği içinde gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafın- dan baskı altına alınmasıyla düşümdeştir. Karı-koca evliliği, büyük bir tarihsel ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanı sıra, günümüze kadar uzanan ve bazılarının gönenç ve gelişmesi, bazılarının da acı gerilemesiyle elde edildiğine göre, o her ilerlemenin aynı zamanda görece bir gerileme olduğu çağı açar. Karı-koca evliliği, uygarlaşmış toplumun hücre-biçimidir; biz, bu biçim üzerinde, doludizgin gelişen uzlaşmaz karşıtlık ve çelişkilerin içyüzünü inceleye- biliriz.”14
Marksist klasiklerde kadın sorununun ve ailenin kökeninin dışında kapitalizmin erken dönemlerinde emekçilerin, ailenin ve kadınların tasviri de yer bulur. En- gels, 1845 yılında yazdığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” isimli kitapta proleter ailenin durumunu, kadın ve çocuk emeğinin makinalaşma ile birlikte ucuz işgücü olarak kullanımını, bu durumun erkek işçinin de ücretini aşağıya çektiğini ve hatta erkek işçiyi işsiz bıraktığını, ağır çalışma koşullarının çocuk bakımı da dahil olmak üzere ailenin işlevlerini kadükleştirdiğini oldukça detaylı bir şekilde anlatır. Hatta öyle ki ailenin parçalanmasının ve yıkımının proleterler açısından yarattığı “mutsuzluğu” tasvir eder.
İkinci olarak geliştirdikleri politik yaklaşım ele alınabilir. Yukarıda tasvir et- meye çalıştığımız nesnellikte kadınların siyasal hayatın merkezinde olmasını savunmaları, hatta bunu bırakın kadınların çalışmasına karşı eylemler yapan erkek işçilerin, kadınların çalışmasına karşı hararetli görüşlere sahip Proud- hon ve başka sosyalistlerin olduğu bir dönemde kadın emekçilerin sendikal ve siyasal örgütlenmelerde varlıkları için mücadele etmeleri, işçi birliğine kadınların üyeliğini savunmaları mutlaka not edilmelidir. Bu başlıktaki yaklaşım- larını Marx’ın Gertrud Kugelman’a yazdığı mektuptaki aşağıdaki satırlar en iyi şekilde özetlemektedir:
“Tarihten az buçuk haberi olan herkes, kadınlık mayası çalınmadan büyük toplum- sal devrimlerin mümkün olmayacağını bilir.”15
Bu yaklaşım, kadın mayasının dönemin işçi sınıfı hareketleri içinde de çalınması konusunda Marx’ın gösterdiği çaba ile somutlanmaktadır.
Marx ve Engels’in siyasal metinlerinin tamamında kadın düşmanı yaklaşımların çürütülmesinin çarpıcı örneklerine rastlamak mümkün. Küçük bir örnekle ye- tinelim: “Burjuva, karısını yalnızca bir üretim aleti olarak görüyor. Üretim aletlerinin ortaklaşa kullanılacağını duyuyor ve doğal olarak ortaklaşalık piyangosunun kadın- lara da aynı şekilde vuracağından başka bir şey düşünemiyor. Asıl hedeflenenin kadınların salt üretim aletleri olma durumuna son vermek olduğu aklına bile gelmiyor.”16
Fransız üçlemesinin “Fransa’da İç Savaş” kitabı siyasal mücadelenin yeniden yarattığı kadınlara, Komün’ün kadınlarına yer vermektedir:
“Aşüfteler, koruyucularının, yani ailenin, dinin ve her şeyden önce mülkiyetin savunucusu olan ve kaçıp gitmiş bulunan adamların izlerini yeniden bulmuştu. Onların yerine Paris’in gerçek kadınları, yani Eski Çağ’dakiler gibi yiğit, yüce ruhlu ve özverili olan kadınlar yeniden ön plana çıktı. Çalışan, düşünen, savaşan, kanayan, yeni bir toplumu hazırlarken kapısındaki yamyamları neredeyse unutan, tarihsel girişiminin coşkusuyla ışıldayan Paris!”17
Üçüncü olarak Marksist yönteme dikkat çekilmelidir. Marx ve Engels’in eserlerine yak- laşımda diyalektik ve tarihsel materyalizmin köşe taşlarını irdelemek, kadın sorunu konusunda tatmin edici bir külliyat arama çabasından daha sonuç alıcı olacaktır. Kadın sorununun hem ekonomik hem de ideolojik kaynakları konusunda bulgular Marksist klasiklerde sağlıklı bir şekilde görülebilir. Üretim ilişkileri içerisinde kadının yeri erken dönem el yazmalarından Kapital’e kadar bütünlüklü bir şekilde olmasa bile, bizler için önemli ipuçları verecek şekilde mevcuttur.
Kadınların üretim ilişkileri içerisindeki yeri kadar önemli bir başka konu da kadınlık ve erkeklik algısı, toplumsal ilişkiler içerisinde cinsiyet rolü ya da son dönemlerin daha yaygın bir ifadesiyle toplumsal cinsiyet rolleridir.
“Marx’a göre özsel bir insan doğası yoktur. Bunun yerine, “insan doğasının tarihsel olarak özgül biçimleri vardır, yani feodaliteye, kapitalizme, sosyalizme vb. özgü insan doğası vardır” (akt. Brown, 2012: 23). …. “İnsan” verili, sabit, değişmez, biyolojisiyle belirlenen bir doğaya sahip değil ise ya da tarihsellik-toplum- sallık/kültürellik insan “doğa”sının içkin bir parçasıysa, bu durumda “biyoloji” ne erkek ne de kadın için bir yazgı olabilir. Çünkü “erkek ve kadın daima belirli toplumsal ilişkilerin dolayımladığı somut koşullar dahilinde var olur ve etkileşirler” (Brown, 2012: 28). Kadın, tıpkı erkek gibi tarihsel-toplumsal bir varlıktır ve tarih- sel-toplumsal koşullara göre değişir. Bu değişimin temel dolayımı, emektir. İnsan, emeği aracıyla kendisini ve dünyasını dönüştürür. Bir başka deyişle, “kadın fıtratı şudur, budur” yollu ahkâmın herhangi bir hükmü yoktur.” 18
Kadın ve erkek doğasına dair her tür gerici ideolojinin varsayımlarına karşı, kadınların ezilmesinin kökeninde biyolojik neden arayışlarına karşı Altıncı Tez bugün kendini yeniden hatırlatmaktadır:
“Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.” 19
Marksizmin kurucularının her tür toplumsal gerçeğe devrim ve sosyalizm bağlamında belli bir soyutlama düzeyinde yaklaşmaları, bugünün toplumsal gerçekleri ile, dolayısıyla kadın sorunu ile bağ kurmada oldukça önemli bir tutamak noktasıdır:
“Hareketin bütününden çok, anlarından birini önemseyen; ortaklaşa, toplumsal üretimin yerine tek tek bilgiçlerin kafalarından çıkan şeyleri koyan ve her şey- den önemlisi, sınıfların devrimci mücadelesini ve bunların gereklerini, hayal düzeyinde, küçük el çabuklukları ya da büyük duygusallıklarla ortadan kaldıran bu ütopya, yani doktrinci sosyalizm, temelde yalnızca bugünkü toplumu idealize eden, onun gölgesiz bir resmini alan ve kendi idealini toplumsal gerçekliğe rağmen hayata geçirmek isteyen işte bu doktrinci sosyalizm, proletarya tarafından küçük burjuvaziye bırakılırken; farklı sosyalist liderlerin kendi aralarındaki mücadele, ‘sistem’lerin her birinin, toplumsal dönüşümün geçiş noktalarından birini diğerinin karşısına koyup ona gösterişli bir şekilde bağlandığını ortaya çıkarırken; proletarya, giderek, devrimci sosyalizmin, yani burjuvazinin Blanqui adını taktığı komünizmin çevresinde toplanıyor. Bu sosyalizm, devrimin sürekliliğinin ilanıdır; genel olarak sınıf farklarının ortadan kaldırılması, bunların dayandığı tüm üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, söz konusu üretim ilişkilerine karşılık gelen tüm toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılması, bu toplumsal ilişkilerin ürünü olan tüm düşüncelerin köklü bir şekilde dönüştürülmesi için zorunlu geçiş noktası olarak, proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”20
Bu bölümü bitirmeden önce bir notu burada paylaşmak gerekiyor. Marx ve Engels’in kapitalizme ve biriktirdiği sorunlara dair öngörüleri burjuvazinin ik- tidara geldiği erken dönemde yaşadıkları için oldukça sınırlı olmuştur. Özellikle Engels’in eserlerinde kendini hissettiren ailenin kapitalistleşmeyle beraber toplumun temel yapıtaşlarından biri olma özelliğini yitireceği veyahut gerçek aşkın kapitalizm koşullarında da proleter ailede var olabileceği vücut bulabi- leceği öngörüsü, burjuva iktidarlarının kuruluş döneminde ortaya çıkan nesnel- liğin izlerini taşır. Başka tartışmalardan da örnekler verecek olursak, kapitalizm- den sosyalizme geçiş için işçi sınıfının kendiliğinden hareketliliğine iyimser bakış ve bu geçişin hızlı bir şekilde olması beklentisi gibi, sosyalizmden komünizme geçişin de reel sosyalizm tecrübelerinde çok net anladığımız üzere tahmin edilenden daha uzun sürebileceği kendini göstermiştir. Devamla; öncü parti, tek ülkede sosyalizm, sosyalist devlet, yeni insanın yaratılması gibi başlıklar; Marksizmin Leninizmle donatılması ve her güncellikte yeniden üretilmesi gerçeğinin altını çizmiştir.
Marx ve Engels’in eserlerindeki somutluğun soyutlanmasının ve aslolanın yöntem olduğunun altını bir kere daha çizdikten sonra, şimdi Marksist teoride kadından biraz bahsedelim.
Marksist teoride kadın
Marx ve Engels’in eserleri, kadın konusunda bize sunduğu yöntemin ötesinde, bugünün toplumsal dinamiklerini hem ekonomik, hem siyasal hem de ideolojik olarak bütün detayları ile çok doğaldır ki sunamaz. Öte yandan bu başlıkta bugünün Marksistlerinin işini kolaylaştıracak önermelerin ve referansların da oldukça az olduğunu kabul etmek gerekir. Burjuva devrimlerinin gerçekleştiği, kapitalist üretim ilişkilerinin ve dolayımlarının gelişme sancıları yaşadığı bir dönemde, kapitalizmin ileriki evrelerinin ve hatta emperyalizm aşamasının karşımıza çıkarttığı sorunları bütün detayları ile öngörmeleri ve somut yaklaşımlar sunmaları elbette mümkün değildi. Yukarıda “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” kitabı ile ilgili verdiğimiz örnek hatırlanırsa, kapitalizmin kuruluş dönemlerinde yoğun emek sömürüsünün aile kurumunu da yerle bir edeceği yönünde veriler biriktirdiği dönem ile kapitalizmin ileri aşamalarında aile kurumunu can simidi olarak kullanmasına tanıklık edilmiştir ve bugün ter- si yönde kimi örnekler verilebilse de (göçmen işçiler, aile kurumundan muaf bireysel yaşayan emekçiler vb.) aile kapitalizm açısından hâlâ işlevini koru- maktadır. Konunun bir diğer yanı ise Kapital’i analiz eden Marx’ın kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ve en kaba haliyle işçi-burjuvazi ilişkisinin dışında gerçekleşen emek/üretim süreçlerinin bütünü hakkında dört başı mamur bir ekonomi politikası oluşturmuş olmasını beklemenin Marksist teorinin yetersiz olduğu açıklamalarını da beraberinde getirmesidir. Oysa ki örneğin aile kurumu aracılığıyla gerçekleşen ev emeği son tahlilde ücretli işçilik ile gerçekleştirilebilecekken bunun tercih edilmemesi bir veridir. Bu veriyi başlangıç noktası olarak kabul edip artı değer teorisinde emek türleri tartışmalarının içine ev emeğini iliştirmeye çalışmak teorik olarak zorlama anlamına gelir, ideolojik ve politik olarak ise yanlış sonuçlar doğurur. Bu konuya biraz daha yakından bakalım.
Üretim, yeniden üretim ve emek
Aile, sadece erkek egemen kodların merkezi olması nedeniyle değil, yeniden üretim birimi olması nedeniyle hem Marksistlerin hem de feminist sorulara Marksist cevaplar verme uğraşındaki21 sosyalist/Marksist feministlerin ilgi alanını oluşturmaktadır. Marksizmin öncülerinin emek değer teorisinde bu alanı boş bıraktığı eleştirisi mevcut yöntemi feminist teori ile birlikte “tamamlama” çaba- larına yol vermiştir. Bu çabalara bir örnek verelim:
“Alman İdeolojisi (1846) gibi erken dönem eserlerden, Kapital’e (1867, cilt 1) ve Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884 [1985]) gibi en son dönem ürün- lere kadar Marx ve Engels, üretimin türümüzün en ayırıcı özelliği olduğunu ve iki asli bileşenden oluştuğunu düşündüler: “Materyalist kurama göre tarihteki belir- leyen son kertede üretim ve gündelik hayatın yeniden üretimidir. Bunun da yine iki bileşeni bulunur: bir tarafta gıda, giyim ve barınma gibi yaşam araçlarının üretimi ve bu üretim için gerekli aletlerin üretimi; diğer tarafta insan bireylerinin kendilerinin üretimi, türün devamı” (Engels, 1985:71). Her ne kadar bu kuramsal kıvılcım cinsiyetlendirilmiş kuramın temellerini atabilecek olsa da, Marx ve En- gels’in kendileri bunu sonuna kadar götürmemişlerdir ve sonraki Marksist nesiller de önemini kavramak konusunda geri kalmışlar ve hatta bazıları buna itiraz etmişlerdir.” 22
Yeniden üretim kapitalizmin gelişimiyle beraber kimi fonksiyonları ile bir kamu hizmeti veya ücret karşılığı elde edilen hizmet haline gelmişse de ev içi emek ile karşılanan kısmının önemi bugün hâlâ çok büyüktür. Ev içi yeniden üretim, kapitalizm öncesi ekonomik birim olan ailenin misyonlarının önemlice bir bölümünü kadınlar aracılığıyla, hem de sermayeye bir maliyet oluşturmadan gerçekleştirdiği için kapitalizm tarafından sürdürülmesi tercih edilmiştir.
Yeniden üretim feminist teoride üzerine oldukça tartışılan başlıklardan biridir. Tezlerin bazıları Marksizme iliştirilirken ya da Marksizmle ilişkilendi- rilirken bazıları ise Marksizm eleştirisi üzerine kurulmuştur. Tezlerden bir bölümü yeniden üretimi, üretim ilişkilerinden bağımsız patriyarkal ilişkilerle bağdaştırırken, buradan ikili sistem teorisine22 uzanmaktadırlar.
Diğer bir grup tez ise ev emeğini ücretli emeğin ve hatta sermaye açısından üret- ken emeğin bileşenlerinden biri haline getirme etrafında dönmektedir. Örneğin bir görüşe göre ev emeği zorunlu emeğin bir parçasıdır:
“Marx, gerekli işin bir başka bileşeni olan ev emeği, yani bir diğer deyişle ev işleri- nin, tartışmasına girmemiştir. Harcanan bu emek, kapitalist üretimin dışındaki bir kavram olup zorunlu emeğin içindedir. Emek gücünün çoğalımı için her iki bileşen de gereklidir. Emek karşılığı ücret, işçinin mal satın almasını sağlar ama ek bir emek olan ev emeği, alınan bu malların tüketiminden önceki aşamada yapılması İkili sistem teorisine göre tarihsel gelişmeyi yönlendiren iki güç vardır: Sınıf mücadelesi ve cinsiyetler arası mücadele gereken iştir. Ayrıca, emek gücünün yeniden üretilmesinde, kuşaklarla çoğalma olgusu içindeki süreçler de, ev emeğinin bir parçasıdır. O halde kapitalist toplum- da artık-emek ve zorunlu emek arasındaki ilişkinin iki yönlü olduğu söylenebilir. Artık emekle zorunlu emeğin ayırımı, ücret sistemiyle örtbas edilmişti. Öte yandan zorunlu emeğin ikinci bileşeni olan ev emeği, ücretli emekten ayrılmıştır.”23
Bir diğeri ise ev emeğini işçi sınıfının varlık nedeni olarak gören bakış açısıdır:
“Bu hizmet, emek gücünün esası, özüdür. Yani bir işçinin iş kapasitesini sembolize eder. Dalla Costa, kadının Marksist anlamda sömürülen ‘üretken işçiler’ olduğunu da iddia eder, çünkü kadın artı değer yaratmaktadır. Bu üretiminin bedeli, kapi- talist düzende işçi sınıfı erkeğine yani kocaya ödenir ve koca, kadının sömürülme- sine alet olur. Kapitalizm için işçi sınıfının varlığı, aileye dayanır: İşçi sınıfı kadı- na rağmen onun sırtında ayakta durur. Kadın, bir ücretli kölenin kölesidir. Kendi köleliği, erkeğin köleliğini sürdürebilmesini sağlar.”24
Yukarıda dillendirilen işçi sınıfının varlık nedeninin ev emeği olduğu tezi, ev emeğini kapitalist üretim ilişkilerine göbekten bağlama çabalarının fazla zorlandığında nerelere varılabileceğini göstermek açısından önemlidir. Kadın sorununda bir varlık nedeni araştırılacaksa buradaki bakış açısını baş aşağı çevirmek gerekmektedir: İşçi sınıfının ayakta durmasının koşulu evdeki görünmeyen emek değil, evdeki görünmeyen emeğin varlık nedeni işçi sınıfının mevcudiyetidir.
Tekrar etmek gerekirse, kadının ev işleri ile artı değer ürettiği, ev emeğinin üretken emek olduğu, daha da ileri gidersek ev emeğinin sadece kullanım değeri üretmediği, emek gücü denen özel bir mal yarattığı tezi ve buradan kadının ücret- siz çalışmasının kapitalist üretim biçimine asli bir bileşen olarak bağlanması25 oldukça zorlama bir bakış açısıdır. Öte yandan ev emeğinin ücretli işçinin emek gücünün yeniden üretimi maliyetini dolayısıyla işçiye ödenmesi gereken ücreti aşağıya çektiği için artı değer üretimine dolaylı bir katkı sağladığı söylenebilir.
Üretim ilişkilerinde kadının işçi sınıfındaki yerinin altını çizen Rosa Luxemburg ev emeği ile ilgili ise şöyle bir tespitte bulunur:
“İktisadi ve toplumsal açıdan, sömürücü sınıfların kadınları nüfusun bağımsız bir tabakasını oluşturmazlar. Onların yerine getirdikleri tek toplumsal işlev, ege- men sınıflar için birer doğal çoğalma aleti olmaktır. Buna karşılık proletaryanın kadınları iktisadi açıdan bağımsızdırlar, toplum açısından en az erkekler kadar üretici bir faaliyet içindedirler. Kıt ücretle ailenin gündelik geçimini sağlamada ve çocukları yetiştirmede eviçi emekleriyle erkeğe yardımcı olmaları anlamında değil. Bu emek, isterse bin türlü küçük zahmetin meydana getirdiği muazzam bir özveri ve çaba demek olsun, günümüzün kapitalist iktisadî düzeni açısından üreti- ci değildir. Bu emek, yalnızca proleterin bir özel işi, onun nimeti ve bereketidir ve tam da bu yüzden günümüz toplumu açısından boşa harcanmıştır.”26
Bu başlıkta yaşanan kafa karışıklığının nedeni; emekçi sınıfların devrimci potansiyeli ya da devrim iddiasını çok “afaki” bulanların, güncel sorunlarda çözüm üretebilecek toplumsal kesimler arama çabaları için Marksizmde sermayenin birikimi ve krizleri bağlamında ele alınan emek ve değer teorilerin- den medet ummalarıdır. Küçük bir örnek vermek gerekirse Marksist teoride üretken emek, artı değer üreten dolayısıyla sermaye birikimini sağlayan emek türüdür. Dolayısıyla ev emeği üretken emek değildir. Bu sadece ev emeği için değil özellikle finans başta olmak üzere pek çok sektörde çalışan emekçiler için de geçerlidir. Ama buradan, üretken emek kategorisinde olmayan emeğin özne- si olan emekçilerin toplumsal hareketler açısından bir önemi olmadığı şeklinde bir sonuç çıkartılamaz.
Yukarıda değinmeye çalıştığım tezlerin teorik handikapları bir yana sosyalist feministler arasında siyasal ve ideolojik olarak çelişkili yollara sapma ve oyalanma ile sonuçlandığı da hatırlanmalıdır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için ev emeğinin artık değerin bir parçası olarak görüldüğü bakışı ele alalım. Kadının evde görünmeyen emeğinin aslında ailenin bütünün geçimi için gerekli olan parayı kazanan erkeğin gelirinin ödenmeyen kısmına ait olduğu, yani ev emeğinin artı değerin bir parçası olduğu tezini salt ekonomik bir formülasyon olarak ele aldığımızda kulağa hoş gelse de bu bakışın siyasal sonuçlarını gördüğümüzde aynı hissin yaşanmaya devam edebileceğini söylemek mümkün değil. Bura- da bir tuzak vardır ve ne yazık ki pek çok sosyalist feminist grup bu tuzağa düşmüştür. Kadının evde görünmeyen emeğinin karşılığının doğrudan kadı- na ödenmesi şeklinde ortaya çıkan talep, bu işlerin kadınlar tarafından yapılmasının kabullenilmesi anlamına gelmektedir. Oysa ki ev emeği olarak adlandırılan işlerin çok önemlice bir bölümü parası olanlar açısından parayla alınıp satılabil- ir bir hizmetse sosyalist bir düzende kamu hizmeti haline de getirilebilir.27 Yine aynı konu etrafında dönen tartışmalardan biri de kadının ev içindeki ücretsiz emeğinden erkeğin çıkarı olduğu değerlendirmesidir. Oysa ki emek sermaye zincirinin bütününe bakıldığında bu işten çıkarı olanın erkekler değil patronlar olduğu çok açıktır.
“Toplum genelinde ya da aile içinde kadınlar ve erkekler eşit muamele görmediği için, işçi sınıfından erkeklerin bile kadınlara uygulanan baskıdan ‘fayda sağladığı’ ve kadınlar üzerinde ‘erkek hakimiyeti’ kurduğu sonucuna varmak kolay olacak- tır. Eğer aynı mantık diğer baskı türlerine genellenirse, beyaz, erkek ve heteroseksüel işçilerin ‘hepsi’ ırkçılıktan, cinsiyetçilikten ve homofobiden ‘fayda sağla- maktadır.’ Ayrıca ileri sanayi toplumlarında daha yüksek ücretle çalışan bütün işçiler, yoksul ülkelerde çalışan işçilerin düşük ücretlerinden fayda sağlamaktadır. Marksist yaklaşım bundan çok farklıdır. Kişisel olarak ırkçılık, cinsiyetçilik ve homofobi mağduru olmakla, nesnel olarak bu baskı türlerinden fayda sağlamak arasında önemli bir fark vardır. İşçi sınıfı bir bütün olarak baskıya maruz kalmaktadır ve her türlü baskının ortadan kaldırılmasında nesnel bir çıkarı bu- lunmaktadır. Aslında işçi sınıfı bir bütün olarak baskıya maruz kalmanın yanı sıra sömürülmektedir. Kadınların, geylerin, siyahilerin ve ırkçılığa maruz kalan nüfusun diğer ırklarının maruz kaldığı özel baskılar, hem bütün işçi sınıfının yaşam standardının düşürülmesine hem de işçilerin mücadele etme becerilerinin zayıflatılmasına hizmet etmektedir.”28
Ev işlerinin ev dışında çalışan veya çalışmayan kadınlar tarafından yapılmasın- dan erkek işçilerin çıkarı olduğu tezi oldukça sorunludur. Bu bakış açısı ile düzen partilerine oy veren emekçilerin de kapitalist düzenden çıkarı olduğu pe- kala savunulabilir! Burada bir diğer önemli husus gündelik çıkarlar ile tarihsel çıkarlar arasında her zaman birebir çakışma olmayabileceği hatta birbirlerini çelebileceğidir. Bu akıl yürütme ile örneğin bir kadının ezilmesinden başka bir kadının çıkarı olduğu pekala tespit edilebilir, tıpkı bir işçinin işsiz kalmasıyla iş bulan başka bir işçinin çıkarından bahsedilebileceği gibi!
Çoğu erkeğin cinsiyetçi fikirleri ve önyargıları vardır ama çok sayıda kadın da bu cinsiyetçi fikirleri taşımaktadır. Elbette bazı erkekler kadınları dövüyor ve onlara tecavüz ediyor ama çoğu erkek bunları yapmıyor. Çok sayıda erkek Eşit Haklar Yasa Değişikliği için, eşit ücret ve kürtaj hakkı için aktif olarak mücadele etti ve destekledi. Hem kadınlar hem de erkekler arasında bireysel bilinç açısın- dan görülen böyle büyük farklılıklar, kadınlara uygulanan baskının kendine özgü bir “erkek hakimiyeti” sisteminin sonucu olmadığının kanıtıdır. Cinsiyetçilik her şekilde, ırkçılık ve homofobi gibi, ne kadar vahşi olursa olsun, Marx’ın tanımladığı gibi kişinin kendi sınıf çıkarlarına uygun olmayan fikirleri taşıması şeklinde “yanlış bilinç” unsurlarını barındırır.
Kısacası kadın, erkek tüm emekçilerin topyekûn olarak daha fazla boş zamana ve insanca yaşam koşullarına ihtiyaçları vardır ve bunun yolu artı değerin mak- simizasyonu üzerine kurulu üretim ilişkilerinin topyekûn ilgasından geçer.29
Ev emeği tartışmasını, ücretsiz çalışma, artı değer, erkekler tarafından sömürü vb. düzleminden çıkartıp bu işlerin toplumsallaştırılması ve kadınların birey- sel sorumluluğundan çıkartılması hedeflenmelidir. Kapitalizmin ilk dönemlerinde aile kurumunun erozyona uğradığı doğru. Bu anlamıyla pek çok sanayi kentinde kadın ve erkek arasında ev eksenli bir ayrım görülmediği de doğru.
Ama daha ileri aşamalarında aile kurumu kapitalizm açısından muazzam bir olanak sağlamıştır. Bu olanağın varlığı vazgeçilmez olduğu anlamına gelme- mektedir. Kapitalizm teorik olarak ev emeği olmadan, bu alandaki bütün işleri piyasalaştırarak da varlığını sürdürebilir ama bugün bunu pratik olarak tercih etmemektedir ve edememektedir. Ev içi emek, fiziksel işlerden duygusal ihti- yaçlara kadar pazarda alınıp satılabilir hizmetlere dönüşebiliyorken ihtiyaç duyulduğunda aileye geri dönülmekte “anne işi” ya da “ev/el ürünü”, aile değerleri vb. parlatılmaktadır.
Peki ihtiyaç nereden kaynaklanmaktadır?
Aile kurumunun kapitalizmde devam etmesinin nedeni işçi sınıfı açısından bir savunma, hayatta kalma mekanizması olması, sermaye açısından ise ucuz işgücü sağlamanın (ev içinde tüketilen hizmete para ödenmemesi nedeniyle) ve sınıfı ideolojik olarak düzene bağlamanın bir yolu olmasıdır.
“Kapitalizmin aileye ve özelleşmiş yeniden üretime bel bağlamadan gelişmesi mümkün olsa da, gelinen noktada kapitalizmin çekirdek aile kurumu olmadan yapabileceği ya da kapitalistlerin bunu yapmayı tercih edip etmeyeceği şüphelidir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı 1995’te, kadınların karşılığı ödenmeyen ya da düşük ücretler verilen emeğinin dünya çapında yılda 11 trilyon dolara, Birleşik Devletler de ise 1,4 trilyon dolara ulaştığını açıklamıştır.”30
Ailenin bir diğer işlevi ideolojik boyutudur. Kapitalizm koşullarında yaptığı işe yabancılaşan ve ağır sömürü koşulları ile baş etmeye çalışan emekçiler için, emekçilerin düzenle bağlarını kopartmamaları açısından kritik bir birim olduğu gibi burjuva ideolojisinin de yeniden üretim birimlerindendir:
“Bu koşullar altında, ailenin ideolojik önemi artıyor. Sistemdeki eşitsizlikle aileden herkes değişik şeyler elde ediyor. Çocuklar ekonomik ve duygusal olarak ana ba- balarına; kadın en azından kısmen ekonomik olarak kocasına; erkekler kadınlara ve çocuklara duygusal destek için bağlı. Ailede genel olarak erkek ‘ailenin reisi’, kadın ise ‘eş ve anne’ olarak rol alıyor. Aile işçiler için önemli bir amaç haline geliyor, ancak gerçek bir kurtuluş sağlayamıyor. Bazı feministler bu rahatlamayı sağladığını, ailenin kapitalizm altında erkeğin güç kaynağını oluşturduğunu id- dia ediyorlar. Ancak erkeğin bireysel olarak durumu kadınınkinden daha iyi olsa bile, gerçekte kapitalizm altında erkek işçi, güçsüz bir pozisyona sahip. Erkek işçiler hayatları konusunda gerçek bir kontrole sahip değiller. Bunu yanlış an- lamak işçi ailesini anlamamaktır. Aile bir güç kaynağı olmak yerine tüm üyeleri için bir savunma mekanizması oluyor. Bu ailenin nasıl sürdüğünü açıklamak için çok önemli bir vurgu. Jane Humphries ailenin güç ve direncinin, kısmen işçileri ve yaşam standartlarını koruma yeteneğinden, kaynaklandığını doğru bir şekilde vurguluyor.” 31
Yeniden üretim etrafında dönen tartışmalar üzerine konuşulması gereken başlıklardan bir tanesi de tüm sınıflardan kadınların kesişim noktasının “yeniden üretim” olduğu tezidir.
“Cinsiyet ilişkileri ile sınıf ilişkilerine ilişkin bir başka açıklama ise sosyalist feminizminkidir: Üretim ilişkileri sınıfsal sömürüye, yeniden üretim ilişkileri ise cinsel ezilmeye yol açar. Böylece, bütün kadınlar cinsiyetleri nedeniyle, proleter kadınlar ise bir de sınıfları nedeniyle ezilirler. Dolayısıyla, orta sınıftan kadınlarla alt sınıftan olanlar arasında ortak bir mücadele alanı vardır: yeniden üretim (ya da cinsiyet ilişkileri).”32
Bu tez oldukça tartışmalıdır. Yeniden üretim süreci derken emek gücünün yeniden üretiminden bahsediyorsak burjuva bir ailedeki kadının “yeniden üre- tim süreci”ndeki rolü neyin yeniden üretimini sağlamaktadır? Bu handikaptan kurtulmanın kolay yolu yeniden üretim sürecinin evde gerçekleşen formunu kapitalist üretim ilişkilerinin organik bir parçası haline getirmekten vazgeçip sınıfsal ve tarihsel bakış açısının sadeleştiriciliğinden faydalanmaktır. Yine bir başka nokta burjuva ve emekçi ailelerdeki kadınların ev içi emeği gerçekleştiren ve para ile satın alan taraflar olarak ayrıştığı gerçeğidir ki bu nokta da “yeniden üretim süreci”nde ortaklaşan kadınlar konusunu oldukça tartışmalı hale getirmektedir.
Madalyonun bir diğer yüzü de bir evin (ailenin) ev içi işlerini gerçekleştirmek üzere hizmet veren kadın emekçilerin durumudur. Bu hizmetler için alım gücü olan veyahut koşullarını zorlamak durumunda kalan ailelerde yemek, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı vb. hizmetler bu işi yapan kadınlar tarafından karşılanır. Bu hizmeti veren kişilerin çoğunluğu güvencesiz, kayıtsız, sosyal haklardan ve iş güvencesinden yoksun bir biçimde çalışmaktadırlar. Son yıllarda dikkat çek- en bir başka gelişme de bu işler için göçmen kadınların çalıştırılması ve bahsi geçen kötü koşulların daha da ağırları ile göçmenlerin karşılaşmalarının yanın- da milliyetçiliğin körüklendiği yeni bir mecranın oluşmasıdır.
Şimdiye kadar yeniden üretim ilişkilerinden bahsettik. Kadınların doğrudan üretim süreci içerisinde yer almaları, genel olarak işçi sınıfının bütünü için var olan sorunların kadınlar için de geçerli olduğunu göstermektedir; ama bunun ötesinde kadınların ücret politikasında karşılaştıkları eşitsizlik, yedek işçi ordusunun ağırlıklı bir bölümünü oluşturdukları, kriz koşullarında erkeklerden daha fazla oranda işsiz kalma riski ile karşılaştıkları, evde parça başı çalışma yöntemi ile esnek çalışmanın bütün dezavantajlarını yaşadıkları, ücretli sömürünün bir parçası olurken aynı zamanda ev içi emek ile kölelik koşullarının devam ettiği mutlaka not edilmelidir.
Kapitalizm koşullarında kadınların eve kapatılıp sadece yeniden üretim sürecinin bir parçası mı yapılmak istendiği sorusu da sık sık karşımıza çıkmaktadır. Burada mutlak bir tercihten söz etmek mümkün değildir. Kapitalizmin işgücü ihtiyacı sektörel ve dönemsel olarak değişebilir. Önceki bölümlerde bahsettiğim vasıflı işçilerin gerekli olduğu sektörlerin yükselişe geçtiği dönemlerde erkek istihdamının arttığı, vasıfsız işçilerin de çalışabileceği sektörlerin ağırlık kazan- dığı dönemlerde ya da savaş koşullarında kadın işçilere olan ihtiyacın arttığı hatırlanabilir. Burjuva siyaseti ve ideolojisinde “aile” kurumuna atfedilen önem ve burada kadına biçilen rol ile gerçek hayatın şekillenmesi arasında bir açı hep vardır ve bu açı dönem dönem çok büyüyebilmektedir.
Sınıfsal bakış yeter mi?
Marksizmin kadının kurtuluşu ile ilgili ne söylediği sorusuna cevap aranırken lehte ve aleyhte üzerine en fazla yorum yapılan söz Engels’e aittir:
“O zaman görülecektir ki, kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul, karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.”33
Bu cümle genellikle indirgemecilik eleştirisi ile gündeme getirilmiştir. Engels’in Köken kitabını yazdığı dönemde, kapitalizm koşullarında kadınların toplum- sal üretime katılması ve ailenin ortadan kalkması sürecinin çok hızlı işleyebileceğine dair bir beklenti oluştuysa da Engels’in kadınların kurtuluşu için bu koşulların yeterli olduğunu düşünmediğini anlayabilmemiz için elimizde ye- terince veri var. Öte yandan bu cümleden sosyalizm koşullarında kadınların toplumsal üretimin bir parçası haline gelmesinin kurtuluşun tek anahtarı olduğu sonucu da çıkmıyor. Engels’in ifadesi çok açık bir biçimde kadınların kurtuluşunun gerek şartını ortaya koyuyor, yeter şartını değil… Bir indirgemecilikten söz edilecekse, Engels’in yaklaşımı üzerinden sınıfsal bakışı bu şekilde ele al- mak iyi bir örnektir diyebiliriz.
İndirgemecilik eleştirileri sınıfsal bakışın kavranamaması ve sınıf mücadeleler- inin parçalı kavranması sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Kadınların ezilmesini sınıfsal ilişkilerin dışında başka bir düzlemde ele alma arayışının emek teorilerinin dışında siyasal ve ideolojik uzanımları da vardır. Sınıfsal bakışı üretim ilişkileri düzleminden ibaret görenler, kadın sorununun çözümünün sosyalistlerce indirgendiğini ve ertelendiğini düşünürler.
Peki sınıfsal bakış nedir?
Sınıfsal bakış siyasal, ekonomik ve ideolojik düzlemlerin tümünü bütünleyen bir yaklaşımdır, burjuvazinin “sınıfsal” bütünlüğü düşünüldüğünde ne kadar el- zem olduğu daha iyi anlaşılabilir.
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine geçmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”34
Sınıfsal bakış diyalektik ve tarihsel materyalizmin, üzerine günlerce konuşabileceğimiz, külliyatından damıtılmış bir gerçeğin ifadesidir: Bugün toplumsal ilişkilerin ileriye taşınabilmesinin motor gücü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının kendisi de dahil tüm sınıfları ortadan kaldıracak gücü, ancak ve ancak proletarya diktatörlüğünün tesisi ile vücud bulacaktır. Buradan çıkacak sonuç gündelik ha- yatın tüm sorunlarını tek bir çuvala tıkıştırıp, “altyapı değişirse üstyapı da düzelir” diyen bilirkişi karikatürü elbette değildir. Devletin, eğitim kurumlarının, ailenin, medyanın vb. topyekûn bir sistemin parçası olduğunu görmek; bu ku- rumlar aracılığıyla ve hatta iki insanın ilişkileri üzerinden de kendini var eden gerici salvoların ancak ve ancak bütünsel/sınıfsal bir bakış ile karşılanabileceği- ni ifade etmek gerekir.
Kadın sorununun kapitalizm koşullarındaki somutlanışı, kapitalizm önce- si toplumsal ilişkilerden de devralınmış ilişkilerin kapitalizm koşullarında sürdürülmesi, yeniden şekillendirilmesi ile gerçekleşir. “Patriyarka”nın sınıflar gibi maddi bir temelinin olduğu görüşünün aksine kadın sorunu; sınıflar ekseninde tanımlanan üretim ilişkilerini besler ve bu üretim ilişkilerinden beslenir; bunun- la birlikte tarihsel, coğrafi, dinsel, kültürel ve hepsini kesen bir şekilde ideolojiler alanında kendine yer bulur. Kadın sorununun bu karmaşık ve kadim yapısını doğru tahlil edebilmenin yolu da tasvir etmeye çalıştığım sınıfsal bakıştan geçer.
Tüm sınıflardan kadınların aslında bir şekilde ezildiği üzerine kurulu yaklaşım, sınıfsal yöntemi, sorunu sadece işçi kadınların sorununa indirgediği iddiası ile reddeder. Bu da sınıfsallığın sığ bir şekilde yorumlanmasının örneklerindendir. Oysa ki bu yaklaşımda, işçi sınıfının kendisi de dahil tüm sınıfları ortadan kaldıracağı tezi gibi sosyalizmin sömürü mekanizmaları da dahil olmak üzere her tür baskı mekanizmasının ortadan kaldırılması yolunda bir köprü olacağı gerçeği de unutulmaktadır.
Sınıfsal bakışı reddederek sınıftan kaçışın en kestirme örneklerinden biri de sosyalizm deneyimlerini eleştirmektir. Oysa ki şimdiye kadar yaşanan sosyalizm deneyimlerin- den yola çıkarak kadın sorununun sosyalist iktidarlar ile çözülmediği yaklaşımı fazla acelecidir. Sosyalizm, kadının sorununun çözümü de dahil olmak üzere yeni insanın yaratılması sürecinde oldukça engebeli bir yol almak zorundadır:
“Kadının durumunu alınız. En ileri burjuva cumhuriyetlerinin hiç birinde dünya- da hiçbir demokratik parti, on yıllar boyunca bu açıdan bizim yönetimimizin birinci yılında yaptığının yüzde birini başaramadı. Kadın haklarının eşitsizliği, boşanmayı engeller, boşanmayla beraber giden iğrenç formaliteler, evlilik dışında doğmuş çocukların tanınmaması, babanın bulunmaması v.b. konular hakkındaki bu rezil kanunlardan, burjuvazinin ve kapitalizmin utanç hanesine kaydedilmek üzere uygar memleketlerin tümünde büyük sayıda bulunan bu kanunlardan geriye gerçekten hiçbir iş bırakmadık. Bu alanda yapmış olduğumuzdan kıvanç duymakta bin defa hakkımız var. Ama meydanı bu burjuva eski kurum ve kanunlar yığınından kurtardıkça, bunun yalnızca yapı için bir temizlik olduğunu, ama henüz yapının kendisinin olmadığını daha iyi görüyoruz.”35
Öte yandan kadının kurtuluşu için şimdiye kadar alınabilen bir yol varsa, gerek sosyalizm deneyimlerinde atılan adımlar gerekse sosyalizmin varlığının kapitalist ülkelerde yarattığı tedirginlik sonucunda kadınlara verilmek zorunda kalınan haklara bakıldığında, bu yolda sosyalizmin muazzam etkisini görmemek mümkün değildir.
Marksizmin teorik temellerinin eleştirisinden yola çıkarak sınıfsal bakışın yeter- siz olduğunu, hem zaten bu yetersizliği sosyalizm deneyimlerinin kanıtladığını söyleyenler iddialarını yaygınlaştırmak için reel sosyalizmin son dönemlerin- den itibaren kendilerine ciddi bir alan buldular.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün hemen öncesinde başlayan ve çözülüş sonrasında daha yoğun bir şekilde devam eden liberalizm ve postmodernizm dalgası sınıfsal bakışı günah keçisi ilan eden yaklaşımın oldukça cazip hale getirildiği bir akım yarattı. ABD’de ve Avrupa’da daha erken tarihlerde, Türkiye’de ise 80’li yıllarda yeni toplumsal kimliklerin keşfi, işçi sınıfının da bu toplumsal kimliklerin yanında eşitlerden biri olarak algılandığı bakışı beraberinde getir- di. Cinsiyetçi veya milliyetçi ideolojilerin kapitalizmin ve emperyalizmin sınıf ilişkilerinden beslendiği gerçeği bulanıklaştırılmaya çalışıldı.
“Kimlik kategorileri, tam da sermayedarın üretim araçlarının mülkiyetinden muaf olanlardan artık değer elde ettiği kapitalist toplumsal ilişkiler bağlamında, bahsi geçen sömürüyü kolaylaştırmanın mekanizmaları olarak faal hale gelmektedir. Meselenin özü bunca endişe yaratan sınıf kavramı etrafında dönmektedir.”36
Bunların yanında iktidar mekanizması da milimetrik parçalara ayrılmaya çalışılmış ve böylece siyaseten önemsiz hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu çabaların vardığı yeri anlayabilmek açısından Marksizm ve feminizm arasında köprü kurma çabası içerisindeki bir sese kulak verebiliriz:
“Marx ve Engels, insan toplumlarını diyalektik materyalist yöntemle inceleyerek, yalnızca toplumların eşanlı olarak sınıf ve toplumsal cinsiyet üzerinden tabakalandığı gerçeğini değil, aynı zamanda, üretim ilişkileriyle devlet arasında kopmaz bir bağlantı olduğunu da ortaya çıkarmış ve iddia etmişlerdir. Bugün de geçerliliğini sürdüren bu durum, kadınların ezilmişliğini açıklamanın ötesine geçerek günümüz toplumlarının örgütlendiği sömürü ve baskı düzeninde radikal değişiklikler öner- meye çabalayan Marksist feministlerin gözünden kaçmaktadır. Bu gerçeğin -devletin, hakim toplumsal ilişkilerin bir parçası olduğu gerçeğinin-, insanlığın sefil toplumsal koşullarına devrimci bir çözümü tam anlamıyla kucaklayabilmek için görülmesi şarttır. Bu görülmedikçe, bu dünyayı kökten bir şekilde değiştirmek üzerine her strateji ya da proje gerisin geriye kendi üzerine kapanacak ve sistemi değiştirmek bir yana onun devamlılığına hizmet edecektir.”37
Sınıfların yerine kimlikleri koymaya çalışan yaklaşım, “kimlik, herkesin kendine yakışanı giymesidir” misali akışkan/değişken, tam yakaladığınızı zannettiğiniz anda ortadan kaybolan ya da değişen, referansları tuzla buz eden ve çok şey ifade ettiğini iddia ederken pratikte hiçbir şey ifade etmeyen, kısacası sınıftan kaçmak için, sınıf perspektifinden azade kapitalizm analizleri için her kılığa giren bir hokkabaz misali hayatımıza girmiştir. 80’li yıllarda sosyalist hareketler içerisinde likidasyona giden yarıklara yol açan liberal, postmodern, postyapısalcı vb. yaklaşımlardan feminist hareketler de azade olmamıştır. Açılan tartışma- lar bir yanıyla beyaz, Avrupalı, orta sınıf feminizmi eleştirisi gibi aslında sağlıklı bir rotada yürüyebilecek kanallara da yönelirken döneme rengini vuran kimlik siyasetinin milimetrik ayrımları ile toplumsal cinsiyet tartışmalarında da Queer teorilere kadar giden tezlerin yolu açılmıştır. Sınıf siyasetini binbir çaba ile kompartımanlara ayırmaya çalışan yaklaşım, artık kompartımanlarla da yetinmemekte toplumsal dinamiklerin tamamını atomlarına ayrıştırıp, her ne kadar tersini iddia etse de imha etmeye çalışmaktadır.
Postmodernizmle açılan alandan türeyen bir diğer yaklaşım da ilericilik ve tarihsel materyalizme aykırı doğaya ve aslında insanlığın ilkel dönemlerine dönüş tezleridir. Kadınların ve doğanın sömürülmesi iddiasına sahip ekofeminizm. Daha siyasal bazı tartışmaların mezesi haline gelen bir başka yaklaşım olarak da beden tartışmaları ile bağdaştırılıp el çabukluğu ile türbanı kadınların özgürlüğü konusu haline getiren feminist tezler sayılabilir.
Eşitlik tartışmalı bir kavram mı?
Kadın hareketlerinin çıkışından itibaren değişmeyen taleplerden bir tanesi eşit- likti. Eşit oy hakkı, eğitim hakkı gibi talepler ilk gündeme gelen konular olmuş- tur. Fransız Devrimi ile çakan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” kıvılcımının heyecanı kadınlar arasında da büyük bir etki yaratmıştır:
“1793’te Konvent, insan haklarını (les droits de l’homme) ilan ettiğinde, bunların yalnızca erkek hakları olduğunu hemen anladı. Olympe de Gouges, Rose Lacombe ve başkalarıyla birlikte onun karşısında 17 maddelik Kadın Hakları’nı çıkardı; bunu 1793’de bugün de hâlâ geçerliliği olan uzun açıklamalara dayandırarak Paris Komünü’ne sundu; içinde zamana uygun düşen şu cümle geçiyordu: “Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.” Olympe de Gouges’in talepleri yerine getirilmedi. Buna karşılık, kadının gerektiğinde idam sehpasına çıkmak zorunda kalmasına atfı, kanlı bir onay buldu. Bir yanda kadın haklarını savunması, öte yanda Konvent’in zorbalıklarına karşı mücadelesi nedeniyle Konvent’e, idam sehpası için yeterli olgunlukta göründü ve aynı yılın 3 Kasım’ında başı düştü.” 38
Eşitlik talebi, sufrajet hareket ile cisimleşen birinci dalga feminist hareketin ne- redeyse alamet-i farikasıdır. O kuşağın çağdaşı Kollontay’ın aşağıdaki yorumu- na bu tarihsel arka planı bilerek bakabiliriz:
“Feministlerin kavramadıkları bir başka nokta da kadının, belirli bedeni özelliklerinden dolayı her zaman ayrıcalıklı bir yerde bulunacağı, toplumun kadının bu özel değerleri karşısında göstereceği saygının ona zarar vermesine kesinlikle gerek olmadığıdır. Kadının ille erkekle aynı işi görmesi gerekmez ki. Erkekle hak eşitliğini güvence altına almak için kolektif için eş değerli bir iş yapması, fazlasıyla yeterlidir. Feministler bu bağlantıyı kavramaktan uzaktılar o yüzden de hare- ketleri dar kafalı ve tek yanlıydı.”39
Burjuvazinin iktidara geldiği andan itibaren gericileşmesi ve “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” idealini geride bırakması bayrağın devralınması ihtiyacını doğur- du. Kardeşliğin “kızkardeşler”i kapsamadığı tespiti feminist hareket için başka bir kulvarın yolunu açarken eşitlik ideali için harekete geçme de aynı kulvarın parçası haline geldi. Öte yandan bahsi geçen eşitliğin kimin için, kimler arasın- da olacağı özellikle önemlidir. Burjuva kadınların burjuva erkeklerle eşitlik talepleri, zaman zaman işçi kadınların rengini çalmasına rağmen ön plandadır. Dönemin eşitlik gündemleri arasında miras eşitliğinin olduğu hatırlanmalıdır.
İkinci dalga feminist hareket için eşitlik kavramının aynı yere oturtulduğunu söylemek çok mümkün değil. Kendi içinde pek çok akıma ayrılmış olsa da bu kuşağın feministleri kadın/erkek ayrımı ve kadınlara atfedilen pozitif kimlik üzerinden var olmuştur diyebiliriz.
Kadın ve erkek arasında Marx’ın da dediği gibi “döl verme bakımından işbölümü” var olduğu sürece eşitlikten bahsedilebilir mi? Burada eşitliği tartışırken iki resim arasındaki beş farkı bulun oyunundaki gibi bir mantıktan hareket etmeyecek- sek eğer, kadın ve erkeğin eşdeğer konuma ve haklara sahip olmasından bahsetmeliyiz.
Kapitalizm koşullarında eşit haklar mücadelesi burjuva devrimlerinin tamamlanması bağlamında aşamacı bir bakış açısından “herkes kendi eşit koşullarını yaratma mücadelesi vermeli” bakışıyla sivil toplumculuğa uzanan bir çizgiye sahiptir. Buradan baktığımızda bile kadın ve erkek emekçiler ekseninde söz konu- su olan eşitsizlikte eşitlenmektir.
Kadınların kapitalizm koşullarında mücadelesine sosyalist iktidar perspektifinden bakıldığında kadınların eşitliği ve özgürlüğü ile ilgili bu tür taleplerin siyasetin konusu olmanın dışında kadınların erişeceği özgürlük zirvesinde aşılması gereken birer merhale olduğu bakışı ütopiktir. Kapitalizmin yarattığı eşitsizliklere bütünsel bir bakış açısına sahip olmak, özgürlük kum havuzlarında oynayarak yanılsama içine düşmeyi engeller. Daha önceki bölümlerde de bahsi geçen bir tartışmaya dönecek olursak, ev işlerinin kadın ve erkek arasında eşit bölünmesini istemek mi yoksa erkeklerin de bu düzenden muzdarip olduğunu unutmayarak bu işlerin özelleşmiş yeniden üretimin konusu olmaktan çıkartılmasını istemek mi daha ilerici bir taleptir.
Bütün bunların ötesinde kapitalist/emperyalist sistemin hem ulus devletler özelinde, hem cinsiyetler ekseninde, hem de bizatihi işçi sınıfının farklı bölmeleri arasında gelişkin ve zayıf noktalarla bütün bir sistemi yürütebildiğini unutmamak gerekir. Kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri bir mağdurluk veya hırçınlık sarkacındaki bireysel/toplumsal tepkilerle karşılamak yerine eşitsiz gelişimin zayıf halkalarda yoğunlaşan çelişkilerinin devrimci bir siyasetin parçası haline getirilmesi üzerine kafa yorulmalıdır. Hiçbir büyük devrimci kalkışmanın kadın hareketi olmaksızın mayalanmadığı gerçeğine bir de buradan bakılmalıdır.
Kadının kurtuluşu
“Gerçek bir kadın ve erkek hak eşitliği, benim kanımca ancak ikisinin de sermayece sömürülmesi ortadan kaldırılır ve özel ev emeği bir kamu sanayisine dönüşürse bir gerçeklik olabilir.”40
“Engels’in zamanında doğru olan şey bugün için çok daha geçerli: Günümüz toplu- mu ev işlerini ve ondan daha yorucu olan çocuk bakımını “toplumsal endüstri’ye, ücreti ödenen üretken emeğe dönüştürebilecek zenginliğin kat be kat fazlasına sahiptir. Ancak, üretim sadece kâr için yapıldığı sürece bu gerçekleşemez. Toplumun sosyalist dönüşümünden başka bir şey kadınlara hakiki eşitliği getirmeyecektir.”41
Marksizm ve Leninizm, kadının kurtuluşuna giden yolu açabilmenin ilk koşulunun sosyalist iktidarın kurulması olduğunu ifade eder. Sosyalizmin iktidarı demek, sadece kadınlar için değil sömürü düzeninden muzdarip herkes için bir sabah uyandıklarında kendilerini cennette bulmaları anlamına elbette gelmeyecektir. Açılan yol, ileriye sıçramaları ve geriye dönüşleri içerir. Reel sosyalizm deneyimleri kadınlar da dahil insanlığın topyekûn kurtuluşuna giden yolun Marx ve Engels’in burjuva iktidarlarının henüz çok yeni olduğu dönemde yaptıkları iyimser tahminlerdeki kadar kısa olmayacağını göstermiştir.
Buradan reel sosyalizm döneminde kadın alanında yapılanların öneminin küçümsendiği sonucu kesinlikle çıkmamalıdır. Tam tersine kadınların yasa- lar önündeki eşitliği ile başlayan süreç, bu eşitliğin günlük hayatta da nasıl gerçekleştirilebileceğinin yollarının aranması ile devam etmiş; kadınların topyekûn üretime katılmalarının desteklenmesinden, çocuk bakımı da dahil ev işlerinin toplumsal olanaklarla çözülmesine, eğitimde ve istihdamda fırsat eşitliğinden, ortaçağdan kalma gerici zihniyetin kadınları soktuğu cendereden özgürleştirmesine yönelik devrimci adımlarının atılmasına kadar kadınların ezilmesine yol açan her ne varsa kökünü kurutma amacıyla radikal adımlar atılmıştır.
Kadınların kurtuluşunun olmazsa olmazlarını sıralamak gerekirse; sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum kurma iddiasındaki sosyalist bir iktidar, ev emeğinin toplumsallaştırılması42, kadınların gündelik hayatta yaşadıkları baskı ve ayrımcılığın kökeninde olan her tür gerici ideolojiyle mücadele başlıkları en genel hatları ile sayılabilir.
İnsanlığın geldiği gelişkinlik düzeyi kadın sorununun altyapısını sağlamaktadır. Üretim süreçlerinde teknoloji, ev işlerinin toplumsallaşmasını sağlayan organizasyonlar, sağlık ve eğitim alanları vb. Yapılması gereken, buna karar verecek ve hayata geçirecek üretim biçimine ve iktidar alternatifine geçiştir.
Gericilik, şiddet vb. ise çok uzun yılları alacak bir çözüm yoluna sokulacaktır.
Sosyalizm deneyiminde ileri sıçrama ve geriye düşüşler dedik. Fouirer’e referans- la toplumların ilerleme ölçütü olarak kadınların konumunu anlamada bu alana yönelik yaklaşımın bir turnusol kağıdı olduğunu düşünerek iki çarpıcı örnek vererek yazıyı bitirelim.
Birinci örnek, Sovyetler Birliği’nin kurucu önderlerinden Kollontay ve Lenin’den gelsin. Kollontay, mutfağın evlilikten ayrılmasının, kilisenin devletten ayrılması kadar önemli bir konu olduğunu savunur. Lenin, kapitalizm koşullarında kadın- ların yatak odası, çocuk odası ve mutfak arasında köleleşmiş olduğunu ve onu ancak sosyalizmin kurtarabileceğini ifade etmiştir.
İkinci örnek ise Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün sembolü Gorbaçov’dan:
“Ancak zorlu ve destansı tarihimizin yıllar boyunca kadınların annelik ve yu- va-yapıcılık rollerinden kaynaklanan özgül hak ve gereksinimlerini ve çocuklara yönelik vazgeçilmez eğitsel işlevlerini göz ardı ettik. Bilimsel çalışmalarda yoğun- laşan, inşaatlarda, üretimde ve hizmetlerde çalışan, yaratıcı faaliyetlere girişen kadınların artık evdeki gündelik görevlerini -ev işleri, çocukların yetiştirilmesi, güzel bir aile atmosferinin yaratılması- yerine getirecek zamanları yok. Çocuk- ların ve gençlerin davranışlarındaki, ahlakımız, kültürümüz ve üretimdeki pek çok sorunumuzun kısmen aile bağlarının zaafa uğraması ve aile sorumlulukları karşısındaki gevşek tavırlardan kaynaklandığını keşfettik (–) Kadınların salt kadınlık görevlerine geri dönmesi için neler yapılabileceği konusunda basında, kamu kuruluşlarında, işte ve evde hararetli tartışmalar yürütmemizin nedeni bu.”43
İşte sosyalizmin varlığı ile yokluğu arasındaki fark, bu kadar basittir!
Dipnotlar ve Kaynak
- Bundan sonra Köken olarak anılacak.
- Özbudun (2015). Marksizm ve Kadın. Emek, Aşk, Aile. Tekin Yayınevi. s.78 3
- A.g.e. s.80
- Burada biyolojiden kasıt sadece doğurganlıktır.
- Engels (1998). Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Çev: K. Somer). Sol Yayınları. s.12
- Marx (2013). Etnoloji defterleri. Hil Yayınları (Çev: K. Tanrıyar). s.30
- Reed (1994). Kadının evrimi 1. Cilt. Payel Yayınları (Çev: Ş. Yeğin). s.155
- Bebel (2013). Kadın ve Sosyalizm (Çev: S. N. Kaya). Agora Kitaplığı. s.137
- German (2006). Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm. (Çev: Y. Önen). Babil Yayınları. s.49
- Engels A.g.e. s.59
- Özbudun A.g.e. s.21
- Dönemin sosyalistleri arasında kadınların çalışmasının desteklenip desteklenmeyeceği önemli bir tartışma başlığıdır. Birinci Enternasyonal ve işçi sendikalarında bu tartışma oldukça hararet- Kadınların çalışmasıyla işçilerin ücretlerinin düşmesi arasında doğrudan bağ kurup kadınların çalışmasına karşı mücadele yürüten kesimi etkisiz hale getirmek için Marx ve Engels de oldukça çaba sarf etmiştir. Ayrıca Birinci Enternasyonal’e kadınların üye yapılıp yapılmayacağı da büyük tartışma- lara neden olmuştur. Marx ve Engels bu tartışmalarda kadınların Enternasyonal üyeliğinin en ısrarlı savunucuları olmuşlardır.
- Marx’ın notları Lewis Morgan’ın Eski Toplum kitabının yanı sıra John Budd Phear, Henry Maine ve John Lubbock’un çalışmaları ile ilgili aldığı notları da içermektedir.
- Engels A.g.e. s.78
- Marx , Engels F. Collected Works c.43 Aktaran: Nimtz A. H. (2012) Demokrasi Savaşçıları olarak Marx ve Engels (Çev: C. Saday). Yordam Kitap. s.184-185
- Marx , Engels F. (1998). Komünist Parti Manifestosu (Çev: D. Armağan). Gelenek Yayınları. s.25
- Marx (2016). Fransız Üçlemesi (Çev: E. Özalp). Yordam Kitap. s.321
- Özbudun A.g.e. s.73-74
- Marx , Engels F. (1992). Alman İdeolojisi [Feuerbach] (Çev: S. Belli). Sol Yayınları. s.25
- Marx (2016). Fransız Üçlemesi (Çev: E. Özalp). Yordam Kitap. s.120
- Mitchell Aktaran: Vogel L.(2003).Marksist Teoride Kadın (Çev: M. Öngören). Pencere Yayınları. s.39
- Mojab (2018). Marksizm ve Feminizm (Çev: F. Hülagü). Yordam Kitap s.314
- Vogel A.g.e s. 181.
- Vogel A.g.e s. 33-34
- Vogel A.g.e s. 36
- Luxemburg Aktaran: 11. Tez (1989/1) Marksizm ve Feminizm. s.128
- Konunun duygusal emek olarak adlandırılan kısmı ise yine parası olanlar açısından satın alınabilir bir “hizmet” olarak sahip olunabiliyorsa da kapitalizmde metaya dönüşen bu başlığın üretim ilişkileri- nin soğuk çerçevesi ile değerlendirilmesi farklı riskleri barındırmaktadır.
- Smith (2012). Kadınlar ve Sosyalizm (Çev: E. Eratalay). Yordam Kitap. s.157
- A.g.e. s.168
- A.g.e. s.162
- German (2006). Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm. (Çev: Y. Önen). Babil Yayınları. s.64
- Bora (2005). Kadınların Sınıfı. İletişim Yayınları. s.51
- Engels (1998). Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Çev: K. Somer). Sol Yayınları. s.88
- Marx , Engels F. (1992). Alman İdeolojisi [Feuerbach] (Çev: S. Belli). Sol Yayınları. s.70
- Lenin I. Aktaran: Kadın ve Marksizm (1996) (Çev: Ö. Ufuk). Sorun Yayınları. s.182-183 37
- Mojab S. (2018) A.g.e. s.268
- Mojab S. (2018). A.g.e. s.399
- Bebel A. A.g.e. s.296
- Kollontay Aktaran:11. Tez (1989/1) Marksizm ve Feminizm. s.134
- Engels F. Aktaran: Özbudun S. A.g.e. s.93
- Smith S. A.g.e. s.58
- Ev emeğinin toplumsallaşmasına yaklaşım şurada güzel özetlenmiş:“Simone de Beauvoir ev işlerinin saçma ve köleleştirici olduğunu söyler; sanki ev dışında yapılan bütün işler çok tatminkar ve ufuk açıcıymış gibi … Bunu söylerken Beauvoir süpermarket kasiyerlerinin değil de entelektüellerin ve sanatçıların yaşamlarını düşünüyordu kuşkusuz. Ütü yapmak daha saçma ve küçültücü bir iş mi? Gerekli diplomaları alıp anaokulu öğretmeni olmak onurlu da, evde oturup kendi çocuğuna bakmak mı değersiz kılıyor insanı? Evde yapılan bütün işlerin değersiz olduğunu varsayan bu paradokstan çıkmak gerek. Bütün bunları kadınların “eve geri dönmesini” yüceltmek için değil, eskiden riyakarca övülen “annelik” ile annenin yaptığı işlerin toplumsal olarak küçümsenmesi arasındaki karşıtlığın altını çizmek için söylüyorum. Asılolan, yapılan bütün işlerin bir toplum hizmeti olarak görülmesi ve çocukların eğitiminin paylaşılması.” Agacinski S. (2013). Kadınların En Güzel Tarihi (Çev: Y. A. Dalar). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s.21
- Gorbaçov Aktaran: Özbudun S. A.g.e. s.158