Giriş
Ana-akım iktisat öğretisinin teori alanındaki başarılı görüntüsü dayandığı varsayımlara, yaşanan bunca krizler ve yoksulluğa rağmen uygulamada tutunabilmesi ise hemen tüm sorumlulukların sistemi aklarcasına siyasilerin ya da bankaların vb. kurumların yanlış ve isabetsiz kararlarına yıkılmasına bağlıdır. Rekabetçi ve öngörülebilir durağan piyasa varsayımları üzerine kurulu teoride hiçbir düzensizliğe yer olmadığından, yaşanan ekonomik sorunlar ve krizler konusu da, mantıksal yöntemin doğal sonucu olarak, teorinin gündeminde bulunmamaktadır. Oysa döneminin tarihsel koşullarından kaynaklanan, günümüzün başat sermaye dokusunun çıkarları doğrultusunda ısrarla gündemde tutulan varsayımlar ve onun üzerinde kurulu teori, monopolleşme derecesi yüksek ve sermayenin aşırı yoğunlaşıp, merkezileştiği koşullarda gerçeği yansıtmamaktadır. Hal böyle olunca, sıklaşarak yaşanan krizler kâh öngörülemedik nedenlere, kâh siyasilerin ya da sermaye çevrelerinin isabetsiz politikalarına bağlanarak, özünde sistemin çok temel işleyişinden kaynaklanan oluşumlar teori dışında tutulmaya çalışılmaktadır. Örneğin, 2008 küresel kriz ertesinde İngiltere’nin ünlü iktisat okulu London School of Economics’i ziyaret ederek, ünlü iktisatçılara neden krizi öngöremedikleri sorusunu yönelten İngiltere Kraliçesi’ne verilen yanıtta, krizin, bankacıların siyasetçilere yanlış bilgi vermelerinin yanında, öngörülmedik sebeplerden kaynaklandığı gibi afaki gerekçelerle yetinilmiştir. Ana-akım iktisat öğretisinde kriz o denli dışarıda tutulmuştur ki, dünyanın ünlü üniversitelerinde görev yapan onlarca Nobel sahibi iktisatçı arasında krizi öngörebilen az sayıdakiler “kâhin” olarak nitelendirilmişlerdir. Son dönemlerde yoğun kantitatif tekniklere de başvurarak gelişme göstermesine rağmen, ana-akım iktisat öğretisinin sistemin olağan bir parçası olan kriz konusunda hiçbir öngörü ve/veya tedavi yöntemi taşımadığını ileri sürebiliriz. Ana-akım iktisat öğretisinin bu zafiyetine rağmen gücünü yitirmemesi, bir yandan olağan dönemlerde sermaye çevrelerinin çıkarlarını korumasına, diğer yandan da krizlerin sistemin bekasındaki rolü ve bizatihi kriz dönemlerinde de sermaye çevrelerinin olağanüstü avantaj sağlıyor olmalarının perdelenmesine yöneliktir.
Hepimizin bildiği üzere, ana-akım iktisat öğretisinde yer bulmayan kriz konusu Marksizm’de özel bir yere sahiptir. Ancak Marksizm’de işlenen kriz teorisi doğrudan Marx kaynaklı değil, başta Engels olmak üzere, Kautsky, Tugan-Baranovsky, Hilferding vb. Marksist düşünürler tarafından çeşitli şekillerde açıklanmıştır. Engels’in krizi açıklayıcı tezi, Lassalle ve Dühring tarafından ortaya atılan, ana-akım iktisat öğretisinde Keynes görüşü ile örtüşen eksik tüketim tezi karşısına daha tutarlı olan aşırı üretim tezine dayandırılmıştır. Ana-akım iktisat öğretisinde “konjonktür dalgaları” ya da “iş çevrimi” olarak nitelenen yaklaşımın esası, Keynes’den kaynaklanan eksik tüketim görüşüne dayandırılır. İlk bakışta eksik tüketim ile üretim fazlası görüşlerinin aynı olgunun farklı cephelerinin yansıtılması olarak algılanabilir olmakla beraber, iki görüş arasında çok ciddi bir fark vardır. Aradaki çok temel farklılığı, aşırı üretimin sermayenin denetlenemez büyüme dinamiğinden kaynaklandığı gerekçesi ile kontrol altına alınamayacağı, buna karşı eksik tüketimin kamu harcamaları ile giderilebileceği şeklindeki görüş farklılığı oluşturmaktadır.
Kapitalizmin krizli yapısı gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde farklı veçhelerle karşımıza çıkar. Gelişmiş ekonomilerde kriz genellikle olgunlaşan sermaye yapısının dönüştürdüğü üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasında yaşanan çatışma sonucunda oluşur. Buna karşın gelişmekte olan ekonomilerde ise kriz, genel gelişme şekliyle, üretim potansiyelinin tüketimi besleyememesi nedeniyle oluşan borçluluk krizi şeklinde tezahür eder.
Kapitalist krizler reel sektörde oluşmakla beraber, kimi zaman krizi erteleyici, kimi zaman da hızlandırıcı olgular olarak günümüzde giderek büyüyen ve yaygınlaşan finansal akımlar devreye girer. Finansal akımların çeşitli ülkelere portföy yatırımı olarak girip-çıkmaları ya da reel yatırım olarak üretime dâhil olmaları borsa derinliği olan gelişmiş ekonomilerde sorun oluşturmamalarına karşın, Türkiye gibi borsa derinliği olmayan gelişmekte olan ekonomilerde çok derin finansal çalkantılara ve krizlere yol açabilmektedir.
Türkiye’nin Krizleri: Genel Açıklama
Ülke ekonomileri münferiden değil, bağlı oldukları ekonomik ağ içindeki karşılıklı ya da bağımlılık durumlarına göre şekillen(diril)ir. Kapitalist sistemde çevresel konumlu Türkiye, ekonomi açıdan gelişmekte olarak sistem ağı içinde genellikle etkilenebilir ya da denetlenebilir pozisyondadır. Söz konusu etkileşim ya da denetlenme ilişkisi, ülkeleri, kimi zaman aşırı tüketime ve aşırı borçluluğa, kimi zaman da denetimsiz serbest ekonomi kuralının uygulanması zorlaması ile çalkantılı uluslararası alanda seyretme güçlüğüne sürükler. Çevresel ekonominin yararınaymış gibi yansıtılan söz konusu politikaların asıl amacı, çevresel ekonomilerden gelişmiş merkezlere çeşitli yollardan kaynak aktarımı sağlamaktır. Türkiye ekonomisi, Devletçilik politikasının uygulandığı 1930-45 dönemi dışında hemen her dönemde, farklı nedenlerle, borç ve döviz krizine sürüklenmiştir. Verimsizlik ve üretim yetersizliğinden kaynaklanan geri ekonomiye özgü yaşanan krizler yanında, zaman zaman gelişmiş olgun ekonomilere özgü tipik Marksist krizlerin neden olduğu küresel krizlerin etkileri de dolaylı olarak ekonomide hissedilmiştir.
Küresel kapitalizmin gölgesinde seyreden Türkiye ekonomisini küresel değişimlere paralel dönemselleştirerek, farklı etkilerle krizlere savrulmasını 1923-1950, 1950-1960, 1960-1979, 1980-1999 ve 2000 sonrası olmak üzere beş merhalede ele alacağım.
1923-1950 Dönemi
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Lozan Anlaşması ile bağımsızlığına kavuşmuş olan Türkiye, maalesef dış ticaretini yönlendirebilecek tüm araçları bir süre eline alamamıştır. Dış ticaretin denetimi ve iç ekonominin korunmasına yönelik olarak gümrüklere ancak 1929 yılında hâkim olunabilmiştir. Gümrüklere ancak 1929 yılında hâkim olabilen hükümet, yasalarla belirlenen bazı sağlık ürünleri vb. mallar dışındaki mallarının ithalatında alınan gümrük vergisini % 16’dan % 40’a kadar yükseltmiştir. Bu süreci spekülatif olarak değerlendiren ticaret sahipleri gümrükler yükselmeden aşırı ithalata yönelmişlerdir. Deniz ticareti alanında Kabotaj hakkı da ancak 1926 yılında elde edilebilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan zayıf ekonomik yapıda iç talebin karşılanması gereği ile ithalat ihracatın üzerinde seyrediyordu;1923 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı % 58,5 iken, ithalatın spekülatif amaçlı yükselmesi nedeniyle bu oran 1928 yılında % 77,6’ya ulaştı. Genellikle yatırım malı ithalatının yapılması, bu ürünlerin yüksek fiyatı nedeniyle dış ödemeler dengesinin aleyhte bozulmasına neden oldu. Ekonomi, Cumhuriyet döneminin ilk döviz krizini böylelikle 1929 yılında yaşadı. 1929 yılında küresel krizin de yaşanıyor olması nedeniyle dış dünyada fiyatların gerilemesi Türkiye’nin geleneksel ihraç mallarına olan talebin kısılmasına ve dış ödemelerdeki sıkıntının daha da yükselmesine yol açtı. Osmanlı harp tazminatı yükümlülüğü altında olan Cumhuriyet yönetimi, tüm olumsuzluklara rağmen, dünya fiyatlarının gerilemesi yanında, iç talebin de kısılması yoluyla krizi en az zararla atlatmayı başarabildi.
1929 Küresel krizinin emperyalist Batı dünyasını kendi içine döndürmesiyle, Cumhuriyet kadrosu ekonominin serbest piyasa düzeni ile kalkınamayacağını idrak ederek, devletçilik programını uygulamaya koydu. Anayasa’da halkçılık programı ile yanyana yürütülen devletçilik uygulaması, Cumhuriyet’in dâhil olduğu küresel ideolojiden esinlenerek, ideolojik dönüşümden çok, burjuvazi kadrosunu oluşturma ve sermaye birikimi hedefi gütmekte idi. Merkez Bankası’nın 1930 yılında kuruluşu devletin en temel erki olarak ulusal para basımına egemen olma yolunu açtı. Bu surette ekonomi yönetimi üzerinde daha bir hâkimiyet oluşturan hükümet sanayileşmeye adım atarken, aynı zamanda da enflasyon oluşturmama gayreti ile para politikası ve maliye politikası üzerinde sıkı denetim sağladı. Para hacmi ekonomideki reel büyümeye koşut olarak arttırılarak enflasyonun önüne geçildi. Nitekim dönem başında yaklaşık 160 milyon lira olan para hacmi, 1938’de ancak 300 milyon liraya yükseltildi. Bütçe hacmi de denetim altında tutularak, bütçe açığının oluşturulmamasına gayret edilerek, 1938 yılına dek bütçe fazlası verildi. Böylece, bir yandan sanayileşmenin ve sermaye oluşumunun temelleri atılırken, diğer yandan da sıkı para ve maliye politikası izlenerek ekonomik krize sürüklenme kanalları tıkalı tutuldu.
İkinci Paylaşım Savaşı’nın dışında kalan Türkiye, tüm olasılıkları göz önünde bulundurarak, 1939-45 döneminde savaş ekonomisini devreye soktu. Olağanüstü önlemlerin uygulandığı bu dönemde maliye politikasında taviz verilmeyip, bütçe açığı oluşturulmamış olmakla beraber, zorunlu olarak para hacminde üç kat artışa gidildi. 1939 yılında 300 milyon lira dolayındaki para miktarı, 1945 yılında 920 milyon liraya kadar yükseltildi. Para miktarındaki bu denli yüksek artışın fiyat artışlarına yol açacağı doğal idi; şöyle ki, 1938 yılı tüketici fiyat endeksini 100 olarak aldığımızda, 1945 yılı endeksinin 345 değerine yükseldiğini görürüz. Açıktır ki, bu yükseliş salt para miktarı artışından meydana gelmiş olmayıp, harp döneminde yaşanan kıtlık, ihtikâr ve spekülatif faaliyetlerin de sonucu olarak gelişmiştir. Bu durum karşısında 1942 yılında ihdas edilen ve siyasi veçhesi ile hayli tartışma yaratan Varlık Vergisi onbir aylık yürürlülük süresinde toplam 315 milyon liralık gelir sağladı. Olağanüstü harcamaların karşılanmasında devreye sokulan ikinci vergi ise, 1944 yılında Mahsulat-ı Arziye Vergisi adı ile çıkarılan ve devlete toplam olarak 230 milyon lira dolayında gelir sağlayan toprak mahsulleri vergisidir. Böylece, savaş ekonomisinin yükü borçlanma yoluyla gelecek nesillere ertelenmeden var olan topluma yıkılarak, dış borç oluşturulmamış ve derin kriz yaşanmadan bu dönem atlatılmış oldu. Belki de günümüzde ana muhalefet partisine karşı yaşanan olumsuz duygunun nedeni, sair nedenler yanında, o dönemin savaş ekonomisinin ve karne uygulamasının halk üzerinde yarattığı ekonomik baskıdır. Savaş dolayısıyla yaşanan tüm sıkıntılara ve buna rağmen kısıtlı da olsa girişilen kalkınma çabalarına rağmen bu dönem krizsiz kapatılabilmiştir.
1923-50 dönemini kuşbakışı üç bölüme ayırırsak, dış koşullardan ekonominin nasıl etkilendiğini rahatlıkla görebiliriz. Şöyle ki, Kurtuluş Savaşı sonrası işbaşına gelmiş kadronun serbest piyasa kuralı ile ekonominin kalkınamayacağını görmesine rağmen, yöneticilerin ellerini kollarını bağlayan güçlü Batı ekonomisi karşısında ekonominin ilk döviz krizine sürüklenmesi kaçınılmaz idi. Ekonomiye devletçilik anlayışı ile hâkim olan kadronun yönetimi sonucunda iç ve dış dengesizliğe sürüklenilmemiş ve kriz yaşanmamıştır. İkinci Paylaşım Savaşı döneminde ise olağanüstü önlemlerle ekonomik kriz önlenebilmiştir. Fakat yaşanan sıkıntıların uzun sürecek siyasi tahribatı ortadadır. Ekonomiyi Osmanlı’dan beri izlenen kapitalist çizgide tutmakla beraber, Batının işgal girişimini püskürten, küresel sömürgecilik anlayışının sorgulanmasına neden olan ve bu süreçte sosyalist blokla dirsek temasına giren kurucu partiye karşı halkın direncinin salt yaşanan sıkıntılarla mı ilgili, yoksa olası Batı etkisinin sonucu mu olduğu meselesi tarihçilerin inceleme konusudur.
1950-1960 Dönemi
1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin büyük bir oy çoğunluğu ile iktidara gelmiş olması çoğu çevrelerce gerçek demokrasiye geçiş olarak adlandırılmakla beraber, süreç ülkenin krizlerle dansı bağlamında önemlidir; şu anlamda ki, 1950 dönemi ülkenin Batı’ya bağlanmasının ve günümüze dek sürüklenmesinin önemli aşamasını oluşturmaktadır. 1945 ve izleyen yıllar İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonlandırıldığı, dünya siyasetine “soğuk savaş”ın hâkim olduğu iki kutuplu dünyada ABD’nin “kadife eldivenli” hegemonya ilişkilerinin devreye sokulduğu aşamadır. Bu dönemde çevresel konumlu ekonomiler örtülü hegemonya altında sürdürülen bağış ve kredi politikaları ile hem merkezin politikasına, hem de ekonomisine bağımlı kılınıp, merkeze piyasa desteği sağlama işlevine sürükleniyordu. Nitekim kuruluş yıllarında CHP’nin “yerli malı yurdum malı, herkes onu kullanmalı” şeklindeki ekonomiyi koruyucu sloganına karşı, DP’nin dış ticareti serbestleştirmesi önemli bir gösterge oluşturmuştur. Osmanlı borçlarının ödenmesi henüz bitmemişken, ülkenin temel ihracatının başta tütün ve fındık olmak üzere tarım ürünlerinden, buna karşın ithalat kalemlerinin ise hammadde ve sanayi ürünlerinden oluşması koşulunda dış ödemeler dengesi giderek bozulmaya başladı. İthalatın ortalama ancak % 75’ini karşılayan ihracat koşulunda her yıl ulusal gelirin % 3-5 oranında cari açık veriliyordu. Dış ödemelerin sıkışması sonucunda hükümet ticaret serbestisine 1954 yılında son vererek, 1958 yılına dek sürecek denetimli ticaret ve kambiyo rejimine geçildi. Fakat bununla da yetinilmedi ve 1956 yılında para değeri düşürülerek dış ticaretin fiyat ayarlamaları yoluyla kısıtlanmasına çalışıldı. Bu durum karşısında kapitalist dünyanın patronu konumundaki ABD ekonomik yardımlarını devreye sokarak, Sovyetler Birliği’nin kapı komşusu konumundaki Türkiye’yi kısa vadede ayağa kaldıracak görüntüsü veren, fakat uzun vadede bağımlılık yaratacak projesini devreye soktu. 1948 yılında başlamış olan Marshall Planı çerçevesinde 1946-50 arasında, 32 milyon doları bağış olmak üzere, toplam 150 milyon dolar kredi sağlandı. Aşağıdaki tabloda detayları verilen ABD’nin borç desteği ve bağış şeklindeki mali desteklerinin sürdürülmesinde Türkiye’nin NATO üyeliği ve Kore’ye bir tugay asker göndererek Batı blokuna ve ABD’ye bağlılığını kanıtlaması, ABD’nin Sovyetler’e karşı müttefiklerini koruma ve savunma refleksinin üzerinde devamlı yardım desteğini sürdürmesinde başat rol oynamıştır. ABD destekleri salt mali düzeyde de kalmamış, PL 480 programı çerçevesinde süt tozu vb. beslenme-gıda yardımları da gündeme gelmiştir. ABD’nin sağladığı mali destek kısa süreli ekonomiyi rahatlatırken, uzun dönemde bağımlılık yaratmaya başlamıştır. Bunun da ötesinde, ilk aşamada dönemin siyasilerinin politikalarına olumlu yansıyan mali destekler zamanla iç siyasette dış hâkimiyetin öne çıkmasında da önemli rol oynamıştır.
Türkiye’nin kuruluş dönemini izleyen Demokrat Parti döneminde başlayan ve günümüze dek devam eden bağımlılık olgusunun ilk aşama göstergesi olarak aşağıda sergilenen tablo oldukça iç karartıcıdır.
ABD Mali Desteği (milyon dolar)1
Yıllar ABD Borç Desteği ABD Bağış Desteği
1946-48 45,4 —
1949 33,8 —
1950 40,0 31,9
1951 — 49,8
1952 11,2 58,4
1953 — 58,6
1954 — 78,7
1955 25,5 83,8
1956 25,0
1957 25,1 62,3
1958 23,2 90,4
Serbest dış ticaret rejimi altında, ülkenin genel üretim kapasitesinin yetersizliği yanında, ithalat fiyatlarının ihracat fiyatlarına oranını veren ticaret hadlerinin devamlı surette ithalat lehinde seyretmesi de dış ödemeleri zorlamaktaydı. 1954 yılından itibaren IMF’nin devamlı gözetimi altında tutulan ekonomiye yapılan tüm tavsiyelere rağmen dış açıkla borç birikimi yükselerek, 1958 yılında Paris Anlaşması adı ile anılan, tüm alacaklı devletlerle bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmada Türkiye yaklaşık 600 milyon dolarlık borca karşılık standart reçete olarak bilinen IMF uygulamalarını kabul edip, genelde ekonomiyi daraltıcı politikalarla 27 Mayıs 1960 ihtilalini yaşadı. Bu dönemin hikâyesi, “sanayileşmedikçe Batılı devletler tarafından hammadde ve tarım ürünü ihracatçısı olarak görülen ekonomilerin kalkınma hamlelerinin sonuç veremeyeceği” şeklindeki devletçilik dönemi mottosunun kanıtlanmasıdır. Bunun da ötesinde, Türkiye deneyimi açıkça göstermektedir ki, çeşitli mekanizmalarla dış borca sürüklenen ülkeler açık veya örtülü olarak ekonomi ve siyasetin tüm alanlarıyla emperyalizmin etkisi altına girer.
1960-1979 Dönemi
1960 dönemi ekonomi yaşamımızda yeni bir planlama dönemidir. 1961 Anayasası doğrultusunda, ilki 1963 yılında uygulamaya koyulmak üzere, beş yıllık planlama-programlama ve bütçeleme sistemine (PPBS) geçildi. Geçmiş dönemlerin ithalat rejiminin yarattığı döviz sorunu ithal ikameci montaj sistemi ile aşılmaya çalışıldı. Böylece mamul ürün ithali yerine ilk aşamada hammadde ve yarı mamul ithal edilip ürün montajına geçilip, zamanla tümüyle yerli üretime geçilmesi amaçlanıyordu. Beşer yıllık planlama dönemlerinde özel yabancı sermaye yanında, proje kredileri ve program kredileri de alınarak kalkınma hamlelerine hız verilmeye çalışıldı. Ancak, ülkeye gelen yabancı sermaye getirdiği yatırım karşılığında doğal olarak kâr transferi yaparak, dış ödemeler hesabına ilk anda yapmış olduğu katkının büyük bölümünü geri alma yoluna gitti. Aşağıdaki tabloda üç plan döneminde farklı kalemlerden dış ödemeler hesabında gözlemlenen artı (ekonomiye giren) ve eksi (ekonomiden çıkan) hareketleri izleyebiliriz.
Üç Plan Döneminde Dış Ödemeler Hesabında Gözlemlenen Hareketlilik2
(Milyon Dolar)
İşlemler 1.Plan Dönemi 2. Plan Dönemi 3. Plan Dönemi
Öz. Yb. Sr. (+)
Kâr Trs (-)
Proje Krd. (+)
Hizmet Öd. (-)
Prog. Krd. (+)
İşçi Dövizi (+) 115 183 362
74 168 342
317 921 1931
27 130 131
723 516 181
287 1732 5886
İmgeler: (Öz. Yb. Sr.= Özel Yabancı sermaye) / (K3ar Trs. = Kâr Transferi) / (Proje Krd. = Proje Kredisi) / ( Hizmet Öd. = Hizmet Ödentisi) / (Prog. Krd. = Program Kredisi)
Tablonun incelenmesinden de anlaşıldığı üzere, ülkeye giren yabancı özel sermaye hemen her dönemde getirdiği kadar ana sermaye tutarını kâr transferi olarak geri götürmüştür. Her dönemde ekonomide kalan parasal değer, sırasıyla, 39, 35 ve 20 milyon dolardır. Bir sermaye ünitesinin yatırımın üzerinde bir değer kazanmadığı bölgeye gitmesi ekonomi mantığı ile açıklanır olmadığından, bu süreç normaldir. Yabancı yatırımlardan parasal değer beklemek hayaldir, ancak bu tür yatırımlardan ülkede kullanılan teknolojiye katkı yaparak, ülke sanayi yapısında teknoloji düzeyini ileriye taşıması beklenebilir olmakla beraber, sermayeler arasındaki öldürücü rekabetin en etkili silahının teknoloji olduğu gerçeği bu durumu engellemektedir. Ancak, ileri ülkelerde demode olmuş teknolojiler kalkınmakta olan ekonomilere kaydırılarak, bu ekonomiler hiçbir dönem ileri ekonomileri yakalayamayacağı şekilde ikinci sınıf sanayileşmeye itilir. Böylece kendi içinde mutlak olarak kalkınma yaşayan ülke, ileri ekonomilerle karşılaştırmada göreli olarak geri kalmış olur. Tüm çabalara rağmen sanayileşememe koşulunun başat olduğu ilk iki planlama döneminde (1963-67 ve 1968-72) ekonomiye nakit girişleri olumlu olduğundan, özellikle de işçi dövizleri ekonomiye ciddi boyutta katkı yaptığından fazla bir sıkıntı yaşanmamış, derin bir döviz krizine sürüklenilmemiştir.
1970’lerde ise, birinci dönemin aksine, iki önemli olay nedeniyle dış ödemeler sıkıntısı yaşanarak döviz krizine girilmiştir. Bu dönemde yaşanan birinci olay 1974 petrol şokudur. OPEC ayarlamaları sonucunda dünya petrol fiyatlarının bir anda üç misline yakın fırlaması tüm petrol ithalatçısı ülkeler gibi, Türkiye’yi de zor durumda bırakmıştır. Ödemeler hesabında büyük pay oluşturan enerji girdisi içte fiyatlara yansıdığı gibi, dış ödemeler açısından da kaynak ihtiyacını şiddetlendirmiştir. Ekonomiye olağanüstü yük yıkan dönemin diğer olayı ise 15 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtıdır. Kıbrıs Barış Harekâtı hem kısa soluklu savaş için ani harcama yapmayı, hem de uzun dönemde uluslararası alanda cereyan edebilecek muhalefet ve olası çatışmalar için ekonomi ve askerî açılardan hazırlıklı olmayı gerektirmiştir. Bunların da ötesinde Kıbrıs harekâtı ertesinde ABD’nin ambargosu doğal olarak ekonomiyi güç duruma sokmuştur.
Gerek petrol şoklarının gerekse Kıbrıs Barış Harekâtının olası sonuçları beklenirken, beklenmeyen ve ekonomiyi dış ödemelerde sıkıntıya sokan başka bir yapısal olay da, ithal ikameci montaj sanayileşme ile amaçlanan hedefin gerçekleşemeyeceği gerçeğidir. Sebeplerini detaylı araştırmayı gerektiren bu süreçte şu saptamayı yapmak yerinde olur ki, montaj anlaşmalarında yabancı firmalarla yapılan sözleşmelerde temel girdilerin sadece belirlenen merkez firmalardan alınacağı ve yapılan montaj ürünün sadece içeride kullanılması, ihracata konu edilmemesi koşulu getirilmişti. Böylece sanayinin her hamlesinde girdilere döviz ödemesi yapılırken döviz gereksinimi yükseliyor, montajı yapılan ürünün ihracatı yasaklandığı için döviz girdisi sağlanamıyordu. Her sanayi hamlesinde döviz çıkışı döviz girişinin üzerinde gerçekleşerek, dönem sonunda döviz krizi kaçınılmaz oluyordu.
Bu sürece salt Türkiye açısından değil, emperyalizm açısından da bakmak gerekmektedir. Şöyle ki, söz konusu montaj anlaşmasına girmeden hammadde ve yarı mamullerin dünya piyasa koşullarına göre farklı ülkelerden alındığı durumda, potansiyel satıcılar olağan piyasa kârı dışında avantaj sağlamazlar. Oysa çevresel konumlu bir ülkenin gelişmiş bir ülkenin montaj merkezi olarak bağlanarak, tüm girdilerin aynı yerden sağlanıp, ürünlerin dış dünyaya satılması engellendiğinde, merkez ülke hem dünya piyasalarını kaptırmamış, hem de montaj anlaşması yapmış olduğu ülkeye ihraç ettiği girdilerde fiyat hâkimiyetini elinde tutmuş olur. Bu tür kısıtla girişilen ticaret ya da montaj anlaşması serbest piyasa koşullarının ötesinde geri ekonomiyi baskı altına alır. Süreci uluslararası ticaret kavramları üzerinden anlamaya çalışırsak, merkez ülkenin montaj anlaşmasına giren çevresel ekonomi üzerinde montaj emperyalizmi ilişkisi kurduğu sonucuna varırız. 1950 – 60 döneminde ticari emperyalizmle sömürülen ekonominin, 1960 – 70’lerde de, üstelik planlama ve ithal ikameci görüntü altında, montaj emperyalizmi hâkimiyetinde sömürülmüş olduğunu görürüz. 1979 yılına doğru çeşitli sıkıntılarla ve döviz krizi ile uğraşan ekonomi yine bir askeri müdahale ile karşılaşmış; değişen dünya koşullarında, yeni koşullar paralelinde oluşturulan politikaya yönelmiştir.
1980-1999 Dönemi
Türkiye planlama dönemini ithal ikameci ve montaj emperyalizmi sonucunda krizle kapatırken dünya ekonomisi giderek yoğunlaşan finans kapitalizm aşamasına geçiyordu. 1980 askeri darbe ertesinde işbaşına gelen Özal hükümetinin sloganı “döviz kefenini yırtmak”tı. Bunun için uygulamaya koyulan projenin bir ayağını ihracat seferberliği, diğer ayağını ise IMF desteği oluşturacaktı. İhracat seferberliği önündeki en ciddi engel kapalı model olarak uygulanmış olan ithal ikameci montaj sanayi verimsizdi, dünya standardında ve fiyatında üretim yapamıyordu. Bu durum karşısında projenin birinci ayağı aksamaya başladı. İhracatı desteklemek için ihracat sübvansiyonları vb. bazı destekler ise Batı dünyasının tepkisini çekiyordu. Hal böyle gelişince tek seçenek olarak halkın sıcak para olarak tanıdığı para operasyonuna başvurmaktan başka çare kalmıyordu. Sıcak para operasyonu şöyle çalıştırılmaya başlandı. Kamu bütçesi açık verince usulen Hazine, Merkez Bankası’na Hazine senedi vererek bankadan borç alır. Böylece piyasaya çıkan para enflasyona sebep olur. O dönemde bir karar alınarak, kamu bütçesi açığının ufak bir bölümü için Merkez Bankası’na gidilip, geri kalan bölümü için ise para piyasasına yönelindi. Hükümetin bütçe açığı için para piyasasına girmesi faiz haddini yükselterek, gerek yastıkaltından gerekse dış piyasalardan ekonomiye döviz girişi sağladı. Bu işlem dış ödemeler hesabını düzeltmedi, fakat yüksek faiz karşılığı sağlanan emanet dövizle kısa dönemli ödeme sorunları aşıldı. Ancak, bu süreç kısa dönemde yatıştırdığı sorunların uzun dönemde daha da büyümüş olarak ekonominin önünde yükselmesine neden oldu. Kamu kesiminin para piyasasından borçlanması sonucunda faiz oranları 1980 başlarında % 33 dolayında iken, 1990’lara doğru % 70’lerin de üzerine çıkıp, 1990’ların sonunda % 95’ler düzeyine kadar yükseldi. Faiz oranının böylesi yükselişi hem kamu bütçesini hem de dış ödemeler hesabını fevkalade sarstı. Bu doğrultuda hazine bonosu faiz oranları 1985’lerde % 50’lerde seyrederken, 1990’ların ortalarına doğru % 130 oranlarını zorlamaya başladı. Yüksek faize koşan sıcak paranın getirisi de 1980 ortalarındaki % 20’ler düzeyinden, 1990’lar ortalarında iki katına çıkarak %40’lara yükseldi. Bu durum, doğal olarak ekonomide gelir dağılımını bozmakla kalmadı, aynı zamanda kamu bütçesinde ve dış ödemeler hesabında açığın (ikiz açık) büyümesine yol açtı. Kamu kesiminde faiz ödemelerinin ulusal gelire oranı 1997 yılında % 6,5 iken, bu oran 1999 yılında % 15,3’e yükseldi. Aynı şekilde cari hesaplara da yansıyan durum, 1984 yılında 970 milyon dolar olan cari açığın, 1998 yılında 1milyar doların üzerine çıkmasına neden oldu.
Bu dönemi de, küresel finansal akımlara uygun olarak finansal emperyalizm dönemi olarak görmek gerekir. Sıcak para gereksinimi içindeki ekonomilere merkez ekonomiler nakit akıtarak, merkez ekonomilerde reel sektörlere yapılacak yatırımların getirisinden çok daha yüksek faiz elde etme yoluna giderken, çevresel ekonomilerdeki üretimin bir bölümüne de el koyarak çevreden merkeze reel kaynak aktarımı sağlamışlardır. Bu sürecin sıhhatli işleyebilmesi için merkez ekonomi bankalarının Türkiye’de şubelerinin bulunması gerekiyordu. Yabancı finans kuruluşlarının Türkiye’de kurulup, işlem yapmalarına izin veren düzenleme 11 Ağustos 1989 tarihli ve 32 sayılı karar ile gerçekleştirildi. Özal dönemi düzenlemeleriyle küresel finansal hareketlere paralel konuma getirilen Türkiye, böylece rahatlıkla ve nizami olarak küresel finansal emperyalizminin boyunduruğu altına alınmış oluyordu. Sıcak para ülke halkı ve ekonomisi üzerinde öylesi eroin etkisi yaptı ki, günümüze dek sarkan geçici rahatlatma mekanizması ile alttan alta ekonomiyi eriten süreci hiçbir iktidar önlemeye ya da kaldırmaya cesaret edemedi. 1980 Özal’lı yıllar kapanırken tabelada kriz gözükmüyordu, ama ekonomi kriz potansiyeli taşıyan parlak görüntülü politikalarla içten içe eriyerek hızla kriz ortamına sürükleniyordu.
1990’lı yıllar ise 1980’lerin finansal sürüklenişinin tahrip ettiği ekonomik koşullar yanında siyasi olarak da hayli çalkantılı bir dönemdir. Şöyle ki, faizler yükselmekte, enflasyon artmakta, borç stoku çığ gibi büyümektedir. Bütçe açığı 1989 yılında 7 673 milyar liradan, 1993 yılında 133 857 milyar liraya yükselmiştir. Bu miktarlar dönem bütçelerinin % 30 – 35 oranlarına tekabül eder. KİT’ler, Fon’lar ve sair kamu kurum açıklarını bir arada ele aldığımızda 1989 yılında 12 283 milyar lira olan kamu kesimi açığı, 1993 yılında 244 224 milyar liraya yükselmiştir. Hükümet borç yükünü hafifletmeye yönelik faizleri düşürme amacıyla açıkları Merkez Bankası kısa vadeli avanslarıyla karşılamaya kalktığında, maalesef faizler gerilememiş, piyasada artan para dövize kayarak döviz yükselip, kamu bütçesine ve ekonomiye yük yıkmıştır. Böylesi sıkıntılarla boğuşan ve koalisyonların da getirdiği siyasi bunalımlar ekonomide istikrar sorununa yol açarken, 1994 yılında baskılayıcı bir istikrar programı yayınlanmış olup, buna göre bütçedeki faiz yükünü hafifletecek bir seferlik vergi, kamu mallarının fiyatlarında ani yükseliş sağlayarak fon oluşturma ve tüketimi kısıcı önlemler alma yoluna gidilmiştir. 1994 krizinden ürken hükümet dönemin sonuna kadar sermayeyi ürkütmemek ve ekonomiye çekebilmek için bir yandan yüksek faiz politikası izlerken, diğer yandan da banka mevduatlarına belirli ölçülerde devlet garantisi getirmiştir. Ancak bu politikalardan yüksek faiz ekonomiye kısa dönemli can suyu sağlarken, reel yatırımların gerilemesine; banka mevduatlarına getirilen garanti ise, bazı güçsüz bankaların mevduatta devlet garantisini arkasına alarak yüksek mevduat toplama riskini gündeme taşımıştır. Görülüyor ki, kısa vadeli toparlanma önlemleri ekonomiyi uzun vadede daha yüksek risklere sürükleyebilmiştir.
1990’ların ikinci yarısında Türkiye kriz yaşarken aynı anda Doğu Asya ülkelerinde ve Rusya’da da krizler yaşanıyordu. Kapitalist dünyada bir ülkede yaşanan kriz finansal serseri fonların derhal çevre ülkelerinden merkez güvenli ülkelere yönelmesini tetikler. Bu süreç de Türkiye’yi olumsuz etkileyerek, 1990’ların sonuna doğru ekonomi “1 cent’e muhtaç” konumda olarak dönem kapatılmıştır.
2000 ve Sonrası
Devletçilik dönemi dışında hemen her dönemde küresel akımlardan etkilenen ekonomimiz, 2000 sonrasında da bizzat IMF marifetiyle dayatılmış program doğrultusunda, küresel emperyalizmin finansal akımlarının etkisinde kalmıştır. Yukarıda da görmüş olduğumuz üzere, Türkiye’de 1990’ların sonuna doğru derin krize sürüklenmesiyle, önceleri 1999 yılında IMF gözetimi altına alınmış, 2000 yılı başında ise IMF ile stand-by istikrar anlaşması uygulamaya koyulmuştur. Bu programın en sert yanı, bir yandan enflasyonun denetlenmesi, diğer yandan da liranın orta dönemli değerinin öngörülebilmesi amacıyla, liranın Dolara ve Euro’dan oluşan sepete ( = 1 ABD Doları + 0,77 Euro) bağlanarak, önceleri üçer aylık aralıklarla devalüasyona gidileceği kararı idi. Bunun anlamı, görece güçsüz ve enflasyonu denetlemede güçlük çeken bir ekonominin para biriminin güçlü ve enflasyon oranı düşük bir ekonominin para birimine bağlanıyor olmasıdır. Bu süreç zayıf ekonomide enflasyonun yükselmesi karşısında devalüasyon yapılmaması, ülke parasını değerlendirerek, dış ticaretin ithalat lehine, ihracat aleyhine gelişmesine yol açar. Nitekim Türkiye’de de böyle bir olay yaşandı; dış ticaret dengesi 2000 yılında tüm yıl için toplam 22,3 milyar dolar açık vermişken, 2001 yılının sadece ilk dört ayında toplam olarak bir önceki yılın toplam miktarına eşit olarak, yaklaşık 22,4 milyar dolar açık vermiştir. Aynı dönemde Hazine faiz oranları da % 38’lerden % 41’lere kadar yükselmiştir. Enflasyon ise tüm çabalara rağmen denetlenememiş ve 2000 başındaki % 68 oranından yılsonuna doğru ancak % 45’lere doğru geriletilebilmiştir. Üçer aylık kur ayarlamaları ile yürütülen süreç bir yıllık uygulama sonucunda Şubat ayında kriz olarak patlak verdi. Ekonomi IMF stand-by anlaşması ile devreye sokulan kur politikası ile yeniden bir döviz krizine savrulmuş oldu. Kur ayarlama sorunu Kemal Derviş’in devreye girmesiyle, üçer aylık dönem sisteminden piyasa koşulunda oluşan serbest kur sistemine geçilerek çözüldü. Kur ayarlaması yanında, IMF istikrar programı üç ayaklı uygulamayı devreye soktu. Birinci alan olan maliye politikasında bütçede israf ve verimsiz harcamaların önlenmesi gerekçesiyle “bütçe disiplini” sağlanması ve ulusal gelirin yaklaşık % 6’sı oranında “faiz dışı fazla” verilmesi ilkesi kabul edildi. İkinci alan olan para politikasının istikrarı sağlama işlevine yönelik olarak da Merkez Bankası’nın bütçe açığını karşılama yetkisi sınırlandırıldı ve “Para Kurulu” olarak tanımlandı. IMF programının en kapsamlı uygulamasını ise tüm ekonomiyi kapsayan “yapısal reform” modeli oluşturdu. Söz konusu uygulamalar çerçevesinde ekonomi ticari alanda olduğu kadar reel ve finansal sermaye hareketleri alanlarında da denetimsiz olarak dış dünyaya açılarak, özelleştirme, kamu kesiminin küçültülmesi, “hizmet alımı” sözleşmeleri ile bazı kamu hizmetlerinin üretiminin özel kesime devredilmesi yoluna sokuldu.
2000 yılında neoliberal politikaların uygulamasından hemen sonra 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldi ve iktidar süresi boyunca IMF-Derviş programını büyük bir sadakatle uyguladı. Bu sürece ulusal gelirdeki değişimler açısından baktığımızda, 1980-2013 aralığında ortalama büyüme oranının % 4,3 olmasına karşın, daha kısa sürede, 2008-2013 aralığında büyümenin % 3,7 oranına gerilediği, diğer bir deyişle, son dönemde büyüme hızının düştüğü görülür. Bu dönemde ulusal gelir üzerindeki en etkili unsur ihracat gelirleri olmayıp, iç tüketimdir. Gerek gelirdeki gerilemenin gerekse ihracat hamlesinden iç tüketime yönelme yüksek faiz ve değerli ulusal para politikasının olumsuz sonuçlarıdır. Yüksek faiz ülkede yerli ve gelen yabancı reel yatırımları frenlerken, hem reklam hem de yüksek faiz nedeniyle değerli yerli para etkisiyle yükselen tüketim talebi dış üretim kaynaklarına kaymış olup, bu nedenle ithalat yükselmiştir. Ekonomide güçlü üretim olmadan tüketimin finansmanı ise yüksek faizle dış dünyadan alınan borçlarla yapılmıştır. Başka bir ifadeyle uygulanan çarpık politika sonucunda üretim faaliyetlerinin bir kısmı dış ülkelere taşınarak, iç üretim pahasına ithalat artarak cari açık kronikleşmeye başladı. Sonuçta, ithalat 2003-2008 aralığındaki % 4,9 düzeyinden 2010-2013 aralığında % 6,5 düzeyine yükselirken, 2014 yılı itibariyle cari açığın ulusal gelire oranı da, uluslararası ölçütlere göre oldukça yüksek olan % 5,7 düzeyinde gerçekleşti. Yüksek faiz ve değerli para politikası yurtta sanayisizleşmeye yol açarak, ortalama % 14’lerin üzerinde seyreden müzmin yüksek işsizliğin çözümünü güçleştirdi. 2000 IMF-Derviş programı Türkiye’nin kalkınma hamlelerine derman olacak nitelikte olmaktan çok uzaktı, fakat küresel kriz yaşayan merkez sermayeye üretim ve tüketim piyasası sunma işlevi taşıyordu. AKP yönetimi de, küresel finans bolluğunda bu “tuzağa(!)” düşerek, ülkemizi sanayisizleştirip, dış kaynaklı para ile tüketime yönlendirerek ekonomiyi büyük bir borç batağına/krizine atmış oldu.
2000 IMF-Derviş programı sonucunda AKP yönetiminin ekonomiyi sürüklediği tablonun genel özet görüntüsü şöyledir:
Finansal sermaye girişleri, % 13 dolayında seyreden düşük tasarruf oranını takviye ederek ekonominin kalkınma çabalarına destek sağlayamamıştır.
Yüksek faiz ve düşük kurun oluşturduğu değerli ulusal para dış ticaret haddini bozarak ülkenin sanayisizleşmesine ve ihracatın aleyhine ithalatın yükselmesine neden olarak cari açığı yükseltmiş ve Merkez Bankası’nı kur, fiyatlar ve faiz dengesi sağlanmasında sıkıntıya sokmuştur.
Bu politika mevcut yapısal işsizliğe katkı yaparak işsizliğin yükselmesi sonucunu doğurmuştur.
IMF politikaları sonucunda enflasyon önlenmedi, sadece baskılandı.
Özelleştirme uygulaması ulus için bir trajedi iken, yerli ve yabancı sermaye çevresi için büyük bir şans olarak görüldü. 15 yıllık süre boyunca PETKİM, TELEKOM vs. çok değerli kuruluşlar elden çıkarıldı.
Türkiye son uygulamalarla giriş-çıkışların net sonucunda yaklaşık 77 milyar dolarlık doğrudan sermaye yatırımı almıştır. Ancak, doğrudan sermaye yatırımlarının sadece üçte biri sanayi alanına yatırım olarak yapılmış olup, diğerleri ticaret ve çoğunlukla hizmet sektörüne saçılmış ya da hisse alımı şeklinde gerçekleşmiştir. Sanayi alanına yapılmış yatırımların önemli bölümü de kurulu yapıların el değiştirmesi niteliğindedir. Yeni ve teknoloji-yoğun yatırım yapılmadığından sermaye girişlerinin ekonomide teknoloji ve know-how alanında bir katkı yaptığı söylenemez. Yabancı yatırımın anlamı, ilk anda ekonomiye giren paranın yıllar itibariyle gerçekleştirilen kâr transferi ile misli ile yurt dışına aktarılmasıdır.
Düşük emek verimliliği yanında düşük tasarruf oranı ortamında uygulanan yüksek faiz oranı da ekonomiyi sanayiden uzaklaştırıp, inşaat ya da sair emek-yoğun üretim alanlarına yönelten etmenlerdir. Bu koşullarda uygulanan sıcak para girişi politikaları ekonomik sorunları kısa vadede perdeler, fakat uzun vadede Türkiye ekonomisi ile diğer ekonomiler arasındaki farkın Türkiye aleyhine açılmasına neden olur.
2008 Krizine gelince, bu kriz ileri ülkelerde baş gösteren kâr oranı sıkışması olarak gelişen tipik bir Marksist krizdir. Bankalarımızın ileri ülkeler bankaları ile bağlantılı olmaması ve 2000 yılından itibaren sıkı denetimde olması nedeniyle kriz doğrudan Türkiye’yi etkilememiştir. İleri ülkeleri vuran kriz Türkiye’den net nakit çıkışı, yani sıcak para gelmemesi ve var olanların da kısmen ekonomiyi terk etmesi sebebiyle ekonominin çökmesine neden olmuştur.Dolaylı etkiler yoluyla da ekonomi 2009 yılında % 4,8 dolayında gerilemiştir.
2008 küresel krizden doğrudan etkilenmemiş olan ekonomi, IMF-Derviş politikaları ile hayli güçsüz konumda olduğundan, dolaylı etkinin şiddeti hayli yüksek oldu ve izleyen on yılda hemen tüm makro büyüklüklerde gerileme kaydedildi. Genel görüntü olarak ulusal gelirde daralma yaşanarak, 2017’de % 7,4, 2018’de 3,8 ve 2019’da 1,2 oranlarına gerileme görüldü. Ulusal gelir gerilerken dış borç birikimi de olağanüstü hızla yükselerek, 2002 yılında 129 milyar dolar olan toplam, 2018 yılında 466 milyar dolara ulaştı. Dış borcun bu hızda yükselişinin ana nedenini AKP hükümetinin giriştiği Hazine garantili Yap-İşlet-Devret modeli uygulaması oluşturmaktadır. Ayrı bir inceleme konusu olan bu modelin alt-yapısında IMF-Derviş programı ile Türkiye’nin sıkışan merkez sermayeye üretim alanları açma işlevinin AKP tarafından iktidar hırsıyla sadakatle uygulanması yatar. Şöyle ki, Batı piyasalarında işlerin daralması sonucunda atıl kalan yol-köprü-viyadük ya da tünel işlerinde ihtisaslaşmış firmalar Hazine garantisine dayalı dış kredi destekleri alarak Türkiye’de bu işlere koyuldular. Ne hazindir ki, bu şekilde ağır yük altına giren ülke halkı, gelecek nesiller üzerinden oy kotaran mevcut iktidarı oldukça güçlü şekilde destekledi. Reel üretimden uzaklaşan ekonomide işsiz sayısı da yükselerek % 14’ler düzeyine dek fırladı. Doğal sonuç olarak genel yoksullaşma da özellikle emekçilerin dramı oldu. Özellikle 2018 ortalarından itibaren gerileyerek, yılsonunda eksi 12,9 oranında kalan yatırım harcamaları ekonominin durgunluktan öte, krize sürüklendiğinin göstergesi idi.
Sonuçlandırıcı Düşünceler
Genel hatlarla tablonun tamamlanması şunu gösteriyor ki, üretim kapasitesi gereği hızda yükselmeyen, borç stoku olağanüstü boyutta ve tasarruf oranı da % 13-14 dolaylarında can çekişen bir ekonomide döviz krizi kapıdadır. Ancak, bir yandan Türkiye’nin Ortadoğu’daki stratejik konumu, diğer yandan ABD Merkez Bankası FED’in faizleri yükseltmeyip, küresel serseri fonların çevre ekonomilerde nemalanmasına izin vermesi ve Türkiye’nin bir miktar geriletilmiş olmasına rağmen dünya koşullarında halen uyguladığı yüksek faiz haddi ani çöküşü önleyen faktörlerdir. Yüksek faiz haddi bir yandan ekonominin riskli olduğu sinyali vererek reel yatırımları uzak tutarken diğer yandan kısa vadede yüksek faiz elde etmeyi hedefleyen finansal fonlara ışık yakar. Ancak, finansal fonlar ekonomiye girişte tüketimi ve kamu gelirlerini bir miktar yükseltip ani rahatlama sağlarken, reel katkı yapmadan faiz geliri ile ekonomiyi terk ederken ulusal gelirden pay alır ve kur dalgalanması yaratır.
Görülüyor ki; Türkiye ekonomisi 1930’larda uygulanan devletçilik dönemi ve savaş esnasında devreye aldığı savaş ekonomisi uygulaması dışarıda tutulursa, kapitalizm havuzunda çevresel ekonomi olarak, 1923-29 dönemi de dâhil, her dönemde küresel merkez kapitalizme bir çeşit piyasa desteği hizmetine koşulup, döviz krizi ile karşı karşıya gelme konumunda tutulmuştur. 1950-58 döneminde ticari emperyalizm; 1960-78 döneminde montaj emperyalizmi; 1980 sonrasından günümüze dek finansal emperyalizm etkisinde potansiyel büyümesinin altında reel büyüme yapabilmiş, her dönem geleceğinden yiyerek, merkez kapitalizme kaynak aktarmıştır.
Emperyalizm, sömürgecilikten farklı olarak, olağan ekonomik süreçlerle çevreden merkeze kaynak aktarımı sağlar. Söz konusu aktarım ekonominin borçluluğundan yararlanılarak kısmen değerli maden vb. ham şekilde olabileceği gibi, genellikle de üretim yapılıp, artık değerin merkeze aktarılması şeklinde gerçekleşir. Her iki tür aktarımda da ülkeye kalan kırpıntılar çevre ekonomilerde ekonomik ilerleme olarak algılanarak merkez ülkelerle aranın açılması fark edilemez. Emperyalizmin çevresel konumlu gelişmekte olan bir ekonomiyi sömürme formülü şöyledir: Borç verip uyumlu iktidar ayakta tutularak, ülkede bir yandan iç talep yükseltilip, diğer yandan da bazı alt-yapı vs. yatırımlarının teşvikiyle merkez üretime ve sermaye kaynaklarına piyasa oluşturup, çevreden merkeze kaynak aktarımı sağlamaktır. Süreç, tüm dönemleri kapsayacak bütünsel algılama yapılmadıkça anlaşılamaz.
Kaynakça
Bener, Erhan (1968), Türkiye’de Para ve Kambiyo Denetimi, Ajans-Türk Matbaacılık, Ankara.
Boratav, Korkut (2003), Türkiye İktisat Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara.
Aslan Başer Kafaoğlu (2004), Türkiye Ekonomisi: Yakın Tarih-1, Kaynak Yayınları, İstanbul.
Aslan Başer Kafaoğlu (2008), Türkiye Ekonomisi: Yakın Tarih-II, Kaynak Yayınları, İstanbul.
Kazgan, Gülten (2013), Türkiye Ekonomisinde Krizler (1929-2009), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Kazgan, Gülten-Haydar Kazgan (1964), Türkiye’de Maliye Politikası (1950-1960), İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Kepenek, Yakup-Nurhan Yentürk (2005), Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Pamuk, Şevket (2012), Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
Tezel, Yahya S. (2002), Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (1923-1950), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.