Geçiş dönemleri ve tarihsel dönüm noktaları pek çok soruyu beraberinde getiriyor. İlkin söz konusu geçişin tanımlayıcı karakterine ilişkin tartışmalardan başlayarak. Süreklilik ve kopuş tartışmalarından bahsediyoruz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş bir kopuş mudur? Eğer öyle ise bu kopuş, resmi tarihin iddia ettiği gibi gerçekten sui generis midir? Eğer bu geçişi tanımlayan kopuş değilse, böyle bir kopuş çağdaş Türkiye tarihinde 1 mevcut mudur? Tanzimat, Meşrutiyet ya da 1908 Devrimi böyle bir kopuşu temsil ediyor mu? Eğer çağdaş Türkiye tarihini tanımlayan esas karakter süreklilik ise, bu süreklilik hangi unsurlar üzerinden sağlanmıştır? Devlet geleneği böyle bir sürekliliğin izleği olarak seçilebilir mi? Süreklilik gözlenen çağdaş Türkiye tarihi sui generis midir? Çağdaş Türkiye tarihine ilişkin temel tartışmalar bu sorular etrafında şekillenmekte; temel kamplaşma da belli dönüm noktaları etrafına kümelenen kopuş-süreklilik ikiliği etrafında olmaktadır. Buradaki kritik kavram “dönüm noktası”dır ve tartışmaların nedenine ilişkin bu kavramın tarifi çözücü olmasa da önemli derecede açıklayıcıdır. Dönüm noktaları, bir anlatının içinde belli bir metodoloji ekseninde inşa edilmiş araçlardır. İşte bu inşa edilmiş olma durumu tartışmanın esas nedeni olmaktadır. Şöyle bir tarif söz konusu tartışmanın uzun solukluluğunun nedenleri konusunda betimleyici olacaktır:
Dönüm noktaları en iyi biçimde bir sürecin yönünü değiştiren kısa, anlamlı kaymalardır. Bir dönüm noktası saptanan yeni bir gerçeklik ya da yön olmaksızın anlaşılamayacağından bu kavram kaçınılmaz biçimde naratiftir, en az iki ayrı zamansal gözlem gerektiren bir hükümdür. Tüm ani değişimler dönüm noktası değildir, yalnızca yeni bir rejim doğuranlar böyle adlandırılabilir. 2
“Yeni rejimin doğuşu” veyahut kopuş mutlak olarak tanımlanamayacağına göre dönüm noktalarının tarihe başka çerçevelerden bakanlar için başka anlamlar ifade etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Dolayısıyla dönüm noktalarına ve onunla beraber gelen tartışmalara “kendinde” birer tartışma olarak yaklaşmak mümkün değildir. Özellikle dönüm noktalarının tarifi üzerinde yoğunlaşan kimi kadim tartışmaların aslında birer teorik çerçeve çatışması, bir paradigma “mücadelesi” olduğunu görmek gerekiyor. 3 Belki tam da bu noktada teorinin kelimelerle yürütülen sınıf mücadelesi olduğu gerçeğinin bir kere daha vurgulanması lâzım. Lâzım, zira aksi anlamsız sonuçlara yol açabilmektedir. Örneğin; Batı marksizminin, özellikle 1970’ler ile yoğunlaşan ve 1990’larda özel bir ivme kazanan “arşiv” saldırısı karşısında burjuva devrimi, ilerleme, kopuş, aydınlanma ve modernite gibi kavramları tümden çöpe atmasında “bulgu” karşısında “yöntem”in cılızlaşması yatmaktadır. Pratiğe bakıp teorinin kapı dışarı edilmesi de denebilir… Dolayısıyla, söz konusu tartışmalarda yapılması gereken, tartışmaları bitirecek bir “gerçek” aramaktan ziyade söz konusu meseleye yaklaşımdaki yöntemsel sorunların farkında olmak, bu yöntemsel hataları elimine ederek kendi bakışımızı zenginleştirmek ve daha gelişkin bir yaklaşıma ulaşabilmektir. Bu yaklaşım hem yeni ve somut tarihsel bulgularla yahut daha gelişkin yaklaşımlarla kadük hale gelebilir.
Burada bir parantez açılabilir: Belli bir gaye doğrultusunda tarihin siyasi bir “okuması”nı yapmaya çalışıyorsak esas yapmamız gerekenin bir “yaklaşım” geliştirmek olduğunun altını çizmek lazım. Yöntem yerine yaklaşım dememizin nedeni yöntemin yanı sıra bu çerçevede üretilmiş bir dizi aracı içeren bir kümeden bahsediyor olmamızdır. “Profesyonel” Marksist/komünist tarihçilerin yeni tarihsel gerçekleri ortaya çıkarması ile belirli bir düzlemde mücadele eden öznenin geleceğe bakmak için geçmişi değerlendirmesi/yeniden-değerlendirmesi ve kendi okumasını yapması bir ve aynı şey değildir. 4 Ancak bunlar arasında sağlıklı bir alışverişin, daha doğru bir ifade ile iletişimin kurulması gerekmektedir. Dolayısıyla komünist öznenin geçmişe ve bir bilimsel alan olarak tarihe bakışı ile bunu zenginleştirecek kadro kaynakları arasında anlamlı bağı kurmak görevine yapılacak vurgu belki bu parantez için anlamlı bir son olabilir.
Geçmiş ve tarih söz konusu olduğunda en önemli sıkıntımız çağdaş Türkiye tarihinin Marksist ve bütünlüklü bir yorumunun henüz yapılmamış olması, bir süredir bu tarz girişimlerin rafa kalkması ve var olanların “bilimsel değil” gibi bir etiketle tartışma dışına itilip, sessizlik içinde boğulmaya terk edilmesidir. Bunu Marksizme dönük siyasi ve ideolojik saldırının yanı sıra kendi tembelliğimize de yormak mümkündür. 5 Marksist solun “tarih tezi” Kıvılcımlı’nın ve esas olarak Küçük’ün çok kıymetli girişimlerinin ötesine geçmek durumundadır. 6 Bu atılım gerçekleşmedikçe, ne yazık ki, söz konusu tartışmalara ağırlık koymak mümkün olmayacaktır. Biz bu yazımızda solun, “belge savaşları” arasında sesinin boğulduğu bir tartışmaya ilişkin kimi satır başlarını not etmek istiyoruz. Sorumuz ve sorunumuz yine yukarıda anlattığımız dönüm noktası meselesine içkindir.
Türkiye’nin 1908 ve 1923 dönemeçlerinden oluşan uzun dönüm “noktası” çağdaş Türkiye tarihinde çok özel bir önem taşıyor. Bu dönemin önemi Cumhuriyet dönemindeki ideolojik yönelimlerin istisnasız tamamının bu süreçte şekillenmiş olmasıdır.7 Bunun yanı sıra “tarih”in, ideolojik ve siyasal koordinatların Osmanlı ekseninde kurulmaya çalışıldığı şu günlerde Osmanlı-Cumhuriyet tartışmalarının siyaseten özgül ağırlığı fazlalaştı. Bu tartışmalardan bir tanesi, artık temcit pilavına dönmüş olan “Vahdettin’in ihaneti” meselesidir. Popüler kültürün de bir parçası haline gelmiş bu soru, esasen revizyonist “gayrı-resmi” tarihin önemli uğraklarından birisini teşkil etmektedir. Saltanattan cumhuriyete sıçramanın aslında icazet ve kontrol altında gerçekleştiğini söylemek neresinden bakılırsa bakılsın Kemalist tarih tezi açısından sarsıcı sonuçlar taşımaktadır. Kemalist tarih açısından, Vahdettin kuşkuya yer bırakmayacak biçimde “hain par excellence”tır. 8 Sultan Vahdettin adeta kaderinin bilincindedir ve bu anlamda tarihin atadığı bir memur görüntüsü çizmektedir. Daha ötesi değil. Zaten ilgili literatür incelendiğinde dönemin Osmanlısı söz konusu olduğunda öznenin -iktidardan uzaklaşmış ve dağılmış bile olsa- İttihat ve Terakki (İvT), Teşkilat-ı Mahsusa ve kadroları olduğu hemen görülecektir. Bu durum ulusal direnişte de devam etmiştir. 9 Türk gericiliğinin büyük “üstadı” Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamit Han” güzellemesinin ardından gelen “Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin” çıkışı 1970’lerde söz konusu tartışma ve revizyon talebini başlatmıştır. Günümüze kadar bu tartışma Cumhuriyet’in titrek ideolojik kodlarının tartışıldığı her dönemeçte yeniden ve yeniden gündeme gelmiştir. AKP ve onun tarafgir özgürlük melekleri sayesinde günahlarından arınan ve kontrgerilla tarihine dâhil edilmeyen 12 Eylül 1980 Cuntası’nın lideri Kenan Evren’in bütün aydınları mezarlıklara, darağaçlarına ve işkencehanelere yakıştırdığı bir sırada Vahdettin’i “aydın” ilan ettiğini biliyoruz. Bilindiği üzere bu mesele solun CHP’ye yedeklenmesinde kişisel karizması ile büyük rol oynayan Bülent Ecevit’in Zaman’a 2005’in Temmuz ayında “giderayak” vermiş olduğu röportaj ile yeniden gündeme gelmişti. Şu anda ise yeni-Osmanlıcılık girdileri arasında “cici Vahdettin” ve “icazetli cumhuriyet” iması ile “Ortadoğu’ya adalet dağıtan” Abdülhamit vurgusu, iki önemli başlık olarak göze çarpıyor.
Vahdettin “hain par excellence” mı? Yoksa bu tartışma gereksiz mi?
Tarih, Darwinist. Bu yalnızca büyük oranda galiplerin ve güçlülerin tarihine vakıf olduğumuz, onlar tarihi yazdıklarından dolayı değil. Bir eğilim olarak güçlünün ayakta kalması tarihin ve siyasetin doğasında var. Tarihin sahne gerisinde hep bir mücadele olduğu için bu mücadelede düşenler ve öne çıkanlar oluyor. İleri çıkanlar ve geri düşenlerin hareketi sanki bir pistonu andırıyor. Marksizmin tarihin motorunu işleten işte bu pistonlara bakarak çıkardığı sonuç bizim açımızdan kritik: Marksizm, düşenlere rasyonalite atfetmez ve tarihsel olaylara “olduysa, zorunludur” şeklinde bakar. İleride olanların geride olanlara, geride kalanlara ve geriye çekenlere “ihanet” suçlaması yöneltmesinde şaşılacak bir taraf göremiyoruz. Kendi yazımlarında bunun böyle olması son derece doğaldır.
Yukarıdaki tartışmadan konumuzla ilgili çıkacak sonuçlardan bir tanesi çok açıktır. Daha ilk baştan Vahdettin için “ama”lı cümleler kurmamızın yolu kapalıdır. Temmuz 1918’de “Osman’ın kılıcını kuşanmış” olan son Osmanlı sultanı VI. Mehmet, arkaik, hemen her açıdan geri Osmanlı’nın tepesindeki isimdir. Tahta çıkmadan çok kısa bir süre önce 57 yaşında dördüncü evliliğini yapan Vahdettin, görende acıma hissi uyandıran hastalıklı görüntüsü ve bünyesini tahta karşı olan isteksizliğini bildirmek için bir mazeret olarak kullanmıştır. 10 Vahdettin’in ön plana çıktığı ve zaten tartışmaların odağında olan tek olay, Mustafa Kemal’in Samsun’a 9. Ordu Müfettişi olarak atanmasıdır. Bir kere sonradan çıkarılan idam fermanlarını, Osmanlı ordusunun faaliyetlerini ve hatta atama kararının direnişi bastırma doğrultusundaki içeriğini bir kenara bıraksak; Vahdettin’i bunların hepsinden ibra etsek dahi, buradan kahraman çıkacağını söylemek ancak Türkiye gericiliğinin Kemalizmle girdiği tahrifat yarışında mümkün olabilir.
Bu olay ve aynı anlama gelmek üzere Vahdettin’in rolü ele alınırken her koşulda altı çizilmesi gereken nokta, Mustafa Kemal’in Samsun’a atanmasının, kendi deyişi ile “sürgün”ünün bir İngiliz projesi olduğudur. Debritanize bir Vahdettin ve Mustafa Kemal portresinin hiçbir anlamı yoktur ve tartışmaların kaynağıdır. Vahdettin yönetimi —eğer böyle bir şeyden söz edebilirsek— hem kendine bağlı hem de İngilizlerin itiraz etmeyeceği derecede Alman-karşıtı bir subay olarak Mustafa Kemal’i görevlendirmiştir. Mustafa Kemal’in İngiliz cenahına olan “göreli” yakınlığı çok basit bir akıl yürütme ile açığa çıkmaktadır. 1919’un Martı’nda Osmanlı Ordusu’nun önemli subaylarının, İttihatçıların ve Alman-yanlısı aydınların tamamı Malta’ya sürgün edilmeye başlanmıştır. Malta Sürgünleri’nde Enver Paşa’nın babası dahi sürgün kapsamına alınırken Mustafa Kemal’e dokunulmamış ve Malta yerine çok geniş yetkilerle Anadolu direnişini bastırmak maksadıyla Samsun’a gönderilmiştir. Bu durum kendi başına bir şeyler anlatmaktadır. Bu denli geniş yetkilerle donatılmış ve aykırı bir “sürgün”ü tarihte bulmak pek mümkün değildir. Buradan yola çıkarak Vahdettin ve İngilizlerin gözünde Mustafa Kemal’in Samsun’a direniş bastırmak üzere gönderilecekler arasında en uygun olduğu sonucuna varmak mümkündür. Mustafa Kemal’in bu görevi kabul etmesinin, daha öncesinde yaver ve nazır olmak için gösterdiği çabaların “aklındaki cumhuriyete bir adım daha yaklaşmak” için birer taktik olduğu yönündeki safça inanç ise bütünüyle akıl yoksunudur. Ne Mustafa Kemal’in bundan önceki politik ve düşünce çizgisi, ne görevin muhteviyatı ne de dönemin atmosferi —buna aşağıda değineceğiz— böyle bir varsayımı olanaklı kılıyor. 11 Burada belki de yukarıda yapmış olduğumuz değerlendirmeye atıfta bulunmak sağlıklı olacaktır: Mustafa Kemal’in karakteristikleri farklı pek çok dönemeç ve dönemden “en uygun” olarak çıkmış olması başlı başına incelenmesi gereken bir durumdur. Tarihin Darwinizmine gönderme yapacak olursak, Mustafa Kemal’in siyasi genlerinde mutasyona ve adaptasyona olan eğilim çok barizdir.
İngiliz projesine ilaveten hesaba katılması gereken nokta, Türkiye’de siyasi figürlerin işgale çözüm önerisinin yine “dışarıdan” gelecek çözümlere odaklanmasıdır. Osmanlı siyasetçileri arasında kurtuluşçu olup coğrafyasına en fazla öznel rol biçenlerin bile bu arazdan bağışık olmadığı daha öncesinde gösterildi. Mustafa Kemal’in de manda fikrini kategorik olarak reddetmediği artık tarihsel bir gerçek. Böyle bir atmosferde “İngiliz işbirlikçiliği” yaptığı iddiası ile 1918’de fiilen işgal başladıktan sonra tahta çıkan Vahdettin’e hain damgası vurmak haksızdır; fakat öncesinde de dediğimiz gibi Kemalist tarihyazımı açısından anlaşılırdır. Bu tez, aynı zamanda teknik olarak da anlamlı değildir. Şöyle bir soru derdimizi anlatabilir: “Vatan” kavramı o dönem kimilerinin sözlüğünde yerini almıştır ama her tarafı dökülen mülkün başında durmaya kerhen ikna olan Vahdettin’in sözlüğünde böyle bir sözcük var mıdır? Vahdettin’in sözlüğünde bu sözcük onun için ne anlam ifade etmektedir? “Yıldız Sarayı mı Kars mı” deseler Vahdettin hangisini tercih edecektir? İyice düşünmek gerekmektedir. Sultan sıfatını gerisinde bırakarak İstanbul’dan ayrılmasının ardından kaleme aldığı anılarında her şeyden evvel din, diğer kimlik öğeleri karşısında çok daha baskındır. “Teknik olarak ihanet olarak adlandırılması mümkün değildir.” dediğimiz kısım işte bununla ilişkilidir. Vahdettin vatanından değil, daha çok kendi mülkü üzerindeki haktan vazgeçmiştir. Bu haliyle Yavuz Turgul’un senaryosu olan “Züğürt Ağa” filminin ana karakteri duruma çok uygundur. Bu benzetme aslında bizi esas dikkat çekmeye çalıştığımız noktaya yaklaştırmaktadır. Züğürt Ağa’nın film boyunca yaldızları dökülen yaşantısı, başlangıçtaki umudu, “hırsı”, rant sevdası ve sevdası ama hepsinden önce her kareye sirayet eden çaresizliği bir vakıadır. Bunların hepsi iç içe geçmekte ve Ağa, “marabaları” ile birlikte Haraptar Köyü’nü satılığa çıkarabilmektedir. Bunda şaşılacak bir durum var mıdır? Ağa, kendi doğasında olanı yapmıştır. Züğürt Ağa için “Yıllarca kendisine emek veren marabalarına ihanet etti.” diyebilir miyiz? Bunu dememiz durumunda oradaki kapitalizme eklemlenmiş olsa da biçimsel olarak varlığını sürdüren üretim tarzı konusunda doğru bir tespit yapmış olur muyuz? Dahası, böyle dersek Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki feodal kurumları anlamamıza bu bakışın nasıl katkısı olacak?
Vahdettin’e dönük hain mi; değil mi tartışması özünde böyle bir anakronizmi ve yöntemsel hatayı da içermektedir. Osmanlı kurumsallığındaki gerici kanadın cisimleştiği kişi olarak Vahdettin kendisinden beklenmeyecek hangi somut hamleyi yapmıştır ki hain olmuştur? 1908 Devrimi’nin de ilericiliğinin tükendiği bir atmosferde Osmanlı’dan nasıl bir beklentimiz vardır ki bir ihanetten bahsetmekteyiz? “Vahdettin hain mi?” sorununa yanıtımız, esasen, bu sorulardır. Bu sorular “hain Vahdettin” tezinin ahistorik olduğuna ve böylesi bir tanımlamanın Marksistler açısından hiçbir kıymeti olmadığına işaret etmektedir. Bizim için bundan sonraki kısım önemlidir ve esas tartışma orada başlamaktadır. Çünkü tartışmanın bundan sonrasında Anadolu’da örgütlenen kurtuluş hareketinin haklılığı ve meşruiyeti tartışmaya açılmaktadır. 1908-1923 arasında oluşan bütün ideolojik yönelimler ayrım gözetmeden tepeden devrim/modernleşme diye reddedilmektedir. Cumhuriyetin kazanımlarının üzerine halktan kopuk/otoriter diye çizik atılmaktadır. Osmanlı bakiyesinden anlamlı bir sınıf mücadeleleri birimi çıkaran 1908-1923 dönüm noktasının ve onu izleyen Cumhuriyet’in tarihsel dönüşümlerinin değeri külliyen inkâr edilmektedir. 12 Vahdettin, hain değildir ancak Vahdettin’den kahraman bir devlet adamı yaratmak, onun temsil ettiği “değerleri” aklamak, hangi “temiz” amaçla yapılırsa yapılsın, bugün ihanet haline gelmiştir.
Tartışmayı bugüne bağlayan esas nokta bu güncel ihanettir.
Sonuç Yerine: Yeni-Osmanlı ve İhanet
Bugün ihanetin adı yeni-Osmanlı’dır. 13
Aslında “çoklu ihanet” dememiz gerekiyor… Muazzam bir soysuzlaşmanın eşlik ettiği bu durumdan tek bir ihanet çıkmasının olanağı yok. Dönenlerin ilk konumlarına gelmemek üzere yeni konumlanışlarına daha geriye gidecek biçimde ihanetlerine de şahit oluyoruz.
Soldan dönenlerin, liberalizmde soluklanmaları ve şu günlerde otoriteryanizme konmaları bu çoklu ihanete sadece bir örnek.
Kemal Okuyan’ın deyişi ile devrim tartışmalarından “yukardan inmeyelim” noktasına düşenlerin, şimdi bir çukurdan “hatta hiç çıkmayalım” diye sayıklamaları ve bugün seslerinin çok yüksek çıkması tesadüf mü?
Dün sosyalist demokrasi tartışanların, AB demokrasisine fit olmalarını acı içinde dost elimizi uzatarak izlerken ABD emperyalizminin Irak-tipi demokrasisini destekler duruma düşmeleri bir diğer örnek oluyor bizim tartışmamıza.
“Sınıfımızla birlikte yeniden kuracağız.” diyenlerin, “Sermayeyi de dışlamadan ‘çoklukla’ var olanı iyi edeceğim.” biçiminde sayıklamalarına oradan da “Cemaatlerle el ele verip bir daha kurulmamak üzere yıkacağız.”ı haykırmalarına başka nedir ki?
Mülkiyetsizliğe giden yolda “plan ve kamu mülkiyeti” taraftarlarının “Ama birazcık piyasadan bir şey olmaz”a ricat etmesi, bugün ise diğerleri ile birlikte “İpleri uluslararası sermayeye teslim edelim” korosuna katılmaları diğerlerinden ayrı düşünülemez.
Eşitlikçi bir sistemde halkların özgür olabileceğini söyleyerek mücadeleye başlayanlar, “biraz diplomasi”, bir parmak bal uğruna, halklarının ellerine “biraz” kelepçeyi bizzat kendileri vurdular. Bugün ise önemli bir bölümü halkların birbirini boğazlamasından medet umar noktadadırlar. Şaşırtıcı mı?
Aydınından milletvekiline kendisine “solcu” diyen liberallerin öteden beriden Türkiye’de “yeşermiş” olan faşizme su taşıyor olmaları çoklu ihanette buzdağının görünen kısmı durumunda değil mi?
Bu noktada “Bütün bunların yeni-Osmanlı ile ne ilgisi var?” sorusu meşrudur. Dağınık duran bu gelişmeler yeni-Osmanlı’nın diyalektiği ile anlam kazanmaktadır. Burada anlattıklarımız yeni-Osmanlı ile zıtların birliğinden çıkarak, öz-biçim bütünlüğüne dönüşmüştür. Tanımlar değişmiş, kavramlar ve kategoriler farklılaşmıştır. İhanetin kökeni bir anlamda da Vahdettin tartışmasında yatmaktadır. Çünkü öz-biçim bütünlüğünü sağlayan temel öğe, emperyalizmdir. Vahdettin’den kahraman üretmek bu nedenle kaçınılmazdır. Bu adım aslında Vahdettin’i değil, “eksikli kurtuluş tarihimiz”de emperyalizm parmağını ve icazeti meşrulaştırıyor. Eksikli de olsa kopuşu gölgelemek, mükellef bir çöküş için zemin hazırlıyor. Vahdettin’in resmi söylemde “işbirlikçi”den,” “aydın”a oradan da “vatan sevdalısına” uzanan serüveni ve Osmanlı-Cumhuriyet arasında emperyalizmin varlığı ile silinen çizgi, buna mukabil güçlenen “yabancı Mesih” inancı bugün Obama ile büyük anlam kazanıyor. Bütün bunlar ise Türkiye’yi bütün dinamikleri ile ABD’ye yedeklemek, ideolojik alandaki büyük alt üst oluşu bu doğrultuda kumanda etmek anlamına geliyor.
Bir de bu meselenin bölgesel boyutu mevcuttur. Bölgesel boyutunu dolaylı da olsa şöyle özetlemek mümkündür:
Irak Yahudisi olan Ortadoğu tarihçisi Elie Kedourie, Osmanlı’nın son döneminde gelişen Arap milliyetçiliği için literatürün genelinden farklı bir tez sunmaktadır. 14 Arap milliyetçiliğine ilişkin genel değerlendirme, bu milliyetçi akımın İttihat ve Terakki ile yoğunlaştığı söylenen merkezileşme ve Türkleştirme eğilimlerine —ki bu yaklaşım büyük ölçüde yanlışlanmış durumdadır— tepki olduğu yönündedir. Kedourie ise İslam’ın bir kimlik olarak yükselişi ile birlikte milliyetçiliğin yükseldiğini Irak’taki azınlıklar ve tabii ki kendi deneyimi ile Yahudi nüfusu üzerine gözlemlerinden çıkarmakta ve genellemektedir. Ancak daha önemlisi Kedourie, Osmanlı ve sonrasında bölgeyi sömürgeleştiren İngiltere’yi yeterince “imparatorluk” gibi davranmamakla suçlamaktadır. Öncelikle Osmanlı, ardından da İngiltere Batı’nın yabancı kavramlarını bölgeye dayatarak, doğası gereği yapay olan pan-Arabist hareketi yaratmıştır. Üstelik bu yanlışı yapan İngiltere Toynbee gibi “densiz tarihçiler” yüzünden bölgenin esas sorununu Siyonizm olarak göstererek gerçeği çarpıtmıştır. Bölgeye “adam gibi” bir imparatorluk, altın çağındaki Osmanlı gerekmektedir. “Kedourie’nin tarih tezinin savunucuları nerededir?” sorusunun yanıtı açık olsa gerek.
Görüldüğü üzere, bölgedeki yeni(den) İmparatorluk hayalleri ve bunun adı olan yeni-Osmanlı yalnız Türkiye halklarına değil, bölgenin mazlum halklarına dönük ihanetin de adıdır.
Şam’daki mütevazı mezarında yatan Vahdettin, Osmanlı tarihindeki yeri gibi burada da küçük bir role sahiptir. Ancak tarihimiz “öyle olmaz böyle olur” dercesine muhteşem ihanetler ve hainler üretmekte, bize de önce bunları tepelemek, sonra da yazmak düşmektedir.
İhaneti tespit için arkeolojiye değil, siyasete ihtiyacımız olan bir dönemdeyiz, hamdolsun.
Dipnotlar ve Kaynak
- Osmanlı’yı da içine alan tarihsel kesite Türkiye tarihi denmesi ilgili yazında oryantalistlerden kalma bir adlandırma olarak yer etmiştir. Yaygın kullanılan bir adlandırma olduğu için geç-Osmanlı ile Cumhuriyet dönemlerinden bahsederken çağdaş Türkiye tarihi diyoruz.
- Abbott, Andrew. “On the Concept of Turning Point” Comparative Social Research, cilt 16, 1996, sf. 101
- Hem yalnız Türkiye tarihi değil, örneğin Avrupa tarihi incelenirken Marksistler arasında uzun yıllar süren “feodalizmden kapitalizme geçiş” tartışmaları da burada bahsettiğimiz kapsamda ele alınabilir. Tarihselci-sınıf mücadelesi eksenli Dobb ekolü ile tezlerini büyük oranda Pirenne’den alan ticarileşme modeli savunucusu Sweezy arasında başlayan ve devamında Brenner ile yeni boyutlar kazanan tartışma hem zaman hem mekân hem de dinamikler açısından adı belli olan bu dönüm noktasının saptanmasının ne denli zor olduğunu göstermektedir.
- Bu noktada da yine Avrupa’da oldukça ilginç ve özgün bir deneyim olduğunu biliyoruz. Britanya Komünist Partisi’nin 20. yüzyıl tarihyazımında çok büyük paya sahip çok zengin bir tarihçiler toplamını çevresinde toplamış olmasının anlamı şu iki açıdan bir daha değerlendirilmelidir: Bu Marksist tarihçilerin vermiş olduğu zengin tarihsel ürünler BKP’nin tarihsel bakışını ne kadar zenginleştirmiştir yahut BKP’nin siyasi hattı ve bu hattan “tarih tezi” söz konusu tarihçi toplam tarafından ne kadar içselleştirilmiştir? Mevcut dirsek teması kendi başına bırakıldığında çözüm ve devrimci mücadele açısından zenginlik üretmemektedir. Bu ilişkide BKP’ye kesilen peşin faturaların bir çeşit burnu büyüklük ile malûl olduğunu söylemek gerekir.
- Geçtiğimiz yıl Türkiye’deki “retrotarih” modasına Maoculuktan Sabancı’nın Eğitim “Ceo”culuğuna terfi etmiş olan Halil Berktay, Taraf’ta yazmış olduğu bir yazı dizisi kapsamında dahil olmuş, biz de soL’da esasen ona değil kendimize kızan, “kendi tembelliğimize” ithaf edilmiş bir yazı kaleme almıştık. “Kendi Tembelliğimize”, soL İnternet Gazetesi, 09/10/2008. http://haber.sol.org.tr/sabahsabah/4712.html
- Metin Çulhaoğlu’nun 1980’lerin ikinci yarısında Gelenek sayfalarında çok yetkin örneklerini verdiği Türkiye tarihine “bakış” çalışmaları bize kalırsa hala yeniden üretilmeyi beklemektedir. Bunun yanı sıra geç-Osmanlı ve erken-Cumhuriyet’in iktisat tarihine ilişkin Orhan Kurmuş’un ve Oya Köymen (Silier)’in Marksist bir perspektifle kaleme alınmış zengin çalışmaları buraya not edilmelidir.
- Çulhaoğlu, bu ideolojik yönelimleri (laiklik, halkçılık, sosyal-darwinizm vs.) inceledikten sonra şu sonuca varmaktadır: “Cumhuriyet’te, kökeni ve nüveleri Osmanlı’ya özellikle de II. Meşrutiyet dönemine dayanmayan ciddi ideolojik formasyonlara rastlamak mümkün değildir.” Metin Çulhaoğlu, “Siyaset ve İdeoloji: Türkiye’ye Bakarken”, Doğruda Durmanın Felsefesi – Seçme Yazılar, cilt.1, Ekim 2002, ss. 474-5.
- Nutuk’ta Mustafa Kemal Vahdettin’i açık biçimde “hain” olarak adlandırmaktadır. Lozan’ın ve Saltanatın ilgasının ele alındığı bölümün altbölümlerinden bir tanesinin başlığı “Hain Vahdettin Bir İngiliz Harp Gemisiyle İstanbul’dan Kaçıyor”dur. Bu meseleye ilişkin ilginç bir açıklama sabık Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Halaçoğlu’ndan gelmiştir. TTK’nın ırkçı olduğunu her fırsatta bağıran ve her türlü dedikoduyu “bilimsel” olarak sunan sabık başkanı kurumun hazırladığı Türk Tarihi Ansiklopedisi’ne ilişkin değerlendirmelerinde çalışmalarının objektifliğini sergilemek için şöyle demiştir: “Mesela bu eserde Vahdettin iyi mi, kötü mü gibi bir tartışmaya yer verilmeyecek. Kişilerin değil olayların üzerinde durulacak, dedikodulara yer verilmeyecek” (abç). Demek ki TTK Başkanı açıktan açığa Nutuk’a dedikodu diyebilmektedir., “Yeni Türk tarihinde Vahdettin için ‘hain’ denmeyecek”, Zaman, 13 Ekim 2005, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=219440&keyfield=76616864657474696E
- Magazinel olmak pahasına konumuz açısından değer taşıyan bir ayrıntıya dikkat çekmekte fayda var. Sağlıksızlıktan şikâyetçi Vahdettin beşinci evliliğini 1 Eylül 1921’de Yıldız Sarayı’nda yapmıştır. Sevr Antlaşması’nın Ağustos 1920’de imzalandığı göz önüne alındığında Sevr’in birinci yıldönümünde Yıldız Sarayı’nda “düğün hazırlıkları” olduğunu görmek kimi ileri çıkarımlar için faydalı olabilir.
- İttihat Terakki’nin Milli Mücadele’deki rolüne ilişkin çok temel bir okuma için bkz. Zürcher, Eric Jan. Milli Mücadelede İttihatçılık, (İstanbul:İletişim Yayınları,2003).
- Yalçın Küçük’ün Türkiye Üzerine Tezler çalışmasının 5. cildinin leitmotifi bu iddiadır. Ne yazık ki bu kısa yazıda Küçük’ün tezini ikna edici temellendirmesine ve Kemalizmin doğası ve gelişimine ilişkin değerlendirmesine yeterince yer ayıramıyoruz. Küçük benzer bir tartışmayı görece yeni tarihli çalışması İsyan’da yapmaktadır. Küçük, Yalçın. Türkiye Üzerine Tezler, c.5, (İstanbul:Tekin Yayınevi,1991), passim. Küçük, Yalçın. İsyan, c.1, (İstanbul:İthaki,2005), özellikle “Dördüncü Bölüm: Kemal Paşa Tarihi.”
- Ex-Maocu Ceo Berktay’ın “vallahi geçmişimden yundum, arındım” manifestosu olan “Weimar Türkiyesi” tezleri bizi bu anlamda mücadeleye çağırmaktadır.
- Yeni-Osmanlı’nın tanımı ve içeriğine ilişkin bir tartışmaya tekrara düşmemek adına burada girmedik. Söz konusu meseleye ilişkin daha öncesinde soL’da yayımlanan şu yazılara bakılabilir:
GM, “Yeni-Osmanlı Üzerine: Giriş”. soL İnternet Gazetesi,08.02.2009, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/9827.html.
GM, “Yeni Osmanlı Düşüncesi”. soL İnternet Gazetesi, 22.02.2009, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/10437.html.
GM, “Obama’nın Osmanlı Oturtması”. soL İnternet Gazetesi, 12.04.2009, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/12687.html - Kedourie, Elie. The Chatham House Version and Other Middle-Eastern Studies. (Hanover: Brandeis University Press, 1984.)