Bu yazının kaleme alındığı 2006’nın son günlerinde Türkiye siyasal gündemini bir seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi işgal ediyordu. Kendi payıma yeni yılın başladığı gibi sürüp gideceğine ve Çankaya eksenli bir tartışmanın birinci planda durmaya devam edeceğine inanmıyorum. Elbette cumhurbaşkanlığı seçiminin altı üstü bahar aylarında kapanacağını kastetmiyorum. Kim ne derse desin, Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamının siyasal önemi başbakanlığın gerisindedir ve sonuçta başbakanın belirleneceği milletvekili seçimleri dururken, 2007’nin en önemli olayının, en azından “hangisinin olmayacağı” şimdiden söylenebilir.
Giriş yaklaşımımın, cumhurbaşkanlığını laik cumhuriyetin son kalelerinden en önemlisi sayan Kemalist çevrelerce paylaşılmasını beklemiyorum. Ancak bu çevrelerin, çok yakın tarihlere ait gerçeklerin etrafından dolanmadan kendi tezlerini tekrarlamalarının mümkün olmadığını söylemeliyim. Son kale edebiyatı yapacaklarsa başka şeylerin üstünü örtmeye mahkumlar!
Burjuva laisizmine ilişkin derinlemesine bir tartışmaya burada girmeyeceğim; yalnızca yirmi yıl boyunca köşkte ikamet eden üç ismi hatırlatmakla yetineceğim: Kenan Evren, Turgut Özal ve Süleyman Demirel.
Bunlar, burjuva laisizminin ürünü sayılabilirler. Ama aynı zamanda bu üçlü aydınlanma, modernizm ve laisizmin inkarıdır da. Hem ürünü hem inkarı olmak, birbirinin tersi değil. Kapitalizmin kaderinde üzerine oturduğu, savunduğu birtakım tarihsel ilerlemeleri ve değerleri inkar etmek vardır. Kapitalizm böyle ilerler.
Kemalistler veya genel olarak AKP’nin cumhurbaşkanını belirlemesinden ölesiye korkanlar, Evren-Özal-Demirel üçlüsünün laik demokratik cumhuriyet rejimine halel getirmediğini açık açık söylemelidirler!
Burada Çankaya’nın tarihi üzerine de uzun bir değerlendirme yapacak değilim. Ancak rejimin kuruluş süreciyle bağlantılı ilk üç cumhurbaşkanından sonraki bir diğer üçlü serinin, yani Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk’ün kariyerlerinin de bu makamın önemsizleştirilmesine denk düştüğünü saptamak durumundayız. İlk ikisinin general ve sonuncunun amiral olması, hatta Gürsel’in 27 Mayıs müdahalesiyle köşke yükselmiş olması bile bu durumu değiştirmemiştir. İlginç değil mi; laisizmin üç devamcısının döneminde cumhurbaşkanlığı önemsiz, inkarcılar döneminde önemlidir. Laikler arasına sokabileceğimiz Sezer’in de alabildiğine silik bir görünüm verdiği açıktır…
Peki tablo buysa, 2007’ye cumhurbaşkanlığı tartışmasıyla girilmesi ne anlama gelmektedir?
Bu soru, tersinden, cumhurbaşkanlığının ve cumhurbaşkanı seçiminin herhangi bir öneminin bulunmadığı biçiminde anlaşılmasın. Siyasal dinamiklerin hangi organ veya kişiyi ön plana iteceğinin önceden belirlenemeyeceği zenginlikte bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik birkaç ay içinde Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması durumunda, bu görevin “inkarcı” üçlüde olduğu gibi önem kazanacağını şimdiden öngörebiliriz.
Soruya vereceğim yanıtın, hiç mi hiç sevmediğim bir kavramı, “suni gündem” kavramını çağrıştıracağını biliyorum. Ancak çağrışımlardan korkmak yerine, açık ifade etmek yerinde olacak.
Birincisi, burjuva siyaseti içinde bulunduğumuz dönemde ülkenin en yaşamsal başlıklarını ele alma yeteneğini yitirmiştir ve karnından konuşmaktadır. Bunu aşağıda daha açmaya çalışacağım.
İkincisi, Türkiye kapitalizmi laisizmin tarihsel olarak inkarını içeren bir rotadadır ve AKP’li cumhurbaşkanı olasılığı bir aşamaya denk gelecekse de, sürecin başlangıcı değildir, sonu değildir, hatta çok kritik bir dönemeci de değildir. AKP’li bir cumhurbaşkanının, düzenin laisizme bağlılıkları pek su götürür olan diğer kurumlarıyla inatlaşmayı değil, bu kurumlarla aynı sınıfsal gericilik yorumunu paylaştığını kanıtlamayı iş edineceğini düşünmek kanımca fantezi olmayacaktır. AKP’li cumhurbaşkanı islamileşmeye olağandışı bir ivme katmak yerine, burjuvazinin dünden hazır ve razı olduğu AKP söylemine, “biz çok değiştik”çiliğe katkıda bulunacaktır.
Dinin rolünün artması, islamizasyon mu aklınıza takıldı? Zaten Türkiye, Fethullah Gülen’in kişiliğinde gayrı resmi bir “dini lider”e sahip hale gelmiş bulunmuyor mu! Ve bunda sadece inkarcı köşk sakinlerinin değil, belli başlı ve Ecevit’inki de dahil bilumum düzen partisinin katkı ve onaylarının payı yok mu! Türkiye’nin islamileşmesi için her şey bitti de, bir tek cumhurbaşkanlığı mı kaldı!
Üç; suni gündem kavramı pek revaçtaki komplo teorisi ekolüne yakışmaktadır. Bu satırların yazarı ve elinizdeki bu dergi, komplolara değil sınıf mücadelelerine inanıyor. Şöyle ki, siyasette genellikle her bir özne kendi önünü açacağına, etkisini yükseltmesine olanak sağlayacağına inandığı gündem maddesinin altını kalın kalın çizer. Bu, siyasetin doğasında vardır. Bugün de, AKP değil, doğrudan büyük burjuvazi değil ama muhalefet partileri, cumhurbaşkanı Sezer, Kemalist çevreler Çankaya’ya kimin gideceğini önemsiyorlar. İşte burada suni gündem kavramına başvurup işin içinden çıkıvermek yerine, bu odakların söz konusu tercihlerinin nedeni sorgulanmalıdır… Yani az önceki birinci noktaya dönmüş bulunuyoruz. Dedim ya, bunu aşağıda açacağız zaten…
Burjuva siyasetinde iki eksen
Dönüp baktığımda benim bulabildiğim kadarıyla ilk olarak günlük İnternet gazetesi soL’da, Kemal Okuyan saptamış, CHP-MHP koalisyonunu.1 Aradan geçen sürede burjuva siyaseti “uluslararası entegrasyon”a öncelik veren bir aleni işbirlikçilik ile ulusal çıkar kavramına ağırlık veren bir milliyetçilik üzerinden yapılandırıldı.
İkinci eksen olarak AKP-DYP koalisyonu, çeşitli belirtilerin ardından Eylül başında TBMM’de Lübnan’a asker gönderilmesi tezkeresi görüşülürken netlik kazandı. Mehmet Ağar partisinin tezkereye hayır oyu verirken aslında hükümetin tüm gerekçelerini benimsediğini anlatmıştı. O gün mecburiyetten yolu ayrı düşen Ağar’ın Kürt sorunuyla bağlantılı görüşleri de AKP’nin doğrultusuyla tam olarak örtüşüyor, yalnızca hükümette olmamanın rahatlığıyla daha “cesur” tınılar yapıyordu.
Zaman içinde burjuva medyasının da bu “dört partili iki eksen” analizini benimsediğini gördük. Doğrusu, ben bu açıdan bizim yaptığımız öncülüğü önemsiyorum. Biz düzen parti ve kurumlarına birlikte hareket etme niyetiyle yaklaşmayı ilkesel olarak reddeden bir geleneği temsil ediyoruz. İlke dediğiniz, genel ve dolayısıyla soyuttur. Soyutlama olarak bir teorik doğruyu ifade eden “bağımsız siyasal hat” ilkemizin, aynı zamanda pratik ile teste girebilir olması gerekir. 2006 yılında CHP-MHP ekseninin tanımlanması bu somut testin çerçevesini oluşturmuştur ve testten başı dik çıkmamızı fazlasıyla kolaylaştırmıştır.
Solda CHP’cilikten söz ediyorum… Ve bunun her zaman pek yakın akrabası olan “sol birlikçilik”ten…
MHP ile kurduğu ortaklığın CHP’ye yönelen sol ilgiye belli bir fren yapacağını varsayabiliriz. Elbette zamanında Demirel’le, Erbakan’la, “İkinci” İnönü’yle, millici Ecevit’le nokta konamayan CHP’ci ve birlikçi sapmaların tarihe gömülmesi için sosyal-demokrasinin faşizmle işbirliği de yeterli güvence oluşturmayacaktır. Daha önce Komünist’te yazıldı; önümüzdeki dönemde “CHP’nin sağa teslim olmasına engel olmak için…” türünden tezlerin ortaya atılması kimseyi şaşırtmamalıdır.2 Geride bıraktığımız aylarda sanal ortamlar, ölüm döşeğindeki Ecevit’in sol kültürdeki değerli yerine göndermeler yapan, aynı Ecevit’in DSP’sini birlik adresliğine aday görebilen “sosyalist” değerlendirmelerle dolmuştu. Sanal kahramanlıklara (!) takılmayalım denecekse geçmiş seçim dönemlerinde Erdal İnönü’nün saygın kişiliğinden (!) etkilenen sosyalistler hatırlanmalıdır.
Buna karşın bizim yaptığımız CHP-MHP koalisyonu analizi CHP’ci/CHP’li sol birlikçiliğe vurulan bir darbedir.
Ancak 2006 ilkbaharında Baykal’ın CHP’nin “sağda bir kapısı” olduğu ifadesiyle başlayıp yaz aylarında alenileşen milliyetçi eksenin kısmen geri çekilmesi kaçınılmazdı. Koalisyon, adı üstünde, yakınlaşmanın seçim sonrası hükümet senaryolarıyla ilgili olduğunu anlatmaktadır ve bu projeksiyonun bugüne taşınmasının, süreklileşmesinin sınırı vardır.
Yalnızca buradan bakıldığında bile AKP-DYP ekseninin geriden gelip öne geçmesinin şaşırtıcı olmaması gerektiği anlaşılacaktır. Bu yer değiştirmeye biraz daha yakından bakmak ise olup biteni anlamak açısından yararlı olacak.
AKP-DYP ekseninin geriden gelmesinin bir nedeni “sol”da CHP merkezli bir yapılanma 2002 seçimlerinde teyit edilirken, AKP’nin sağdan rakibinin kim olacağının belirsiz kalmasıdır. Daha önemlisi, MHP (ve önemsizleşen SP) dışındaki partilerin ideolojik-siyasi hatlarının da belirsizleşmesidir. DYP, ANAP gibi daha geleneksel, BBP gibi fırsatçı ve GP ya da LDP gibi ayrıksı oluşumların siyasal yelpazede nasıl bir konum alacaklarının anlaşılması için belli bir zamana gereksinim duyuldu.
Burjuva siyasetinde ideoloji siyaset pratiğinin ardından gelir. Mehmet Ağar’ın “AKP karşıtlığı AKP’ye yarar” analizi veya sezgisi başlangıç adımı bile sayılabilir. DYP, 2006’nın ikinci yarısında aleni işbirlikçilik kulvarına girmeye karar vermiştir ve aslında bu karar, sözü geçen kulvarın tamir edilmesi için de gerekmektedir.
Bu sezgi ve karar ile, kimi çevrelerin Türkiye’de bir dönemin daha AKP’ye ait olacağı yolundaki mesajlarının çakışmış olması çok muhtemeldir. Geride kalan yılın ilkbaharındaki tartışma, ABD’nin AKP hükümetini gözden çıkartıp çıkartmadığı üstüneydi. Bu bir poker oyunudur ve doğal olarak Washington tarafından kazanılmıştır. Eli fazlasıyla güçlü olan Washington görülmesi mümkün olmayan blöflerin de yardımıyla Ankara’yı nihai biçimde terbiye etmiştir. Posasının bir kenara atılabileceğini hisseden AKP, yalvar yakar kendine çeki düzen verdi. Başbakan danışmanı Zapsu’nun Milliyet yazarı Çongar’a açıklattırılan Washington görüşmesinin detayları, burada “yalvar yakar” deyiminin düz anlamıyla kullanılmasına olanak sağlamaktadır.
İşlemin siyasal suikastlar gibi daha ağır biçimlere de büründüğünü, rejimin iki resmi silahlı gücünün, ordu ve polisin çatışma noktasına getirildiğini, tam bu noktada hatırlamakta yarar var. 2006 yılında genel olarak Türkiye’ye, özel olarak hükümete ölüm gösterilmiş, sonuçta düzen sıtmaya razı olmuştur.
Peki buna gerçekten ihtiyaç var mıydı?
Emperyalizmin bugünkü işbirlikçilik standartları düşünülürse bu soruya evet denmelidir. Evet yanıtı, terbiye edilmeye muhtaç bulunan siyasal kurum, parti ve hatta devletlerin bağımsızlık sevdalısı oldukları anlamına gelmemektedir. Yalnızca emperyalizmin 21. yüzyıl başındaki hegemonya tarzı reel sosyalizmin damga vurduğu geçmiş yüzyıldakinden derinlemesine farklılaşmıştır. Gelenek’te yeterince işlenen bir konu bu. Sosyalizm alternatifinin soluğunu hisseden bir kapitalist ülkenin kendi ayakları üzerine basmayı kapsayan bağımlılığı ile bugünün bağımlılığı arasında büyük mesafe vardır.
Türkiye’de bu mesafe belirgindir. Dünya ölçeğinde bir sosyalizm-kapitalizm mücadelesinden kendisine var olma imkanı türeten Türkiye Cumhuriyeti’nin ezberi, 1989-90 karşı-devrimiyle birlikte çökmüştü. Karşı-devrimden bugüne geçen süre, denge formüllerinin cumhuriyetin yaşından çok daha uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu Türkiye’de, toplumsal, siyasal ve ideolojik bir yeniden yapılanma için çok kısadır. Hatta günümüz emperyalizmine uygun bir Türkiye’nin var olup olamayacağı halen tartışmalıdır. Ülkeyi yeni tip bir bağımlılığa oturtmak için gerçekleştirilen zorlama ile ülkenin dağılmasının iç içe geçtiği bir alan vardır. Türkiye’de burjuva siyasetinin esas gerilim kaynağı da budur.
“İhtiyaç var mıydı” sorusunun yanıtı yalnızca AKP değil bütün burjuva partiler için olumludur. Ya da sorunun yanıtı belki de ülke tarihinin en aleni işbirlikçi pozisyonunu benimseyen siyasal partisi olarak AKP için bile olumludur. Zira terbiyeye muhtaç olan herhangi bir özne değil, kapitalist Türkiye’nin bütünüdür. İlginç olan, bunun sonsuz bir işlem olmasıdır. Bağımlılık, daha fazla, hep daha fazla bağımlılık…
Sabancı-Koç belirlenimi altındaki TÜSİAD’ın performansından görüldüğü gibi en ciddi güvencesi büyük sermaye olan bu süreçte 2006 yılında çok yol alınmıştır. Yol alındıkça ABD’nin projesine bir kritik unsurun daha eklenebileceği/eklenmesi gerektiği görülmektedir. Tek partili güçlü hükümet formülüne göre, kendi içinde bin bir dengeye oturan, titrek bir siyasal yapının tercih edileceği açıktır. DYP’nin bu emperyalist vizyona da yöneldiği görülmektedir.
ABD’yi vatan belleyen dini lider Fethullah Gülen’in iki siyasal partiye yatırım yaptığı günlük basına kadar düşmüş bir bilgidir ve bu iki partinin AKP ile DYP olması rastlantı değildir.
AKP’nin bir ortakla dengelenmeye itiraz etme imkanı da kalmamıştır artık. Üstelik gerek ABD gerekse içerde devlet kurumlarıyla yaşanan gerilimlerden Erdoğan liderliğinin sağlam çıkmakta zorlandığını söylemek abartılı olmayacaktır. Ağar’ın devletli stili, sürmesi zorunlu gerilimlerde AKP’nin önemli bir eksiğini giderecektir. Benzer bir yardım, Türkiye’nin tabularına demir atan MHP-CHP milliyetçiliği karşısında da işe yarayacaktır. Kıbrıs, AB ile ilişkiler, Kürt sorunu gibi başlıklarda AKP’nin “vatanı satmakla” suçlanması ile AKP-DYP bloğunun eleştirilmesi arasında bariz bir fark vardır.
Amerikan cephesi
Türkiye’nin bağımlılığı üzerine kurulu akıl yürütmemize bir not düşmenin zamanıdır.
Hegemonik güç pozisyonu, etkilere kapalı bir mutlakiyet yönetimi değildir. Emperyalizm bağımlı hale getirdiği ülkelere “ihtiyaç” duyar. Hele 2006 yılının Ortadoğusu’nda ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla geri plana düşmeye başlayan kapitalist Türkiye’nin 11 Eylül 2001’den ziyadesiyle hoşnut kaldığını biliyoruz. Emperyalizm kendine yönelik tehdit tanımı yapabildiği sürece, bu tehdide karşı kendini ortaya atmaya hazır Türkiye’ye hayat hakkı var demektir. Ancak ABD’nin 11 Eylül’ü dünya hegemonyasının önünde herhangi bir rezerv bırakmamak biçiminde okuması nedeniyle bu geçici bir rahatlama olmuştur. Türkiye, Ortadoğu senaryolarında ABD safında aktif yer almakla kendini ağırdan satmak arasında gidip gelmiştir. Türkiye’nin bölgesinde “sorun istemediği” tamamen demagojik bir tezdir. Tersine, Türkiye bölgesinde, sayesinde ağırlık koyacağı çözümsüzlükleri tercih eden bir ülkedir. Kapitalist Türkiye’nin tuhaf bir iç gerilimi de emperyalizme uyum yönündeki dinamizmi ile emperyalizmin lehine olsa dahi “tam çözümler”den kaçınma eğilimidir.
Türkiye egemen güçlerinin Saddam Hüseyin’in 30 Aralık sabahı öldürülmesiyle keyiflendikleri kesindir. Gerçi görünürde bir Baas-Bush dengesinin bütünüyle olasılık dışına çıkmasının bir yandan ABD ile İran arasında yeni bir denge arayışına bir yandan da Barzani-Talabani kesiminin rahatlamasına yarayacağı görünmektedir; ama Ankara idam sehpasından payına biraz daha stratejik önem düşmesini beklemekte haksız olmayacaktır.
Sözün özeti, ABD emperyalizmi, bölgesel güçler ve Ankara arasındaki çelişkiler suni ya da tali değildir. Yalnızca bu çelişkiler özgür değildir ve kimi yasallıklarca kuşatılmıştır. Örneğin Türkiye’nin ABD’ye çekebileceği riskin üst sınırı 2006’nın ilk aylarında birtakım devlet yöneticilerinin Kurtlar Vadisi-Irak saçmalığını “pek beğenmeleri”dir! Kuşkusuz bu bağımlılık derecesinde, filmin ötesinde her şey fanteziden ibarettir.
ABD’nin Türkiye’ye duyduğu, hatta artan ihtiyacının üzerine daha fazlası bina edilmemelidir. Bu kısıtlar altında, en önemlisi Irak direnişi olmak üzere, emperyalist hegemonyaya boyun eğmeyen birikimin artmaya devam etmesi, ABD’nin stratejisinde radikal bir değişikliği gündeme getirmemekle birlikte, konjonktürel olarak Türkiye’yi daha fazla kollamasına işaret etmektedir.
Kollamak, Ankara’da telaffuz edilmekten çok hoşlanılan “stratejik ittifak” falan da değildir. Emperyalistin ihtiyaç duyduğu bağımlı ülkeyi kollamasında, birlikte davranmak türünden pozitif çağrışımlı ifadelerden ziyade, bir korku dengesi hakimdir. Türkiye’de en etkili korku öğesi Kürtlük ve bölünme olmaya devam edecektir. Zaten ABD bu ölçüde bağımlı bir müttefikini bile ancak tehditle hizada tutabilen bir konuma yerleşmiştir. ABD’nin değişmesi mümkün görülmeyen “ittifak stratejisi” böyle özetlenebilir.
Bölünme tehdidi ve korkusu da abartılı sayılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, AKP hükümeti ya da daha fonksiyonel bir tarifle Erdoğan-Özkök yönetiminde, tarihinde ilk kez bölünebilir bir ülke haline geldi, bölünme Osmanlı’nın son yıllarından sonra bir kez daha demagojinin ötesine geçti.
2007’ye girerken durum, bölünebilir ülkenin nefes alacak bir aralık yakalamasıdır.
Avrupa Birliği ile gerilimli ilişkiler de benzer bir doğrultuyu göstermektedir. Yayılmacılıktan vazgeçen bir emperyalizm çökmeye mahkumdur; ve gerek iç sorunları gerekse ABD ile rekabeti çerçevesinde sürekli patinaj yapan bir AB, Türkiye’ye doğru yayılma politikasını iptal etmeye ehil değildir. Ancak bugünkü verilerle AB’nin Türkiye’yi içermesi ya da hükümranlık alanına dahil etmesi de mümkün görünmüyor. Çıkışsız AB’nin Türkiye’ye, Türkiye ile sorun yaşamaya vs. ihtiyacı vardır.
Yeri gelmişken, altı aylık periyotlarla giden AB krizlerinin de “ciddiyet yasası”nın belirlenmesinde yarar vardır. AB bu krizlerin herhangi bir momentinde somut olanakları itibariyle Türkiye’ye ağır darbe indirme yeteneğine sahiptir. Çünkü Türkiye kapitalizminin AB üyelik sürecine herhangi bir alternatif geliştirme yeteneği yoktur. AB’den vazgeçememek bir yasa değerinde.
Lakin AB’nin de göstermelikten öte darbe vurması mümkün olmaktan çıkmıştır. ABD Ortadoğu’ya, Türkiye’ye ve Kürdistan’a ağırlık koydukça, AB’nin barutu rutubet kaptı. Yine 2002 seçimlerinden önce Kürt sorununda AB’nin sahip olduğu hareket kabiliyeti hatırlanmalıdır. O dönem Mesut Yılmaz’ın Diyarbakır’dan geçen Avrupa yolu hakkındaki veciz sözlerinin bir gerçeklik taşıdığı açıktır. İşte o evre kapanmıştır.
Bir ara özet
Kuşkusuz bu yazıda Kürt sorununa daha yakından göz atmamız gerekecek. Yalnızca Aralık ayında açılan yeni kartlar bile, 2007’nin bu başlıkta zengin gelişmelere sahne olacağını vaat etmektedir. Ancak önce buraya kadar söylenenleri toparlamakta yarar var.
Her toparlama ya da özetleme bir basitleştirmeye dayanmak durumundadır. Burada emperyalizm, büyük burjuvazi ve çeşitli unsurlarıyla egemen güçlerin belirli bir iç tutarlılığa sahip bir egemen blok oluşturduğu varsayılacaktır. “Bir şeyler elde ettiği, murat ettiği, amaçladığı” söylenen, başka bir özne belirtilmediği sürece bu toplamdır.
Türkiye’nin bugünkü bağımlılaşma serüveninde milliyetçiliğin tahrik olmaması imkansızdır. Türk milliyetçiliğinin, türdeşleri arasında gecikmiş, genç ve çürük bir örnek olmanın ötesinde, tarihsel temellerinin çok zayıf olduğu bilinmektedir. Hatta bizim, liberal çevrelerin “yükselen milliyetçilik” konusunda verdikleri alarmı samimi bulmadığımız da hatırlanmalıdır. Bu yaygara, esas olarak anti-emperyalist dinamikleri milliyetçilikle benzeştirip itibarsızlaştırmak ve önünü kesmek bağımlılığı modernliğin doğal parçası saymak gibi saiklere bağlıydı.
Ancak içinden geçilen süreç bir alt üst oluş. Genel olarak aklını yitiren, devleti ciddi çözülme emareleri gösteren bir toplumsal yapı, sürprizlere de açıktır. Türkiye Kürt sorununda sürprizlerin eşiğine birkaç kez gidip geldi. Kürt ulusal hareketinin milliyetçi girişimlerini hiç kaçırmayan linç eylemleri, Türkiye’nin dağılmaya ne denli yakın olduğunu kanıtlamakla kalmamıştır. Bu eylemler her defasında dağılma momentine bir adım daha yaklaştırmıştır ülkeyi.
Kontrolsüzlük kimsenin tercihi olamaz. Bölünebilir bağımlı ülkeleri tercih eden emperyalizm de, inisiyatifi ve denetimi tekelinde tutmak isteyecektir. Türkiye siyasetinde böyle bir risk payı içermeyen bir “ulusal çıkar”3 ekseni kurulmuş bulunmaktadır. CHP-MHP “koalisyonu” egemen blok için son derece güven vericidir. Devlet Bahçeli’nin faşist hareketin sokak performansını kontrol altında tutmaktaki ısrarı eninde sonunda örgüt idaresi ile ilgili karşılıklara sahiptir. Oysa MHP faşizmi ile CHP sosyal-demokrasisinin flörtü, kontrolsüzlüğün konformizm ile dengelenmesini içermektedir. Bu toplumsal ve ideolojik bir müdahale olarak, örgüt idaresi yöntemlerinden çok daha etkili sonuçlar verecektir.
Öte yandan CHP’nin solculuğunu tasfiyeye tabi tutarken solu temsil etmeyi sürdürmesi amaçlanmaktadır. Türkiye’de birlikçi solculuk bu amacın parçasıdır ve birlikten ziyade tasfiyeye kan vermektedir.
İkincisi, yukarıda söylendiği gibi aleni işbirlikçiliğin Ağar DYP’si sayesinde forma sokulmasıdır. Bu yönde güçlü bir inisiyatifin geliştiği açıkça görülmektedir. Her biri emperyalizm ile kendine özgü bağlara sahip olan bu partiler birbirlerini dengelemiş, emperyalizm tamamını çok daha fazla sayıda alet ve yolla yönlendirmiş olacaktır. Birden fazla ata oynamak denen taktiğin bu kadar verimli sonuç yarattığı başka örnek acaba var mıdır!
Üçüncüsü, iki koalisyon siyasal yelpazede standart sıralamalara aykırıdır. Hangisi solda hangisi sağda sorusunun yanıtı yoktur. Özelleştirmecilikte AKP’nin sınıfı adına kaydettiği büyük başarının karşısında ne 2002 öncesindeki (koalisyon ortağı) MHP demagojisi ne de CHP’nin sendika bağlarının yansıması görülebiliyor. Laisizm-gericilik saflaşmasını bir koalisyonda MHP’nin İslami, diğer koalisyonda da DYP’nin devletçi özellikleri dağıtacaktır. Yine CHP, AB konusunda MHP’yi kompanse ederken, DYP de AKP’nin teslimiyetçi görüntüsünü düzeltecektir. Bağımsız devlet kimliği konusunda en fazla demagoji üretme yeteneğine sahip MHP, Ortadoğu’da savaşlara katılmak için en kolay mazeret uyduracak partidir. Lübnan tezkeresine hayır diyen CHP’nin genel başkanının, kalkıp bu ülkedeki Türk birliğini ziyaret etmesi ve gördüklerinden gurur duyduğunu açıklaması, tam bu noktada not edilmelidir! Dahası var; Kürt sorununda DYP demokratlıkta CHP’yi “sollamıştır”, vs…
Bu konum karmaşasının özeti TKP’nin şu ara sürmekte olan 8. Kongre raporunda da dile getirilmiştir. Yakın zamanda yayınlanacak olan bu belgede “pazarlıkçı kadrolar(ın) inisiyatifi ele almak için emperyalist ülkelerle ilişkilerde zaman zaman daha maceracı ve işbirlikçi politikaları” savunabildiklerine dikkat çekilmektedir. Egemen blok açısından bu da hafife alınamayacak bir kazanım olasılığına işaret etmektedir.
Kapitalist Türkiye’nin bir devlet çözülmesi, bir paradigma yitimi yaşadığını söylüyoruz. Bu tür değerlendirmelerde ne zaman mutlakçı bir eğilim gösterirseniz, katastrofizme saparsınız. Düzenin bir doğal afet tarafından vurulmuşçasına yıkılması, dağılması beklentisine… Katastrof bütünüyle ihtimal dışı değildir. Tarihte toplumsal değil dışsal faktörlerle yaşanan dramatik değişimler vardır elbette. Ama bu bir siyasal akıl yürütmenin konusu ve parçası değildir!
Dedik ya; tarihi sınıf mücadeleleri yapıyor. Kapitalist Türkiye’nin maruz kaldığı devlet çözülüşünün sınıfların mücadele ya da müdahalelerinden etkilenmeksizin varacağı bir yıkım bizim akıl yürütmemizin konusu olamaz. Kuşkusuz doğal afet patlak verdiğinde her siyasal özne duruma bakacak ve ne yapılması gerektiğini belirleyecektir, ancak afet beklentisiyle ne siyaset ne bilim yapılır.
Yukarıda burjuva siyasetindeki oluşumlar üzerine söylenenler düzene belli bir akıl atfetmektedir. Bu yaklaşıma “hani akıllarını yitirmişlerdi” tepkisi verilemez. Çözülüş görelidir ve göreli olmanın ötesinde kendi içinde konsolidasyon mekanizmalarını da içerir. Türkiye kapitalizmi emekçilerin ve düzen dışı akımların daha güç nefes alıp verecekleri bir yapılanmaya yönelmektedir.
Dağılmanın olduğu kadar bu yapılanmanın da en ilginç bölmesinde Kürt dinamiği yerleşiktir. Kürt etkeni, üzerinde en çok hesap kitap yapılan ve sürpriz patlamalara en açık, bu arada solun da en titizlenmesi gereken alanlardan birini oluşturuyor.
Kürt solcu olurdu…
Ülkemizde solun en zengin kadro kaynaklarından biriydi Kürt kimliği. Bir kez ikna edici, çekici bir odak oluşturduktan sonra sosyalizmin toplumun en acılı, çelişkileri en fazla içinde hisseden kesimlerinde zengin damarlarla buluşması doğaldır. Türkiye’de de 1960’lar Kürt kimliğinin solcu yetiştiren bir kaynağa dönüşmesinde milat sayılabilir. Kuşkusuz sadece Kürtlük değil, Alevi, öğrenci, emekçi gibi kimlikler için de benzer bir değerlendirme doğrudur.
Diğerlerini bir yana bırakalım; ama Kürt kimliğinin solcu üretme yeteneğinin şu anda körelmiş olduğunu kabul etmek zorundayız. Kürtlerin solun çağrısına pozitif yanıt vermekte işi en ağırdan alacak toplumsal kesimler arasında olduğunu kaydetmemiz gerekiyor. Dolayısıyla komünistlerin bu alana özgü kimi araçların geliştirilmesine yoğunlaşmalarının zamanı gelmiştir. Kürt kimliğinin sol ile barıştırılması için özel bir uğraş verilmesi gerekmektedir.
Bu bölümde ancak bu çabanın nasıl bir zeminde ve hangi ana projelere karşı geliştirileceği üzerinde durulabilir.
Burada da zaman zaman bir basitleştirmeye başvuracağım. Örneğin medya derken, basın dünyasındaki farklı aktörleri değil, Doğan grubu başta olmak üzere etkinliği en yüksek tonu kastedeceğim. Ya da Barzani ile Talabani’nin tek bir özneymiş gibi ele alınmasının yalnızca bizim buradaki tartışmamız açısından bir sakıncasının bulunmadığının farkındayım. Türkiye’deki Kürt burjuva hareketinin de belli bir bütünlük taşıdığını bir basitleştirme işlemi olarak varsayıyorum.4
Baker-Hamilton raporu ABD’nin Barzani-Talabani çizgisiyle arasını kısmen açtığı biçiminde yorumlandı. Bu yorum doğru olmakla birlikte, Saddam Hüseyin’in idamı, emperyalizmin Irak’ta Baas veya direniş bloğunun içine yönelik politika yapmak gibi bir önceliğinin asla olmadığını göstermiştir. Dolayısıyla Kürt işbirlikçiliği, işgalcinin en önemli dayanağı olmaya devam edecektir. Sorun kendisini zaman zaman biricik dayanak olarak hisseden Kürt liderliğinin terbiye edilmesi olarak kendini göstermektedir.
Barzani-Talabani hareketlerinin işgalle birlikte bir bölgesel güç odağı olmaları ile her zaman olduğundan daha fazla kuklalaşmaları arasında da bir çelişki yoktur. Bu konumdaki bir hareketin Türkiye’nin Kürt sorununda önü en açık kanalı oluşturması ise bizim burjuva siyasetinin zavallılığıdır. Irak’la ilgili nedenlerin yanı sıra ABD’nin “Kürt terbiyesi”nin Türkiye ile ilgili bir boyutu bulunmaktadır. Barzani faktörü Türkiye’de bir Kürt reformunun engelleri arasındadır.
Akla ilk gelen iki yorum fazla yüzeysel ve yanlış olacaktır. Bir tanesi, Irak Kürt oluşumunun PKK’yi kolladığıdır. PKK’nin Irak Kürdistanı’nda kendisine alan bulduğu ve Barzani-Talabani’nin yeni bir brakuji’de çıkarlarının olmayacağı, bir kardeş kavgasının Kuzey Irak’ı sarsacağı açıktır. Ancak ABD işgal yönetiminin tek sağlam kalesinde, kimin ne kadar siyasal varlık hakkı olduğuna karar verenin Barzani olduğuna kimse inanmamalıdır.
İkinci yorum, Türkiye’de bir Kürt reformunun kaçınılmaz olarak Barzaniciliğin önünü açmasından Ankara’nın duyduğu korkuyu merkez almaktadır. Bu değerlendirme eski genelkurmay başkanının Kuzey Irak’taki kırmızı çizgileri sildiğini unutanlara aittir. Hilmi Özkök’ün ikrar ettiği değişim, aslında Barzaniciliğin Türkiye Kürtleri için meşruiyetiydi. Aralarındaki çelişkilerin bir tekini bile hafife almamakla birlikte bugün Ortadoğu’da temelleri en sağlam devletlerarası ittifakın Türkiye-İsrail-Kürdistan arasındaki olduğunu görmek gerekir.
Barzani faktörü Ankara’nın elini bağlayan asıl neden değil, Türkiye kapitalizminin çaresizliğinin aynasıdır. Türkiye reform sürecinin parçalanmayla son bulmasından endişe etmekte ve endişesinin hafifletilmesi için ABD’den Kürtleri zapturapt altında tutmasını talep etmektedir. Ankara, Beyaz Saray’ın baş tacı etmek yerine sık sık azarladığı bir Kürt figürüyle iş görmeyi tercih edecektir.
Oysa Türkiye’nin bölünmesini içeren senaryoların başlangıcında Kürtler değil, emperyalizmin ta kendisi vardır. Düzen başka birçok başlıkta olduğu gibi burada da karnından konuşmaktadır.
ABD’nin Kürt-Türk dengesine yapacağı makyajın, PKK’ye yeni bir ağır darbeyi içermesi çok olası hale gelmiştir.5 Medyanın kurduğu modele göre, ABD baskısı Barzani’ye başka bir Kürt hareketini, PKK’yi “satmayı” kabul ettirecek, Türkiye PKK’nin tasfiyesinde bir önemli merhale daha kaydedecek, bunun karşılığında kısmi bir affı, kimi özgürlükleri içeren bir reform gerçekleştirilecek. Tam burada bir parantez açmak istiyorum. Kürt sorununda çok uzun süredir askeri çözümcüler ile siyasal çözümcüler biçiminde bir tasnif yapılır. Bu yaklaşımın yetersiz, açıklayıcı olmayan ve yanlış bir değerlendirme olduğunu hep yazdık. PKK’nin fiziki tasfiyesini ve Kürt kimliğine belirli bir siyasal yaşam alanı açılmasını birbirinin karşıtı olarak görmek ve kesinkes ilkinde ısrarlı davranmak Türk faşizmine verilmiş bir görevdir. Siyasal-askeri çözüm ikilemi yalnızca faşist bakış açısında hayat bulmaktadır. Aklı başında bir dolu insan da bu bakışı veri almaktadır!
Zaten işi bu olan faşist hareket dışında askeri-siyasal kutuplaşmasının değil uyumunun örnekleriyle doludur Türkiye. Medya açıkça tasfiye ve reformun birbirini izlemesi gerektiğini savunmaktadır.
Amerikan reformundaki dil, kültür ve siyasal özgürlüklerin tanımı önemli olmakla birlikte birincil olmadığını düşünüyorum. Asıl kritik olan meclis. 2007 seçimlerinde düzenin meşru siyaset alanı olarak TBMM Kürt kimliğine yeniden açılacak mıdır, açılmayacak mıdır? Düğüm buradadır.
Medya ikinci bir propaganda teması olarak, doğu ve güneydoğuda DTP’nin gerilediğini, PKK’nin taban, silahlı mücadelenin itibar yitirdiğini, “muhafazakar” kesimin güçlendiğini işlemektedir. Özetle “bir şey olmaz”, artık oradan tehlike gelmez diyorlar. Olabilecek olan ve olsa da tehlike oluşturmayan, dinci gerici, kapitalizmle barışık, zengin ve amerikancı şeylerdir!
Bu anlatının bir referansı az yukarıda bir not düşerek değindiğim Kürt sağıdır. Herkes bilmektedir ki, bu Kürt sağı aslında bağımsız bir değişken değil, Bush-Barzani faktörünün Türkiye’ye tercüme edildiğinde aldığı biçimdir.
Diğer referans DTP’nin gerilediği, hatta çöküşe geçtiği iddiasıdır. Aslında Ortadoğu’ya, Kürt siyasetine ve Türkiye’ye dış dinamikler egemen oldukça siyaset alanı çok daralan bir Türkiyeli Kürt ulusalcılığından söz etmek durumundayız. Bu akımın kişiliğinin oluşmasında liderlik kültüne ayrılan yerin çok geniş olduğunu da biliyoruz. 1999’dan bu yana Abdullah Öcalan’ın hapiste olması siyaset alanının daralmasına karşı etkili müdahaleler geliştirilememesinin nedenlerinden biri olsa gerek. Sonra, bu hareket bir gerilla mücadelesiyle kendini var etmiştir. Son yıllarda ise hareketin, bariz strateji olarak gerillayı geri çekme kararı aldığını ve hep bütünüyle tasfiye edilebileceği, elverişli bir konjonktürü beklediğini söyleyebiliriz. Bu bir dönüşümdür ve hareketin tanımlayıcı bir organı silindiğinde yerine ne konacağının da yanıtlanması gerekir. Bu yanıtlanmaksızın siyaset alanı zaten geniş tutulamazdı.6
Dolayısıyla bence de legal partinin zayıflaması, temelleri olan bir beklentidir. Açıkçası Türkiye’de burjuva siyaseti biraz daha hoşgörülü davranabilseydi ve AKP birazcık cesur olabilseydi, 2002 seçimlerinde DEHAP’ı belirgin biçimde kuşatan bu partinin bölgenin siyasal dokusunu değiştirme şansı vardı. Ancak AKP iktidarına düzenin kurduğu tuzak zaten buydu. AKP Türkiye kapitalizminin baş belalarını halletmek zorunda kalacak, o kestaneleri ateşten topladıktan sonra geriye posası kalacaktı!7 Seçim yılına girdiğimiz şu günlerde AKP’nin bu tuzağı başarıyla atlattığını saptamak gerek. Yukarıda değinilen DYP’nin bu çizgiye meyletmesi olgusunun arkasında kuşkusuz bu başarı da var.
AKP, Kürt illerinde Kürt radikalizminin kendiliğinden erime sürecine bel bağlamış ve beklemekle yetinmiştir. Bu süreçte Saadet Partisi’nin bölgedeki islamcı radikalizmin şemsiyesi haline geldiğini ve Diyarbakır’da birkaç kez ciddi kitlesel eylemlerin kotarıldığını not etmeliyiz. Bölgenin Kürt ulusalcılığı dışında büyük kitle eylemlerine uzun süredir (belki on yılı aşkın zaman!) kapıları kapattığı düşünüldüğünde bu nota önem verilmesi gerektiği anlaşılır.
Lakin kim ne derse desin, “yerli” Kürt ulusalcılığının yerini düzen partileri, Barzanicilik ve islamcılıktan müteşekkil bir siyasal çoğulculuğa bırakarak etkisizleşmesi zaman alacaktır. Üstelik zaman düz bir rotada akıp gitmemekte, tansiyonun yükseldiği Şemdinli, Diyarbakır olayları, faşist linç eylemleri ya da düzenin DTP’li belediyelere dönük sataşmaları hareketin yeniden konsolide olmasını sağlamaktadır. Bunlar hiç olmasa bile, Kürt ulusalcılığının örgütsel ve siyasal kimliği ile lider kültünün paralel süreçler yaşamadığı kesindir. Bana kalırsa Abdullah Öcalan’ın belirleyiciliğini karşısına alan herhangi bir gelişim söz konusu değildir. DTP’nin siyasal tekelinin kırıldığı doğrudur, ancak Öcalan otoritesi bundan, hiç olmazsa şimdilik etkilenmemektedir.
Yukarıda TBMM Kürt kimliğine açılacak mı sorusunu ortaya atmıştım. Tartıştığımız gelişmeler açısından yanıtın önemli yeri olacaktır. ABD patentli Kürt reformuna Ankara’nın bir yorumda bulunma hakkı herhalde olacaktır ve yorum Barzaniciliği içerip Apoculuğu dışlamak yönünde olacaktır. Bu o kadar kolay bir işlem değildir. İstenmeyenlerin kapıdan geçememesi için yüzde on barajını korumak yetmez… Dışta kalanın açıkça bir yıkımla yüz yüze geleceği bellidir. Dolayısıyla Kürt cenahında seçim, kritik bir kırılma noktası anlamına gelecektir.
Düzen açısından kırılma noktalarının kışkırttığı korkuyu birtakım vaatlerle gidermeye çalışmak Turgut Özal’dan beri aşina olduğumuz bir yöntem. Kürt toplumunun tamamını Türkiye’nin himayesi altına alma projesi ise Özal’lı yıllara oranla çok daha hayalci hale geldi. Kürt egemenleri ABD ve AB’nin patronluğunun tadını aldıktan sonra başka türlüsü mümkün olabilir mi! Sonuçta sorunlu kapitalist Türkiye’nin petrol bölgelerine doğru genişleyen bir “büyük Türkiye”ye, bir “emperyalist Türkiye”ye dönüşme şansı var olmasa da, ağza çalınacak balın markası budur. Türkiye’nin önünde, AB üyeliği örneğinde olduğu gibi, sonuçsuz bir dönüşüm süreci daha açılmak üzeredir. Nasıl AB üyeliği güzel rüyaların bedelinin ödenmesinden ibaret bir bağımlılık faturası çıkartıyorsa, Büyük Türkiye rüyasının zorunlu bedeli de ülkenin daha islamileşmesi olacaktır.
Ve islamizasyon
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı, kısa adıyla TESEV’in yılda birkaç kez medyada önü açılır. “Çok önemli bir araştırma” yapmıştır TESEV. 2004 yazındaki İmam Hatip Liseleri8 araştırmasını hatırlıyorum. 28 Şubat restorasyonunun boşa çıkartılmasına son noktayı koyan bu araştırmaya göre öcü ilan edilen İmam Hatipler sayesinde 500 bin kız öğrenci okul yüzü görmüştü. Bu okullar gericilik yuvası olarak görülmemeli, restore edilmeli, yeniden sistem içindeki saygın konumlarına dönülmeliydi.
Son çalışma “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” başlığını taşıyor. Araştırmayı yürüten iki akademisyenle yapılmış röportajdan kısa bir alıntı maksadı açığa çıkartıyor:
“Bu anketten ‘Türkiye’de irtica tehlikesi yok’ sonucunu çıkartabilir misiniz?
Ali Çarkoğlu: Birkaç nedenle çıkartabiliriz, yegâne doğru yansıtılan cevap bence odur. Birkaç soruyla bunu test ettik; örneğin; dindar insanlara baskı yapılıyor mu diye sorduk. Dindarlara baskı yapıldığını düşünenlerin sayısında azalma var. Laiklik tehdit altında mı sorusuna verilen cevaplarda bölünmüşlük var. Laikliği tehdit altında görenler var ama bu tehdit algılaması alarm zillerini gerektirir nitelikte değil.
Binnaz Toprak: Hiçbir zaman sahici bir ‘irtica’ tehdidi olduğuna inanmadım. Çünkü demokrasi-laiklik ve İslam konusundaki etkileşim Türkiye’yi iyi bir yere götürdü. AKP de demokrat bir parti.”9
Gericilik tehdidi bulunmadığı yolunda bilimin verdiği fetva çeşitli adreslere çeşitli mesajlar ulaştırıyor. Ama önce konumuzla bağlantısı olduğu kadarıyla şu tehdit meselesini açmak gerekiyor.
“Bugün dinci gericiliğe karşı mücadelede gündemde olan, açık ‘şeriat tehdidi’ değil, toplumsal yaşamın giderek dinci temellere doğru kaydırılmasıdır. Bu kaydırma işlemi ile şeriatın kendisi arasındaki mesafe sanıldığından çok daha uzun ve karmaşıktır. Dolayısıyla, ‘bu kaymanın hemen ardından şeriat gelir’ yargısı sağlıklı değildir (…) Türkiye’de ‘toplumsal yaşamın giderek dinci temellere doğru kaydırılması’ (…) gerçek bir tehlikeye işaret etmektedir. Bu tehlikenin boyutları, ancak, ‘öyle olmayanların öyle olanlara’ yaklaşımındaki farklılaşmalara bakarak görülebilir.
Örneğin kendini laik ve modern sayan bir kişi salt ‘işyerimde herkes tutuyor bari ben de Ramazan’da oruç tutayım ki ayrı kalmayayım’ gerekçesiyle oruç tutmaya başlıyorsa burada sanıldığından daha büyük bir tehlike vardır (…).
Örneğin, kendini modern ve laik sayan bir kişi, ‘toplumsal yaşamda gerçek güç tarikatların elinde, hiç olmazsa fazla ters düşmeyeyim’ demeye başlamışsa, burada ciddi bir tehlike vardır (…).
Ne var ki, iş bu tür ‘bireysel’ bazdaki örneklerle bitmemektedir. Daha önemlisi, Türkiye’de, bütüncül anlamda dinci ideoloji olmasa bile, dinci motifler, artık düzenin kendi mantık sınırları içindeki her tür modernleşme, iyileştirme, reform ve yeniden yapılanma girişimine ve projesine nüfuz edebilmektedir. Üstelik, bunların arasında en başta Avrupa Birliği ve Dünya Bankası finansmanlı girişimler ve projeler yer almaktadır (…).
Proje ‘aile planlaması ve üreme sağlığı’ mı? Bilin ki, bu proje çerçevesindeki halkla ilişkiler kampanyalarına ‘çocuk’ ve ‘rızk’ kavramları bağlamında birtakım dinsel motifler sokuşturulacaktır.
Proje ‘kayıt dışı istihdama karşı mücadele’ mi? Bilin ki, burada devreye bu kez ‘helâl kazanç’, ‘haram’ vb. kavramlara atıfla gene dinci motifler girecektir (…).
Ardından işler ‘tıkır tıkır’ yürümektedir. Projelere finansman sağlayan yabancı kuruluşlar fonların nasıl kullanıldığı ve muhasebesi konusunda çok titizdirler; ama iş bir proje çerçevesinde hangi sloganlara, motiflere, halkla ilişkiler yöntemlerine başvurulabileceğine gelince, elbette yerel kültürel özelliklere ve çeşitliliklere saygılı davranacaklardır! Projelerde görev alanlar arasında kuşkusuz kendilerini modern ve laik sayanlar da vardır; ama onlar bile imamların ve müezzinlerin, en az öğretmenler kadar ‘yerel önder’ ve ‘mesaj yayıcısı’ olduklarını kabul edecekler; cuma namazlarını ise en az başka toplantılar kadar etkili bir ‘iletişim ve etkileşim kanalı’ sayacaklardır. Özetle, bir kez daha, ‘öyle olmayanlar’ kendilerini ‘öyle olanlara’ göre yeniden konumlandıracaklardır.
Asıl tehlike buradadır.”10
Uzun alıntı yapmayı hiç sevmemekle birlikte Metin Çulhaoğlu’nun bu son derece parlak makalesinin yarıdan fazlasını aktarmaktan kendimi alamadım. Çulhaoğlu’nun yazısının TESEV’in araştırmasından daha eski tarihli olduğunu da belirtmeliyim. “Tehdit” hakkında bu satırlara küçük ama önemli saydığım bir ek yapacağım. Yukarıda betimlenen toplumsal durum, siyasal yapıda daha sert bir islamizasyon için koşulların uygun olduğu anlamına gelmektedir.
Şimdi TESEV’in mesajlarına dönebiliriz:
Birinci olarak, AKP’yi zaman zaman Ortadoğu’nun öteki islami hareketleriyle karıştıran batılı yönetim, entelijansiya ve kamuoyuna merak etmeyin denmektedir, AKP’nin “merkez-kaç” islamcılıkla ilişkisi yoktur.
İkincisi, AKP’ye zorlamayın denmektedir; Türkiye toplumunu dincileştirmenin temeli yoktur, bu operasyonun sınırlı sonuçları olacaktır.
Üçüncü olarak, Kemalistler teskin edilmektedir: Korkmayın, bu bildiğiniz şeriat tehlikesi değildir.
Toplumun geneline ise, Çulhaoğlu’nun anlatımına çok uyan bir “alıştırma”, “kanıksama” müdahalesi yapılmakta, gericileşme sürecinin üstü örtülmektedir.
Ancak bu gericiliğe örtü mü dayanır? Konu yalnızca tarikatlar, AKP, imamlar vs. değil ki. Ordu ve Kemalizm destekli, hani şu sonsuz enerji üreticisi Erke Dönergeci’nin bilime yönelttiği saldırı yaratılış masallarından daha az gerici değildir! Birtakım aklı evvellerin morali ve ahlakı giderek bozulan Türkiye toplumuna özgüven kazandırmak11 için uydurduğu “devri daim” makinesinin atası ile Con Ahmet’in makinesi veya Emişli Memiş diye dalga geçiliyormuş.12 Şimdi kimin haddine!
İşin ilginç yanı, toplumdaki gericileşmeye belli bir rasyonalitenin atfedilebileceği biricik alan İslamdır. Dinin dışına çıkıldığında doğrudan astrolojiye dahil olunur. Dönergeç, çılgın Türkler, kurtlar hep bu Kemalist-milliyetçi astrolojinin unsurları.
Eğer Kemalizmi dört başı mamur bir ideoloji değil de, Türkiye Cumhuriyeti’nin davranış kalıplarının kodlarının içerildiği bir tarihsel akıl olarak düşünürsek, şimdi bunun yitirildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Kapitalist Türkiye ezberini unutmuştur ve yeni girdilere veya sorulara tepki veya yanıt üretmesi pek mümkün görünmemektedir. Türkiye’de şu an olduğu gibi toplumsal -veya altyapısı oluşturulan olası siyasal- dinci gericiliğin önünü açan kuşkusuz Kemalizmin bu krizidir. Kemalist modernizmin dine koyduğu takoz kalkmıştır.
Çözülmemenin ödülü ve bedeli
Türkiye’nin emperyalizme onlarca yıllık bağımlılığında AKP iktidarı ile birlikte değişen budur. Bu nitel bir değişim. Elinde egemenlik mekanizması kalmayan bir devletin aklı nasıl kalsın? Özelleştirmecilik ve Amerikancılık bu aklın bütün dayanaklarını ortadan kaldırarak devleti çözülme noktasına getirdi. Bu teslim oluş sürecinde Kürt sorununda inisiyatifin bütünüyle emperyalizme geçmesi, Washington’un Ankara’ya karşı “çıkardığı dama” olmuştur.
Önce Türkiye’de devlet çözülme momentine gelmiş, sonra kaçınılmaz olarak çözülmenin bir kader olarak tecelli etmesini engelleyecek biricik gelişme yaşanmış, siyaset emperyalizm tarafından teslim alınmıştır. Egemenliğin fiili devrini uluslararası hukuk (veya hukuksuzluk!) çerçevesinde resmi devri de izlemektedir. Eğer bu, Türkiye’nin emperyalizm ile ilişkisinin bir “bedeli” ise, mantıken bir de ödülü olması gerekir.
Ödül bir yeniden yapılandırmadır. Yeniden yapılanma, özetle burjuvazinin egemenliğinin daha doğrudan, yalın, sivri biçimler almasıdır. Sosyal fonksiyonları iptal edilen ve sistemin ücret politikalarından kentsel yaşama, tüketim kalıplarından çalışma olanağına kadar her alanda dışına itilen emekçiler üzerinde baskı uygulama hakkı sonsuz oranda genişleyen bir devlet. Kemalist “aklın” önemli bir öğesinin devlet mekanizması olduğunu biliyoruz. Devletin egemenlik özü silinirken, egemenlik mekanizmaları tahkim edilmektedir. Son genel seçimlerden bu yana egemenliğin devri AKP’ye mal ediliyordu. Egemenlik mekanizmalarının tahkiminde egemen güçlerin diğer kritik unsuru olarak TSK’nin de yeri vardır. Aslında Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanlığı bu gelişmeyi temsil etmektedir. Yeni komuta heyetinin sesi yüksek çıkabilmektedir; ama örneğin Özkök’ün bitti dediği kırmızı çizgilerin ihyası gündem dışıdır. 28 Şubat türü bir laik müdahaleci tarza dönüş mümkün değildir…
Laisizm konusunda bir denge noktası bulunsa bile zorlu sorular yerinde durmaktadır. Bunlardan biri Kürt sorunu. Kürt kimliğinin sola değil sağa yönlendirilmesi, bölünme sendromunu ortadan kaldırmıyor, tersine arttırıyor. Düzenin bu soruna herhangi bir yanıtı bulunmuyor.
Yanıtı güç sorulardan biri de, Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal’in deyimiyle “yurtta sulh cihanda sulh” düsturunun kaderiyle ilgili olandır. Kapitalist entegrasyon (veya teslimiyet) düzeyi ile emperyalizmin günümüzdeki stratejisi, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşının sonrasında edindiği ilkenin açık reddini öngörmektedir. Beyaz Saray, AKP ve TSK’nin üzerinde mutabık kaldıkları anlaşılan bölgesel savaş eğiliminin güncel dışavurumları, geçici ve uzak bir coğrafyayla sınırlı Kore Savaşıyla, özgün bir anti-komünist operasyon olarak anlamlandırılması gereken Kıbrıs müdahalesiyle karıştırılmamalıdır. Bu değişimin düzen içinde yeni yarılmalara neden olacağını hâlâ düşünüyorum.
Statükocu barışçılığın temelleri Türkiye toplumu için de güçlüdür. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş yayılmacı militarist bir tarihin kitlelerde yarattığı derin bıkkınlığa, bu çizginin iflasının kabulüne ve bu mirasın reddine dayanır. Toplumun yeni bir tarihsel ray değiştirmeye taşınması için az yukarıda değindiğim devletin egemenlik “mekanizmaları”na başvurulacaktır. Bunun yeterli olup olmayacağı ise pek kuşkuludur. Kendi adıma militarist/yayılmacı bir Türkiye’nin sinmiş, çürümüş, dağılmış bir toplumla değil konsolide edilmiş, ayaklarını sağlam basan, milliyetçiliğin harekete geçirdiği bir toplumla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bugün düzene kazandırılan veya vaat edilenler arasında böyle bir şey bulunmuyor. Bir de, hiçbir şeyin masa başında başlayıp bitemeyeceğini, kararın sınıf mücadeleleri alanında verileceğini unutmamak gerekiyor.
Bu yazıda çizilen çerçevenin, sözü edilen eğilim ve olasılıkların bütünü için konuşursak, Türkiye halkının bu tablodan dışlandığını, yani halkın bu tabloda yerinin olmadığını söylemeliyiz. Ama ek olarak Türkiye halkının bu tabloyu “benimseme” olasılığının sıfır olduğunu da.
Sonuç yerine
Kriz mi istikrar mı? Bu sorunun yanıtının belli ölçülerde oluştuğunu sanıyorum. Basit bir yanıt değil kuşkusuz.
2002 seçimlerinin ardından AKP iktidarının sermaye sınıfı ve emperyalizme karşı yerine getireceği yükümlülüklerin, bütün istikrar temennilerine karşın kriz dinamiklerini harekete geçireceğini öne sürmüştük. 2007 yılında düzenin bütün tarafları istikrara mahkumdur, çünkü mevcut yapının krize tahammülü kalmamıştır. Bu ancak kriz, hatta yıkım tehdidiyle temin edilen bir istikrar türüdür!
2001 ekonomik şokunun kitlelerde yarattığı dinginlik arzusundan endişeli bir bekleyiş ile vurdumduymazlık arası bir ruh haline gelinmiştir. Her durumda Türkiye’de geniş kitleler değişim istememektedir. İyiye doğru bir değişimin mümkün olmayacağı inancının beslediği bir kilitlenme söz konusudur. Yani tehdit halkta da tutmuş görünmektedir.
Böylece “gericilik döneminde devrimci siyaset” problematiğine önemli bir ekleme yapılmış oluyor. Devrimci siyaset istikrar istemini ilke düzeyine getirmiş bir halkı kazanma görevi ile karşı karşıyadır. Bu noktada bir anahtar kötüye doğru değişimin kaynağında emperyalizmin ve bizzat düzenin bulunduğuna işaret etmek olabilir…
Bu denli kuşatılmış bir ülkede, Türkiye işçi sınıfının emperyalizme karşı mücadeleyi gündemine almaksızın atacağı herhangi bir adım yoktur. Ama herhangi bir adım atmak için toplumsal çözülme ve çürüme süreçlerine karşı tepkinin de açığa çıkması, çıkarılması gerekmektedir. Kuşkusuz AKP tarzı dinci, demagojiye dayanan ve orta sınıfları sıcak para sirkülasyonuna ortak ederek bir toplumsal rüşvet döngüsü yaratmayı beceren, üstelik örgütlü bir partinin karşısında emekçi ve yoksulların tepkisinin ani ve büyük bir tepki olması beklenmemelidir.13 Bu tepki, daha ziyade örgütlü ve onurlu duruşu “kabul etme” biçimini alacaktır. Türkiye emekçi halkının hızla bir siyasi hareketliliğe akmasından ziyade statükonun değiştirilebileceğine ilişkin güven veren bir işaret alması mümkündür. Sonrası görülecektir.
Türkiye’nin solunun bu işareti vermek için bugünkü objektif yönelimlerden yararlanması pek mümkün görünmüyor. Uluslararası durumun karmaşık etkileri bir yana, Türkiye’de ne yapılacaksa dişle tırnakla yapılacak! Solda, en kaba örnekleri AB sürecinden, Kürt özgürlüğünden veya laik kesimlerin şeriatçılığa direnmesinden pozitif beklentilere girmek olan her tür kolaycılığa kapı kapanmalıdır.
Solun kendi emeğinin ürünü olmayan ve işimizi kolaylaştıracak bazı olgular ise yine de akla gelebilmektedir. Türkiye’nin AB adaylığının adım adım biriken bir yıkım süreci, ABD ilişkilerinin ise savaş ve bölünme gibi trajik tehditler barındırması, toplumdaki “bir şey olmasın” duyusuyla anti-emperyalizm arasında köprü kurulabilmesini olanaklı hale getirmektedir. Ya da titrese, gerilse sallanmaya başlayacak ölçüde temelleri zayıflayan bir düzenin “bizimle” kavga etme yeteneği de giderek kısıtlı hale gelmiş demektir. Bu zayıflamayı göze alan egemen güçler bloğu, olsa olsa emekçilerin bir daha asla devreye giremeyecek ölçüde bertaraf edildiğini varsaymış olabilir.
O halde sol tam da bu varsayıma vurmalıdır. 2007, işçi sınıfının örgütlü öncü kesimlerinin devreye girmesi için en uygun zamandır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Kemal Okuyan, “CHP’den Milliyetçi Cephe Müjdesi”, soL, 25 Mayıs 2006, http://www.sol.org.tr/ index.php?yazino=105.
- A. Güler, “Mizahçılara İş Çıktı”, Komünist 287, 13 Ekim 2006, s. 2; http://www.tkp.org.tr/index.php?yayinno=287&yayinyazi=1759.
- Sadık Gelenek okurları için gereksiz kaçabilir ama yine de bir hatırlatmanın yeridir. Gelenek ulusal çıkar ile ülke çıkarı kavramları arasında sınıfsal içerik ve siyasal kullanım açılarından ayrım gözetmektedir. Bkz: TKP MK Tezleri, 2005/1, “Ülke Çıkarları Üzerine”, Gelenek 84, Mayıs 2005.
- Bu alanda iki de siyasi partiden söz etmek mümkün. Birincisi, örgütsel belkemiği Kemal Burkay’ın adıyla anılan geleneğe dayanan, çoğu sol kökenli çevreleri barındıran ve Şeyh Sait torunu Abdülmelik Fırat’ın kurucu başkanı olduğu Hak-Par. Sertaç Bucak geçen kasım ayında bu partinin genel başkanlığını devraldı. Diğeri ise çizgisini adındaki sözcüklerin baş harfleri ile yeterince açık ifade eden Katılımcı Demokrasi Partisi. Eski bakan ve Kürt sağının önemli ismi Şerafettin Elçi’nin 1997’de kurduğu Demokratik Kitle Partisi kapatılmıştı.
- Bkz. Fatih Çekirge, “İkisinden birini verin”, Hürriyet, 25 Aralık 2006, Pazartesi. Çekirge, aynı zamanda askeri ve siyasal çözümlerin dışlayıcı alternatifler oluşturmadığının canlı kanıtıdır. Başta Ertuğrul Özkök olmak üzere kendisini yalnız bırakmayan meslektaşları da az değil.
- Bizzat DTP’nin neden bu yöndeki değerlendirmelere destek verdiğini anlamak kolay değil. Genel Başkan Ahmet Türk’ün partinin “seçilmişlerin yürüyüşü” eylemine ilişkin memnuniyetsizliğini kamuoyuna da açıklaması ve sonra bunun bir “özeleştiri” olduğunun eklenmesi, Kürt siyaset stiline pek de uygun olmasa gerek. Eğer parti yönetimi ara kadrolar üzerinde bir taban basıncı yaratarak kimi düzeltmelere gitmeyi amaçlamıyorsa, yeni stil devleti “tehlikenin gerilediğine” ikna etmek için icat edilmiş olabilir! Belki de medyanın aklı evvel image maker’larının marifetidir; kim bilir…
- AKP’yi cesaret konusunda en çok teşvik edenin sol liberalizm ve ÖDP olması ayrıca ilgi çekicidir. 2005 yılında başbakanı ziyaret eden ve Kürt reformu beklentilerini yükselten aydın girişiminin arkasında bu partinin inisiyatifi vardı. 2006’nın son ayında ise ÖDP genel başkan yardımcısının ibretlik bir makalesi yayınlandı. Bkz: Hakan Tahmaz, “Ağar’dan AK Parti’ye Kürt Sorunu”, Yeni Şafak, 20.12.2006. (http://www.yenisafak.com.tr/yorum/?q=1&c=12&i=20340&A%C4%9Fardan/AK/Partiye/K%C3%BCrt/sorunu) Bu makaleyi Komünist’te eleştirmiştim: “Sola Yer Var mı”, Komünist 297, 22.12.2006, s. 2; http://www.tkp.org.tr/index.php?yayinno=297&yayinyazi=1885.
- Bkz: Ruşen Çakır, İrfan Bozan, Balkan Talu, “İmam Hatip Liseleri, Efsaneler ve Gerçekler”, TESEV, 14.06.2004.
- Mehmet Gündem, “İrtica tehdidi yok ama irtica algılaması var” (Prof. Dr. B. Toprak ve Doç. Dr. Ali Çarkoğlu ile röportaj), Yeni Şafak, 27.11.2006, http://www.yenisafak.com.tr/roportaj/?t=23.12.2006&q=1&c=16&i=16727&%C4%B0rtica/tehdidi/yok/ama/irtica/alg%C4%B1lamas%C4%B1/var
- Metin Çulhaoğlu, “Dincilik Nasıl Yaygınlaşır”, Komünist 281, 1 Eylül 2006, s. 11; http://www.tkp.org.tr/index.php?yayinno=281&yayinyazi=1683.
- Geride bıraktığımız yılın diğer iki “güven yükseltici” operasyonu Kurtlar Vadisi-Irak filmi ile Çılgın Türkler kitabıydı.
- Hikaye edilir ki, ünlü hekim Mazhar Osman’ın “mucit” bir hastası varmış. “Bir aküyle bir motoru çalıştırırım, bu motorla da bir dinamoyu; dinamodan alacağım elektriğin bir kısmını yine akü ve motora veririm, geri kalan enerjiyi de kendim kullanır, sonsuza kadar mutlu yaşarım” fikri Con Ahmet denen bu hastadan çıkmış! Yıllar önce Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde değil de 2006’da bazı belli çevrelerde dolaşsaymış çok saygı göreceği, onore edici lakaplar takılacağı kesindir… Emişli Memiş ise herhangi bir enerji kaynağı kullanmaksızın, itilince emme etkisi yapan bir makine. Adının 1970’lerin Yeşilçam pornolarını çağrıştırmasına kanmayın, Emişli Memiş’i bir askerin icat ettiği ama zaman içinde makinenin kaybolduğu rivayet ediliyor.
- AKP değerlendirmeleri için Kemal Okuyan’ın 27, 28 ve 29 Aralık 2006 günleri sol.org.tr’de yayınlanan köşe yazılarının okunmasını öneriyorum.