Cezaevlerinde ve yurtdışında yaşayanları bir yana bırakırsak, Türkiye solunun okuma alışkanlığı konusunda olumlu konuşmak pek mümkün değil. Her şeye karşın Türkiye’de solda bir kesim var, artmasa bile eksilmiyor da… Bu kesim, bunca yayın çıktığına göre küçümsenmeyecek ölçüde yazabiliyor. Aynı kesim sözkonusu yayınlar belirli bir alıcı bulabildiğine göre abartılmamak kaydıyla okuyor da…
Bugüne dek okuduklarımdan kalkarak iki tür “yazı” tanımlayabiliyorum. Adlarını henüz bulamadığımdan anlatmak zorundayım. İlk türe belki de “didaktik” denebilir. Belirli bir konu ele alınır ve sonra o konuya ilişkin çeşitli yaklaşımlar anlatılır. Elbette tartışılan konunun tarih içindeki gelişimi de unutulmaz. Akademisyen ekolde ise yazar kendi yargısının ne olduğunu çoğu kez okura hissettirmez bile. Bu tür yaklaşımlar “nesnel” bulunduklarından özellikle beğeni toplayabilirler.
Bir başka tür daha vardır ve bunda önemli olan konu değildir. Daha doğrusu ortada kuşkusuz bir konu vardır da, düşünce sürecinin ancak belirli bir aşamasından sonra şekillenir. En baştan konuyla yola çıkılmaz kısacası. Onun yerine hareket noktasını bir esin oluşturur. Esin, bilinen olgular arasında daha önceden hiç kurmadığınız bir bağa, bütünselliğe ilişkindir. Size oldukça anlamlı, açıklayıcı görünür. Sıra bu esinle ortaya çıkan kurguyu somut veriler ve tarihsel gerçeklerle sınamaya gelir. Kuşkusuz tam bir netliğe ulaşmak her zaman mümkün olmaz. Yürüttüğünüz tarama kurgunuzun yanlışlığını açıkça kanıtlamıyorsa, ortada son haline getirilecek bir deneme var demektir. Günü belki yorgun ama mutlu kaparsınız.
Yukarıda tanımlamaya çalıştığım iki yazı türünden ilkini küçümsediğim sanılmasın. İkinci türe giren “yenilikçi” çalışmalar öncelikli olarak bir bilgi birikimini öngörür. Bunu sağlayan da tanımlayıcı yanı ağır basan çalışmalardır. Üzerinde en güzel yapıların yükselebileceği temelin bileşiminde, tanımlayıcılığın şu ya da bu ölçüde ama mutlaka bir payı vardır.
Benim endişelerim Türkiye soluna ilişkin. Türkiye solunda büyük çoğunluk olarak birer otodidakt konumundayız. Büyük çoğunluğumuz kendi sol eğitimimizi doğrudan klasiklere başvurmaktan çok mevcut teorik malzemenin belli bir kurgusunu dayatan, onu gene verili bir anın gereklerine göre biçimlendirilen el kitaplarından tamamladık. Bu konumuzla, ikinci türe giren, yani belirli bir öncülüğü ya da yaratıcılığı ortaya koyan ürünlere karşı ne denli “alıcı” olabiliriz Kuşkusuz sorgusuz kabullenicilikten, yani çarpıcı görünen her sunuşa dört elle sarılmaktan söz etmiyorum. “Alıcılık” dediğim şu: Bunları dikkatle ele alıp tartışmaya, en azından peşinen bir “zındıklık” olarak görmemeye ne ölçüde hazırız?
Otodidakt olmanın dışında, yaşadığımız örgütsel deneylerde hep çeşitli ölçülerle korkutulmadık mı? Bizler bir sürünün üyeleriydik ve bu sürüden ayrıldığımız anda bizleri “kurt” kapardı. Sonra şu ve şu çizgilerin dışında kızgın bir ateş vardı ve yaklaştığımız anda “cızz” her yanımız yanardı…
Kısacası, her siyasal çizgi kendi dışındakilere korkutucu güçler hatta yetenekler izafe ediyordu nedense. Oysa kimbilir belki o sürüden ayrılanları bekleyen “hain kurt” gerçekte miskin ve uyuz bir sokak köpeğiydi; yanına yaklaşanları yakacak ateş de çoktan küllenip gitmişti… Türkiye solunda bu öcülerden ve masallardan bıkan kimileri dünyayı keşfetmek üzere yola çıktılar. Bir kısmı ortada kendilerini mahvedecek tehlike bulamayınca sıkıntıdan kendi kuyularını kendileri kazmaya karar verdiler. Bir kısmına da gerçekten hiçbir şey olmadı. Demek, mayanın sağlamlığı yetiyor.
Şimdi Türkiye solunda herkesin başını dışarı uzatıp ne var ne yok çevreyi izleme zamanıdır. Sosyalist teori ve pratik, yalnızca Türkiye’de değil evrensel ölçülerde yeni bir iç düzenlemenin eşiğine gelmiş bulunuyor. Elini yavaş tutan, öcülerden korkan yenilikçi ve yaratıcı olmaktan çekinen, öznel niyeti ne olursa olsun meydanı bir yanda reformizme öteki yanda da sorumsuz ve maceracı anlayışlara bırakmış olacaktır.
Bunun sorumluluğu ağırdır.