“Proletaryanın çıkarlarını savunan Sosyal Demokrasinin ödevleri ile çeşitli sınıflar tarafından oluşturulmuş bulunan ulusun hakları iki ayrı şeydir.” STALİN
Dünyada hiçbir sorun yoktur ki, proletaryanın çıkarlarını savunan sosyalistleri ilgilendirmesin. Ulusların hakları, her zaman, siyasi bir sonu haline burjuvazi tarafından getirilmiş ve bu “iki ayrı şey”in somut tarihsel koşullarda birleştirilmesi ve çözümü de sosyalistlerin görevi olmuştur.
Ulusal sorun gerçekte, belli siyasi sınırlar içinde hegemonyanın kimin elinde olduğu sorunudur. Elbette belli bir ülkede, herhangi bir dili konuşan, azınlık bir ulus oluşturan, bir milliyet olan veya tüm bunların daha gerisinde bir nedenle toplumun tümünden ayrımlanabilecek bir grubun, grup, milliyet, ulus olmasından kaynaklanan özelliklerini devam ettirmek istemesi en doğal özgürlük hakkıdır. Ancak, bir hakkın kullanımından ortaya çıkan sonuçların bu kez burjuvazi tarafından kullanılıyor olmasına karşı çıkmak da sosyalistlerin görevidir.
Burjuvazi, özünde bir özgürlük meselesi olan bu sorunun merkezini, kaynağını nereden aldığı meçhul bir “ulviyete”, millet olmanın erdemliliğine çekmektedir. Millet bilincinin olduğu her yerde, sosyalist bilinçle ters orantılı olarak, başka milletlerden olan farklılığın yüceltilmesi vardır. Başka ulusların küçük görülmesi vardır.
Bugün, yeryüzünde burjuvazinin hiçbir kesimi ilerici bir rol üstlenemiyor. Ve kapitalizmin uluslararasılaşmasıyla birlikte hiçbir ülkede ulusal kalamıyor; proletarya ile burjuvazi arasındaki uçurumu hiçbir milliyetçi ideoloji özgün hiçbir sömürü ilişkisi kapatamıyor.
Üretimin toplumsallaşmasıyla birlikte, hakim sınıflar ideolojik hegemonyanın kaynağını ulusal özelliklere dayandırmak zorunda kalmışlardır. Kapitalizmin toplumsal ideolojisi daha önce kutsal kral adına savaşan kitleleri bu kez ulusun kutsallığına inandırmaya şartlandırmıştır. Uluslar semboller, sınırlar kutsanmıştır. Kutsal sınırlar yalnızca kutsal karları korumanın değil, işçi ve emekçi sınıfların birliğini önlemenin de aracı olmuştur.
Bellidir ki, bir yerde sınır varsa, korunması gereken bazı çıkarlar da vardır. Kutsanan bu sınırların gerçek anlamı hegemonya odaklarının iktidar olabildikleri alanı belirliyor olmasıdır. Bu iktidarların ve çıkarlarının korunmasına yönelik ilişkiler bütünü olarak devlet örgütlenmesinden kaynaklanan siyasi nüfuzun belli sınırlar içinde olmasının veya bu sınırların şöyle ya da böyle çizilmesinin çeşitli nedenleri olagelmiştir. Tarihsel olarak bu nedenler sürekli değişmiştir. Değişmeyen tek şey ise sömürü ve yine sömürüdür.
Ulusal Sorunda “Çözüm” Ne Anlama Geliyor?
Toplumları ilgilendiren her sorun, sosyalist dünya görüşüyle de doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle ülkelerin gündemine sosyalizm girdiğinden buyana sorunlar ve çözümler hep sosyalizm kavramının etrafında dolanıp durmuştur. Bu kavramın tüm bu sorunlarla ilişkisi farklı konjonktürlerde ve farklı düzeylerde klasik ifadesiyle “somut durumun somut tahlili” ışığında olmuştur.
Ulusal sorun da çeşitli ülkelerde farklı biçimlerde çözümlenmiştir. Farklılık göstermeyen durum ise çözüm biçiminin ülkenin sınıflar ilişkisinin doğrudan belirleyiciliğinde olmasıdır. Bu durum da gösteriyor ki, sorunun çözümü için sınıf mücadelelerinden bağımsızlaştırılabilecek genel formüller yoktur. Daha değişik bir ifadeyle ulusal sorunun değişmez çözümü ayrılmak, siyasal sınırlar çizmek, her ulusal farklılığın ayrı yasama ve yürütme özgürlüğüne doğrudan karşılık geldiğini düşünmek değildir. Bu anlamda ulusal sorun, yerellik özelliği ağır basan somut çözümlere muhtaçtır. Ancak bu, teorik olarak da olsa, özgünlüğün sınırsız zenginliği demek de değildir. Ulusal soruna yaklaşımları genelleştirmek bunlar sınıf ilişkilerine bağlanabildiği ölçüde mümkündür. Ancak genel ilkelerin güncel-somut çözümlere yol göstericiliği vardır. Ulusal sorunun bugüne kadarki çözümleri bundan sonraki çözümlerin içinde aranacağı bir tasnif listesi oluşturmaz.
Söylenenler, konuya iyi niyetli bir yaklaşımdan alıntı yaparak açılabilir. “Örneğin sömürgeci bir ülkede devrim şartları olgunlaşmışsa ve bu arada işçi sınıfı da devrimi başaracak bir bilinç ve örgütlenme düzeyinde ise ezilen ulus açısından da devrim hareketinin motoru hakim ulusun işçi sınıfı olur ve o ülkedeki tüm kurtuluş güçlerini devrimci komutası altında aynı cephede birleştirerek zaferi sağlayabilir ve milli meselenin çözümünü mümkün kılar. Ancak bu şartlar böyle olmayabilir. Yani ülkede hakin ulusun işçi sınıfı açısından devrim şartları olgunlaşmamış, işçi sınıfı önemli buhranlara rağmen devrimi başaracak tüm devrimci güçleri sürükleyecek bir bilinç ve örgütlenme düzeyine varmamış olabilir. Tam tersine ezilen halk üzerindeki ulusal baskı o düzeye varır ki bu halkın ulusal kurtuluş yolundaki mücadelesi çok daha öncelik kazanabilir; ulusal kurtuluş savaşı başlayıp başarıya ulaşabilir.” (Özgürlük Yolu Dergisi, Sayı: 5, s.19)
Karşı çıkılması gereken “tasnifçi” anlayış budur. Sorun ya sosyalist devrimle birlikte ve eşzamanlı çözülüyor, ya da ulusal sorun artık devrimi bekleyemeyecek kadar olgunlaşıyor. Devrime öncelik kazanıyor. Geneldeki sosyalist hareketin başarısızlığı üzerine kurulmuş bir kurtuluş programı bugün ne kadar gerçekçi olabilir? Sorunun çözümüne teorik yaklaşımda doğruda kalabilmek için iyi niyet yeterli olmuyor. Basılan zeminin ulusallık değil, mutlaka sınıfsallık olması gerekiyor.
Sınıfsallık zemininden uzaklaşılırsa, kolay ve genel çözümler teorileştirilirse, örneğin, Avustralya ormanlarında yaşayıp ayrı bir dil konuşan, kültürleri kayalara ilkel resimler çizmekten ibaret olan yerliler için nasıl bir çözüm bulunabilir sosyalizm adına? Onları kendi doğal gelişimine mi bırakmalı, yoksa aradan beş bin yıllık gelişim üstünlüğü bulunan Avustralya ulusu içinde bu küçücük halkın kurtuluş mücadelesi mi örgütlenmelidir? Görülüyor ki bu azınlığın uygar toplumla tanıştırılmasının tek sonucu, kısa sürede asimilasyondur. Asimilasyonuna karşı çıkmak için bu halk beş bin yıl geride mi bırakılmalıdır? Yine görülüyor ki asimilasyona karşı çıkmak gibi en genel geçer ilkelere söz konusu iken bile, dünyada istisnalar bulmak mümkündür.
Ulusal sorunun çözümünde gözetilmesi gereken devrimci ilkeler elbette vardır. Nesnel temelleri olan istemleri seslendiren toplumsal grupların bu isteklerini sosyalizm ile bağdaştırmak, bağdaşmıyorsa bu nesnel temelleri yok etmek bir genel ilke olabilir. Ulusal baskı siyasetinin egemen sınıflara karşı bir silah haline getirilmesi de bir genel ilke olabilir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gerçekleşebilmesi için demokratik bir ortamın yaratılması da böyledir. Ancak ulusal sorun ve sosyalizm ilişkisinde ulusal zorun zemininden çıkan tezler, hatta başarılı örnekler, genelleştirilemez ve uyulması zorunlu ilkeler haline getirilemez.
Kendi Kaderini Tayin Hakkı Ne Anlama Geliyor?
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı genel anlamda teorik bir önerme değildir. İdeolojiktir ve tamamıyla siyasal bir ifadedir. Bu ifadeyi bir teorik bütünlük olarak ele almak Vietnam ordusunun başka bir ulusun topraklarında ne işi olduğunu izah edememek demektir. Yine açıkça sormak gerekir: Afganistan’da Afgan ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, kendi başına, hangi soruna çözüm getirebilecektir? Örneğin bu ülkede sosyalizmin çıkarları ile burjuvazi dahil çeşitli sınıflardan oluşan ulusun çıkarlarının örtüştüğü söylenebilir mi? Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı mutlaka siyasal öncülleriyle birlikte ele alınmak durumundadır. Özellikle ve en başta sosyalist sistem ve emperyalist sistem mücadelesinin siyasal sonuçlarıyla birlikte…
Ulusal sorunla özel olarak ilgilenen Stalin’in yazdıklarından ortaya çıkan şöyle özetlenebilir: Pratik olarak, uluslar ancak sosyalizm doğrultusunda kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Kimsenin ulusun yaşamına zorla karışma hakkı yoktur. Ancak “Proletaryanın çıkarlarının savunan sosyal demokrasinin ödevleri ile çeşitli sınıflar tarafından oluşturulmuş bulunan ulusun hakları iki ayrı şey” olunca sosyalistlerin ulusun kararını her koşulda onaylaması söz konusu olamaz. Çünkü sosyalizm yönüne dönük olmayan kararların halkın gerçek çıkarlarını temsil etmediği son tahlilde burjuvazinin ideolojik ve politik baskısını yansıtmaktan başka bir anlama gelmediği kabul edilir.
Ve aslında gerçek tam da böyledir. Marksistler hiçbir zaman kelimenin her iki anlamıyla da saf eşitlikçi, özgürlükçü, demokrat olmamışlardır. Sınıf çıkarlarından bağımsız bir toplumsal sorun düşünülmediği müddetçe de böyle olması gerekir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının klasik metinlerde ısrarla vurgulanmasının bir önemli nedeni, toplumsal örgütlenmenin karar alma mekanizmalarında, devrimci mücadelenin politik önderliklerinde ve sosyalizmin inşa sürecinde kimlerin yer alacağı sorusuyla açılabilir. Bu mekanizmalar ve önderlikler, her ulusun kendi insanlarından oluşmalıdır. Bunun nedeni ise kesinlikle bu insanların kendilerinde gördükleri veya toplumun onlara yakıştırdığı o ulustan olmalarının getirdiği ırksal bir özellik değildir. Tersine, önemli olan özellik toplumun geleceğinin kurulmasında onun geçmişini paylaşanların daha yetenekli, deneyimli ve muktedir olabilecekleri gerçeğidir. Toplumun ideolojik politik ve hatta ekonomik güçleri toplum gelişmesine o toplumun özgünlüklerine sahip olanlarca daha iyi seferber edilebilecektir. Sorunun kavranabilmesinde en önemli nokta, bu seferberliğin başarısının, böyle bir genel ilkenin o toplum için geçerliliğini yitirmesiyle ölçülebilmesidir. Toplumlar evrenselleşebildikleri ölçüde milliyetten uzaklaşıp sosyalist kimlikle donanabilecektir. Milli toplum ve sosyalist toplum bir sürecin farklılaşan iki kutbudur. Bu, tarihsel bir doğrultudur.
İster milliyet sorunu, ister ulusal veya başka bir sorun olsun yeryüzünün bu parçasında iktidarı ele geçirebilme imkanlarıyla çakışmayan bir çözüm sosyalist bir çözüm değildir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) böyle bir çakışma olmadan teorik olarak boşlukta kalacaktır. Pratik olarak da böyledir. Türkiye’de topyekün iktidarı alma stratejisi dışında bir perspektif, Türkiye sol hareketine en hafif deyimle zarar verecektir. Çünkü her ülkede olduğundan daha fazla olarak Türkiye burjuvazisi bu ayrımı siyasal olarak kullanma becerisine sahiptir ve bunu defalarca kanıtlamıştır.
Emperyalizmin bir dünya sistemi olarak varolduğu günümüzde, ulusların ayrılma hakkı en geniş bölgede sosyalist iktidarın yaşatılması amacına yöneliktir. İki ayrı iktidar olarak ayrılmanın sosyalizmin yaşaması ve gelişmesi için geçerli sebepleri olmadığı sürece, ayrılmanın savunulması, özellikle baskı görmüş ulusun sosyalistlerince savunulması doğru değildir. Ayrılma hakkının varolmasıyla ayrılmanın pratik savunusu farklıdır, terstir. Bir hakkın sözünü ettiğimiz gibi bir amaca yönelik olması o hakkın başka gerçek ve tartışılmaz bir hakkın türevi olduğunu gösterir. Bu temel hak, özgürlüktür. Ayrılma veya daha genel olarak UKKTH politik ve pratik anlamından soyutlandığında, türevi olduğu gerçek hakka özgürlüğe teorik bir karşı çıkışı da ifade edecektir.
Stalin bölgesel özerkliği savunuyor. Ancak sözünü ettiğimiz gibi bir amaca yönelik olarak: “… bu engelleri (ulusal engeller kastediliyor) yıkmak ve yolu başka türden bir sınırlamaya, sınıflar bakımından sınırlamaya açmak üzere…” Yani ulusal sorunun çözümü gerçekte ulusların “dertlerine deva” olmak amacına değil, çalışan sınıfların egemenliğinin kurulup geliştirilmesi amacına yöneliktir. Siyasi olarak yani pratik olarak bu amaca hizmet eder. Elbette çözümün çalışan sınıfların iktidarına giden yolda ne denli yol açıcı olacağı teorisize edilemeyecek birşeydir. Bu somut koşulların belirleyiciliğine bağlıdır.
Sosyalist Hareket İçin Kürt Sorunu Ne Anlama Geliyor?
Ulusal sorun bir halkın sosyalizme geçişinde temel harç olabilir mi? Türkiye’de Kürt sorunu üzerine tartışılması gereken ana tema budur.
Ulusal baskı bir siyasettir. Ulusal baskıyı yalnızca bir siyaset olarak kaldırmaya yönelik mücadele en sonunda şovenizm ve milliyetçiliğe varır. Bu nedenle verilecek bir mücadelenin ulusal baskı siyasetinin nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik olması gereklidir. Bu nedenlerin ortadan kaldırılması mücadelesinin karşısında ise kapitalizm ve emperyalist sistem vardır. Unutulmamalıdır ki ulusal baskı, emperyalizmin ve kapitalizmin bir siyasetidir. Sömürü ve zulmü devam ettirme yöntemlerinden biridir, bir bölümüdür.
Emperyalizmin ve kapitalizmin, gerçek çıkarlarını garantiye almak için bu siyaseti terketmesi de mümkündür. Yine bu nedenle yalnızca bu siyaset üzerine örgütlenmiş bir halk hareketinin, halk için iflası kaçınılmazdır. Açıkça söylenebileceği gibi emperyalizmin ve kapitalizmin yalnızca bir siyasetine karşı mücadele güçsüz olduğu zaman sonuç alamayacak, güçlü olduğu zaman da kendi varlığına bu şekilde gerek kalmayacak bir mücadeledir.
Eğer işçi sınıfının iktidar mücadelesiyle bütünlük taşıyorsa, ancak böyle bir mücadele çalışan sınıflar için kalıcı kazanımlar ve yararlılıklar sağlayacaktır. Genel olarak ulusal sorun bu sebeple bir bütünlük içinde değerlendirilmeli, özel olarak Kürt sorunu ise Türkiye’de aynı bütünlüğün somut koşullar içinde nasıl sağlanabileceğine yönelik ne gibi imkanlar yaratıyor, bu yönüyle tartışılmalıdır.
Kürtler hakkındaki tartışmalar yıllardır karşılıklı olarak iki kanalda gelişti. Bir taraf, Kürtlerin ulus olmak için gerekli şartlardan en önemlisine ekonomik birliğe sahip olmadığı tezlerini geliştirdi. Bir milliyet aşamasındaki topluluğun sömürülen bir ulus statüsünde olamayacağı sanki bu tezlerin doğal bir sonucuymuş gibi gösterildi. Diğer tarafta ise Kürtlerin sömürge olduğunu kanıtlamak düşüyordu. Tartışma ulusların kendi kaderini tayin hakkının hakkını hakkından fazla verenlerin bu kavramlarla anlatılmak istenen gerçeklerden uzaklaşıp sorunu bir dogma haline getirmeleri nedeniyle verimli sonuçlara ulaşamadı. Sosyal şovenizm milliyetçiliği besledi.
Oysa sormak gerekiyor: Ulus olmak veya ulus olma aşamasına gelmemiş olmak ve hatta daha da gerisinde bir topluluk oluşturmak sosyalistlerin soruna yaklaşımında temel bir nokta olma durumunda mıdır? Sosyalistlerin olaya bakışı “statü” tartışmalarıyla sınırlandırılabilir mi? Yaratılan bu sahte statü farklılıkları fiilen yaşanan toplumsal gerçeklerle altüst oluyor. Oysa fark sadece pratik olarak (bir realite olarak) ayrımlaşmış bir grubun toplumsal dengelere nasıl etki edebileceğidir. Sorun iktidarı düşünen bir hareketin pratik olarak hesap etmesi gereken güçler dengesinde yerini bulur.
Doğuda, bugün ve gelecek için yapılan tartışmalarda artık ilkel ve didaktik yaklaşımlardan uzaklaşılmalıdır. Kürt milliyetçiliğinin modern biçimlerinin yaratmaya çalıştığı teorik dayanak, gerçekte Marksizmin teorik ve pratik olarak didaktik bir yorumundan kaynaklanmaktadır.
Sorunun sosyalistler için önemli bir yönü, Türkiye’de sınıf partisinin örgütlenmesi ile doğrudan ilişkisidir. Her şeyden önce, Türkiye’de iktidarı alarak partinin gerçek dayanağı olan işçi sınıfını, örgütsel olarak bölecek her türlü formülasyonun en baştan reddedilmesi gerekir. Yalnızca bölünmenin güçleri azaltacağı nedeniyle değil, işçi sınıfının gerçek çıkarlarının üzerinde yapay çıkarlar etrafında karşı karşıya gelmiş kesimler yaratacağı için bu reddedilmelidir.
Gerçekte sorunun bu yönü Marksizmin klasiklerinde yeterince yer almıştır. İşçileri milliyetler bazında bölmenin, onları sendikalarda bölmeye, grev kırıcılığına, işçi-patron birliklerine kadar götürdüğü örnekleriyle gösterilmiştir. Bugün hiç kimse Marksizm-Leninizm adına böyle bir bölünmeyi öne süremez.
Ezen ve ezilen ulusların ilişkisinde ezilen ulus sosyalistlerine özel görevler de düşmektedir. Hakim sınıflar ulusal baskı siyaseti ile halkları, ezilen sınıfları karşı karşıya getirir. Ezilen ulusun emekçisi bu baskının gerçek kaynağını ve kapitalist sömürüyü fark etmekte daha da bilinçsiz durumdadır. Bu durum, o ulusun sosyalistlerini milliyetçi ideolojiye karşı uyanık bulunmaya zorunlu kılar. Çünkü bu baskının yarattığı muhalefet çok kolaylıkla milliyetçi görüşler etrafında toparlanabilir ve halklar arasında yaratılan kin yalnızca ve yalnızca hakim sınıfların ezilen kitleleri yönetmesine yardım eder. “Özünde, ulusal savaşım, her zaman burjuva nitelikte, yalnızca burjuvazi için yararlı ve istenir olarak kalır.”
Gerçekte, ezilen ulusların milliyetçiliği savaşılması gereken, en “kötü milliyetçilik”tir. Çünkü sosyalistler milliyetçilik gibi bir kavramın bu sıfatını tırnak içine almak durumundadırlar. Oysa ezilen ulusun kapitalistleri için siyasi egemenliğin kendilerinde olması zorunluluğu yoktur. Sömürü ilişkilerini pekala işbirlikçi burjuvazi eliyle de sürdürebilirler. Dünyadaki pek çok ulusal kurtuluş savaşının sonucu da bunu göstermiştir.
Nerede olursa olsun sömürülen sınıflara gerçeği göstermek ve bunun ödünsüz mücadelesini yapmak sosyalistlerin görevidir. Ulusal benlik, milli politika ve hakim sınıflarla ittifak, çağımızda sosyalizm ile birlikte düşünülebilecek kavramlar değildir.
Türkiye’de sorunun bulanık olmasının belli başlı nedeni Türkiye sol hareketinin tüm Türkiye genelinde demokrasi sorunlarından ulusallık sorunlarından ve diğerlerinden daha kapsamlı, bütüncül bir eylem programını yürütemiyor olmasıdır. Kürtleri de Kürt oldukları için değil, düzenle olan çelişkileri nedeniyle peşinden sürükleyecek devrimci bir programa, devrimci bir parti önderliğine ulaşılmadan Türklerin ve Kürtlerin milliyetçi ideolojilerin baskısından kurtulması mümkün görülmüyor. Oysa Türk emekçilerin de, Kürt emekçilerin de üzerindeki baskının kaynağı tektir. Bu apaçık gerçeğin anlaşılmasını engelleyen her türlü ideoloji, ancak milliyetçilikle beslenebilir.
Soruna Genel Bakış
Türkiye’de oldukça yankılar uyandıran PKK eylemleri Türkiye burjuvazisinin en azından belirli alanlardaki çıkarları ile uygun düşmüş, onun da istediği biçimde Türk işçilerde Kürtlere karşı belirli bir tepki doğurmuştur. Yakın gelecekte Türk ve Kürt işçilerin ayrı sendikalarda örgütlenmelerinin savunulduğunu görmek sevindirici olmayacaktır. Burjuvazinin kendi arasındaki çeşitli çekişmelere karşın sınıf mücadelesinde yekvücut hareket edebildiği koşullarda, tarihsel olarak aşılması gereken kategorilerle sınıf hareketini parçalamak sosyalistlerin işi olmamalıdır.
Kürt milliyetçiliği, burjuvazinin çeşitli yolları deneyerek diri tutmaya çalıştığı Türk milliyetçiliğinin ana temalarından biri haline getirilebilir. Bu da dikkate alınması gereken bir olasılıktır.
Belirli bir ülkenin burjuvazisi (ezilen ulusun egemenleri de dahil olmak üzere) tüm gücüyle bölgede hakimiyetini sürdürürken, böyle bir hakimiyetin ancak o bölgenin güçlerine dayanarak kırılabileceğini düşünmek saflık olacaktır. Böyle bir politika ister istemez ulusal güçlere dayanmayı, ulusallığı ön plana çıkartmayı, emekçi kitlelere sosyalist değil ulusal bilincin (bildik deyimle “milli şuurun”) götürülmesini dayatacaktır. Ve gerçekte olan da budur. Aşiret reisleri, toprak ağaları, bölge içindeki ve dışındaki Kürt kökenli kapitalistler ulusal birliğe davet edilmektedirler. Pol-Pot yöntemleriyle emekçilere “vatana ihanet” cezaları verilmektedir. Ve sonuçta bölgedeki emekçiler bir ellerinde korucu silahları, öteki ellerinde de PKK bildirileri ile nöbet tutmak gibi bir çıkmaza sürüklenmektedirler. Burjuvazi yalnızca Kürtleri ve Türkler arasında ayırımı körüklemekle kalmamış, aynı zamanda kapitalist ilişkiler içinde daha fazla yer eden ya da bölgenin en geri ağalık düzenleriyle bunun arasında kalmış kesimleri de karşı karşıya getirmeyi başarmıştır. Bu önemli bir sonuçtur ve böyle bir sonucun sorumluluğunu bir bütün olarak Türkiye Sosyalist hareketini yok sayan, sosyalizm adına her şeyi ulusal sınırlar çizerek ve ulusal kavramlarla yapan örgütlenmeler de paylaşmaktadır. Son tahlilde zarar gören, Türkiye işçi sınıfıdır.
Ancak, bu hareketlerin nesnel temelleri de mevcut değil midir? Kürt emekçilerin milliyetçi akımlara terk edilmesinin sorumluluğu kimlerdedir. Bugün ortaya çıkan, geçmişteki şovenist ve pasifist politikaların iflası değil midir? Herşeye rağmen bugün sosyalizmin ulusal sorun aracılığıyla kazanabilecekleri , düne kıyasla daha fazla değil midir?
Tüm bunlar gösteriyor ki radikalizm, gerek pasifist gerekse şovenist politikaların ötesinde kazanımlar sağlayabilmektedir. Ne var ki, böyle bir radikalizm de, devrimci sosyalizmin önderliğinden yoksun olduğu sürece ve yalnızca radikalizm sınırlarına kapandığında, kazanımlarının kalıcılık kazanabilmesi ve sosyalist mücadeleye yarar sağlayabilmesi mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla Doğu’daki hareket, en çok devrimci demokrat bir özdedir. Milli temellerde yükselen bir devrimci demokrat hareket de oldukça itici görünmektedir.
Sorunun bir başka boyutu da şudur: Türkiye’deki sosyalist mücadelede, ayrı bir ulus veya milliyet olmaları nedeniyle Kürtlerin özgün bir konumları var mıdır? Var ise bu konum neyi anlatıyor? Nihayet Kürt sorununun sosyalist iktidar mücadelesindeki yeri nedir?
“Sosyalist demokrasi ancak ve ancak, davranan, hareket eden ve başkalarını kendisini hesaba katmaya zorlayan gerçek ulusları gözönünde tutabilir.” Günümüzde Kürtlerin davranan, hareket eden ve başkalarının kendisini hesaba katmaya zorlayan bir gerçek oldukları reddedilebilir mi?
Savaşıyor olmak, bir hareketi, bir ideolojiyi doğru bulmak için yeterli bir neden olmaktan uzaktır. Ancak savaşan, mücadele eden bir hareketin varlığına kayıtsız kalmak, şu veya bu biçimde tavır almamak ve devrimci alternatifi ortaya koymak için mücadele vermemek, teorik ve örgütsel alanlarda ne denli sağlam noktalardan yola çıkılmış olursa olsun, sonuçta sosyal şovenizm tuzağına düşülmesi mümkündür. Demokrat hedefler için mücadeleye nasıl kayıtsız kalınamıyorsa, dahası nasıl bu mücadelelerin sosyalizm mücadelesiyle birliği öngörülüyorsa, ulusal baskı siyasetine karşı mücadelenin de işçi sınıfı partisinin yönlendiriciliğinde başarıya ulaşabileceğini gösterme zorunluluğu vardır. Hem teorik hem de pratik olarak.
Burjuvazinin Seçenekleri
Güneydoğu’da siyasal geleceğin belirli bir statükoya oturtulamayacağının işaretlerini görmek pek zor değildir. Radikal islamcı akımların güç merkezlerinin bu bölgeye kaymış olması bu bakımdan da ilginçtir. Çeşitli islam fraksiyonlarının cephesi halindeki RP’nin en güçlü olduğu bölgelerin başında Güneydoğu geliyor. Bir yanda da tüm karşı saldırılara rağmen PKK varlığını koruyor.
Güneydoğu’da düzene muhalefet artıyor. Artan muhalefeti kendi siyasal programları yönünde kanalize etmeye hazırlanan çeşitli güçler meydana çıkıyor. Bir yanda devletin ihtiyatlı desteğinde islamcı akımlar, diğer yanda sosyalizm ile milliyetçiliği uzlaştırma çabalarındaki PKK… Ancak bölge en önemli özelliği ile Türkiye’den farklı değil: Güç sahibi örgütlü bir Marksist hareketin yokluğu…
Bugünkü Türkiye’de sosyalizm potansiyeli ve sınıf çelişkilerinin ortaya çıkardığı muhalefet gücü Marksistler tarafından değil, başkaları tarafından yönlendirilmeye çalışılıyor: Türk milliyetçiliği, İslami akımlar, sosyal demokrasi, sivil toplumcular, Kürt milliyetçiliği, siyasal arenada boş kalan yerleri doldurmaya çalışıyorlar.
Kürtleri ayıran farklar nelerdir? Somut olarak farklı bir dil ve toplumsal “sağduyu”nun farklı biçimlenişi… O halde sağlanması gereken, dil ve kültürün kullanımına ve gelişimine hiçbir engel konulmaması, bu farklılığın düzen yararına bir siyaset olarak kullanımının engellenmesidir. Bunun yolu bellidir: Sosyalist demokrasi. Okullarda serbest ve her düzeyde ana dille eğitim yapılabilmesinin biricik garantisi budur.
Hemen sorulması gereken bir soru: Neden? Çünkü söz konusu sorun kapitalist düzenlerde de pekala çözülebilmiştir. Türkiye’de çözülemez mi? Bu sorulara verilecek yanıt bugün burjuvazinin izlediği politikanın kendisi için bir rasyonalitesi olup olmadığıyla ilgilidir aynı zamanda. Oysa burjuvazinin politikası çok açıktır: Asimilasyon… Burjuva demokratik talepleri yerine getiremeyecek kadar güçlü olan burjuvazinin başka yolu yoktur.
Sosyal demokrat herhangi bir yazarın Kürtçe eğitimin her düzeyde serbest olması için yazı yazdığını gördünüz mü? Bu, güçsüzlüğün en somut örneğidir. Bunların “en solda” olanları en çok Kürtlerin varlığını kabul edebiliyorlar ve varolan hoşnutsuzluğa da geri ekonomik koşulların neden olduğunu söylüyorlar. Önerdikleri yol da Güneydoğu’ya daha çok yatırım yapılması ve bölgenin kapitalizmin nimetlerinden daha çok yararlandırılmasıdır. Burada burjuvaziye anlatılmak istenen dolaylı bir asimilasyondur. Sosyal demokrasinin solcuları gelişen kapitalizmin ana dille eğitim yokluğunda genel dil ve kültür egemenliğini kısa sürede sağlayabileceğini fısıldıyor burjuvazinin kulağına. Aşırı sağı ve azgın faşist önerileri bir yana bırakırsak burjuvazinin tüm akıl hocaları, yöntemleri ve süreleri farklı da olsa bir tek yol görebiliyorlar: Asimilasyon…
Doğu ve Güneydoğu’da feodalizmin tümüyle tasfiyesi ve dinamik bir ekonomik yapı yalnızca burjuvazinin asimilasyon siyasetine uygun düşmekle kalmaz, onun için itici bir güç ve yeni pazarlar anlamına da gelir. Kapitalizme yön veren en önemli dürtünün kar olduğu anımsanırsa uzun dönemli asimilasyon hedefinin ekonomik güç ve araçlarla sağlanmaya çalışılacağı feodalitenin de feodal mülk sahipleri yararına olmak üzere tümüyle ortadan kaldırılacağı söylenebilir1
Birleşik Mücadele
Her ulusal hareket burjuva demokratik bir nitelik taşır. Bu gerçek bir başka gerçek olan burjuvazinin demokrat niteliğini çağımızda yitirilmesiyle birlikte, şuna işaret ediyor: Kürtlerin sorunu en temelde sosyalizm sorunudur. Bu sorun sosyalist devrim bağlantısı kurulması gereken bir demokratik bir sorundur. İşçi sınıfının örgütünün ve öğretisinin tam bağımsızlığı ve radikalizmi temelinde bina edilmeyen hiçbir hareket ve düşüncenin doğruda kalabilmesi mümkün değildir. Bu, Kürt hareketi için özellikle daha fazla geçerlidir.
Kürt işçi ve emekçilerini “milli” bir çerçevede hareketlendirebilmek ne derece geçerlidir? Biliniyor ki milli kurtuluş hareketinin temel amacı ulusal birliğin sağlanmasına yönelik olarak çeşitli sınıfların ortak cephede mücadele etmeleridir. 19. yüzyıldan bu yana giderek gericileşen burjuvazinin işçi sınıfına düşmanlığı sonucunda böyle bir cephe olanağını bütünüyle bir yana koysak bile, işçi sınıfının ve çalışanların sağlanması hedeflenen “ulusal” birlikten çıkarları ne olacaktır?
Tüm bunların dışında Kürt kökenli burjuvazinin batıda vazgeçemeyeceği çıkarları ve yatırımları varken “ulusal birlik” gibi para getirmediği zamanlar değer verilmeyen bir hareketin peşine takılabileceğini varsaymadan, hangi “ulusal birlik” sağlanmak istenebilir? Eğer amaçlanan gerçekten de işçi sınıfının iktidarı ise, bu sınıfı Türk-Kürt olarak ayırmanın ne anlamı vardır?
“Marksist” olduğunu savunan bir Kürt hareketinin bu sorulara cevap bulması gerekir.
Devrimci ulusal siyaset ulusların eşit, özgür ve sosyalist temellerde birleşmesini öngörmelidir. Birleşik mücadelenin, sınıf düşmanlarına karşı verilecek mücadeledeki önemi büyüktür. Bu birliğin koşulları, çeşitli uluslardan işçi ve emekçilerin dayanışması elbette farklı biçimler alacaktır. Türkiye özelinde ise bu birliğin en geniş çerçevede ve örgütsel birlik bazında olmaması için hiçbir neden yoktur.
Ulusların birliği yalnızca devrimci mücadelenin başarıyla sonuçlanması, yani iktidarın alınması için değil, iktidarın korunup geliştirilmesi, sosyalist toplumun hızla kurulabilmesi için de elverişli koşulları yaratır. Ancak yine, birleşme-ayrılma gibi konularda somut tarihsel koşulların değerlendirilmesi önemlidir.
Yinelemek gerekir ki bu değerlendirmelerde ulusallık zemininden ayrılmak zorunludur.