İngiliz Başbakanı Thatcher, Türkiye’deki gazetecileri oldukça “disiplinsiz” bulmuş…
Yazılanlara bakılırsa Thatcher bu izlenimi, yaşadığı bazı deneyler sonucu edinmiş. İstanbul’da eski İngiliz askerlerinin mezarları ziyaret edilirken ortaya çıkan kargaşa, Thatcher’i dehşete düşürmüş. Herbirinin ardında iri holdinglerin bulunduğu rengarenk basın organlarına haber ve resim yetiştirmek amacıyla gazetecilerin itişip kakışmaları, daha önemlisi zamanında sömürgeci Britanya İmparatorluğu’nun denizaşırı çıkarları adına şehit düşmüş askerlerin mezarları üstünde adeta tepinmeleri, muhafazakar Lady’yi çileden çıkarmış.Sisli ve rütbeli adanın soğuk lady’si, İstanbul’damezar bekçiliği yapıp oraya buraya bağırmak zorunda kalmış.
Sisli ülkenin soğuk başbakanı, güneşli ülkemizde yaşanan gündelik kaos’un doğal olarak yalnızca tesadüfi bir görünümüne tanık olmuş. Oysa anarşi ya da karışıklık, ya da düzensiz koşuşturmalar, Türkiye’de gündelik yaşamın doğrudan doğruya kendisidir. Türkiye’de kaos, bugünkü düzenin adıdır. Ülkede yaşanan, temeldeki sınıfsallıkların Akdenizlilik, garip bir dinamizm, sonradan görmelik, kâr tutkusu, geleneksizlik ve yeni umutlarla harmanlandığı özel bir dönemdir.
Böyle bir dönemde bazı şeyler çok güç, bazıları ise tersine çok kolaydır. Kazanmak, “vurmak” anlamında çok kolaydır; ama kazancın istikrarlı ve yapısal kılınması daha güçtür. Kısa vadeli büyük başarı daha kolay, uzun vadeli projeksiyon ise güç ve risklidir. Belki de hepsini özetleyen bir deyişle, renkliliği ve canlılığı yakalamak (ve vermek) oldukça kolay, buna karşılık derinliği yakalamak (ve vermek) oldukça güçtür..
Böyle bir dünyada temel sınıfsal dinamiklerin işleyiş biçimlerini ele alıp incelemek de özel bir dikkat gerektirir. Çünkü sınıfsal olanla, olmayan kalıcıyla geçici alabildiğine içiçe geçmiştir. Daha ilk bakışta çok net çizgileri, açık yönelimleri yakalamak mümkündür. Bu açık çizgilerin ve yönelimlerin gerçek sınıfsal ağırlıklarını bilmek ise o denli kolay değildir. Bunun için daha ciddi çabalar göstermek gerekir.
Kaos’un yaşamla özdeşleşmesini ya da yaşamın kendisinin bir kaos haline gelmesini daha iyi anlamak için örneğin 30’ların Türkiye’si ile bir karşılaştırmaya gidilebilir. Pek çok kişi için nostaljiyi besleyen “güzellik”ler, gerçekte kapitalizmin dönemsel gereklilikleri ile uyumlu bir yaşamdır. Uluslararası planda az çok yeri olan bir ülke, genç kapitalizmin mutlaka uzun vadeli ve rijid bir program çerçevesinde atması gereken adımlar (sermaye birikiminin ve altyapı sorunlarının önceliği) monolitikleşmenin sağlanabildiği bir siyasal-ideolojik üstyapı ve nihayet sindirilmiş bir sınıf hareketi…
Bu, doğrudan doğruya “düzen”in adıdır.
Türkiye’yi bu dönemde ziyaret eden Avrupa’nın soğuk devlet adamları, kapitalistleşmenin daha geri bir düzeyine karşın, herhalde ciddi bir kaos ögesi ile karşılaşmamışlardı. Aynı dönemde çokça inşa ettirilen, özellikle başkentin çeşitli noktalarını halen süsleyen heykeller ve binalar, daha çok ürkütücü bir düzen ve otorite anlayışı yansıtır. Gündemdeki, sermaye birikim sürecinin serbesti anlamında “vahşi”sinden çok, Prusyaca ve Bismarkça olanıdır.
Bu, Türkiye kapitalizminin kısa olması gereken bir dönemiydi.
Türkiye gecikmiş bir kapitalist ülkedir. Geciktiği için pek çok açıdan zayıftır ya da sorunludur. Böyle olduğu için de, sermaye birikiminin en genel çerçevesi ile yeniden üretimin en basit düzeydeki özel sorunları, sanayileşme tutkusu ile uluslararası işbölümüne fit olma sünepeliği, kâr maksimizasyonunu sağlayıcı programlar ile bizzat kâr’ın kaynaklarını siyasal olarak koruyucu önlemler, özetle yükseliş ile düşüş, kısa sürede içiçe geçmiştir. 60’larla birlikte sınıf hareketinin bu kez tehdit edici boyutlara ulaşması aynı tabloyu daha da karmaşıklaştırmıştır.
İçiçe geçen yükseliş ve düşüş ögeleri, ülkenin coğrafi, tarihsel ulusal vb. özellikleri ile birlikte ilginç bir bütünlük oluşturmuştur.
Hepsinin bugünkü adı, kaos’tur.
Bir Zihniyet: ANAP…
Türkiye’de, birinden henüz yeni yeni çıkıldığına inanıldığı bir dönemde, “ara rejim”den bu denli sık söz edilmesinin nedeni, yukarıda anlatılanlardır. Türkiye’de ara rejimlerden sık söz edilmesini teşvik eden ögelerden biri ise, iktidarda ANAP gibi bir partinin bulunmasıdır.
Bugün iyiden iyiye netleşen tabloyu bir kez daha özetlemekte yarar var. 24 Ocak’la başlayan ekonomik uygulamalar ile 12 Eylül, Türkiye kapitalizminin yaşadığı yükseliş-düşüş diyalektiğinin (birlikteliğinin) arızi olmayan, içsel bir sonucudur. Türkiye kapitalizmi, 24 Ocak uygulamalarını dayatmıştır. Gerçekte 24 Ocak bir bütün olarak Türkiye’deki düzenin aradığı kaos’un ekonomideki adıdır!
Ancak bu kaos’un, daha doğrusu böyle bir kaos’un içerdiği “düzen”in siyasal-ideolojik planda oturmuş, homojen, tarihsel süreklilikleri barındıran yapılarca temsili çok güçtür. Bunun gerçekleşebilmesi için, uzun bir orientasyon dönemi ya da köklü bir nitelik değişimi gerekiyor.
Türkiye’deki düzenin “iç” siyasal sorunu, tam tamına budur.
Türkiye kapitalizminin bugünkü düzenini siyasal-ideolojik planda gereğince temsil edebilmek için, siyasal bir parti değil, yalnızca bir “zihniyet” olmak gerekiyor.
ANAP, siyaset biliminin ölçütleri açısından bakıldığında, gerçek anlamda bir siyasal örgüt değildir. Hangi ölçüt kullanılırsa kullanılsın ANAP en çoğu, Türkiye’de büyük tekellerin işlerini tedvirle görevli bir zihniyet’tir. ANAP’la birlikte ortaya çıkan ilginç durum şudur: Türkiye kapitalizmi siyasal planda ilk kez, gerçek anlamda siyasal kadrolar tarafından değil, ancak hazır ve işleyen bir mekanizmaya göz kulak olabilecek çapta ve eğitilmişlikte menajerler tarafından temsil edilmektedir.
Bu, Türkiye’deki düzenin ciddi bir sorunudur. Türkiye kapitalizminin kısa dönemli ferahlamaları, Türkiye’nin düzeninin uzun vadedeki sorununu oluşturmaktadır.
ANAP’ın, bir siyasal parti kisvesi altında örneklerini sunduğu zihniyet nedir? ANAP’ın, temsilcisi olduğu zihniyetin belkemiğini, Türkiye solunun neredeyse baştacı edeceği özverili ama derinliksiz 68′ lilerin eylem yıllarında iyiden iyiye sinmiş kişiliksizleşmiş ama kin tutmuş bir sağ kuşak oluşturmaktadır. ANAP’ın belkemiği, ANAP zihniyetinin özü, verili mekanizmaları ufak tefek rötuşlarla işler tutmaktan ötesine aklı ve yeteneği elvermeyecek idareci tipleridir.
Bu söylenenlerden çıkarılabilecek doğal bir sonuç da, başka siyasal partilerin tersine, iktidarda olmayan, muhalefete düşmüş bir ANAP’ın düşünülemeyeceğidir. ANAP’ın siyasal varlığı, işlerliğe sahip bir mekanizmanın yönetiminde yer almakla kaimdir. Bu nedenle oy yitiren bir ANAP, başka partilerin tersine, iktidarın ötesinde varlık gerekçelerini de yitiren bir parti konumuna gelecektir. İktidarsız bir ANAP’ın, işsiz bir menajer, sermayesiz bir kapitalist kadar anlamı olabilir.
Son aylarda politika sahnesinde sık sık görülen tartışmaların özünde bu gerçekler vardır. İlginç olan nokta odur ki, ANAP kitlesel ya da parlamenter anlamda ciddi bir muhalefetle karşılaşmasa bile, olağan baskılar ve eleştiriler nedeniyle dengesini yitirebilmekte, paniğe kapılabilmektedir. Huzursuzluğun nedeni, pek çok kişinin sandığı gibi Özal’ın burnunun çok büyümesi ve eleştirilere tahammülsüzleşmesi değil, Türkiye kapitalizminin konjonktürel gereksinimleri ve misyonları dışında varlık nedeni bulamayan, iğreti zeminlere basan bir zihniyetin ötesine geçmemektedir.
Bütün bu söylenenler toplandığında ortaya çıkan şu olmaktadır: Türkiye’de muhalefetteki partilerin ciddi bir sıkıştırması olmasa, kitlelerden gelen tepki ciddi boyutlara ulaşmasa bile, düzenin yakın geleceği yine dengesizlik olacaktır. ANAP iktidarı, sözünü ettiğimiz yapısı ile, dışarıdan gelen muhalefet anlamında olsun, sermayenin iç kesimlerinden gelen yakınmalar anlamında olsun bu tür olaylar karşısında paniğe kapılacak, sürekli olarak huzursuz bir görünüm sunacaktır.
Bazı olasılıklar, yakın gelecekte iktidarı daha büyük tedirginlikler içine de sokabilecektir. Yaklaşan yerel seçimlerde ANAP’ın oy yitirip 14 yüzde 20’lere inmesi halinde Meclisteki çoğunluk ne olursa olsun, muhalefet partileri eleştiri dozlarını ne denli sınırlı tutarlarsa tutsunlar, Türkiye’deki siyasal atmosfer aşırı ölçülerde gerginleşecek, işler içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. Çünkü ANAP böyle günlerin partisi değildir ve bundan sonra da olamayacaktır.
Türkiye’de tüm renkleriyle günlük yaşama, sermayenin yeniden üretim sürecine, kâr maksimizasyonuna vb. egemen olan kaos, bu olasılık gerçekleştiği taktirde, yine tüm boyutlarıyla siyasal yapıya da egemen olacaktır.
Solda Olasılıklar
Yukarıda ana hatlarıyla verilmeye çalışılan olasılıkların gerçekleşmesi durumunda Türkiye solunun konumu ne olacaktır?
Bu koşullarda Türkiye solunun yeni bir şans yakalaması mümkün müdür?
Hemen belirtmek gerekir ki, solun yakın gelecekteki siyasal boşluğu doldurmaya aday bir silkiniş göstermesi, başka bir deyişle yaşanan bunalımların gerçekte sermaye düzeninin bunalımları olduğunu vurgulayarak bu düzenin temsilcilerini hedef alan kapsamlı bir siyasal mücadeleye girişmesi mümkün değildir. Bu konuda hayalci beklentiler taşımamak gerekir.
Elbette yakın gelecekte yaşanacaklar Türkiye sosyalist hareketine bazı avantajlar sağlayacaktır. Yine de bu avantajlar, sosyalist hareketin öznel konumu nedeniyle bir iktidar mücadelesi adına değil, bir hazırlık ve güç toplama dönemi adına kullanılabilecektir. En kısa biçimde söylenirse Türkiye’de sosyalistlerin yakın gelecekte kendi dışlarına yönelik stratejik bir hedefi ön planda tutabilmeleri mümkün değildir.
Yaşanacak siyasal boşluklar sosyalizm açısından bazı elverişlilikler yaratsa bile, ilk elde düşünülmesi gereken, sözünü ettiğimiz bize özgü kaos’un sola ilişkin özel yansımaları olup olmadığıdır. Öyle görünüyor ki ANAP’ın gerçekte bir zihniyet’ten ibaret olan, böyle olduğu için de kişiler düzeyinde önemli nüanslar taşıyabilen siyasal varlığı, yanılsama ile yeni ve hatta “liberal” bir akım olarak değerlendirildiğinde, önemli hatalar yapılabilmektedir.
Açık söylemek gerekir ki “ANAP AET’na girmek istiyor bunun için de demokrasi konusunda adımlar atması gerekir, öyleyse kısa dönemde Türkiye’de komünist partiler kurulabilir” mantığı çok kısa sürede iflas etmiştir. Bunun, ANAP’ın ve Özal’ın gerçekten liberal olup olmamasıyla da ilgisi yoktur. Salt bu ölçüt çerçevesinde alındığında örneğin ne ani bir yasak kalkışı ANAP’ın demokratlığını gösterir, ne de yasakların sürmesi Demirel’in ve DYP’nin ANAP’dan daha demokrat olduğunu… Bunlar, yalnızca sorunun çok yanlış biçimde tartışıldığının göstergesidir.
Önümüzdeki dönemde, Türkiye solunda çoğu kez oldukça sert jargonla tartışılagelen bazı konularda daha serinkanlı ve dikkatli olmak gerekiyor. Türkiye solunda belli bir kesimin, Avrupa’ya yönelik basit bir özenticilikle olsun, Türkiye’nin ekonomik siyasal koşullarının yanlış değerlendirilmesi sonucunda olsun son derece hayalci beklentiler taşıdığı açıktır. Bu hayalci beklentiler ki, reformizmi, taktik bir görünüm olmanın ötesinde, bu kesime giderek içselleştirmektir. Ne var ki bunlara bakıp Türkiye’nin düzeninin böyle bir komünizmi kendi istikrar planları açısından kullanacağı yolundaki bir suçlamaya fazla prim vermek doğru değildir. En başta böyle bir sorunun gerçek muhatabı ANAP değildir. Çünkü ANAP düzenin gerçek anlamdaki siyasal temsilcisi değildir. Hep vurgulandığı gibi ANAP bu düzenin işleyişine ilişkin bir zihniyet’tir. Yalnızca zihniyet, komünist partisinin yasallaşması ya da yasallaşmaması gibi düzeni doğrudan ilgilendiren bir konuda son sözü söyleme konumunda olamaz. ANAP’tan bu tür pazarlıklara girenler olmuşsa, bunlar solun saf buldukları bir kesimini kandırmışlardır o kadar.
İkinci olarak, solda reformizme eğilimli kesimlerin uzlaşmaya teşneliği ve istikrar adına misyonlar yüklenme niyetleri ne olursa olsun, sonucu belirleyecek olan onların bu konumu değildir. En başta Türkiye açısından, yasal kılınıp uzlaşma alanına çekildiği taktirde “istikrar”a katkıda bulunacak önemli bir komünist yapılanma elde hazır olarak mevcut değildir. Böyle olduğu için de ortada, açılan kapıdan mutlaka istenilen konuğun girmesi anlamında bir garanti de yoktur. O halde, bu doğrultuda beslenen öznel niyetler ne olursa olsun “düzenin yedeği bir komünist parti” modeline son çözümlemede gerçekten nesnel bir zemin kaldığını söylemek güçtür.
Türkiye’nin düzeninin, güç ve etkinliğinden bağımsız olarak bir komünist örgütlenmeye daha “sıcak” bakabilmesi için, en başta Türkiye kapitalizminin az çok radikal bir değişiklikle yeni bir mecraya girmesi gerekir. Bu, yılladır uygulanmakta olan ekonomik modelden farklı bir yönelim tercihini içerir ve böyle bir dönüşüm bugün Türkiye kapitalizminin hiçbir kesimi için gündemde değildir.
Herşey Zamanı Gelince
Yukarıda anlatılmaya çalışılanlar, sosyalist düşünce ve hareket alanında gerçekleşmesi gereken adımların yönüne ve niteliğine de ışık tutmaktadır.
Gelenek’te öteden beri vurgulandığı gibi, Türkiye sosyalist hareketinin kadroları derinden derine önemli ayrışmalar yaşamaktadır. Gerçekten de son çözümlemede “liberal” bir sosyalizm anlayışı ile radikal özünü koruyup geliştiren bir model arasındaki ayrışma giderek belirginlik kazanmaktadır.
Ancak bu gelişmelere karşın, yukarıda anlatılanlarla ilgili nesnel gerçekler, söz konusu ayrışmanın her alanda ve tam boy realize edilmesi döneminin henüz gelmediğini göstermektedir. Bir başka deyişle, birer istikrar ögesi olarak komünist partilerinin düzenle şu ya da bu ölçüde bütünleşebildikleri bir modelde, yalnızca teorik çalışma alanında değil siyasal ve örgütsel tüm alanlarda da bu yapılara almaşık oluşturmak, yapılması gereken tek ve en doğru iştir. Batı Avrupa’da bu tür almaşıkların denenmemesi oradaki partilerin köklülüğüyle, herşeye karşın radikal bir geleneğe sahip olmalarıyla açıklanabilir. Avrupa örneğinin Türkiye’deki geleceği de belirleyen bir içeriği yoktur.
Türkiye’de yaşanan tüm ayrışmalara karşın, ayrışma ögelerinin, tüm yönleri ve boyutlarıyla ayrı yerlerinde kristalize olamamalarının bir nedeni, komünist hareketin bir “istikrar unsuru” da olabileceğinin burjuvazi tarafından henüz gerçek anlamda bir kabul görmemesidir. Türkiye burjuvazisi bir yandan, onun siyasal temsilcileri ve “zihniyet”i öte yandan, solda bazı şeylere pek hevesli olan bir kesime sürekli olarak “kendi kendilerine gelin güvey olmamalarını” ihsas etmektedir. Bu uzak ve soğuk tutum, daha bugünden, uzlaşma eğilimindeki kesimin kendi içinde ortaya çıkan tepkileri diri tutmaktadır. Türkiye burjuvazisinin yarınki olası daha sert tutumları, bu kesimdeki radikal tepkilere yeni boyutlar katabilecektir.
Yaşanan ayrışma süreçlerinin tüm boyutlarıyla en uç noktalarda sonuçlanmamasını açıklayan bir başka neden de Türkiye sosyalist hareketinin teorik birikiminin ve kadrolarının henüz bu boyutta bir ayrışmaya hazırlıklı olmamasıdır. Kuşkusuz zamanla ama kısa bir sürede aşılabilecektir. Bugün görünen ise şudur: Geleneksel solun kadrolarının önemli bir kesimi, ciddi ve tutarlı tepkilere karşın, alternatif bir radikal söylemi tutarlı bir bütünlükle ve her alanda öne çıkartmaktan korkmaktadır. Bu korkuda, yılların şartlanmışlıkları da rol oynamaktadır: Ya “çizgi”nin dışına düşülürse ya bizi başkaları “kapar”sa!..
En başta, Türkiye kapitalizminin yakın gelecekte ciddi siyasal bunalımlar yaşayacağı söylendi. Sonra, nesnel olarak tüm elverişliliğe karşın, Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü öznel gücüyle bu siyasal boşluklardan yararlanmasının mümkün olmadığı eklendi. Sonuç olarak şuna işaret edildi: Belirli hareketliliklere karşın Türkiye sosyalist hareketinin yakın vadedeki gündemi hazırlanma, ideolojik ,örgütlenme ve yeni yeni belirmeye başlayan alanlara yayılmaktır.
İşte bu etkinliklerin öne çıktığı bir dönemde, içe yönelik olarak yapılması gereken en verimli iş şu olacaktır: Ayrışma süreçlerini hızlandırırken, bir yandan radikal söylemi henüz giremediği alanlara yayıp öte yandan aynı söylemi tutarlı bir bütünselliğe kavuşturan teorik çalışmalara ivme kazandırmak, ancak aynı ayrışma süreçlerini, kazanılabilecek nitelikte kararsız unsurları reformizmin eline terkedecek bir kayıtsızlıkla noktalamamak… Yaşanan ayrışma süreçlerini hızlandırmak, bu süreçleri yeni alanlara yaymak, doğru bir tutum olacaktır. Ancak henüz “nokta”yı koymanın, başka deyişle ideolojik-politik-örgütsel tüm alanlarda kesin ve nihai çizgiyi çekmenin zamanı gelmemiştir.
Yakın gelecek, bu tür süreçlerin de hızlanacağı gelişmelere gebedir.