1. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa, belki de savaş dönemi boyunca hissedilenden daha sarsıcı bir toplumsal atmosfer içerisine girmişti. Kıtanın doğusunda daha savaş bitmeden olanları, yani kapitalizm açısından sonun başladığını biliyoruz. Ama o dönemde bu gelişme, tüm Avrupa söz konusu olunca, yalnızca “eşitler arasında birinci” bir halka diğer halkaları ateşleyici bir başlangıç olarak görülüyordu. Bavyera’da, Helsinki’de, Budapeşte’de birbiri ardına “konsey” iktidarları ortaya çıkıyor, Avrupa’nın her yanı heyecanlı bir bekleyiş içerisine giriyordu.
1923-24 geldiğinde “elde kalanlara” baktığımızda, yaklaşık on yıllık bir depremin, beklentiler anlamında pek az, ama yeni bir tarih için çok şey ifade ettiği görünüyordu. Finlandiya, Varşova, Hamburg durulmuş, Macaristan’da tarihi 25 yıl öne çekme girişimi başarısızlığa uğramış, Bulgaristan’da ilerici güçler için büyük bir kıyım yaşanmış, İtalya’da faşizm kitle tabanı açısından tekleşmeye yönelmişti. Daha doğuda ise bir “kuruluş”, sancılı ama özgüvenle yoluna devam ediyor, on yıldır “geri siyasal perspektif” ile “kitlelerin kalabalığı içerisinde radikallik yapmaya” alışan Avrupalı yoldaşlarına çok heyecanlı gelmeyen bir “gerçekçiliğe” yöneliyordu: Artık ateşi başka yerlere sıçratmak yoktu; NEP vardı, Çeka vardı, üretimin nasıl artırılacağını hesaplayan teknokratlar vardı…
Bu kuruluş anlaşılsa da anlaşılmasa, da benimsense de benimsenmese de, Avrupa solu için 1933 yılına kadar tek kaynak olarak kaldı. Geleneksel sol dediğimiz bir bütünlük bu dönemde biçimlendi. Büyük bir devrimci dalga, nesnel ve öznel yetersizlikler sonucu değerlendirilememişti ama, ilk başta çok ciddiye alınmayan bir yerlerde inşa süreci kendi otoritesini hem içerde, hem de Avrupa’da kurmaktaydı. Bu dönemde geleneksel partiler iniş çıkışlı bir performans gösterdiler. Almanya’da AKP büyük bir oy potansiyeline sahip olurken, 1920’lerin ilk yarısında etkisiz kalan Fransız partisi 1930’larla birlikte önemli bir güç haline geliyordu.
Ama gene de 1933 yılının iç karartıcı görüntüsünün karşısında durabilecek bir güç oluşturulamadı. 19.yy’da, 1860’lar sonrasında hep “merkez” olmuş Alman işçi sınıfı hareketi, faşizmin zaferi ile bu özelliğini yitiriyordu. Avrupa solunu bu kez ayakta tutan perspektif, “faşizme karşı mücadele” oluyordu. Bu mücadele geleneksel solun teorik haznesine pek bir katkıda bulunmasa da, dönemin içerisinde dost – düşman herkesin hesaba katması gereken, zaman zaman ülke politikasının yönünü değiştirebilecek denli zorlu bir güç olunmasını sağladı. Önce faşizme, sonra da Alman-İtalyan-Japon yayılmacılığına karşı mücadele, tüm dünyada geleneksel solun en itibarlı deneyimini oluşturdu. İtibarın çok büyük bir bölümü ilk sosyalist ülkeye ait olsa da, Avrupa’nın geleneksel sol partileri bugünle kıyaslanmayacak derecede prestij sahibi konuma gelmişlerdi. Belki de bir anlamda aşırı, daha radikal bir silkinişle yararlanılmaması durumunda “zararlı” da olabilecek bir prestijdi bu.
Sonra bu prestijin üzerine “soğuk savaş” örtüldü. Prestij, hep eriyen bir sermaye haline geldi. Avrupa’nın geleneksel sol partileri, fırsat varken “kişilik” bulamamanın sancılarını çekmeye başladılar. İtalya ve Fransa’da “mümkün olandan fazla” bir kitle desteğine rağmen giderek sosyalizmi oldukça uzaklarda düşünmeye başlayan, sağa kayan siyasal sistemin bir parçası olarak aynı kayışı yaşayan partiler, bir de 1956’daki 20. Kongrenin gereksiz sivriliği eklenince, “gelenek”lerden uzaklaşma sürecinde yeni bir aşamaya geçtiler.
Öyle bir duruma gelindi ki, bu partiler kendi ülkeleri için ciddiye alınır perspektif geliştiremez oldular; varlıklarını dışsal bir tarihin otoritesine borçlu olmaya başladılar. Zamanla o tarihin de uzağına düşseler bile, onun dışında hiçbir kazanç sağlayamamaları, çok uzaklara gitmelerine engel oldu. Avrupa’nın geleneksel partilerinde bu “kadere” karşı tek çıkış, talihsiz Avrupa komünizmi deneyimi oldu. İçinde bulundukları erozyonu durdurmak yolunda bir arayış olduğu için (mücadele edilmesi gerekse de) anlayışla bakılabilecek bir çıkış oldu bu.
60’lar, 70’ler böyle geçti. Akıllarda kalan, “ileri demokratik düzen”, “tarihsel uzlaşma”, “anti-tekelci mücadele” türünden tezler. Bunun dışında ileri kapitalist ülkelerdeki “gelenek”, hep kendisinden bir şeyler yitiren, arada sırada saman alevi gibi parlayan toplumsal canlanmalara damgasını vuramayan, ama sırf “gelenek” olduğu için belli bir tarihi temsil eden bir gövde haline gelmişti. Bu ülkelerdeki kadroları moral açıdan ayakta tutan Üçüncü Dünya devrimciliği de inişe geçtikten sonra 1980’ler, Avrupa’nın iki görece geri ülkesi Portekiz ve Yunanistan dışında, yandaşlarına acı veren “geleneksel sol”u, artık fazla ciddiye alınmayan partiler olarak karşıladı.
Bütün tarihsel eksiklik ve yanılgılarına karşın, bir dünya görüşünün temsilinde öncülük eden Avrupa geleneksel solundaki bu bunalım, temsil edilen ideolojinin de önemli ölçüde prestij kaybına neden oldu. Bu prestij kaybının yarattığı boşluğu radikal bir görüntüyle doldurmaya kalkan Yeni Solun ise hiçbir siyasal misyona sahip olamayacağını görebilmek için on yıl gibi bir süre yeterli oldu. Geleneksel solun emekçi sınıflar arasındaki bağlarının zayıflaması ve kadro kaybı biçiminde yaşadığı süreç, Yeni Solda tam bir aydınlar komedisine dönüştü. Sınırlı sayıda “dirençli” kalem dışında, yetmiş yaşında ABD’yi, İslamı, demokrat sağı” keşfeden felsefeciler ve iktisatçıların yarattığı hazin bir tablo çıktı ortaya.
Avrupa Solu: Muhtemel Gelecek
“Nasıl gelindi buraya”yı, çok biçimsel olarak yanıtlamış olduk. Peki neden? Bu soruyu yanıtlarken işi tamamen nesnelliğe bırakmak da bir yol olabilir. Ancak olup bitende bir özne olarak Avrupa geleneksel solunun hiç mi rolü olmadı? Bu soruyu her durumda yanıtlamak zorundayız. Dönüp bakılınca 20. yy. tarihinde dünya devriminin olanaksızlığı, faşizmin başarısı gibi olguları önemli oranda kaçınılmaz saymak mümkün. Ancak, mutlak başarı anlamında değil, bir geleneğin hakkıyla sürdürülmesi anlamında, Avrupa ortodoks solunun birçok fırsatı da öznel yetersizlikleri yüzünden değerlendiremediği söylenebilir. İleri kapitalist Avrupa’da, Marksist düşünce bu durumda olmamalıydı.
Geleneksel sol bu kıtada, en güçlü dönemlerinde bile (bir – iki istisna dışında) değiştirmeye çalışan bir hareketten çok belirlenen bir yapı oldu. Bunun tek nedeni, nesnelliğin karşısına kapsayıcı bir perspektif ile çıkamamalarıdır. Hep güncel kalmışlardır. Güncel kalmak, sürekli olarak değişen bir sürecin anlık sorunları ile ilgilenmek olduğu için, o güncelliğin bir ölçüde ötesine geçebilen bir perspektif geliştirememek, aynı sürecin aslında geride bıraktığı sonuçlarla boğuşmaya daha baştan mahkum kalmaktır.
Perspektif, kısa vadede sonuç almaya yönelik olmayabilir. Zaten 50’ler sonrası ileri kapitalist ülkelerde bu tür bir aceleciliğin, hiçbir maddi temeli yoktu. Ancak Avrupa’nın ortodoks sol güçleri bu “sonucu” gene merkeze koyarak, bunun ön koşullarını, (sosyalizm mücadelesinde ara siyasal aşamalar biçiminde değil, kendi öznel güçleri ile ilgili olarak, geliştiremedikleri bu ön koşulları) toplumsal bağlarına ve işçi sınıfına mal edemedikleri için eleştirilmelidirler. Geleneksel partiler nesnelliğin sağa kayışını kendilerinin de sağa kayması için bir politik mesaj olarak değerlendirince “perspektif” ve “öznellik” gibi kaygılar bir kenara atıldı. Şimdi, ne ekildiyse o biçiliyor!..
Evet, nesnellik geleneksel güçlere ya da genel anlamda sosyalist düşünceye değil, doğrudan sınıfsal nitelikte olmayan tepkilere yol veriyor. Çevre sorunları barış hareketleri bunların başında geliyor. Herşeyi onunla açıklamak olanaksız ama sarsıcı bir ekonomik bunalım olmaksızın bu durumun değişeceğini hatta yalnız başına bir ekonomik bunalımın sınıfsal hareketlenmelere yol açacağını düşünmek yanlış olacaktır. Batıda ufuk açıcı bir nesnellik sistemin bütün öğelerindeki -en başta ekonomik- çözülme ile ortaya çıkabilir. Bunun yakın gelecekte olası olduğunu düşünmek için çok erkendir. Geleneksel sol hiçbir aceleciliğe gitmeden böyle bir gelişme sırasında “seyirci” olmamanın yollarını bugünden düşünmeye başladığı an Avrupa’da kaybolan prestiji yavaş da olsa yeniden elde etmeye yönelecektir. Bu sürecin ilk adımı güçsüz nesnelliğin bir sonucu olan ve “sivil toplum” ya da “Batılı demokrasi” denen biçimlerin bir perspektif için bulunmaz nimet değil tam tersine en azından teorik planda kurtulunması gereken bir pranga olduğunun kavranması olacaktır. Üstelik, “bu biçimleri pragmatikçe kullanabiliriz” türünden bir mantığın ürünü olan siyasal stratejinin fiyaskosu, geleneksel sol için öğretici bir deneyim olsa gerek.
Öğretici olsa gerek diyoruz, ancak öğretici olmaması için bazı koşulların gene varolduğunu da biliyoruz. En başta, işçi sınıfını gelişmiş kapitalist ülkelerdeki durgunluğu ve politik küskünlüğü, geleneksel solu başka sınıfsal katmanlara doğru çekmektedir. Şimdiye kadar, teoride başka bir sınıfı ön plana çıkarmaya kadar gitmese de, bu arayışın sonucu kesinlikle sağa kaymaktır. Ancak diğer sınıfsal katmanların tek tek bireylerden öte bir kitle olarak geleneksel sosyalist düşünceye ve pratiğe ilgi duymaları için bugün pek de önemli bir neden görünmemektedir. Bu önemli bir olanaktır. Avrupa’nın geleneksel partileri ya halkın onları benimseyecekleri yere kadar sağa kayacaklar (İKP’de olduğu gibi) ve geleneksel olmaktan çıkacaklar ya da kitleselleşme kaygısını ikinci plana itip kendi sorunlarını içerden çözmeye yöneleceklerdir. Son üç-dört yıldır bu anlamda bazı gelişmelerin görüldüğünü söyleyebiliriz.
Sağa itici nesnelliğin ikinci önemli özelliği, uluslararası durumdur. Bugün uluslararası ilişkiler savaş-barış ikilemini aşamamaktadır. Batılı ülkeler tarafından savaş kışkırtıcılığı yönünde bilinçli bir çaba ile sürekli gündemde tutulan bu ikilem, dünyanın tüm ilerici güçleri üzerinde psikolojik bir baskı kurmaktadır. Barış mücadelesinin özellikle Avrupa’da başka mücadelelerin ertelenmesini gerektirecek kadar ön plana çıkarılması dikkat çekicidir. Teorik olarak “barış”, gerçekleşmesi ancak barışın bir kavram olarak gereksiz olacağı bir dönemde mümkün bir şey olduğu için, barış mücadelesine tek başına her şeyin ikame ettirilebileceği bir özellik kazandırmak yanlıştır. “Barış” önemlidir, hem de çok, ama başka şeyler de.
Ancak pratikte, Avrupa’da emperyalist ülkelerin saldırı örgütlenmelerinde gedikler açmaya yönelik mücadeleye katılmak ve bu mücadelede zaman zaman SSCB ve diğer sosyalist ülkelerin girişimlerinin içerisinde yer almak geleneksel solun gündeminde olacaktır. Bu kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçekliktir. Ancak geleneksel sol barış mücadelesi içinde bir öncü güç olma şansını kaybetmiştir. Bu mücadelenin bugünkü edilgen düzeyini daha iyi temsil edebilecek hareketlerin varlığı nedeniyle.
Geleneksel sol bugün Avrupa’da görece daha az gelişmiş ülkelerdeki dinamizmin de yardımı ile radikal sol güçler içinde mutlak bir otorite sağlamaya giden bir süreci başlatma şansına sahiptir. İlk bakışta bunca kayıptan sonra bu iddia “ütopya” olarak görülse bile geleneksel solun genel olarak bir mirasın tek taşıyıcısı olması bir sıçramayı gerçekleştirebilecek birikim ve reel desteklere sahip olması bu ütopyayı bir iyimserliğe dönüştürmektedir. Hele sol içerisinde bu çıkışı yapacak başka hiçbir gücün olmadığı Yeni Solun ise hiçbir siyasal misyonunun kalmadığı gözönüne alınırsa. Yeni Sol radikalliği yerini artık alternatifçilere, yeşilcilere bırakıyor..
Türkiye ve Uluslararası Duruma Güncel Bir Bakış
Bu dünya sol panoramasına Türkiye solunu da dahil edebilmek için, önce Türkiye’yi bir bütün olarak değerlendirmek gerekli. Burada birkaç konu güncellikleri ile öne çıkıyor. Biri AET-Türkiye ilişkileri. Türkiye’de yürütülen politika, içeride çok yüksek perdeden ses, dışarıda ise eli kolu bağlı bir görüntü veriyor. Uzun süredir Thatcher dahil en yetkili ağızlar Türkiye’nin AET’ye giriş için pek umutlanmaması gerektiğini, gücendirmekten hiç çekinmeden dobra dobra ifade ediyorlar: Son olarak da daha önceki sözleşmelerden doğan Türk işçilerinin serbest dolaşım hakkının tanınması da ertelenerek, bugüne kadarki sözlü nasihatler fiiliyata geçmiş oldu.
Türkiye AET üyeliğinin iktisadi avantajlarından payını almak için girdiği kuyrukta Portekiz İspanya ve Yunanistan tarafından sollanmış bulunuyor. Türkiye’nin AET ülkelerinin olumsuz tutumu karşısında pek fazla kozu yok. Ne ekonomik ne de siyasal açılardan. Aksine Avrupa’daki Türk işçileri, Türk ihraç ürünlerindeki fiyat kırma uygulamaları, Türkiye’nin ne Ortadoğu ve ne de Akdeniz’de ciddi bir manipülasyon aracı olmayışı gibi nedenler, elde ancak “protesto” türü silahlar bırakıyor.
Şu anda görünen o ki, Türkiye AET’ye tam üyelik başvurusunu, belki de sonucunu bile bile yapmak, reddedilmeyi ise içeriye yönelik bir milliyetçi motif olarak kullanmaktan başka bir alternatife sahip değil. Türkiye’nin ekonomik istikrarı sorunsuzluğu türü fantezileri pek seven iktidar çevreleri AET’nin red cevabını yine batının klasik “Türk düşmanlığı”na ve sol etki altında demokrasi eksikliğini düşünmesine bağlamayı herhalde bugünden düşünmektedirler.
Kapitalist batının Türkiye’de demokrasinin kurulması için baskı yapacağı şeklinde bir model Türk solcusuna da 1980 sonrasında sempatik geldi kısmen de gelmeye devam ediyor. Hiç inandırıcı bir model olmadığını söylemek gerekli. Batı kamuoyunda burjuva demokrat değer yargılarının bir oturmuşluğa sahip olmaları bu yargıların iktidarın sınıfsallığından daha baskın çıkacağı anlamında asla yorumlanmamalıdır. AET’nin, Türkiye’nin önüne çıkarttığı pürüzler siyasal değil ekonomiktir. Bugün Avrupa’nın sınırlarındaki üç ülkeyi bünyesine almakla ekonomik açıdan yük ve sorunlarını arttırmış olan AET’nin çok daha çetrefil sorunlara kaynaklık edecek Türkiye’yi hele hele orta vadede kabul etmeye tahammülü yoktur. AET Türkiye’yi topluluk dışında tutmakla çok önemli bir koza sahip bulunmaktadır. Yalnızca bu bile Türkiye’den elde edebileceği herşeyi elde etmeden, kozunu harcamayacağını düşündürüyor.
1980 sonrasında Türkiye’nin Avrupa’dan ABD’ye doğru yatışı siyasal karakter taşıyordu. Ancak ne ekonomik açıdan ABD’nin Türkiye’nin Avrupa bağlantısına ihtiyacını zayıflatacak denli bir yakınlaşması ne de siyasal olarak Avrupa’ya karşı Amerika kozunu çekmek gerçekçi tahminler değil. Türkiye’de ABD’cilik, siyasette sağa kaymaya paralel olarak gündeme gelen bir dileksi sonuçtur. Avrupa’nın kısmen Türkiye’de demokrasinin biçimsel konumlarından geri basılmasına açıkça destek vermeyişi kısmen de ABD’nin sağa kayışını daha çekingen adımlarla izlemekte oluşu Türkiye için hem Amerika’ya angaje olma yönünde ilerlemek, hem de gene bu ülkeye bir muhtemel sertleşmeyi Avrupa’ya oranla daha yakından izleyeceği mesajını vermek şansını yaratmıştır. Bu konjonktürel olayların önemini abartmamak gerekiyor. Ne Avrupa’nın dünya politikasında bir sertleşmede Türkiye tarafından geride bırakılabileceği, ne de ABD ile Avrupa’dan birinden birinin Türkiye’yi tümüyle sahiplenebileceği ihtimallerini ciddiye almamak gerekiyor. ABD’nin karşısında Türkiye de pazarlık kozları aramaktadır. Ortadoğu’da ne açık müdahaleci ne de bir baskı unsuru olarak Türkiye’nin rolü çok fazla şişirilmemelidir. Çevre ülkeler arasında prestijsizliği, Batıya angajmanlarının yoğunluğu, Ortadoğu’da Batının Türkiye’yi kullanarak etkin bir politika kurabilmesini zorlaştırmaktadır. Türkiye ancak kendisini dolaysız ilgilendiren bazı marjinal sorunlara ilişkin bir belirleyici faktör olarak ortaya çıkabilmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ABD ile ilişkisinde Türkiye üzerine düşen genel politikanın belirgin bir aktörü olmaktan ziyade daha yeni ama yine önemli bazı konularda ortaya çıkmaktadır. Bunlardan biri de çevik kuvvet sorunudur.
AET ile Türkiye arasındaki sorunlara hem sağda hem de kısmen solda siyasal bir renk verilmesi, Avrupa’ya, özellikle de iktidarlarına, hiç haketmedikleri bir demokrasi misyonu yüklemektir. Barış konusunda ve Yıldız Savaşları gibi bir projede Avrupa’dan ABD’ye verilen destek hem ekonomik hem de siyasal yönden Batının belirleyici olarak dünyanın bir kutbunu oluşturduğu bu niteliğinden bağımsızlaşan misyonlara aday olamayacağını göstermektedir. Bu genellemenin ötesinde Avrupa’nın 1970’lerdeki görece demokratik atmosferinin çok kirlenmiş olduğunu da ifade etmek gerekiyor. Avrupa’nın parlamenter demokratik sistem dışı üyelerindeki demokratikleşme dalgasının etkileri artık bizzat bu ülkelerde de sönmeye başladı. İşçi sınıfı partilerinin verdikleri sesin Fransa’da koalisyona ulaştığı İtalya’da “tarihsel uzlaşma”yı zorladığı konjontür artık geride kalmış bulunuyor. Marjinal sosyal katmanların 68’den 70’lere devrettiği canlı miras da anlamını yitiriyor… Örnekler çoğaltılabilir ve Fransa’da geçtiğimiz ay meydana gelen öğrenci gösterileri örneğiyle de taçlandırılabilir. Olaylar devletin protesto edilen yasa konusunda geri çekilmekle beraber gerektiğinde demokrasicilik ve uzlaşmanın yerine sertliği koymaktan çekinmeyeceğini de göstermiştir. 80’lere egemen olan bu hava uluslararası alanda demokrasiyi her ne pahasına olursa olsun gözetme gibi bir misyondan Avrupa’nın büyük ölçüde arınmış olduğunu anlatıyor.
Türkiye’de “Açılma” Dönemi
Demokratikleşme, politizasyon, açılma… Aynı olguyu ifade etmek için bu değişik terimleri Türkiye’de değişik eğilimler kullanıyor. Terimler arasında en temkinli ve ılımlısını seçmekte fayda var. Bu nedenle biz de söz konusu süreci bir gevşeme ya da açılım dönemi olarak adlandırabiliriz. Önemli olan nokta terminolojik düzeye ait değil. Siyasal olarak bu olguya ne gözle bakılacağı ne kadar süreli bir ömür biçileceği üzerine yatırım yapmaya ne kadar uygun olduğudur önemli olan…
Bir askeri yönetimden çıkışın sola kapalı olarak yaşanmasının örneğidir Türkiye’de olup bitenler. Çıkış sola kapalı olduğu ölçüde “demokratikleşme” nitelendirmesini de daha az hakediyor. Demokratikleşme değerlendirmesinin mutlak anlamda doğru olabilmesi için çok daha geniş boyutlu bir yöneliş içermesi gerektiğini bir rezerv olarak koyalım ve sürdürelim.
Türkiye solu açısından bu açılmada vurgulanması gereken yönler neler? İlk söylenecek olan görüntülere aldanılmaması gerektiğidir. Görüntü solu yurtdışına ve illegaliteye iteleyen faktörlerin geçerliliklerini yitirdikleri yönündedir. Görüntü solun bir zenginlik ve çeşitlilik barındırarak yer yer kendi partileri aracılığıyla Türkiye siyaset sahnesine kılıcını atacağı yönündedir. Türk-İş’i dahi “sola açılmaya” zorlayacak bir kitlesel hoşnutsuzluğun kabarışı yönündedir. Ne birine ne diğerine aldanmamak gerek. Türkiye siyasetinde ne sol ne de sosyalizm belirleyici güçler olarak kendilerini dayatmıyorlar. Bu durumda hesapların hepsi başkalarının göstereceği davranışlar üzerine yapılıyor. Başkalarının yönetip oyunlaştırdığı bir senaryoya güven duymamak gerekiyor. Türkiye’de ANAP, DYP, SHP alternatiflerine bahşedilecek demokrasiyi geliştirme misyonu hiçbir gerçekçilik taşımıyor. Kısa vadede yeni bir askeri yönetime ne egemen sınıfların ne ordunun ne sivil politikacıların ne uluslararası faktörlerin ihtiyacı bulunmuyor. Ama bir baskı döneminin zorunlu olarak askeri bir sıfata ihtiyacı yoktur; aynı işlevi farklılaşan ton ve tekniklerle bir sağ koalisyonun ya da DYP’nin yüklenebilmesi pekala mümkündür. Şu da ilave edilmeli: Pratik iktidar şansı az görünse de teorik açıdan sosyal demokrasinin de benzer bir işlevi gerektiğinde yerine getirmesinin hiçbir engeli bulunmamaktadır.
Bu ilk demokrasi yanılsamasının tüm sorumluluğunu Türk solcusunun saflığına yüklemek haklı olmaz. Payı büyük ama hepsi değil. Türkiye’de kamuoyunu yayınlardan haber dergileri ve gazetelerden izleyebilmek olanaklı değil. Sosyalistlerin sorun edindikleri konular etkinlikler vb. beklenenden çok daha fazla yansıyor buralara. Dengesizliği sağın kültürel alandaki sığlığında, “aydın” yetiştirmekteki kısırlığında temellendirmek mümkün. Bir anlamda, sol aydınlar siyasal süreçler üzerindeki etkilerinin zayıflığını, kültürel alandaki rakipsizlikleri ile kapatıyorlar. Bu eşitsizlik kimi tekil aydınlara olağanın üstünde bir tanınmışlık ve prestij sağlamaktadır. Bütün bunların bir sonucu Türk solunun kendi gücünü abartma eğilimini beslemekte ve önümüzdeki süreç için demokrasi ağırlıklı modeller kurmalarını körüklemektedir. Türkiye’nin önündeki dönem için kahinlik etmeye fazla gerek yok. Açıkçası özne veya öznelerden biri olunamayan süreçler hakkında konuşurken dengeli bir titizlik göstermek gerekiyor. Net olarak söylenebilecek özünde şu olmalıdır: Türkiye sola ancak kısmen açık ve bu solun kamuoyunu etkileme gücünün pek sınırlı kalacağı güvenilmez bir siyasal açılım dönemine girmiş bulunuyor. Türkiye’nin siyasal alanındaki dengesizliklerin bu dönem için biçtiği belirleyici vadeyi şimdiden kestirmek kolay görünmüyor. Ama sosyalistlerin tek hedeflerinin bu dengesizliklerden kendi projelerinin sivrilmesi için faydalanmaları olması gerektiği de açık görünüyor.
Türkiye solu güçsüzlük ve kendine güvensizliği kitlesellik hülyalarıyla kapatmaya çalışır. Eğilim, 1986 yılında devam etti, 1987’de durması için de bir neden şimdilik görünmüyor. Etkisinin ve zararlarının azaltılması bir ölçüde popülizme kapalı sol birikimin müdahale gücüne bağlı olacaktır.
Türkiye solunda popülizm, üstelik herhangi bir “popüler” hareketin de yokluğunda yükselebilir. Zorlayıcı bir nesnelliğinin mevcut olmayışı bizi popülizmin kaynaklarını sorgulamaya yöneltiyor. Bulunabilen yanıt aydının teorisizliği ve kendine güvensizliğidir. Ne yazık ki Türkiye solunun büyük çoğunluğunu farklı biçimler alarak sarabiliyor. Geleneksel sol demokrasicilik ve ekonomizme bir kez daha güle oynaya koşmakta. “Reel politika” hesabının ağır bastığını düşünemiyoruz. Çünkü reellikte geleneksel solun yürüyüşüne kucak açmış herhangi bir kitle ya da güç bulunmuyor… Üstelik reellikten nasibini almamakla tanınan Yeni Sol da, Batıdaki kültürel çıkışlı elitizminden çok şeyi terkedip kaba bir popülizmle biçimleniyor Türkiye’de. Bu haliyle de Yeni Solun bir zamanlar Avrupa’da taşıdığı niteliklerin buraya yansıması pek mümkün olmuyor. Birincisi Türk yeni solunun ve Türkiye’nin böyle rafine teorileştirmelere kültürel kapalılığı nedeniyle. İkincisi Batıda ancak teorik bir soyutlama düzeyinde ya da geleceğe ertelenerek varedilen popülizm Türkiye’de avam sol kadroların yakınlık duyabilecekleri tek politika türü olarak karşımıza çıktığı için. Yeni Sol bu atmosferde, liberal-popülist bir yörüngeye oturmaya başlamış görünüyor.
Türkiye’de popülist tezlere nesnellik kazandıran bir dip sarsıntı mevcut değil. Ama onun yerini tutan, teorisizlik ve geleneksizlik var. Türkiye’de nesnelliğin uzun vadede sınıfsal hareketliliklerin zayıflığı, kısa dönemlerde de sosyalizm için çok elverişli güncel dalgalanmalar yaratmadığı, bu anlamda zayıf olduğu söylenebilir. Ancak nesnelliğin elverişlilik dozajı hiçbir zaman sosyalizmin olanaklı olup olmadığını tek başına belirleyemiyor. Nesnellik ancak öznel faktörlerin de dahil edilmesiyle eğilimleri maddi sonuçlara dönüştürebiliyor. Nesnelliğin zayıflığı, olanaksızlığı değil, öznelliğin öneminin daha da büyümesini düşündürtmelidir.
Geleneksel sol ise son dönemde geliştirdiği bir parti modeli ile öznelliğin bu rolünü kavrayamadığını göstermektedir. Geçici de olsa bu parti modeli ile geleneksel sol, daha önceleri tartışmayı düşünemeyeceği bir konuyu ciddi olarak ele almış bulunuyor. Partide hiziplere çoksesliliğe izin verilmesi anlayışı blok parti somutu tartışılırken genel bir kabul gördü. Bunun geleneksel işçi sınıfı partilerinin yapılanışlarından ilkesel düzeyde farklılaştığı klasik tezler ve modelde partinin özellikle öncülük ve homojenlik yönlerinin vurgulandığı biliniyor.
Bu eleştiriye söz konusu tartışmanın bir somut durumun geçiciliğini yansıttığı itirazı ile yanıt getirilebilir. Elbette bir tarihsel modelin bütünüyle likide edilmesi -hem de geleneksel sol eliyle- söz konusu değil. Bizim vurguladığımız nokta geleneksel solun bugüne dek kıskançlıkla savunduğu kimi değerleri kısmi alanlarda da olsa tartışma gevşekliğine düşmüş olmasıdır. Bir yönüyle, yeni solun Türkiye’de yaratmaya çalıştığı ideolojik atmosferden etkilenme yoluyla bir yönüyle de kurulacak yeni solcu bir partinin geleneksel kesimi de legal bir alternatif çıkartmaya zorlamasıyla bu gevşeme yeni solun kazanç hanesine bir başarı olarak geçirilebilir.
Her iki kesimin popülizmleri, özellikle uvriyerizme dönük. İzlerini yayın organlarındaki sendikacı röportajları, Türk-İş’te çalışma önerileri, Aybar’ların, Perinçek’lerin işçi toplantıları vb. yansıtmaktalar. Bu yazının okurların eline geçmiş olduğu sıralarda Türk -İş Kongresi’nin sonucu alınmış DİSK davasının kaderi büyük ölçüde açığa çıkmış olacak. Çıt çıkarılmayan yıllardan sonra bini aşkın katılımlı grevlerin gerçekleşmesi de bir gelişme sayılmalıdır. Ama geleneksel solun büyük kısmı ve yeni sol bu gelişmeleri doğrudan sosyalizmin hanesine kaydetmekte tereddüt göstermiyorlar. Bu yorum en saf anlamıyla uvriyerizme denk düşüyor. Sendikalarda sendikal mücadele ve sendikal bilincin işçilerin siyasileşmesi anlamına gelmediği ve gelemeyeceği sosyalist düşüncenin tarihine kazınışından 80 küsur yıl sonra Türkiye’de yeniden anlatılmak zorunda. Sendikal bilinci sosyalizmin kazanımları hanesine yazmaya karşı çıkılması gerekiyor. Düzen içi ve burjuva anlamda demokrat bir kategorinin ancak birtakım aracıların tamamlayacağı bir devreyle sosyalist hedeflere kanalize edilmesi mümkün olabilir. Türkiye’de eksikliği sıkıntısı çekilen hem sosyalist teori ve politikayla donanmış bir çekim merkezince yönlendirilen bu tür aracılar hem de bizzat böyle bir çekim merkezinin varlığıdır. Bu açıklar kapatılamadığı sürece Türk solu işçi sınıfını sosyal demokratlara mesleki dar bakışlılık anlamında sendikalizme terketmeye devam edecektir. Değiştirilmesi gereken bir kütleye nasıl hangi araçlarla müdahale edileceğinin kestirilememesi en sonunda o kütlenin hamlığına tapınmanın yollarını açabiliyor. Türk solu hiç kimse için haklı görülemeyecek bu yola iradesi dışında sürüklenmiş bir konumda da değil. Böylesi bir durumun varlığı sosyalizmin büyük çabalar sarfedilmesine rağmen bir yenilgi ve prestij kaybı yaşamış olmasına üstelik sarı ya da sosyal demokrat sendikacılığın da sosyalistlere tüm yolları kapatmış olmasına bağlı olabilir ancak. Türk solunun prestij kaybı ise yakın geçmişte bir yenilginin değil “iflasın” sonucunda gündeme gelmiştir. İflasa götürmüş olan hataların tekrarlanmasına hoşgörüyle bakılamaz. Sorumluluk sosyal demokratlar ya da başkalarında değil bunlara karşı izlenen teslimiyetçi çizgide aranmalıdır. Türk sosyalistleri ehven-i şer’lere mahkum oldukları psikolojisinden kurtulmalıdırlar.
Bu çaresizlik psikolojisinden kurtulmak, kendi gücüne güvenmek, kendi projelerinin üstün gelmesi için çalışmak demektir. Yoksa başkalarına bel bağlamaktan vazgeçmek, ertesi sabah için iktidar rüyaları görmek anlamına gelmiyor. “İktidar”ın rüya olmaktan çıkması ise ilk adım olarak perspektifin kalıcı özüne oturtulması gerekiyor.
1987 Türkiyesi: Marjinallik ve Sosyalizm Perspektifi
Sosyalizm perspektifine, Gelenek Kitap Dizisi’nin 1. sayısından itibaren geliştirilmekte olan bir ayrıma biraz daha netlik getirmekle başlamak gerekiyor: Geleneksel sol ve yeni sol.
Sosyalizmin bir buçuk yüzyılı aşan bir geçmişi var. Bu tarih boyunca her yeni hareket, insanlığın yarattığı en ileri ürünleri kendisinde yeniden biçimleyerek yola çıkan bir geleneğe karşı bulunduğu yere göre sınıflandırıldı. Bu gelenek en başından itibaren bir süreç olarak doğdu. Fransız İhtilali’ni, ütopik sosyalizmi, bilimleri ve felsefeyi kendinde biçimlendirerek ortaya çıktı. Geçmişe teslim olmak değil, yeni kurulan, yüzü geleceğe dönük olan bir toplumsal model ve siyasal programın nesnelliğini oluşturacak bir miras yaratıldı.
Miras yaratmak, hem bir kopuş, hem bir bağlanıştır. Siyasal mücadele ve onun aydınları olabilmek “bağlanmak” istiyor. Geçmişin yenilgilerinden, yozlaşmalarından, yanlış yollarından kopmadan bağlanmak mümkün değil. Çünkü bağlanmak, mücadele etmektir. Mücadele ise tutsaklığın her türünü dıştalıyor. 150 yıl öncesinden 20. yüzyılın sonlarına uzanan geleneğin sahiplenicisi olmayı geçmişin sultası altına girmek sayanlar çok yanılıyorlar. Siyasi ve teorik bir geleneği miras edinmek alışılagelmiş bir fiili tekrarlamak değil reddi mirasçıların üstlenmeye cesaret edemedikleri bir hesaplaşmanın ve iradeci müdahalenin sorumluluğu altına girmek anlamına geliyor.
Başka türlüsü olmuyor mu? Neden reddedelim, oluyor. Geleneksel solda yer alanların bir kısmı bir rutini sırtlanıyorlar. Yapılagelen ve en son kendilerine düşen bir görevi yer yer mesai mantığıyla yerine getiriyorlar. İnanıyoruz ki, geçmişi olmamakla hafifleyen ve her rüzgara kapılıp savrulmaya açık Yeni Solculardan daha değerli bir işlevleri var. Ama çoğu kez bir mirası üstleniyor olmanın bedeli olan derinlikli hesaplaşmanın gereğini farketmiyorlar. Bu durum, geleneğin bir noktasına, bir kesitine takılıp kalmakla onu buluyor. Bu kesit kimi zaman geçmiş pratiğin bir dönemine özgü demokratik devrimcilik, kimi zaman Dimitrov’un o an önemli bir işlevi olan faşizm raporunun teorik sığlıkları, kimi zaman Avrupalı partilerin açmazları oluyor.
Geleneğin şekillendiği sürecin bir kesiti, geleneğin bütünüyle çelişebiliyor. Bununla geleneksel solun tarihsel kanıtlara sahip birçok değeri ve yargıyı a priori doğrular olarak kabul edip taşıyıcılığını üstlenmesini ayırdetmek gerekiyor. Tarihin bugüne taşıdığı geleneksel solun kendisini sorgulamak için değil yalnızca dışarı karşı savunmak için tartışacağı bir bölme de içeriyor miras. İşin bu yönü geleceğin bugünkü sahipleri için bir nesnelliktir.Normatif bakışlara kapalı, kabullenilecek bir nesnellik. Örnek istenirse bu partidir, 17’dir sosyalizmin inşasıdır, İkinci Savaş’tır ve onun sonrası kurulan bir gerçekliktir. Geleneksel sol eksiğiyle fazlasıyla bu yönleri içinde barındıran bir sürecin bugünkü biçimlerinde ifadesini buluyor. Yukarıda sözü edilen bütünü kapsayamama sığlığının aşılma dinamikleri, çok zengin bir mirasın içerisinde mevcuttur. Ve açıkça söylenmesi gerekiyor, bu dinamiklerin ete kemiğe büründüğü pratikler bugün birçok yerde işlemeye devam etmektedir.
Yeni Solun ise böylesi sorunları yok. Yeni Sol bir “sil baştan”dır, yani bir köksüzlük. Silinen bizzat tarihtir. Yeni Sol, sosyalizmin bugüne varan tarihine baktığında olağanüstü bir keyfilikle istediği parçayı atmakta, istediğini gizlemekte, tarihe makas vurmada kendisini özgür hissetmektedir. Bir geleneğin biçimlenmesinden sonra, temel iki dinamiğin birbirlerini yok etmek için çalıştığı bir dünyada, miras reddiyle bağımsız ve kendi içinde tutarlı ayrı bir yapı oluşturabilmenin hiçbir olanağı kalmamıştır. İşte bu yüzden, Yeni Sol amorftur, her kalıba girebilme özelliği vardır. Ve yine bu yüzden politikanın iki ana kampa bölünme eğiliminin ağır bastığı dünyada, politikasızlığa ya da depolitize fantezilere mahkumdur.
Türkiye’de geleneksel sol sözünü ettiğimiz öznel kabullerin sınırlarını yanlış çizmek alışkanlığındadır. Hastalık, kanıtlanmış değerlerin artık baştan kabullenilmesinin giderek çok fazla alanda sorgulamak ve hesaplaşmaktan kaçınmaya dönüşmesinde başlıyor. Sığlık teoride ekonomizm politikada popülizm çifti olarak somutlanırken geleneksel düşünceden yaratıcı sesler çıkması yadırgatıcı oluyor.
Yeni Solun batıda bir şansı oldu. Benzer bir sığlığın karşısına batılı bir kültürel zenginliği çıkartarak etkili olabildi. Bu olanak Türkiye’de mevcut değil. Türkiye’de Yeni Solcuların ulaşabileceği bir teorik birikim yok. Batıdan ithalata giriştiklerinde ise o zenginliği kavrayıp kendilerine devşirecek kapasiteden yoksun oldukları göze çarpıyor.
Bu konumlanış Türkiye için yeni değil. Yeni Solun 80 sonrası yükselişi bir yana, genelde solun, özel olarak da geleneksel solun, kısırlığı Türkiye’ye önceden beri vurulmuş bir damgadır. Bu durum geleneksel solda yaratıcılığın ancak “marj”larda hayat bulabilmesine neden oluyor. Geleneksel sol bütünlüklü bir altüst oluş ve kendini yenilemeden geçemediği için marjinallik alışılagelmiş bir konum oldu. Öyle ki geleneksel solun ana kesimlerindeki atıl yapılardan kopmalar ilk önce bir marjinalliğe oturup, adeta bu konumun gerektirdiği sebat ve yaratıcılık açılarından teste giriyorlar. Reel politikanın aynı atıl odaklardan gelen dayanılmaz çağrısına en sonunda boyun eğerek ya da ekonomizme ve popülizme farklı bir giysi giydirerek, bir kısmı bu testten olumsuz sonuçlarla çıkıyorlar.
Ama bir kesim de varlığını hep sürdürüyor. Yeni Solun kişiliksizleştirici dalgalarına karşı durabilecek denli mirasına bağlı geleneksel solun kısırlaştırıcı ve sıradanlaştırıcı çarklarına düşmeyecek denli olgun aydınlar ve kadroların var olabilmesi için Türkiye bir nesnellik sunmuştur. Bu nesnelliğin hakkının yeterince verilip verilmediği marjinal kesimlerin önümüzdeki dönemde Türkiye sosyalist hareketi üzerinde etkinliğiyle ölçülebilecektir.
Türkiye solu 1987’ye yeni oluşumların muhtemel olduğu bir gündemle giriyor. Kitap Dizisi’nin 2. sayısında “Gündem” bölümünde ele alınan “Sosyalist Parti Tartışmaları” herhalde bu yıl içinde somut ürünlerini verecek. Bir kez daha tekrarlamak gerekiyor: Demokrasicilik oynayan yani teorik olarak “Türkiye’ye burjuva demokrasisi ya da ileri demokrasi nasıl gelir”i tartışan, işçi sınıfına sendikal haklar, demokrasiye saygı, fikir özgürlüğü ile sınırlı bir hitap konusu seçen, başka kesimlere de durağanlaştırdığı işçilerin yolunu izlemelerini öneren, en sonda da seçimler geldiğinde destekleyecek “ilerici-yurtseverler” aramaya başlayan bir geleneksel sol modelinin Türkiye’de bir kez daha kurulmaması gerekiyor.
Geleneksel solun yapay bir birleşmesi, her şeyden önce benzer bir pratiğin tekrarlanmasının koşullarını hazırlayacak. Önümüzdeki sürecin bu tür birleşmelerle harcanmasını istemiyoruz. Bir mirası sahipleniyor olmanın faturasını ödeyerek hesaplaşmaların yerine getirilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Türkiye’de geleneksel sol 1980’den önce neden bölünmüştü, 1987’de neden birleşsin? Bunun hesabının verilmesi gerekiyor. Türkiye’de bugün kurulabilecek bir geçici demokrat mücadele birliği mi ön planda tutulmalıdır yoksa geleneksel kesim kendisine ve tarihine daha yaratıcı bir bakışla bakmayı mı denemelidir? Bu soruların yanıtlarının herkes için açık olması gerekiyor. Ne genelde Türkiye solunun ne de geleneksel solun kendi içinde bir birlik sorunu bulunmuyor. Birleşmeden çok daha önce neden ayrı olunduğunun anlaşılması gerekiyor. Ne yazık ki geleneksel solun ana duraklarında hala beklemekte olanlar gündelik koşuşturmaları içerisinde böyle bir sorunun olabileceğini dahi düşünmüyorlar. Bu soruyu kendilerine en çok soran ve yanıtları üzerine düşünmüş olanlar doğal olarak geleneksel solun marjlarında yer alanlardır.
Geleneksel solun er geç yapmaya yükümlü olduğu miras dökümü görevleri gündemde olduğu sürece marjinal kesimlerin varlığının nesnelliği de sürecektir. Böyle bir hesaplaşma anında belirleyici rolleri üstlenecek olanlar bugünün marjinallikleri arasında çıkmaya adaydır. Bu kritik an marjinalliği bugün yaşayanların üstlendikleri misyonun da geneli hükmü altına alacağı an olacaktır.
Geleneksel solda zamansız toparlanma ve birlik yolu bu tarihsel yükümlülük açısından, bugün belirginleşen nesnelliğin bir kez daha suyun altına itelenmesine yol açsa da, bir yandan da yeni müdahale yolları ve araçları yaratacaktır.
Marjinallik reel politikadan bir kopukluk, dolayısıyla devrimci ruhtan uzaklaşan bir pratik olarak algılanmamalı. Tam tersine, marjinal konumu sindirebilmek “reel”likten değil, ama somuta kayıtsız teslimiyetten bir kopuştur; o ruhun en mükemmel hale kavuşturulduğu bir sabır ve inattır.
Miras dökümü güncelleştikçe ve Türkiye’de yaşanan açılım dönemi sosyalizmin önünde yeni olanaklar geliştirdikçe, marjinalliğin bugüne dek içinde yaşamını sürdürdüğü kabuklar çatlamak zorunda kalacaklardır. Solun birlik partisinin kurulması çalışmaları da bir yandan marjinaliteyi fizik olarak anlamsız bir bütün olarak etkisiz hale getirmeye çalışacaktır. Miras dökümünün güncelliği, sosyalizmin atılımı, geleneksel sol partide birleşme… Bu üçü toplandığında “kendiliğinden” bir sürecin nasıl işleyebileceği hiç de çözülmez bir sorun olmuyor. Ya marjinalliğin çatlayan kabuklarının içinde yaşamakta inat edilir ve kısmi sesler dışında, Türkiye solunun her kesiminin yer aldığı tabloda geleneksel kesim içinde yaratıcı hiçbir ton yer alamaz. Ya da kabuklar atılıp geleneksel solun olası partisinde içerden bir miras dökümünün kanalları açılmaya çalışılır; bu sürece hazırlıksız girildiği takdirde, sonuç büyük bir olasılıkla geleneksel solun ana odaklarının marjinaliteyi bir kez daha ve yeni bir marjinalleşme sürecinin başlangıç noktasına dıştalamaları olacaktır.
Bu hayali senaryolarda kazanan hep ekonomizm, popülizm ve sığlık oluyor. Değiştirmek mümkün; çünkü hiçbir sürecin insan ve özneden bağımsız bir kendiliğinden nesnelliği yok. Değiştirmek mümkün ve kısa dönemde Türk soluna yeni bir çehre kazandırılması gerektiğini düşünenlerin sürece müdahalelerine, misyonlarını ciddiye almalarına bağlı…