Bugünden bakıldığında, Türkiye’de faşizm tartışmalarının ilginç bir kaderi var;71 sonrasında her siyasi çizginin kendi siperinden diğerlerine yönelttiği ateşli eleştiri ve suçlamalar, 1980 sonrasında ise bu konuda yapılabilecek bütün alıntıların ya da perspektiflerin tüketilmesinden kaynaklanan bir suskunluk… Faşizm konusunda herkesin göz attığı sınırlı bir literatürü kırpıp kırpıp yıldız yapmak ve sözcüklerin nüans ayrımlarına yaslanan ağız dalaşlarına girmek, artık genellikle hiçbir siyasi çizgiye çekici gelmiyor.
Faşizm Tartışmalarında Temel
1975-80 arasındaki tartışmalara göz attığımızda üzerinde en fazla durulan konunun faşizm olduğunu görürüz. Her dergi bir diğerinin “oportünist faşizm teorisini” teşhir eder, her örgüt bir başkasının “faşizm teorisinin revizyonist yüzü”nü açığa çıkarır, böyle geçinip gidilirdi. Gerçekte tüm çizgiler -elbette aynı derinlikte değil- faşizme ilişkin genel çerçevenin bir tarafından tuttular; bazen emperyalizm, onun yakınında ulusal demokratik devrim, kimi örgütlerde de ulusal sorun ile ilişkisi, kimilerince ise küçük burjuva tabanı ya da en gerici tekellerin rolü öne çıkarıldı. Algılanabilen parçadan yola çıkarak bütün tanımlanmaya çalışıldı. Herkesin bir veçhesini vurgulayıp, buradan nitelemelere gitmesi ile ortaya en az bir düzine faşizm çeşidi ve saptaması çıktı. Üstelik bütün bu tespitler aynı kaynaklara dayanarak, hatta giderek mekanik bir aktarmacılıkla kotarıldığı halde.
Bu bir ölçüde yapay karşıtlıkları besleyen bir diğer zaaf ise özellikle üstyapı analizlerinde, devlet, ideoloji, örgüt teorisi vb. alanlardaki teorik yetersizlik, teorinin somut bağlamlar için yeniden üretilmesinde tanık olunan güçsüzlüktü. Evet, teorinin deney taşı pratiktir ve hiçbir siyasetin faşizm teorisi, o siyaseti pratikte tastamam haklı çıkaran bir doğrulayıcılık sergilememiştir. Öyleyse, biraz yakın tarih ve tabir caizse politik bir anatomi, kaçınılmazlığını hissettiriyor. Ne kadar geriye gidilebilir? Cevap: Faşizmin kavranışının antiemperyalizm tek parti dönemi, cuntacılık, demokrasi ve devrim tartışmalarıyla birlikte yürüdüğü yıllara ve özellikle 12 Mart sonrasına dek… 1
Daha başta söyleyebiliyoruz. 61-71 döneminin ideolojik biçimlenmesi, sosyal ideolojiye hem başkaldırmacı bir kültürü hem de cuntacılık, Kemalist ilericilik gibi sosyalizm dışı siyaset biçimlerini eklemledi. Bu yanılsamaların (yanılsama oldukları sonuçtan görünüyor) faturası hep 12 Mart sonrası ödenmeye başlandı. Nasıl mı? Önce şöyle. 27 Mayıs sonrasının o hep sözü edilen “demokratik ortamı”, ya da “görkemli yükseliş yılları” abartılı hale geldikçe, 71 sonrasında neredeyse her sol stratejide bir gericileşme ve faşizan gelişim ölçütü ya da referans noktası olup çıktı. 61 sonrası demokratik ortamı ve yükselişi kendine fazlaca mal etme ve hiç bitmeyecekmiş gibi görme alışkanlığı, Türkiye solunun gözünde siyasal demokrasifaşizm gibi bir ikilemi pekiştirdi. Bu siyasal demokrasi, utangaçça burjuva demokrasisine daha radikal THKP-C çizgisinin kimi uzantılarınca ise devrimci demokrasiye tercüme ediliyordu …
Kökeninde Türkiye burjuvazisinin tarihsel gericiliğini ve faşizm eğilimini yarı kemalist, yarı demokrat normlarla yorumlama çabası yatan bu yanılsamalara örnek vermek istiyorum. Dev Genç’in eteğinden dökülen Aydınlık Dergisi 12 Mart darbesinden hemen sonra, muhtırayı “Mustafa Kemal’in millici ve ilerici geleneğini geniş ölçüde sürdürebilen Türk ordusunun, faşizmi tezgahlama çabası içinde bulunan… işbirlikçi Demirel iktidarına karşı ve ona hükümet etme yetkisini vermiş olan işbirlikçi sermayenin ve feodal mütegalibenin hakim bulunduğu bir parlamentoya karşı tepkisinin bir ifadesi” sayıyordu2 .
Bu korkunç saplamaların ardından yanlış anlama, öngörü eksikliği, teorik hata gibi gerekçeler sıralayamıyorum. Bunlar elbette tarihsel rasyonalitenin yerine geçemez. Daha yakınlara kadar “Türkiye kapitalist olabilir mi” türü tartışmaları ciddi ciddi ortaya atabilenlerden tekelci burjuvazinin bütün bir solu yok etmek üzere tezgahlanmış darbesini daha “teorik” bir gözle algılamalarını beklemek fazla safdillik olacaktı…
MDD’cilikten kopamamış olmanın daha saygıdeğer örnekleri de vardı. Hikmet Kıvılcımlı’nın 13 Mart 197l’de Sosyalist gazetesinde “ordu kılıcını attı” başlığı yaşanan illüzyonlara iyi bir örnek sayılır. Rahatça “elbette o ana dek yaratılmış sosyalist formasyon başkasına izin vermezdi” denebilir. Bir ölçüde doğru. Çünkü yukarıdakiler öyle pek temellendirilmemiş görüşler, basit yanılgılar değil. Keza darbeye akıl da öğretiliyor: “Ordu muhtırası Atatürkçü bir görüşle, inkılap kanunlarını benimsediğine göre, dökülen, çöken, tekelci kapitalist çağdaş uygarlığı peşin peşin reddetmiş olmalıdır”3 Gerçekte bütün olup biten, sosyalist ideolojinin, Türkiye toprağındaki yarım yüzyıllık burjuva siyasetinin çizdiği sınırlara esaretini kanıtlıyordu. Nihai darbesini indirememiş 12 Mart rejiminin bırakalım hemen sonrasını, aradan 3 yıl geçtikten, TKP ise “atılım”ını yaptıktan kısa bir süre sonra en hafif deyimle “naiflik” sürüyordu: “Silahlı kuvvetler, gençliğin ve halkın bir parçasıdır. Halkın hizmetindedir. Ödevi emperyalizme karşı yurdun bağımsızlığını halkın egemenliğini savunmaktır”4
Artık listeyi burada kesmek gerekli. Aşağı yukarı çok az istisna dışında bu 12 Mart’tan çıkış verileri ile 1980 sonbaharına dek süren bir “ideolojik bağımlılık” ortak paydası, Türkiye sosyalist hareketinin uzlaşmacı ya da radikal tüm çizgilerine mal oldu. Bu çizgileri 73-78 döneminde ayrıştırmak oldukça zordur. 78-79 yıllarında biraz netleşir gibi olur. 1980’li yılların başında pratikte yenen darbe, sol içinde burjuvazinin gericiliğe dönük potansiyeli ve faşizm konularındaki herhangi bir tezin diğerleri arasından sıyrılıp çıkmasına fırsat vermez. Burjuvazi, ideolojik üstünlüğünü sosyalist ideolojiyi bağımlılaştırarak restore eder.
Partileşmiş solun dışındaki devrimci örgütler eylemcilikleri ile ters orantılı bir sosyalist politika üretimine koşullanmışlardı. Bunları ve faşizm tartışmalarının bizim için önemli kimi yönlerine değinmeden önce, tarihsel arka planı yeniden kurmak istiyorum. Kritik zaman olarak 1980 sonbaharını değil, 1978 sonlarını seçebiliyorum. 1978, fondaki devrimci krize karşın, sosyalistler ve devrimciler için düşüşün başlangıcıdır. Böyle bakıldığında 74’ten 78’e ve 78’den 80 sonlarına kadar olan eğri içerisindeki önemli koordinatlar, bir diğer deyişle kilometre taşı niteliğindeki olaylar yerli yerine oturuyor. Bizim için ise, Türkiye solunda faşizm tahlilleri ile günlük siyasal gelişmeler arasındaki korelasyonu bulmak açısından gerekli oluyor.
12 Eylül Öncesi Performans
12 Mart sonrasının biraz kontrolsüz, biraz hızlı ve hızlı olduğu ölçüde sağlıksızlık tohumları taşıyan sol yükselişi 76 ve 77 yıllarında ivmesini giderek artırırken yukarıda saydığımız ayak bağlarına yenileri eklendi. Başka deyişle faşizmi ya da bir diğer burjuva diktatörlüğünü algılamasını perdeleyen olgular birikti. Ecevit mistifikasyonu bu yıllarda başladı. Ecevit’in “ancak CHP gelirse faşizm önlenir” biçimindeki sahte ikilemi de… TİP ise 12 Mart darbesini daha sınıfsal açıdan değerlendirme çizgisini, 77 seçimlerinde de, CHP kuyrukçuluğu yapmama tavrıyla sürdürdü. 76 yılı ise sonuçlan en fazla 4 yıl sonra net biçimde ortaya çıkabilecek bir tercihin Türkiye siyasal gündemine için için emdirilmeye başlandığı yıldı. Burjuvazinin en kapsayıcı ve en rasyonal konsensüs çözümü; AP-CHP işbirliği. Bu yıldan, 12 Eylül’e kısa bir süre kala verilen muhtıraya kadar hep bu çözüm kotarılmaya çalışıldı. CHP burjuvazi tarafından arkasında militan sol yığınlar olduğu ölçüde dikkate alındı, özellikle devrimci krize sürüklenen bir konjonktürde.
Bir taraftan da söz konusu işbirliğinin diğer kahramanı AP gerek kendi içindeki MHP eğilimli milletvekilleri gerekse MC hükümetinin iç hukuku dolayısıyla, faşizan aktivizmi belirli sınırlar içerisinde tutma misyonuna da sahipti. Elbette kimi durumlarda özellikle 78-80 arasında kantarın topuzunun kaçtığı oluyordu. Fakat Türkiye siyaset sahnesi asla “liberal sağ-faşist sağ” çelişkisini ya da çatışmasını yaşamadı. Türkiye tekelci burjuvazisi için bir karşıtlık pratikte yoktur. 28 komando kampının Demirel iktidarı sırasında açılmış ve faaliyet yürütmüş olması da faşist örgütlenmenin, bağımsız bir MHP dinamiğine tabi olmadığını yeterince kanıtlar. İşte devrimciler ve sosyalistler için “burjuvazinin karşı ideolojiyi bağımlılaştırması” fonksiyonu burada da devreye girdi. Hızlı ve teoriden uzaklaşarak gelişen sol yapılanmalar, faşizmi sokakta karşı karşıya geldikleri MHP’li militan zorla ve onların saldırılarıyla özdeşleştirdi.
Oysa MHP 1977 yılından itibaren, ne iktisadi programıyla ne de politik önerileri ve kadrolarıyla, titiz ve ince hesaplı egemen sınıflar için bir angajmana layık olamazdı. Resmi ideoloji MHP’nin aktivitizmini bir vurucu fiziksel güç olmanın ötesinde abartmadı. 1977 yılında, iktisadi alanda, burjuvazi geçici çözümlerini denemeye başladı: Ağustos ayında Demirel’in “enflasyona karşı savaş paketi.” Bu “paket” siyasası 79 Martı’nda Ecevit’in “ekonomiyi kurtarma paketi”ne kadar, değişen hükümetler eliyle uygulanacaktır. 76 yazından itibaren Gaziantep, Diyarbakır ve İzmir dışındaki büyük şehirlerde her biri ardında 5-6 ölü bırakan çatışmalar, 77 1 Mayısı’ndaki doğrudan yok etme saldırısıyla kitlesel katliamlara dönüşür. Biraz çabuk düşünülmüş anti-faşist eylem birliği arayışları ve oldukça rahat ve geniş yüreklilikle düşünülmüş cephe projeleri gündemi doldurmaya ve giderek sosyal siyaseti ikame etmeye başlar. Bu noktada ideolojik bağımlılık ile siyasal bağımlılaşmanın birbirine yakınlaştığını sezebiliriz. Artık bütün güçler MHP’yi izole etmeye kanalize edilir. Faşist hareketin en büyük kazanımlarından biri, kendini adeta üçüncü bir sınıf siyaseti kimliği ile sunarak, sosyalist hareketi mülk sahibi sınıfların asli siyasal çerçevesine doğru itmesidir. Bir örnek vermek gerekirse “Bağımsız Türkiye” gazetesi Mayıs 1977’de şu kapakla çıkar: “Oyunu bölme, faşizmin ekmeğine yağ sürme”5 . Artık naiflik ve MDD’ci saplantılar bu noktadan sonra günahlara dönüşüyor. Aynı gazete aşağı yukarı bütün devrimci demokrat örgütlerin ve TKP’nin de dahil olduğu bir çokluğun hissiyatına tercüman olarak tarihe önemli bir ses bırakıyor. Kimin daha radikal kimin daha uzlaşmacı olduğuna okuyan karar versin: “Türkiye solu, TİP yönetiminin temsil ettiği sağcı oportünist fraksiyon dışında büyük kitlesiyle 5 Haziran 1977 seçimlerini bir referandum saydı ve oyları bölmeyerek anti-faşist cephede yer alan ve küçük burjuva dönüşümcü bir platform ile kampanyasını yürüten CHP’nin seçim zaferini mümkün kıldı” 6 .
78 ve Sonrası
Türkiye’de bir faşist tırmanış süreci yaşandı. Fakat klasik örneklerde görüldüğü üzere faşist ideolojinin diğer burjuva alternatifleri (ideolojileri değil) etkisizleştirmesi ve giderek kendine tabi kılmasıyla değil. Türkiye’de faşist hareket, sürekli olarak tırmanma sürecinin başlangıç aşamasına özgü “vurucu güç” fonksiyonu ile belirlendi. Faşist terörün sokaktaki aktivizmi ile faşist hareketin kendini seçeneksizleştirmesi adeta ters orantılı sayılır. Devlet kademelerindeki faşist örgütlenme ise, Türkiye’de, devlet bürokrasisinin içinde her zaman varolan faşizan bürokratların belli daireler, ikinci dereceden bakanlıklarda güçlenmeleri ile karakterize oldu. Faşist tırmanışın faşist bir iktidara yaklaştığı koşulların karakteristiği olan yürütme aygıtının faşist nitelikte güçlendirilmesinden ziyade, faşist harekete terör ve mahalli etkinlik sağlama yolunda yardımcı olacak su başları tutuldu. Kaçakçılık, silah edinme, okullarda etkinlik sağlama gibi konularda destek edinebilecekleri resmi mevkilere daha fazla önem verdiler. Açıkçası bu süreç, yani devlet kademelerindeki kadrolaşma, MHP’ye doğrudan bağımlı silahlı faaliyetlerle tam tamına paralel yürümedi. Yıllar sonra silahlı militanlar yargılandıkları veya etkisizleştirildiklerinde bile, devlet içerisindeki bu güç varlığını sürdürdü. Bugün de sürdürüyor. Türkeş’in “biz hapisteyiz, fikirlerimiz iktidarda” sözleri faşist hareketin işlevi rafa kaldırılmış boyutunun aşağı yukarı hep işlevsel kalabilen boyutuna yönelik yakınmasıdır. Faşist hareket, MHP ve komandoların kişiliğindeki haliyle, finans kapitalin “silahımızdaki son kurşun bu” diyerek iktidara sürdüğü bir güç değildi. Faşist hareketin bu boyutu, devrimci güçlerin ve işçi sınıfı partisinin iktidara yönelik eylemiyle ilişkilidir ve burada bir paradoksun olduğu bellidir. Faşist hareket, finans-kapital tarafından işçi sınıfı ve partisi iktidarı tehdit ettiği ölçüde desteklenir, iktidar yolu aşılır. Oysa klasik faşizm deneyimlerinden sonraki gözlemlerimiz ise, istisnai konjonktürlerin dışında, sosyalist hareketin faşizm tehlikesi karşısında iktidar perspektifinden kopu,p “faşizmi önleme” taktiklerine yoğunlaştığını gösteriyor. Eğer verili devlet biçimi faşist devlet ise bu sefer “faşizme karşı demokrasi” mücadelesi gündemi belirliyor.
Kritik yıl 78’de ne oldu Öncelikle bu “iç savaşı ancak AP-CHP işbirliği likide edebilir” düşüncesi hem büyük tekeller hem ordu tarafından sık sık dile getiriliyor. Büyük iş adamlarından cumhurbaşkanı Korutürk’e, her dönemin adamı dengeli parlamenterlerden ordunun üst kademelerine kadar bu çözüm bütün gelişmelerin ve artan krizin gerisinde bir fon müziği gibi duyulur. Bu yıl başında iktidara gelen Ecevit hükümeti hem DİSK’te genel başkanlığa getirilen Abdullah Baştürk, hem de Türk-İş’in başındaki Halil Tunç tarafından desteklenir. Ecevit hükümetinin AP’li sendika başkanıyla da uzlaşarak 78 Haziranı’nda Türk-İş’le imzaladığı anlaşma, DİSK ile ilişkiler, işçi sınıfını CHP kuyruğuna takma yarışında Ulusal Demokratik Cephe ile çekişir. DİSK ve TKP siyasetinin bütün çabası CHP’yi AP ile bir olası yakınlaşmadan kurtarıp sola çekmektir. Bu dönemde devrimci ve sosyalist örgütler de “faşist yuvaların dağıtılması” için mücadeleyi ve CHP’yi destekleme dozajını artırırlar. Faşist terör kitlesel kıyıma yönelir. Balgat, 16 Mart katliamı, Bahçelievler’de 7 TİP’linin öldürülmesi ile hız kazanan çizgi Maraş, Çorum gibi il düzeyindeki katliamlarla doruğuna çıkar.
Sol içerisindeki anti-faşist eylem birliği ve cephe tartışmaları yoğunlaşır. Geleneksel sol, CHP’den demokratik bir açılım beklediği için faşist terörü ile aktif mücadeleye girmez. Dimitrov’un faşizme ilişkin kimi gözlemlerini tembelce kendi kendine tekrar eder. CHP döneminde ilan edilen sıkıyönetime karşı net bir tavır alınamaz7 Bunun da dışında geleneksel solun sonradan sırtından atamadığı kamburları ortaya çıkar. Düzenlenen faşizme ihtar mitinglerinin ve protestolarının dışında faşist saldırılara karşı fiili ve etkin bir tavır içerisinde değildir. 78-80 arasında hiçbir kitlesel anti-faşist direniş çatışma içerisinde yer almaz.
Faşist Hareketin Ağırlığı ve Coğrafyası
79 yılına girilirken geleneksel sol ve Dev-Yol gibi “topluluklar” kendilerini sağda bırakan ayrışmalar yaşadılar. Burjuvazinin kısa ömürlü hükümetlerinin birini kerhen destekleyip, diğerlerine karşı olmanın getirdiği dalgalanmalara tabi olmak zaafı giderek kurumsallaştı. Türkiye’de artık Elazığ, Erzincan, Malatya, Sivas gibi illerde doğrudan faşist saldırı ve katliam girişimleri Çorum, Maraş gibi illerde de kotarılmış katliamlar yaşanır. Sanayileşmiş şehirlerde faşist hareket mutlak üstünlük kuramaz. Maraş katliamından sonra sıkıyönetim bir taraftan Ankara İstanbul gibi merkezlerde diğer taraftan da özellikle Ankara’nın doğusunda kalan kritik illerde devletiktidar boşluğunu doldurmaya çalışır. Şimdi burada biraz duralım.
Ortaya öyle bir tablo çıkıyor ki, devlet MHP güdümlü faşist hareketin aktivitesini “engellemek”, daha doğrusu onu belirli merkezlerde, belirli kritik yörelerde desteklemek yönünde bir siyaset uygularken, faşist hareket de devlet ve gücünün global artırılması, sıkıyönetimin ilan edilmesi, faşist kadroların eline geçemeyen kurumların pasifize edilmesi yönünde devleti zorlar. Faşist hareket devlet hiyerarşisini bütünsel olarak güdümlemek yerine, yerel otorite kurarak devrimci gelişmeleri bastırmayı tercih ediyor; ya da bu alana hapsediliyor. Faşist harekete karşı devrimci demokrat tepki kimi MHP’li kadrolar tekilinde yoğunlaşıyor ve örgütsüz, mahalli (her iki anlamda da) bir karşı koyuş niteliği taşıyor. Geleneksel solun avantajı olması gereken işçi sınıfı ile bağlar özellikle DİSK aracılığı ile (kimi karşı çıkışlara rağmen) Ecevit destekçiliğine kanalize ediliyor. Artık faşist saldırılara mukavemet bile edilemez hale geliniyor. Bahçelievler katliamı, Kemal Türkler’in öldürülmesi gibi burjuvazinin geleneksel solun nabzını tuttuğu olaylarda, bu nabız yavaş ve zayıf atıyor. 70 yılının ortalarında UDCU’nin sahiplenicisi, bir tek onu ortaya atanlar kalıyor. Devrimci örgütler arasındaki nadir anti-faşist eylem birlikleri faşist saldırıların coğrafyasıyla uyumlu, bölgesel deneyim olarak kalıyor. Artık kazanımlar birer birer yitirilmeye başlanmıştır. İktidar perspektifi yitirilmiş; yaşanan ayrışmalar daha örgütlü ve bağımsız siyaset yürütebilen odaklaşma(lar) yaratamamıştır. Bu arada hep 12 Eylül’den sonra gerçekleştiği düşünülen insan kaybı, kadro erozyonu, nicel zayıflama, sayı ve belgelerle ispat edilemese bile, 1980 Eylül’ünden önce yaşanmaya başlanmıştır. Kronik ekonomik kriz ise derinleşiyor olmakla birlikte, göstergelerde ani düşüşlere rastlanmaz. Nispeten istikrarlı bir resesyon yaşanır. Siyasal rejimde sertleşme kademe kademe yaratılırken, siyasal duyarsızlık, apolitikleşme yoğunlaşmaktadır. 8 Devletin yaygın baskısı ile belirli mahalleler ve belirli illerdeki faşist denetim ilginç bir işbölümünü sergiler.9
79 yılı başından bir gözlem aktarmak istiyorum: “Türkiye’de… sanki bir iç savaş var. Ancak ortada ordular yok. Cepheler kurulmamış10 . Şöyle söyleyebilir miyiz? Türkiye’de devrimci bir kriz vardır, ama ortada devrimci politik özne yoktur. İktidar uzağına düşüş, finans burjuvazisinin devlet aygıtını yeniden tahkim etmesine yol açar. Bütün bu gelişmeler boyunca tekelci burjuvazinin AP-CHP olarak “biçimlendirilmiş” beklentisi varlığını sürdürdü. Bu elbette basit anlamda iki partinin koalisyonunu aşan kapsayıcılıkta bir konsensüs seçeneğidir. Parlamenter araçlarla gerçekleştirilemedi. Demokratlık defterini kapamış burjuvazi için parlamenter yöntemler gerekmiyor da. Öylesi bir devlet aygıtı gerekiyor ki yaşanan panik finans oligarşisi tarafından nötralize edilebilsin ve aynı zamanda tekelci burjuvazinin bunalım çözme yönündeki değişik önerileri uyumlulaştırılabilsin. Devrimci yükseliş öylesi bir zamanda ve mekanda kıstırılmalıydı ki direniş gösteremesin; yani CHP’nin ardında. İşte bu aşamada devlet aygıtının tekellerle daha bütünleşmesi, yürütme gücünün yoğunlaştırılması, parlamentonun ve siyasi partilerin kapatılması ile faşist bir partinin yasallığının sona erdirilmesi ve kitle tabanının pasifize edilmesi fazla zorlanmadan içiçe geçebilir. Tekelci burjuvazinin siyasal gericiliğe yönelik politikasının en uç görüntülerini törpülemesi ile devrimci bir yükselişi budayacak önlemlerin aynı müdahalelerin veçheleri olması hiç garipsenmemeli. Burjuvazi bir süre bocalasa bile, sanırım tarihsel olarak en rasyonel seçeneğini, elbette birçok politik kısıtlar içinde yürürlüğe koydu.
Eylül’ün Getirdikleri
AP-CHP koalisyonu olarak adlandırılan konsensüs biçim değiştirerek ve sıradan bir hükümet değişikliğini aşarak militer yöntemlerle pratiğe uygulandı11 Bunalım koşulları “ara çözümlerin” süratle tüketildiği koşullardır. Türkiye’de işçi sınıfının “ekonomik” mücadelesinin ve devrimci hareketin kendiliğindenliğine dönük eylemleri ile burjuva siyasal-anayasal yapı arasındaki çelişki doğrudan faşist bir diktatörlüğü hiç de zorunlu kılmaz. Türkiye’de özellikle 1940’lar sonrasına ilişkin yasalaşmaya yüz tutmuş bir eğilim vardır: Bunalım çözülmeye başladıkça o ana kadarki tansiyonu sağlayan uçlar giderek meşruiyet dışına itilir, siyasal anlamda elimine edilir.
Türkiye’de 76-80 arası yaşanan bunalım kendini ekonomik göstergelerle ifade edebilse de, özünde ve uzun vadede politiktir. Çözüm konjonktürüne gelince: Devrimci ve faşist/karşı devrimci kutuplar politik gerilim artışını belirlese de 12 Eylül ile birlikte, bu gerilimin çözüldüğü noktada, iktidar uzağına düşüyorlar. Bu durum,
1) Devlet aygıtı içerisindeki faşist kadrolaşmanın durmasını,
2) Darbenin göreli de olsa bir faşizm karşıtlığı taşımasını,
3) Zamanında AP-CHP koalisyonu biçiminde adlandırılan tercihin yeni bir düzeyde üretilebilmesinin yollarının tıkanmasını, nihayet
4) Devlet aygıtının tahkim edilmesi sürecinde en gerici tekellerin diğerlerini pasifize etmesini, devlet-tekel bütünleşmesinin sadece en gerici tekeller tarafından gerçekleştirilmesini, yani böylesi bir iktisadi altüst oluşun sonuna kadar yaşanmasını, hiç gerektirmiyor.
12 Eylül’e “askersel devirme” diyen ve “çatlaklar” arayıp bu çatlaklardan yararlanmaya bakan TKP en çok MHP’nin kovuşturulmasıyla oyalanıyor. Bunun Türk solunda klasik MDD’ciliğin 71 sonrasına aktardığı Kemalizme yaklaşım tarzıyla yakından ilişkisi vardır. Bu modele göre Türkiye’de burjuva devlet biçimi gericileştikçe, Kemalist mirasından uzaklaşır. Hatta “Türkiye’de faşizm, Kemalistlerin devlet içerisindeki etkinlikleri kırılarak süreç içerisinde geliştirildi”12 biçiminde bir sonuç bile çıkarılır. Kemalist mirasın ise zamanında CHP içerisinde hayat bulduğu kabul edildiği için sonraları bu miras ile 12 Eylül rejimi arasında bir uzlaşmazlık bulmak doğal oluyordu. Artık kolay ve doğal değil…
12 Eylül bileşimi, değişse bile hem siyasal programların ögeleri, hem iktisadi politikalar hem de bürokrasi ve siyasi kadrolar yönüyle kendinden önce varolan partilerden kan almıştır. Bu boyutuyla onları işlevsizleştirmiş, devlet aygıtı içerisinde asal desteğini AP-CHP’nin ikincil kadrolarından ve bu partilerin kitle desteğinden devşirmiştir.
Bu anlamda tüm burjuva partilerinin kendilerini illegalize eden bu rejimle ilişkileri, 83 seçimleri ortamındaki demagojik söylemlerine değin mutlak uzlaşmadır.
Türk Finans burjuvazisi, örneğin AP-CHP uzlaşmasıyla dile getirilen gerici bir konsensüs’un, bu sefer parlamentonun kapatıldığı koşullarda araya generallerin de katılmasıyla, 12 Eylül öncesinde lider statüsünde olmayan kadrolar eliyle yeniden biçimlendirilmesine mutlak onay ve destek sunmuştur.
Sosyalistler elbette kendilerini karşı devrime göre değil, devrime göre tanımlarlar. Bizler anti faşist değil sosyalistiz. Fakat eğer kriz mülk sahibi sınıfların lehine çözümlenirse bu durumda yurt dışında olmak, hapiste olmak ya da pasifize olmanın dışında nasıl varlık gösterilebileceğini planlayabilmek gereklidir. Varolan nesnellikten bu adaptasyon için azami verileri ayıklayabilecek özne parti, başlıca dayanak sosyalist teori, araç ise bağımsız politikadır. Elbette bunları Ulusal Demokratik Cephe beklentisi olanlara ve “devrimin eşiği” mistifikasyonları yaşayanlara anlatmak zordur.
Geleneksel solun sendikal mücadele aracılığı ile işçi sınıfını ekonomik mücadeleye sabitleştirmesi, devrimci demokratların ise bitmez tükenmez bir “partileşme süreci” yaşamaları solun elini kolunu bağlamış, krizin siyasal gericilik ve faşizm lehine çözümlenmesini kolaylaştırmış gözüküyor. Elbette daha 78 yılından başlayan kitlesel apolitikleşme, kadro düzeyinde erozyon, kitlelerin burjuva ideolojisinin etkisinden kurtarılamaması (buna burjuva demokratlığı da dahildir), muğlak Kemalizm yorumları vb. iktidarın işçi sınıfı tarafından kazanılmasını bir düş kılacaktı.
Solda Tartışma: Nasıl Faşizm?
Gelelim faşizm tespitlerine. Türk solunda teorik çözümlemenin yerini sığ tasvir ve tanımlamalar almıştır. Kavram ve etiketlerle politik süreçlerin açıklanması bir çocukluk evresi alışkanlığıdır. Örnek vermek istiyorum: “Ülkemizde devlet ulusal kurtuluş savaşından sonra kurulan burjuva-feodal faktördeki milli burjuva diktatörlüğünün bir süreç içinde büyük burjuvazi ve toprak ağalarının diktatörlüğüne dönüştürülmesiyle şekillendirilmiş faşist-feodal diktatörlüktür13 .Evet görüldüğü gibi “yok” yok. Bir taraftan da Türkiye’deki devlet biçimine faşizm ya da açık faşizm gibi tanımlamalar yapanların kafaları 12 Eylül’den sonra iyice karıştı. Acaba “en gerici”, “en açık” faşizm mi denmeliydi? Önce devlet biçimine ilişkin faşizm, askersel diktatörlük, burjuva demokrasisi kavramlarını, birbirlerini dışarıda bırakacak kategoriler halinde kullanmaktan vazgeçmeli. İkincisi de bu kategoriler yetmediğinde bunların başına açık, kapalı süreğen, yarı askersel, sivil gibi sıfatlar eklemek kimseleri “işte tespitimizi yaptık” diye rahatlatmamalı.
Elbette Türkiye solunda yapılan bu tespitlerin sadece polemik olsun diye ortaya atıldığını söylemek doğru olmaz. “Yapılan tespit mücadele biçimini belirler” gibi bir genel doğruya sahibiz. Fakat bu sorunu mücadele biçimlerinin ötesine cepheler, ittifaklar ve hatta devrim perspektifine taşıyınca orada biraz durmak gerekiyor. Bir devlet biçimi tespiti, ardından bir ittifaklar sıralaması ve başına değişik eklemeler getirilmiş demokratik devrim varyasyonları… Tüm sapma adlarının kullanıldığı tartışmalar böylesi bir metodolojiden doğuyordu…
Geleneksel sol nüans farklarıyla, III. Enternasyonal’in sosyal demokratlar ve faşistlerin aynı anda yenilmelini öneren tezlerinin, inkârına denk düşen tartışma ve tezleri temel aldı. Cephe politikaları, anti faşist mücadelenin vazgeçilmez verileri sayıldı. Devletin sınıf temeline ilişkin olarak TİP ve TSİP ve MDD’ciliğe fazla bulanmamış çözümlemeler yaptılar. Fakat geleneksel solda bir bütün olarak anti-faşist mücadelenin iktidar hedefi olan bir devrimci sürece içerilmesi gerektiği öne çıkarılamadı. Geleneksel sol uluslararası dinamikleri değerlendirdiğinde faşizmin sosyalist sistem karşıtlığını ve anti-komünist boyutunun belirleyiciliğini sezdi ve sezdiği ölçüde adeta bu çelişkiye yaslandı. Faşizme karşı mücadele öncelikli olarak işçi sınıfının örgütlenmesinin yasa dışı olmadığı bir demokratik etap talebine indirgendi. Bu yolla soyut demokrasi savunuculuğu ve hatta Avrupa ilericiliği yerleşti. En gerici tekeller Amerikan emperyalizmi, en gerici olmayan tekeller ve burjuvazinin demokrat (!) kesimleri de Batı demokrasileri ile ilişkilendirildi. Bu çözümlemeler uç noktalarına geleneksel solda Avro-komünizm, devrimci demokrat çizgilerde ise “sivil toplumculuk” ile ulaşabildiler.
Yukarıda söylenenlerin bir uzantısı olarak 1876-80 döneminde, anti-faşist pratiğin teorik tartışma gibi pratiklerin önüne geçtiği koşullarda, bir iç savaşın fiili görüntüleri arasında yaşananlar geleneksel solu süratle sağ dengelere itti. Geleneksel sol, bu konumuyla 12 Eylül’den önce devlet biçimini faşist olarak tespit etmediyse bu bir burjuva demokrasisinin olanaklı ve sosyalist iktidardan önce talep edilir olarak görülmesiyle ilgilidir. Yoksa örneğin TİP’in teorik organında 1977 yılında şunlar yazılabiliyordu: “Günümüzde faşizme karşı mücadelenin sadece faşizm tehdidini ortadan kaldıracak, işçi sınıfı ve emekçi halkın demokratik kazanımlarını koruyacak devlet aygıtının demokratikleşmesini sağlayacak, kısacası burjuva demokrasisinin sınırlarını genişletecek bir perspektifle sınırlı olması söz konusu değildir” 14 . Gerçekte bu satırlar TKP ideolojisi ile bilimsel sosyalist teorinin gerekleri arasındaki sınırları da çiziyordu. Fakat elbette geleneksel solun ortodoks teoriye uygun çözümlemelerden yola çıkıp, rastlantısal olarak hatalı bir anti-faşist mücadele biçimine koşullanması gibi paradoksal bir durum söz konusu değildi. Parlamentarizmden kopamama, işçi sınıfı ile ilişkilerdeki ekonomist güdüler asıl kamburları, ayak bağlarını oluşturuyorlardı. Özellikle TİP’in ve TSİP’in MHP faktörünün hak ettiğinden çok abartılmamasına ilişkin uyarılar,ı ki bugün doğrulanmıştır, faşizme karşı mücadelenin anti-kapitalist bir yönelim taşıması gereğinin altının çizilmesi, işçi sınıfının politik mücadelesinin önceliği gibi yaklaşımlar “tekelci kapitalist devlete yönelik sosyalist eleştirinin inşa edilebilmesi”ne yetmezdi ve yetmedi.
Evet yetersizdi…Nasıl ki THKO ve THKP-C mirasını yüklenen çizgilerin mücadele biçimlerindeki radikalizm devlet biçimi ve faşizm çözümlemelerinde narodnik eleştiriden sosyalist eleştiriye sıçramanın sigortasını hiç mi hiç sağlamıyorsa. Bir kesim için de Türkiye’de devlet biçimine ilişkin yorumlara Mahir Çayan’ın “III. Bunalım Dönemi” olarak adlandırdığı bir dönem üzerine yazdıkları damgasını vuruyordu. Bu modelde pazar darlığı çeken, “çarpık” bir kapitalizm merkeze oturur. Bu modelin bir yüzünde üretici güçleri ister istemez geliştiren “yarı-sömürge” ülkelerde, emekçi sınıflar ile cephe kurmaya hazır bir milli burjuvazi yer alıyor. Özellikle sonraları DY siyasetinin kendine mal ettiği haliyle, yine bu ülkelerde genç ve cılız bir tekelci burjuvazi eliyle “süreğen” bir faşist diktatörlük ya da oligarşik dikta vardır. Elbette, yarı-sömürgecilikten yola çıkılınca milli burjuvazi bulmak zor olmuyor. Bu tezlerin konumuzla daha doğrudan ilişkili yönlerine geliyorum. Aktaracağım değerlendirme “Devrimci Gençlik” dergisinden: “Ülkede burjuva demokratik devrimi tamamlanmamış olduğunu, burjuvazinin zayıflığından dolayı, Batılı anlamda burjuva demokrasisinden söz edilemez. Biz buna sömürge tipi faşizm diyoruz. Klasik burjuva demokrasisiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir yönetimdir”15
Türkiye’de burjuvazinin zayıflığı, burjuva demokrasisinin faşizmle uzaktan yakından bir ilişkisinin olmaması ayrıca tartışılır, fakat asıl sorun bu tespitlerin anti-faşist mücadeleyi ve giderek devrimci süreci ilgilendiren mantıksal sonuçları. Özellikle Dev-Yol siyasetinde, bu sömürge tipi faşizm eğer parlamenter yöntemlerle yürütülüyorsa “gizli” burjuvazinin daha dar ittifaklarına tekabül ediyorsa “açık faşizm” kılığına bürünüyordu. Böylelikle Türkiye’de son sekiz yıldır açık faşizm ile gizlisi arasında gidip geliyordu. Birikim dergisi faşizmi küçük-burjuva aktivizmine ve feodalizmden kopuşun sancılarına bağlayarak yeni bir perde açana dek komedinin bu bölümü devam etti. Sanırım popülizmin faşizme karşı bir panzehir olamayacağı da açıkça ortaya çıktı.
Burjuva Demokrasisi ve Çağımız
Sonrası nedir? Sonrası şu: “Açık faşizm döneminde belirli kesimlerinin ekonomik ve siyasal yapıdaki etkinlikleri ellerinden alınır. Bu kesimlerin oligarşiye karşı tavır almaları gündeme gelmiş olur. Bu tavır alış devrimcilerin yararlanmaları gereken oligarşiye karşı bir tavır alıştır” 16 .
İşte, başkalarını uzlaşmacılıkla, pasifistlikle suçlayan keskinlik!
“Yarı-sömürge” kategorisi, MDD’ciliğin yeni-sömürge tezlerinin uzantısıdır. Yukarıdaki alıntıları, tartışmaları daha önceden beri izleyenlerin gözü bir yerlerden ısırıyordur. Klasik MDD’ci bir yayından dinlersek, ilişkileri kurabiliriz: “Yeni-sömürge ülkelerde faşizmin siyasal temeli işbirlikçi burjuvazi ve feodal mütegalibedir17 .Evet, faşizm Kemalistleri tasfiye ederek güçleniyorsa, “ezilen halkların emperyalist sömürü ve boyunduruğa karşı ayaklanışı tekelci sermayenin önünde ekonomik ve siyasal çıkarlarını tehdit eden en büyük tehlike olarak” belirmesi de 18 fazla garipsenmemelidir. Bu tezler Kemalizmi “emperyalizmi yenerek, milli kurtuluş savaşlarını açan bir milliyetçilik” olarak onore eden M. Çayan’ın tezleriyle çakışıyor.19 Türkiye sosyalist hareketi için “milli” modellerden kopuş, bu tezleri sorgulamakta olası gözüküyor.
Kemalizmin tekelci burjuvazi ile ilişkisizlendirilmesi tüm demokratizmin ortak paydası oluyor. Bütün bu tezler faşizm sorununun milli-gayri milli güçler çerçevesinde ele alınmasını getiriyor. Burada ciddi bir ideolojik gerilik olduğu açıktır.
Marksizm kapitalizmin tarihini sermaye kategorisi ekseninde inceledi. Kapitalizm, emperyalist aşamasında,”tekelci sermaye” ekseninde irdelenmelidir. Bu, Leninizmdir. Bu eksen değişikliği emek- sermaye çelişkisinin sistemlere bölünmüş bir çağda tezahürüdür ve evrenseldir. Sermaye ve tekeli ayrı kategoriler olarak görmeyi mümkün sayamıyorum. Çünkü tekel a) merkezileşmiş b) yoğunlaşmış sermayedir. Anti-emperyalist ve anti-faşist bir siyasal programın özünü kapitalizmin inkarı oluşturur. Özellikle vurgulama ihtiyacı doğuyor; çünkü Türk solunda devrimler bir “anti”ler listesi yapılarak ayrıştırıldı. Faşizme karşı mücadele “devrim” sorununda düğümlenir. Ve devrim sorununda çözülür. Bu devrim asla anti-emperyalist, anti-faşist olmakla sınırlandırılamaz,tanımlanamaz.
İkincisi, şu “faşizm”in burjuva demokrasisiyle uzaktan yakından ilişkisinin olmadığını iddia eden çözümleme. Türkiye’de hem geleneksel solun hem de devrimci demokratların, burjuva demokrasisini tekelci burjuvaziye, faşizmi tezgahlamak için nesnel bir engel tanımayan tekellere bir türlü yakıştıramaması artık hiçbir teorik temel ya da siyasi gereklilik taşımıyor. Burjuvazinin sınıf egemenliği tarihindeki devlet biçimlerinin ilk deneylerden sonra “saf” biçimleri dışlayıcı nitelikleri bilinmektedir. Alman burjuva demokrasisi, Fransız burjuva demokrasisine göre daha az saftı. Bu, üstyapıda eşitsiz gelişmenin ürünüdür bir burjuva demokrasisi, diğerinin geriliği ve darlığı sayesinde varoluşunu sürdürür. Tekelci burjuvazi için bir devlet biçimi olan faşizm daha ilk iki klasik örneğinde ayrışmaya başladı. Bu ilk iki deneyim (aralarındaki farklılık görülmese bile) sonrasına rastlayan faşist üstyapısal dönüşümler ilk örneklerin “saflık ve netliğine” sahip olmadılar. Bu onları “nispeten daha ilerici” yapmadı.
Emperyalizm çağında burjuva demokratik devlet biçimi ile faşist devlet biçimi özerk ve etkileşimsiz kategoriler değildir. İlk örneklerin sonrasında bir biçim diğerine içerilmiştir. Faşist olmayan bir rejimde faşist yasala, faşist bir rejimde parlamento, artık aykırı ve garip çelişkiler değildir. Eşitsiz gelişme tekellerin tüm ekonomiyi belirlediği, emperyalist tekellerin dünya paylaşımını tamamladığı koşullarda önceleri bağdaştırılması zor burjuva diktatörlüğü devlet biçimlerini benzer altyapıların üzerine dikebilmiştir. Bu evrensel tekleşme, tekil örneklerin özgünlüklerini artırsa bile onları “belirlenen” bir statüye iter. Burjuva demokrasisinin ve faşizmin tekil örneklerinin ayrı ve özgün niteliklerine sabitlenildikçe, kapitalist devletin sosyalist eleştirisi muğlaklaşır, teorik kavramsallaştırma, tanımlama güçsüzleşir.
Şöyle toparlayayım: Serbest rekabetçi döneme ilişkin devlet biçimleri arasındaki ayrımlar, tekelci kapitalizmin evrensel yayılımı koşullarında silikleşir. Burjuvazinin devlet biçimleri, bir önceki aşamada olduğu gibi birbirlerini dışlamazlar.
“Öte yandan söz gelimi burjuva devletlerin cumhuriyetçi burjuvazisinin monarşist Japon ya da Alman burjuvazisiyle karşılaştırılması gösteriyor ki, emperyalist dönemde en büyük fark iyice azalmaktadır. Bu da genellikle önemsiz olduğu için değil, bütün bu durumlarda çok açık şekilde belirmiş asalak nitelikte burjuvazinin varlığından ötürü böyle olmaktadır20 . Artık üretici güçleri geliştirdiği için “ilerici” sayılan burjuva yoktur.
Faşizme karşı mücadele devrim sorununda düğümlenir. Şimdi geriye, “hangi devrim” sorusu kalıyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Türkiye’nin II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında özellikle Nazi politikası ile ilişkisi ve 61 öncesi tartışmalarını konuya uzak bırakıyorum.
- Aydınlık Sosyalist Dergi, 1971, Mart-Nisan sayısı.
- Sosyalist Gazetesi, 13 Mart 1971, s. 20.
- Yeni Çağ, Nisan 1974.
- Bağımsız Türkiye Gazetesi, Mayıs 1977, s. 24.
- a.g.y., 27 Haziran 1977, s. 26.
- Maraş olaylarından sonra sıkıyönetimin ilan edildiği iller: Gaziantep, Maraş, Urfa, Malatya, Sivas, Erzincan, Elazığ,Erzurum, Kars. Genisletilen iller: Tunceli, Mardin, Diyarbakır, Adıyaman, Hakkari, Siirt, İstanbul, Ankara, Adana.
- Bu arada Birikim dergisinin faşist hareketi, Çorum-Erzurum-Gaziantep üçgeni içine sokup, bunun dışından bir varlık gösteremeyeceği tezinin politik bir sınırlandırmadan ziyade eksantrik bir coğrafi sınırlama olduğunu düşünebiliriz.
- 1979 kısmi senato seçimlerinden önce 2 bakanın istifasıyla Evren tarafından verilen muhtıra ile “ara rejim” tartışmaları gelişiyordu.
- Kurtuluş Sosyalist Dergi, Aralık 1978 Ocak 1979.
- Burada Evren’in Mayıs 1988 Trabzon konusmasında siyasi liderlere “keşke daha önce birlik olsaydınız da bu darbe olmasaydı” sözlerini hatırlatmakta yarar var.
- Devrimci Militan Dergisi, s. 12.
- Parti Bayrağı Dergisi, s. 6, 1978, sayfa 106.
- Yurt ve Dünya, Kasım 1977, M. Aközer, “Faşizme Karşı Demokrasi Cephesi”, sayfa 299
- Devrimci Gençlik Dergisi, s.6
- a.g.d.
- Bu “mütegallibe”ler hiç bitip tükenmedi. Ziya Gökalp 1850’lerde de aynı terminolojiyi kullanıyor.
- a.g.d.
- M. Çayan; Bütün Yazılar, Evren yay. sayfa 114.
- Lenin, Emperyalizm…, sayfa 148, Sol yay.