Yalnız Türkiye’de olduğu sanılmasın. Bütün dünyada sol hareket içerisindeki üç eğilim, son beş yıl içerisinde önemli değişmeler geçirmekte. Bu üç eğilim, dilerseniz sapma deyin, şu sıralar yeni dengelere, yeni yapılanmalara doğru yol alıyor. Trotskizmin, maoculuğun ve geleneksel sol kökenli revizyonist bölmenin yeni dengelere ve yeni yapılanmalara yönelmesi, çok belirleyici bir gelişme değildir. En azından, bu eğilimleri (veya benzerlerini) besleyen sınıfsal (ve buna bağlı olarak ideolojik) dinamikler varolmaya devam etmektedirler. Ancak, burada iki noktaya dikkat çekmek gerekir.
En başta, ister belli kitleselliklere ulaşsınlar, ister salt teorik kastlarla sınırlı kalsınlar, uluslararası sol harekette bu üç eğilim küçümsenmeyecek öneme sahiptir. Bu eğilimlerin etkisi, yalnızca kendi bünyeleri içerisinde değil, aynı zamanda bunların dışında kalan kesimler için de geçerlidir. Her üçünün de belli bir değişim süreci içerisinde olması, uluslararası sosyalist hareketin ulaşabildiği örgüt, grup, çevre veya bireyler üzerinde önemli etkilerde bulunacaktır. Bu unutulmamalıdır.
İkincisi, sosyalist hareket, sol içerisindeki sapmalarla mücadele içerisinde yol alır. Yukarıda sözünü ettiğim değişim süreci, bu anlamda hem yeni olanaklar, hem de yeni görevler yaratmıştır. Bu da unutulmamalıdır.
Trotskizm, maoculuk ve geleneksel sol kökenli revizyonist eğilimler, bu değişim sürecini yaşarken, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un adına yazılan yeni bir politika gündeme geldi. Süreçler hızlandı…
Üç eğilimden maoculuk, daha önce Gelenek’te ifade edildi, bugün herhangi bir iddia taşımıyor. Dahası, maoculuk bir kaç yıldır bir tıkanma ile karşı karşıya bulunuyor. Bunun iki önemli nedeni var. Birincisi, maoculuk, uluslararası devrimci hareket için giderek bir köstek haline geldi. 1970’lerin hemen başlarında hem bir devrimci söylem, hem de giderek belirsizleşse de, bir devrimci kimlikle beraber varolan bu eğilim, gerek kendi iç dinamiği, gerekse uluslararası sosyalist harekette maoculuğa karşı verilen ciddi mücadele sonucu, 1980’lere gelindiğinde gerçekten bitmişti. İkincisi, Çin, bir dönem aktif ve saldırgan bir dış politikayı sürdürdükten sonra, içerdeki ekonomik ve siyasal sorunların ağırlığını hissetmiş ve kendisine dönmüştü. Bu dönüş çerçevesinde maoculuğun tüm siyasal ve moral kanalları tıkanıvermişti.
Sovyetler Birliği’ndeki yeni politikalar bu anlamda, son derece zayıf düşmüş olan maoculuğu yeni bir cenderenin içerisine sokmuştur. Aynı şey trotskizm için de sözkonusudur. Bugün, bu eğilimlerin, tarihsel olarak aşıldığı bir dönem yaşanmaktadır. Bu şu anlama gelir: Maoculuk ve trotskizm, siyasi pratik içerisinde kendilerini, kendi gelenekleri içerisinde yeniden üretebilecek kaynaklara sahip değildirler. Bu nedenle her ikisi için de bir yenilik arayışı kaçınılmaz(dır).
Trotskizm bir yana, bu, maoculuğun dönemecidir…
Bu dönemeci ilk kavrayanlardan birisi Halil Berktay olmuştur, kendi dönemecine çabuk ulaşmıştır. Ve buna, “Dünyanın Büyük Dönemeci” adını vermiştir.
Bunda hiç bir sakınca yok…
Berktay’ın dönemeci, 12 ve 19 Mart tarihlerinde Ankara’da verdiği iki konferansın Saçak dergisinde basılması ile, bir iç hesaplaşma dönemini de hızlandıracaktır. Hep beraber göreceğiz.
Peki, bu dönemeç bizim için ne anlama geliyor?
Önce, çok açık olarak vurgulanmalı. Halil Berktay’ın pek de kişisel olmayan manifestosu, Türkiye’de anti-sovyetizmin geçirmekte olduğu bir erozyona, yeni ve önemli bir katkıdır. Katkının hem kendisi önemlidir, hem de erozyonun boyutlarını göstermiş olması…
Bu nedenle siyasal ve teorik olarak çok fazla şey vaadetmeyen bu dönemeç, bizi yakından ilgilendirmektedir.
Bir kere Berktay, çağımıza damgasını vuran dinamikler içerisinde milli kurtuluş savaşlarının bundan böyle sayılmaması gerektiğini söylüyor. (Dünyanın Büyük Dönemeci, Saçak, sayı.5l, sayfa:8.) Bu, şimdiye kadar sosyalizmin güncelliğinin karşısına dikilen “mit”in yıkılıvermesidir. İkincisi Berktay, maoculuk tarafından neredeyse tamamen unutulan işçi sınıfının, yakın gelecekte hiç değilse bazı ülkelerde radikal bir mücadele içerisine girebileceğini, bunun önemsenmesi gerektiğini belirtiyor. (aynı makale, sayfa: 10.)
Her iki saptama da üç dünyacılığın, köylücülüğün kendi kendisini tükettiğini göstermektedir.
Berktay’ın dönemeci bunlarla sınırlı değildir.
“Sosyal-emperyalizm” iddiası, maoculuğun en gerici, en tiksinti verici teziydi. Halil Berktay, zaman zaman dalga geçerek, bu tezin nesnel gerçeklik ile hiçbir bağı olmadığını ileri sürmüştür. Bunu yaparken, “sosyal-emperyalizm”i “revizyonizm” ile veya “devlet kapitalizmi” ile ikame etme yoluna gitmemesi, Berktay’ın bazı şeyleri iyi düşündüğünü göstermektedir.
Berktay burada da durmamaktadır.
Sosyal emperyalizm teorisi, üç dünyacılık veya köylücülük Pekin yönetimince uluslararası devrimci hareketin başına musallat edilen şeylerdir. Ortada bu anlamda günah varsa, bunda Türkiye’dekilerin çok fazla suçu yoktur. Ancak Berktay yalnızca bu günahtan terketmekle kalmıyor, bizzat Türkiye’de kendisinin de içinde bulunduğu eğilimin siyasal pratiğini de eleştiriyor. Kimi zaman “desteksiz attık” diyecek ölçüde… Burada kimi örnekler vermenin gereği yok, ancak Berktay’ın kendi geçmişine gülümseyerek baktığı çok açık.
Bütün bunlar kuşkusuz olumludur. Ancak şu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Berktay’ın yaşadığı bir kopma anı değil, bir dönemeçtir. Bu nedenle, aslında, bir eğilimin yalnızca tükenen tezleri terkedilmiştir. Yoksa, sözkonusu eğilimin liberal usaresi, bütün heybeti ile ortadadır.
Bu eğilim, sınıf uzlaşmacılığı ve modernleşme kuramlarının l960’lara özgü garip bir radikalizmle süslenmesinden ibarettir. Bir “sağcı sol”culuktur. Bundan kopulmamıştır. MDD çizgisi terkedilmemiştir; iktidara adım adım ve aynı ivme ile giden bir tedricilik savunulmaktadır; sınıflararası konsensüsta ısrar edilmektedir; Türkiye’nin zayıf halka olmadığı(mayacağı) ileri sürülmektedir; 1980 Eylül öncesi devrimci durumun varlığı inkar edilmektedir.
Berktay’ın Saçak’ta üç bölüm halinde yayınlanan konuşmalarında başka şeyler de var. Geçmişte kalan birçok şeyin yeniden gündeme çelmesini arzu etmediğim için bunlara değinmeyeceğim. Ancak, Berktay’ın pişkinliği katlanılır gibi olmadığı için Saçak’ın 53. sayısındaki “Sovyetler Birliği ve Çin’deki gelişmeler” başlıklı yazıdan bir bölüm aktarmak istiyorum:
“Bu arada bizim, kimseye saldırmayan bir akım olarak habire saldırıya maruz kalmamız ve hatta çok sayıda arkadaşımızın ölmesi; bize saldıranların ise genellikle Sovyetik sayılan akımlardan olması…” (sf. 18)
Berktay, eğer geçmişini biraz daha gözden geçirirse ve yukarıdaki türden yaklaşımlarını terkederse, Saçak’tan sonra Yeni Açılım’da da yazma şansına kavuşacaktır. Liberallik ve sınıf uzlaşmacılığında örneğin Cavlı Çulfaz ile aralarında ilginç bir rekabet olabilir.
Türkiye Solu gerçekten ilginç bir döneme giriyor…