Devrim Perspektifi ve Faşizm
Anti-faşist mücadeleyi tartışmak, devrim perspektifine ilişkin taktik ve stratejileri tartışmak anlamına geliyor. Bu tartışmaya devrimci-demorat determinizmin damgasını vurduğu bir mekanikliğe dikkat çekerek başlamak mümkün görünüyor. Şöylesi bir mekanizm: Saptanmış bir egemen devlet biçimine, belirli bir devrim tipi tekabül ettirmek. Gerçekte mekanizm bir kere başladı mi zincirleme uzar. Bir devrim belirli bir sosyo ekonomik gelişmişlik düzeyine, ve bu düzeyde verilecek savaşım da o düzeye uygun olduğu öngörülmüş bir mücadele biçimine bağlanır. Bu mekanizma içerisinde Türkiye, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine denk düşen, yarı-sömürge bir ülke olarak değerlendirilir. Gündemdeki devrimin içeriği emperyalizme karşı yürütülecek bir halk savaşıyla belirlenen bir halk devrimidir. Öncü savaşın metodolojisine sinen mücadele biçimi, Türkiye’deki devrimci demokrat klasik tezlerde, silahlı propagandadır. Eğer bir devrimci demokrat çizgi en ortodoks olma iddiasında ise yukarıda betimlenen modeli kabullenmek zorundadır.
Bu modeli kitle çalışmasındaki ve siyasal propagandadaki kimi değişikliklerle anti-faşist mücadele alanına taşıdığımızda ortaya netleşme yerine muğlaklık çıkıyor. Böylesi bir mücadele biçiminin mutlaklaştırıldığı, en azından ona bağlı kalınmaya çalışıldığı koşullar örneğin 74-80 arası dönem, bir “suni denge” konjonktürü müydü, yoksa mesela Devrimci Yol‘un sonraları kavramsallaştırmaya ve kendini adapte etmeye çalıştığı “kendiliğinden antifaşist halk mücadelesi” miydi? Ya da KSD’nin tanımladığı “cepheleri olmayan bir iç savaş” mı? Kullanılan şablonlar standart çözümlemeleri garantileyemiyor.
Devrimci Yol siyaseti THKP-C tezlerini açıkça belli etmeden en fazla değiştirip, popülist propagandasının güncel gereksinmelerine uyarlı hale getiren çizgiydi. THKP-C’nin Kurtuluş gibi “öncü savaş” mirasından “işçi sınıfı öncülüğü” sorunsalına gözlerini çeviren çizgilerinde ise milli burjuvazi, çarpık kapitalizm, anti-emperyalist Kemalizm saplantıları geçersizleştiği ölçüde, faşizm sorununa da üçüncü dünya devrimciliği gözü ile bakılmasından uzaklaşıldı. Oysa D. Yol giderek pratik sonuçları THKP-C çıkışına bile bir yönüyle reddiye anlamı taşıyan tezler ve mücadele biçimleri (özellikle 1978’den sonra) geliştirdi. Devrimci-Yol siyasetinin çok ciddi ve basit bir sorunu vardı: Ortodoks teoriden asgari esinlenme. Siyasette kavramsallaştırma ve tanımlama biçimsel ayrıntıları indirgeyerek ayırdedicilik sağlar. Bu devlet biçimlerinin özüne ilişkin bir titizlik, o özü gizleyen çapakları ayırtetme titizliğidir. Açık, gizli, sömürge tipi, süreğen faşizm vs. Yoksa neredeyse her hükümet tarzı değişikliği bir devlet biçimi değişikliğine eşitleniverir.
İkinci bir açmaz olarak yarı-sömürgecilik üzerine tezler, bu tezleri ileri sürenleri feodal ilişkileri tasfiye etmeye eğilimli, büyük feodaller ve iş birlikçi burjuvaziye düşman, anti-emperyalist anti-feodal toplumsal sınıf lar bulmaya ve mülk sahibi sınıflar arasında adeta bir ulusallık yarışı başlatmaya zorluyor. Devrimci Sol’dan PKK’ya devrimci demokrat “yurtseverliğin” bugün de üzerine bastığı toprak budur. Yakın geçmişte ise D. Yol anti-oligarşik devrim mücadelesinde “bazı yöneticilerinin olaya emekçi halkın çıkarları açısından bakmıyor” olduğunu söylediği CHP için “biz CHP’yi düşman olarak görmüyoruz” yorumunu yapıyordu.1 Anti-faşist mücadele söz konusu olduğunda bugün de aynı tartışma düzeyinin geçerli olduğu görülüyor. Özellikle D. Yol siyaseti söz konusu olduğunda bu, “kitleselliğin niceliği ile böbürlenme”nin anti-faşist mücadelede bağımsız politika ve net sınırlar çizebilmeye yetmediğini gösteriyor.
Hem D. Yol hem de D. Sol’un ortanın solunda olarak gördükleri parti ya da partilere zaafları bugün de sürüyor. D. Sol’un keskinliğinin süngüsü seçimlerde sosyalist adaylara küfredip SHP içerisindeki “ilerici, yurtsever adayları” desteklemeye gelince düşüyor. SHP, örneğin DY, DS için faşizme karşı kurnazca tespit edilmiş mevzi olma payesini yitirecekmiş gibi görünmüyor.
Faşizme karşı mücadelede popülizmin çeşitlemeleri birbirlerine yaklaşıyor.
Üçüncü olarak, devrimci-demokratlığın ölen yanı demokratlık, kendisine yapışıldıkça el kol bağlayan yüzeysellikleri doğuruyor. Demokratizm belli bir aşamada “demokrasi ve “baskı”yı ayırma ve giderek faşizmi bir baskı dozajına, 12 Eylül öncesi sloganıyla “zam, zulüm, işkence”ye indirgeme anlamı taşıyor. Zamanında bazen CHP imzasıyla da yazılabilen bu slogan, faşizmi sosyalist demokrasinin dışındaki bir demokrasiyle de uzlaşmaz gören anlayışları özetleyiveren bir ifade sayılabilir.
D. Yol siyaseti 78 yılından sonra “direniş komiteleri” ile özdeşlendi. Türk solundaki geniş cephe merakı bu sefer mikro düzeyde adeta bir birim örgütlenmesi niteliği ile direniş cephelerinde kendini yeniden üretti. Elbette pratikte cephe arayışlarıyla aynı akıbeti paylaştı.
Direniş komiteleri siyasal bir fantazi değildi. Fakat UDC ya da bir anti faşist güçbirliği türünden taktiksel örgütlenmelere kadar, Direniş komiteleri de “öncü parti” ve “iktidar” perspektiflerini likide edici, yine onlar ka dar da öne sürenin grupçu artniyetlerini yükledikleri “hipotezler” olarak kaldılar. Direniş komiteleri sınırları belirsizleşmiş bir kitleselliğin, faşizmin saldırıları karşısında özellikle kısa vadeli hedefleri -yani savunmayı- gözeten, spontane denebilecek bir tepkiydi.
Direniş komiteleri, anti-faşist güçbirliği arayışları, giderek “birleşik cepheler”, halk cepheleri, siyasi ve askeri anlamda savunma refleksleridir. İşte bu türden geniş olduğu ölçüde başarılı sayılan heterojen örgütlenmelere gündelik fonksiyonlarını aşan misyonlar yüklemek, kendiliğinden katkılan en iradi ve planlı olması gereken leninist örgütlenmenin önüne geçirtmek, bir süre sonra leninist örgütlenme ile ikame ettirmek tarihsel zaafları kaçınılmazlaştırıyor. Keza bir süre sonra bu insiyatifin sahipleri de direniş komitelerinin işlevi konusunda ilkesizleşmeye başlamışlardı. Artık direniş komitesinin bir savunma mevzii mi, D. Yol siyasetinin birim örgütlenmesi mi, yoksa iktidara yönelik örgütlenmeler mi olduğuna pek karar verilemiyordu. Daha doğrusu tüm bu fonksiyonlar aynı anda tek bir örgütlenme birimine yüklendi. Elde kalan örgütsüzlüktü. Bu girişim pek de bilinçli olmadan Sovyet tipi örgütlenmenin bir vulgarizasyonudur. 78 yılında D. Yol “direniş komitelerinin devrimci halk iktidarının birer nüveleri olarak kavranmaları” gerektiğini 2 açıklıyordu.
Türkiye’de devrimci demokrat tezler özellikle 71 sonrasında parti ve cephe nosyonlarını birbirlerine bağlamasına karşın, neredeyse kronik diye bileceğimiz bir “partileşme” süreci yaşar. Sonuçta ne cephe kurulur, ne parti inşa edilir. Elbette kendiliğinden örgütlenme ile iradi yapılanma arasında bir etkileşim vardır, fakat kendiliğinden savunma, direniş ya da eylem birliklerini partileşmenin asli nüveleri ya da müstakbel iktidar or ganları olarak görmek bizzat partileşmeyi kendiliğindenliğin dalgalanma larına bırakmak demektir. Direniş komiteleri ile partinin yaratılması diyalektik bir bütünlük içerisinde görülüyorsa da bu sanırım diyalektik bir likidasyondur. Örnek görmek isteyenler, dünün Birikim dergilerine ya da Taner Akçam röportajlarına bakabilir.
Sonuçta “direniş komiteleri” D.Yol’un örgütlenme organları işlevini zorlukla taşıdı, bazı liselerde kurulmaya çalışıldı. Sonraları partinin yaratılmasında temel unsur olan direniş komitelerinin demokratik kitle örgütleri tarafından da hayata geçirilmeleri gerektiği savunuldu.3 İşte kronik partileşme budur.
Bu direniş komiteleri esprisi, kimleri en çok heyecanlandırabilirdi? Önce elbette, örgütsüzlüğün, merkezi partileşmenin düşmanlığının teorisini yapmaya çalışan Birikim dergisini. Birikim, D. komitelerini “yetersiz” buldu ve o yetersizlikleriyle onayladı. Ardından Troçkistler… Elbette bu iki himayeci için şaşırmak anlamsız. Keza Troçkistler de cephe korosuna “Devrimci Birleşik Cephe”4 ile katılıyorlar ve “direniş komitelerini” (gülünmesin) “stalinizmden kopuş için olumlu” buluyorlar 5 Proletaryanın öncü partisinden söz edecekseniz, istim arkadan gelecektir. Türkiye’de ve dünyada Stalinizm eleştirisi kimliğinde önerilen her örgütlenme alternatifi örgütsel likidasyon denemeleridir.
Yine D. Yol’un anti-faşist çizgisine gelelim. D. Yol’a göre 12 Eylül sonrası eğer başlangıçtaki önermelerle turtarlı kalınırsa, açık faşizm rejimidir, ve anti-faşist ittifakların giderek genişlemesi gerekir. Belki de genişlemiştir…
Mücadele biçimlerinde radikalizm, devrimci şiddet konusunda gündelik kolaycılık, sınıfsal ilişkilerin geri düzeyde algılanışı, sınıfı partisi için sürekli bir ertelemecilik, bir diğer deyişle “kronik partileşme” kendiliğinden anti-faşist eylemin programlı eylemi örtmesi ve cephecilik… İşte geleneksel solun hantallığına ve pasifizmine alternatif olarak yaşama geçirilmeye çalışılan tablonun çerçevesini bunlar oluşturuyor. 10 sene önce Birikim dergisi bu tablonun içini Türkiye’de faşist hareketi birkaç ilde etkin sayarak ve iktidar yolunun faşist harekete kapalı olduğunu savunarak doldurdu.
İç savaştan duyulan paniğin burjuva-demokrat (12 Eylül’den sonra sivil toplumcu) panzehirlerle giderilmesi için burjuva devletinin olası biçimlerini (özellikle burjuva demokrasisini) teorik olasılıklardan öteye taşımak, oralarda tercih edilir kılmak zorunlu oluyor. Bu geniş yürekli kavrayışa göre MHP “geleneksel yapının kapitalizmin gelişmesi ile değişime zorlanması olgusunun bir ürünüdür…” 6 1980 öncesinin yeni sol dergisinin, devrimci-demokrat insan malzemesinin önemlice bir kısmının “teorik gıdası” olan bir derginin bunu vurgulamasının nedeni, Türkiye’deki faşist hareketin klasik faşist deneyimlerden farkını öne çıkartmaktır. Fakat bu farklılığın kurumsal ya da üstyapının biçimlenmelerine ilişkin değil, adeta tarihsel ayrışma düzeyinde algılandığını görüyoruz. Keza, “Almanya ve İtalya’da klasik örnekler feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin değil, kapitalizmin bir üst aşamaya geçiş (emperyalizme) sürecinin damgasını taşırlar.” 7 Böylelikle devlet biçimlerinin belirli iktisadi gelişkinlik düzeylerine tekabül ettirilmesinin, ve bunun için de “röper” olarak Avrupa’dan alınmasının mantıksal sonuçlarını görebiliyoruz. Oysa Almanya ve İtalya, Batı Avrupa’nın sanayi devriminde öncülük yapan ülkelerine göre bir gecikmişlik taşıyordu.
Gecikmişliğin yarattığı tansiyon eşitsiz gelişmenin boyutlarından biridir. İşte Birikim‘in kişiliğinde yeni sol tezler, devrimci-demokrat tezlerin belirli bir bunalım dönemine ancak o döneme (ya da aşamaya) tekabül eden devlet biçimini denk düşürmesi, ya da sömürgelik, yarı-sömürgelik statülerine uyan bir devlet biçimi mutlaklaştırılması (oligarşik dikta, süreğen faşizm vs…) noktasında birleşir. Özellikle devlet biçimleri ve faşizm tahlilleri sözkonusu olduğunda yeni-sol ve devrimci-demokratizm eşitsiz gelişmenin dinamiğini algılamaktan uzaktır.
Doğal olarak, Türkiye’de faşist hareket, Avrupa’daki faşist iktidar deneyimlerinden farklıdır; fakat bu farklılığı feodalizmin tasviyesi sorunuyla ilişkilendirmek, klasik MDD’ciliğin geri tezlerini faşizm tahlillerine taşıyıvermek anlamına geliyor. Kapitalizmin gelişkin aşamasına özgü sayılan burjuva demokrasisi, “feodalizmin tasfiyesine denk düşen buna lımların ürünü olan faşizmden” uzakta ve azade bir konuma yerleş tirilebiliyor. Burada hem yeni-sol demokratizminin hem MDD’ci demokratlığın faşist olmayan burjuva devlet biçimine yönelik zaafını görüyoruz.
Faşist gericiliğin rahmi, sosyalist demokrasi tarihte yerini aldıktan sonra, bizzat burjuva demokrasisidir. Burjuva demokrasisini faşizmin uzağına taşımak, adeta tenzih etmek sosyalistlere düşmemeli artık. Faşizm ne az gelişmişliğin ne de “çarpık gelişmişliğin” ürünüdür, o kapitalizmin gelişmişliğinin, tekelci kapitalizmin bir ürünüdür. Nüvelerini, tarihsel potansiyelini, ve ürününü sosyalist iktidarın dışındaki her siyasal yapılanmada, sosyo-ekonomik formasyonda taşır ve yaratır.
Türkiye’de 1980 öncesi bir “danıştay solculuğu” vardı. Dolayısıyla yine devlet aygıtlarının kimileri anti-faşist mevziler olarak algılanabiliyordu. Yeni-sömürge ülkelerde “faşizmin siyasal temelini işbirlikçi burjuvazi ve feodal mütegallibe” olarak gören bir yayın organından aktarıyorum: “Devlet ya da onu oluşturan organlar tümüyle faşistleştirilmiş değildir. Devlete emperyalizm ve işbirlikçilerinin egemen olduğu, bizzat onların devleti olduğu ve bunların eğilimi faşizmden yana olduğu halde bu neden böyle? Çünkü toplumun her alanında egemen güçlerle emekçi sınıflar arasında, burjuvazi ile proletarya arasında süren sınıf mücadeleleri devlete de yansır. Sınıf mücadelelerinin yoğunlaştığı dönemlerde bu yansıma bütün olarak burjuvazinin farklı kesimleri arasında devletin bazı kurumlarında hatta bu kurumlar arasında ilerici-gerici kavgası biçimini alır, bu Türkiye’ye özgü bir durumdur.”8
Feodal mütegallibenin dışındaki katmanlar ve işbirlikçi olmayan burjuvazi böylelikle bazı devlet kurumlarını da mevzi seçerek faşizme karşı tarihsel yerlerini alıyorlar. Evet, senaryo hazır ve oldukça tanıdık; fakat aktörler nedense rollerini hiç de senaryoya uygun oynamıyorlar…
Artık hem yeni sol, hem devrimci-demokrasi hem de geleneksel sol için bu illüzyonların cenazesini kaldırma vakti geçiyor. Lenin “siyasal demokrasi serbest rekabete, siyasal gericilik ise tekellere tekabül eder” derken, hem genel, kapsayıcı ve tarihsel bir eğilimi, hem de artık siyasal demokrasinin özünün burjuva demokrasisinden koptuğunu ifade ediyordu. Artık faşist devlet biçiminin anti-tezi devrimci-demokrasi ya da burjuva demokrasisi değil, sosyal demokrasidir. Çünkü artık burjuva demokrasisi klasik savunulurluğunu yitirmiştir.
Lenin, 1918’de “Partinin adının değiştirilmesi ve programın gözden geçirilmesine ilişkin rapor”da şunları yazar: “İşçiler kendi devletlerini kurdukları zaman anladılar ki eski demokrasi kavramı -burjuva demokrasisi- devrimimizin gelişim sürecinde aşılmıştır… demokrasiyi eski biçiminde savunamayız.” Bu önermelerin Rusya’ya özgü arızi bir durumu yansıttığını iddia edecek olan var mı?
Kapitalist devlete yönelik sosyalist eleştiriden kopulduğunda, diyalektikten ve eşitsiz gelişmeden de uzaklaşılıyor. Hakim sınıfların ayrı devlet biçimlerini savunan kesimlerinden birinin devlete egemen olduğunu tespit edip, buradan devletin oligarşik dikta mı, burjuva demokrasisi mi, ya da faşist mi olduğunu çıkarsamak bu uzaklığın önemli göstergelerinden biridir. Bu model hem devrimci-demokrat tezlere hem de özellikle geleneksel solda TKP’nin “durum tespitlerine” sızmıştı. Giderek devrim stratejilerinin de belkemiğini oluşturuyor.
Oysa faşist devlet ya da bir diğer burjuva diktatörlüğü hakim sınıfların bir kesimi ile diğeri arasındaki çatışmadan ya da tercihten ziyade proletaryanın ve devrimci müttefiklerinin, günümüzde tekelci burjuvaziye ve onunla eklemlenmiş tüm mülk sahibi sınıflara karşı verdiği siyasal iktidar mücadelesinin sonuçlarına bağlıdır. Sosyalizmin ve devrimin “güncelliği”, evrensel olgunluğu koşullarında, kapitalist devletin tüm dev let biçimleri de özünde karşı-devrimcidir. Yoksa örneğin faşizm boşu boşuna karşı-devrim olarak nitelenmiş olurdu.
1980 öncesi sol için tartışmalarda yukarıda söz ettiğimiz ayrımlar bir ölçüde rağbet buldular. KSD’den Emeğin Birliği’ne, sosyalist devrimi savunanlardan devrimci-demokrat kimi çizgilere kadar… KSD “devrim programının ortaya konulup, faşizmin de ortadan kaldırılmasını”9 öngörebiliyordu. 1978 yılında mevcut duruma, “örtülü parlamenter faşizm” biçiminde bir kavramsallaştırma ile yaklaşan Emeğin Birliği 10 proletaryanın partisinin “anti-faşist halk cephesi” kurmasını öneriyor, ancak ortada öyle bir parti olmadığı için de “anti-faşist güçbirliği”ni öne çıkarıyordu. Bu anti-faşist öneriler de bir ölçüde her durumda bir somut öneri getirme, adlandırma yapma zorlamalarından doğuyordu. Pratikte geçerliliği ancak yerel ya da mahalli düzeyde sağlanabilen onlarca anti-faşist birliktelik savunusu, özellikle 1980 sonrası koşullar için genel ve bütünsel bir perspektif oluşturmak üzere geliştirebilecek teorik leştirilebilecek bir malzeme sunmadılar, Türk soluna.
80 öncesi faşizm tartışmalarında. KSD, D. Yol’u eleştirirken “faşizme karşı mücadelenin ittifakı emperyalizme ve oligarşiye karşı halk devriminin ittifakından farklıdır” deniyordu. 11 Türkiye sosyalist hareketinde önemli bir gerilik anti-faşist mücadelenin bir devrim sorunu olduğunu programlaştıramamak, bunu çıkarsayabilen devrimci çizgilerin ise söz konusu devrim süreci “demokratik” ve “halk” devrimi olarak tanımlamalarıydı. Bu durumda anti-faşist mücadelenin ittifakları ile demokratik devrimin ittifakları, bu sonuncusu ile sosyalist devrimin ittifakları da daha başka oluyordu. Bütün bu trafik de, MDD’nin devrimci hareketlere bıraktığı tortuyu yansıtıyordu.
Türk solunda uzun yıllar geçici siyasal anlaşmalar ile devrimin toplumsal/sınıfsal ittifakları birbirlerine karıştırılmıştır. Sonuçta faşizme karşı mücadelede gerçekte devrim müttefiki olmayan sınıfla payeler verme, burjuva siyasal yapılanmaları, partileri var olan örgütlenmeleri içerisinde otomatikman faşizme karşı olma yeteneği verme eğilimleri iktidar perspektifini likide edebiliyor. Türkiye sosyalist hareketi sürekli değişen bir müttefikler listesi üretmekten rahatsız olmuyor.
Anti-faşist mücadele doğası gereği anti-kapitalist olmalıdır. Bu evrensel gerçekliği kaba MDD’cilik dahi yadsıyamıyor. Anti-faşizm sosyalist mücadeleyle özdeş değildir. Sosyalist mücadelenin kendi sosyalist devrimci yönelimi ve sistematiği vardır. Anti-faşist mücadelenin sorunlarını bu yönelim doğrultusunda ve kendi sistematiği içerisinde aşar. Sosyalist bir iktidar kurulana ve kapitalist restorasyon olasılığını ortadan kaldırana kadar faşizm bütünüyle yenilgiye uğratılmamıştır.
Türkiye’deki tartışmalara döndüğümüzde tam da bu noktada tarihsel deneyim ve tartışmaları, gündeme getirmek gerekli oluyor. Yine Türkiye solunda Bulgaristan’daki anti-faşist mücadele deneyimi ve en yetkili gözlemci olarak Dimitrov’un tezleri çıkış noktaları olarak, biraz da tembel bir aktarmacılıkla ele alındı. Fakat daha da ilginç olanı bu tarihsel deneyim faşizme karşı mücadelenin “aşamacı” bir mantıkla ele alınması için de dayanak olarak kullanıldı. Sosyalist devrimi savunmak için bir diğer örneğe atıfta bulunma bir zorunluluk olmasa da, Bulgaristan sosyalist devrimi gerçekten “tarihsel” bir deneyimdir.
Lenin’in “emperyalist dönemde, farklarının azalmakta olduğunu” düşündüğü burjuvazinin egemenlik biçimleri, bize faşizme karşı mücadele konusunda da yalın ve kesin bir yol gösteriyor: “Faşizme karşı mücadelenin ve zafer kazanmanın sadece bir yolu vardır. Bu, burjuvazinin yıkılması için mücadele yolu, proletarya diktatörlüğü, Sovyet iktidarı için mücadele yoludur.”12
Bugün Türkiye solunda faşizme karşı mücadeleyi Sosyalist Devrimi hedeflemek için bir engel olarak gören, anti-faşist mücadelenin zorunluluklarından Sosyalist Devrimin önünde bir aşama yaratmak için gerekçe üretecek kesimler vardır. Sosyalist Devrimi savunmanın yükümlülüklerini üstlenememenin dışında zerrece haklılıkları bulunmuyor.
Anti-faşist mücadelenin tarihi devrimler tarihine içkindir. Faşizmin yenilgisi sosyalist iktidarın inşasına içkindir.
Bulgaristan deneyiminin sosyalist devrim açısından tarihsel önemi, Türkiye sosyalist hareketinde en çok, 1979 yılında yayınlanmaya başlayan Sosyalist İktidar dergisinde vurgulanmaya başlandı.
Türkiye sosyalist hareketinin Bulgaristan deneyiminden faşist iktidarı ya da faşist bir iktidar tehlikesini yok etmek için sosyal iktidarı erteleme tabusunu kırmak için çıkaracağı çok dersler vardır. Dimitrov’la başlayalım: “Kapitalist yönetime meydan okumadan faşizmi ortadan kaldıramazsınız. Emekçi kitlelerine demokratik haklarını veremezsiniz, bu hakları güvence altına alıp geliştiremezsiniz. Çünkü faşizm büyük iş çevrelerinin gaddar terörist diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Büyük iş çevreleri siyasal ve ekonomik güce sahip oldukları sürece, emekçilere demokratik haklar verilemez. Nazizmin kesin yenilgisi için halkımızın savaşa katılması gibi bir büyük ulusal sorunun yanısıra demokratik nitelikteki sorunla ele alan 9 Eylül ayaklanması, işte bu nedenle büyük iş çevrelerinin egemenliğine karşı koymadan, ona ciddi darbeler indirmeden 44 ve büyük iş çevrelerinin bütün kapitalist sistemin ortadan kaldırılması sosyalizme geçişin hazırlanması için gerekli ortam yaratmadan yapılamazdı.” 13
Evet Bulgaristan’da “daha 9 Eylül 1944 tarihinde faşist hükümet devrildi.”14
9 Eylül nasıl bir devrimci sürecin başlangıcıydı? Herşeyden önce “… 9 Eylül ayaklanması Bulgar sosyalist devriminin başlangıcını belirledi.”15 Bu devrim Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Anayasası’nda “1944 yılı tarihsel 9 Eylül sosyalist devrimi… üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin tam egemenliğini sağlayan ve insanın insanı sömürmesini sonsuza dek yok eden sosyalizmin zaferi” olarak tarihe yazıldı. 16
Bulgaristan’da gerçekleşen devrimci süreçten işçi sınıfı ve yoksun köylülüğün ittifakını sağlamanın taktiksel biçimine yönelik bir “cephe” (vatan cephesi) olgusunu karikatürize etmekten, buradan da binbir çeşit cephe arayışlarından başka bir çıkarsama yapamayanlara yukarıda söylenenlere cevap vermek düşüyor. Bize de, sosyalist devrim ile faşist iktidarın yıkılmasının çakıştığını görmeye engel olan perdeleri aralamak düşüyor.
1- Faşizme karşı mücadele iktidarın bir sınıftan diğer bir sınıfa geçmesi mücadelesinin organik bir parçasıdır. Faşizme karşı ayrı, devrim için ayrı sınıfsal ittifaklar politikası olamaz.
2- Emperyalizm çağında, sosyalist sistemin ve sosyalist devrimin kendisi için potansiyel tehlike olarak varlığı, tekelci burjuvazinin devlet biçimlerini tek bir öz etrafında, birbirine yakınlaştırır; genel bir eğilim altında: Siyasal gericilik.
Artık siyasal demokrasi burjuva demokrasisine tercüme edilemeyeceği gibi, siyasal gericilik de her zaman faşist diktatörlüğe özdeş değildir. Burjuva demokrasisi de siyasal gericilik özünün özellikle üstyapısal biçimlenmelerinden biridir. Tekelci burjuvazinin genel siyasal gericilik eğilimini belirleyen tekelci kapitalist üretim ilişkilerinin altyapısı, farklı etkileşim ilişkileri ve dozajı içerisinde, değişik devlet biçimlerini içice sokar. Anti-komünizm, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin engellemeye çalışılması, ve giderek üstyapı kurumlarının manipüle edilmesi, yürütme aygıtının güçlenmesi, parlamenter temsilin biçimselleşmesi yönünde ortak ve genel yönelimler taşırlar.
3- Kapitalizm ile siyasal demokrasi “tarihsel bir eğilim” altında, Thermidor, 1848 karşı-devrimleri, Paris komünü, 1905 Rusya, 1919 Almanya deneyimleri ile ilk burjuva demokratik devriminden itibaren çelişir. Siyasal özgürlüklerin zemini asla finans-kapital tarafından oluşturulamaz ve günümüzde finans-kapitali yaşatan altyapı ile uyumlulaşamayacak bir burjuva devlet biçimi yoktur. Burjuva demokrasisinin varlığının finans-kapitalin egemenliğini sürdürmesine engel teşkil etmemesi, onu da bir istisna olmaktan alıkoyar.
Finans kapitalin üstyapısal egemenliği tek ve saf bir devlet biçimine hapsedilemez.
4- Özellikle Bulgaristan sosyalist devrimiyle, Enternasyonal’in VII. Kongresi’nin faşizme karşı burjuva demokrasisi kurumlarının yeniden canlandırılmasına yönelik tezleri fiilen aşılmıştır. Artık ancak sosyalist devrim faşist tırmanışı durdurabilir ya da faşist burjuva devlet aygıtını parçalayabilir.
Artık Türkiye solunda faşizme karşı mücadelenin “demokratik” bir aşama için gerekçe olmaktan kurtulması gerekiyor. Günümüzde Türkiye’de de faşizmi sınıfsal temelleri ile iktidarın uzağına itebilmek ve geri gelmesini engellemek, işçi sınıfı ve sosyalistlerin iktidarı hedeflemeleri ve iktidara gelmeleri ile olasıdır. Faşizme karşı mücadelenin müttefiklerinin saptanması devrimin ittifakları sorunuyla özdeştir. Sosyalist devrimlerin faşizmi yenmedeki başarısının, Komintern’in VII. Kongresinin tezlerindeki, “en…”li tanımın fiilen aşılmasına yardımcı olduğunu belirttik. Bu durum aynı zamanda bir önceki “sınıfa karşı sınıf” politikasının da onca eleştirilerden sonra, tarihe bakmasını bilen gözlerin nezdinde “iade-i itibarıdır.” Sosyalist İktidar dergisinde faşizm tartışmalarına, anti-faşist mücadelenin 1980 yılındaki tozu dumanı arasında, sosyalist bir devrimci perspektiften kopmama yönünde önemli katkısı olan bir yazıda D. Tiryaki şöyle diyordu: ‘Sınıfa karşı sınıf’, sosyalizmi burjuva ideolojisinin tasallutundan korumuştur. Günümüzün bilimsel sosyalizmi gelenek olarak, bir dönemin ‘sınıfa karşı sınıf’ çizgisine çok şey borçludur.”17
Faşizme karşı mücadelede faşist devlet biçiminin anti-tezi sosyalist demokrasidir.
Yakın Geçmişimiz ve Faşizm
Türkiye 1980 yılına kadar Eylül ayından önce likide olmaya başlamış; bir devrimci kriz yaşamaktaydı. Fakat bu dönemde tekelci burjuvazinin bir sosyalist iktidar tehdidi ile karşı karşıya olduğunu söyleyemeyiz. Genel bir eğilim olarak devrimci durum elbette finans kapitalin siyasi seçeneklerini asgarileştiriyordu ya da daha önceki tanımlamamızla “ara çözümleri” hızla tüketiyordu. Siyasi bunalımın hızla tırmandığı konjonktürde, burjuvazinin sınıf içi konsensüsünü burjuva partiler aracılığı ile kurması sosyalist hareketin bağımsız politika üretimini ise o ana kadarki hukuksal yapı ve meclis çalışması ile en aza indirgemesi ancak uzun vadede mümkündü. İşte 12 Eylül finans kapitalin ve ona organik olarak bağlı ara sınıfların yukarıda sözü edilen taleplerini ve porgramını daha ivedi ve kısa bir zamanda gerçekleştirme misyonuna sahipti. 12 Eylül tartışmasız bir biçimde önceden belirlenmiş bir iktisadi programı ve “zor” unsurunun sonradan arttırıldığı bir siyasi programı devralmıştı. Nasıl aradan daha iki yıl geçmeden programın gerçek sahiplerine siyasi iktidarı “onarıp iade etmenin yollarını” yaratmaya başlamışsa. 12 Eylül’ün Danışma Meclisi, 82 Anayasası, yeni partiler kanunu, burjuvazinin siyasi kadrolanndaki bir re-organizasyonun yollarını döşüyordu. MHP kapatıldı, faşist kadrolaşma yoğunlaştı. Süleyman Demirel, B. Ecevit “markaja alındı”, fakat CHP ve AP’nin özellikle belli bir konformizme ve pragmatizme sahip kadroları hızla iktidarın insan malzemesi anlamında dayanağı oldular. Demirel ve Ecevit eski arkadaşlarına “küstüler”.
12 Eylül ile burjuva siyasi ekipler arasındaki en büyük pazarlıklar politik kadro kısıtlamaları noktasında oldu. Herşeyden önce parti kurmak için İçişleri Bakanlığı’nın kabulünü sağlamış 30 üye gerekiyordu. Buna ek olarak seçimlerde adayların tam listesi MGK’na sunuluyordu. Sonuçta tüm partilerden kurucu üye vetoları gerçekleşti. 12 Eylül’e gelinceye kadar küçük burjuva kökenli öğrenci çevrelerin dışında faşist hareket devrimci güçlere karşı göreli bir üstünlük kazanmıştı. Faşist aktivizm solcu kadroları öldürme, grevlere saldırma, dernek, sendika bombalama gibi eylemleri denk (savaşabilir) kuvvetler arasındaki bir iç savaştan, silahlı kuvvetler müdahalesine dönük gerilim ögeleri düzeyine getirdi. İdeolojik planda ise faşist hareketin, Kemalist ideolojiden bütünüyle ayrışmış olduğu söylenemez. Türkiye sosyalist hareketinin Kemalist ideolojiden kopamaması bir başka düzlemde faşist hareket için de geçerlidir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Başvekil Saraçoğlu’na, “Sayın Atatürkçü Başvekilimiz” diye seslenen ırkçılardan, 1980’lerin Türkeşi’ne ve ANAP’ın faşist ideologlarına kadar Kemalist ideolojiyle ilişkiler bir karşıtlık taşımamıştır. Nasıl ki Türkiye’de liberal burjuvazi anti-faşist değilse. Türkiye’de burjuva ideolojisinin genel çerçevesi içerisinde faşizan düşünce anti-liberal değildir. Sonuçta 12 Eylül bütünüyle faşist kadrolar tarafından programlanmış bir iktidar değişikliği olmasa da, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Faşist hareket olmasaydı, 12 Eylül olmazdı.
Ülkemizde feodalizmin tasfiyesi değil, fakat kapitalist gelişmede bazı gecikmişliklerin sıkıntıları, faşist hareketi güçlü tutan, fakat mutlak iktdarını da her an engelleyebilecek Bir politik güçler dengesi dayatıyor. Gelişkin kapitalizmin emmeye başladığı, yerel burjuva, taşra burjuvazisinin kitle tabanı açısından özellikle ikinci kuşak genç nüfusunu faşist harekete katkıda bulunuyor sayabiliriz. Büyük şehirlerde ise formel sektörler tarafından emilemeyen işgücü, mülksüzleşen küçük burjuvazinin sola dönük radikalleşemeyecek ölçüde gerici ideolojiyle güdümlü kesimleri örgütsüz işçiler, müteahhitler, tekellerle bağımlılık ilişkisi içerisindeki taşralı tüccarlar, tefeciler ve orta sanayicilerin faşist hareketi fiilen, büyük tekel lerin ise (yukarıda bütün kategorilerin belli bir bağımlılık ilişkisi içerisinde olduğu) zımni bir desteğinin olduğunu saptamak olasıdır. Faşist hareketin orta kademesinde 50’li yıllarda formasyon kazanmış, Kemalizmden de etkilenmiş subaylar, Soğuk Savaş dönemi politikacıları, Komünizmle Mücadele Derneği deneyimiyle sivrilmiş unsurlar yer alır. 12 Eylül bu insan malzemesini bir ölçüde düş kırıklığına uğratsa da, açıkçası onları işlevsizleştirmiştir.
Özellikle partili faşist hareketin geleneksel dışa kapalı ekonomik alternatifi, dış pazar ile zaten belirli bir eklemlenme ilişkisine girmiş, bunalımını daha fazla dışa açılma perspektifi ile çözmeye çalışan tekelci burjuvazi için vazgeçilmez ve uygulanabilir (feasable) değildi. İkincisi artık tekellerle bağımlılaşmış, fakat her an deklase olma kaygısı taşıyan burjuva gerici kesimlerin nihai karakterini verdiği bir faşist yükseliş ancak belirli sınırları içerisinde tahammül edilebilirlik taşıyordu. Tekelci burjuvazi için faşist yükselişin optimal noktası, daha otoriter yönde bir iktidar değişikliğinin arifesindeki bir gerilim noktasıydı.
Devrimci durumu karşı devrim ile çözmek için finans kapitalin faşist hareket-devrimci hareket kutupsallığını temel alıp doğrudan doğruya faşist seçeneğe oynaması gerekmez. 1980 Türkiyesi için karşı-devrimin içeriğini faşist bir devlet biçiminin doldurması siyasal olasılıklardan biriydi. Fakat Türkiye burjuvazisi için karşı devrimi gerçekleştirme olasılıkları arasında sınıfsal dayanak ve programatik farklılıklar minimum düzeye inmişti.
12 Eylül ile kuralan rejimi faşist bir diktatörlük olarak nitelemek siyasi anlamda doğru teorik açıdan ise yetersizdir…
Siyasi analiz öylesi bir süreçtir ki, kimyasal çözümlemeye benzemez. Sosyalist ideoloji, yaplan çözümlemeye, çözümleyenin varlığı ve iradesinin de karıştığını hesap eder. Üstyapısal ve ekonomik değişikliklerin bir tablosunu yaparak elde edilen devlet biçimi tahlillerine sosyalist siyasete aykırı bir ampirizm sızmıştır.
Faşizm ya da bir diğer burjuva devlet biçimine ilişkin yapılan çözümlemenin sonuçlarına, o çözümlemeyi yapan öznenin öznelliği de etki eder.
Bu durumda, kotarılmış başlı başına, per se, bir “faşizm” tespiti ikincil bir önem arzeder. Asıl sorun bu tespitin hangi devrim perspektifine nasıl bir ittifaklar politikasına, sınıfsallığın algılanma düzeyine, öngörülen iktidarın niteliğine bağlıdır. Bu yüzden yapılan “faşizm” tespitlerinin ardından burjuva demokrat bir iktidar arzusundan, sosyal bir iktidar iradesine kadar bir dizi uzlaşmaz strateji gelebilir. Yapılan bir faşizm tespiti karşı devrimci sınıflara, “faşizme karşı müttefiklik rozeti” takmanın apolojisi anlamını taşıyabilir. Sosyal devrimi ertelemenin bahanesi olabilir.
Finans kapitalin devlet aygıtını tahkimi, 12 Eylül koşullarında bir hükümet biçimi değişikliğine mi, yoksa bir devlet biçimi değişikliğine mi tekabül ediyordu? Bu noktada devlet biçiminin çözümlenmesinde ana ayraç devrim ile karşı devrim arasındaki çelişkinin ve çatışmanın niteliğidir. Burjuvazi devlet biçimini toplumsal muhalefeti engellemek için değil, devrim-karşı devrim çelişkisini çözmek üzere değiştirir. Finans kapitalin bu çelişkiyi çelişenlerden ilkini yok ederek çözmesinin özünü sadece faşist diktatörlük oluşturmaz.
Tekelci burjuvazi için çağımızda karşı-devrimi üstyapısallaştıran devlet biçimleri birbirlerinden birbirlerini dışlayacak düzlemlerde ayrışmazlar.
Türkiye için de geçerli olmak üzere bir uyan yapmak gerekiyor: Faşist diktatörlük tespiti yapmak, o tespiti yapanı daha radikal ve mücadeleci kılmıyor. Hatta diğer burjuva diktatörlüklerinin de karşı devrimci özünün gözden kaçırılmasına yardımcı olabiliyor.
Çağımızda gerçek radikalizm, sınıf karşıtlığını iktisadi gelişkinliğin ötesinde algılamak, burjuva demokrasisi de dahil burjuvazinin tüm devlet biçimlerinin özleri itibariyle karşı-devrimci olduğunu netlikle görebilmektir, siyaset pratiğinde gösterebilmektir.
Yukarıdakileri söyleyebilmek için güncel olarak bastırılmış bir devrimci süreç nakletmek gerektiğini sanmıyorum. Sadece sosyal mücadele tarihinin en mükemmel sorularından birini sormak gerekiyor: “Hangi sınıf için demokrasi” (Lenin). Eğer verilen cevap işçi sınıfı ve onun devrim müttefiklerinin dışındaki sınıfları içeriyorsa, bu da bir karşı-devrim çerçevesi çizer. Çünkü artık tekelci burjuvazinin devlet biçimini, proletaryadan ve yaşayan sosyalizmden bağımsız olarak burjuvazinin bir kesimi yerine bir diğerinin mutlak egemenliği değil, aynı sınıfın devrim-karşı devrim konjonktürlerindeki değişik tahkim tarzları belirlemektedir.
Türkiye solunda artık güvenilirliğini yitirmeye başlayan bir diğer metodoloji de bir tarafa mülk sahibi sınıflın ve katmanların değişik bileşimlerini yazıp bunların herbirini değişik devlet biçimleriyle eşleştirme kolaycılığıdır. Bir egemen sınıflar bileşimi, buna uyan bir devlet biçimi soyutlaması, yine buna tekabül eden bir demokratik devrim perspektifi ve ittifaklar politikası…
Sınıftar analizi ve devrim perspektifini belirleyen o analizin içerisinde sosyalist müdahalenin katkısının ne düzeyde hesap edildiğidir.
Devrim perspektifi karşı devrimin karakterine tabi olamaz. Faşizme karşı mücadele tüm mülk sahibi sınıflara karşı sosyalist mücadeleden önceye alınamaz. Karşı devrimci devlet biçimine yönelik tespitimizin belkemiğini devrimimizin karakteri oluşturur. Devrimin karakteri “demokratik” oldukça, karşı-devrimin mutlak yenilgisi zorlaşır.
Tekrar 1980 sonbaharına dönüyorum. Türkiye’de 12 Eylül öncesi ile sonrasını ayırdeden egemen sınıflararası bir altüst oluş yaşanmamıştır. 12 Eylül ile başlayan süreç tekelci burjuvazi ve ona bağımlı tüm ara sınıflar nezdinde doğrudan onay görmüştür. 1980 sonrası rejim kendisinden önce başlatılmış bir programın mirasçısı olmuştur. 12 Eylül rejimi siyasi projesinin yanısıra, iktisadi programı da sürdürmek için bir önceki dönemin kadrolarını transfer etmiş, onlarla çalışmıştır iktidar kitle tabanını ağırlıklı olarak AP-CHP’nin eski tabanında bulmuştur.
Bugün Evren-Özal iktidarıyla AP-CHP mirasçısı burjuva partilerin çekişmeleri, bir anlamda, geçici bir süre (krizin aşılması) ödünç verilen tabanın geri istenmesi kavgasıdır. Ayrı programların kavgası değil. Elbette bu kitle desteği devredildiği ölçüde geri alınamayacaktır, çünkü bu süreç içerisinde yığınlar rejimin faşizan baskısına ve ideolojik manipülasyonlarına maruz kalmışlar, siyasi anlamda “işlenmişlerdir”.
Eylül darbesi ordu içerisindeki Türkeşçi subaylara dayanılarak başlatılmamıştır. Çizgisi düşen MHP kadroları 12 Eylül ile birlikte devlete kapılandıkları ve eski partili aktivizmlerini terkettikleri ölçüde eylülist rejime entegre oldular. 12 Eylül darbesi faşist hareketin de onayladığı, fakat nihai damgasını rahatça basamadığı bir karşı-devrimci saldırıdır. Ve kesinlikle 1980 sonbaharından öncesine dayanan bir sürece oturur.
1980 sonbaharıyla birlikte faşist hareketin mahalli kontrolleri işlevsizleşmiş, iktidar boşluğu doldurulmuştur. Burada bu siyasal işbölümü ya da eksikli bir tanımlamayla devir-teslim, bir sınıfsal hiyerarşiden ya da katmanlar arası gelgitden ziyade devlet aygıtının kullandığı müdale araçlarının ve hukuksal çerçevesinin bir değişimini yansıtır.
Türkiye’de tekelci burjuvazinin bir devlet biçiminden diğerine geçişini belirleyen ölçütler klasik burjuva demokrasisinin kurumları olmaktan çıkmıştır. Örneğin parlamentonun varlığı ve yokluğu faşist bir diktatörlüğü belirlerken, diğer pek çok kapitalist ülke gibi, bir ayraç değildir. Parlamenter bir cumhuriyet faşist bir diktatörlük ile ya da bir diğer gerici devlet biçimi ile bağdaşır hale gelmiştir.
Böylelikle alelacele yapılacak faşizm tespitlerini de istenmedik sonuçtar beklemektedir. Faşist bir diktatörlük olarak adlandırılan rejimler yine egemen sınıflın kimi katmanları tarafından yıkılır konuma oturabiliyor.
Ne türden bir toplumsal baskı olursa olsun, tekelci burjuvazi bir iç bileşim değişikliği ile devlet biçimini gericileştirmez, ya da daha demokratik bir biçimlenmeye yönelmez. Tekelci burjuvazinin sınıf içi konsensusu özellikle devrimci krizin sosyalist bir iktidara dönüştüğü koşullarda sürekliliğini yitirir.
İkincisi, Türkiye’deki burjuva devletin hukuksal kurumlarındaki değişiklikleri, hukuksal yapıda otoriterleşmeyi, “faşistleşmeyi” açıklarken kullanmakta temkinli olmak gereklidir. TC Ceza Yasası’ndaki ya da Anayasası’ndaki, 141-142 türünden maddeler, örgütlenmeyi kısıtlayan hükümler DGM’ler karşı devrim koşullarında sosyalistlerin alnına uzatılmış namlular olabildiği gibi, devrimci bir yükseliş koşullarında bunların pek az fiili etkisi ve anlamı kalabilir.
Faşizmi bir hukukçu gözü ile değil, bir sosyalist siyasetçi gözü ile yadsımaya alışılmalıdır. 12 Eylül’e giden yolu döşeyen sıkıyönetim ilk başta CHP tarafından faşist saldırılar da gerekçe gösterilerek, bir siyasi gereklilik olarak savunuldu. Fakat Türkiye’de siyaset sahnesinde şemsiyeler birden tersine dönebiliyor.
Sonuçta Türkiye toprağında radikalizm, burjuva devlet biçimlerini çözümlerken egemen sınıfların ayrı devlet biçimlerini savunduğu düşünülen kesimlerinden hangilerinin devlet aygıtına egemen olduğunu veri alan modelden kopmayı içeriyor. Devlet aygıtındaki hukuksal değişiklikler ya da yürütme aygıtının diğerlerinin önünde güçlendirilme derecesi, değişik toplumsal sınıfların tercihlerine değil, tüm ara tabakalar ile, kendi üretim sürecine kattığı katmanlar ile tekelci burjuvazinin değişik konjonktürlerdeki krizden çıkış zorlamalarına bağlandığında anlam kazanıyor. “Türkiye’de faşizm”e ilişkin tartışmaların etrafında döndüğü teorik kaynak sınıfa ve katmanlara ilişkin sosyolojik değil, tekelci burjuvazinin iktidarı ve sosyalist bir iktidarın karşıtlığına yönelik anlamda siyasi olmalıdır. İktidara baktığımızda kendi iç hiyerarşisi ve karmaşıklığı içerisinde, diğer tabakalarla bağımlılığı içerisinde, fakat bütünsel bir sınıfı, tekeller çağında burjuvaziyi ayırdetmek gerekiyor. Sınıfsal yaklaşım budur. Türkiye’de devlet aygıtında değişmeleri egemen sınıflar ve katmanlar arasındaki bir trafikle açıklanmak sosyolojik ve katmanları veri alan bir çözümlemedir.
Tarihsel bir eğilim olarak Türkiye’de hiçbir burjuva diktatörlük biçimi, örneğin iktisadi politikasıyla, bütün hakim sınıflar aynı anda ve aynı doygunlukta tatmin etmemiştir. Tek parti dönemi, DP iktidarı, 27 Mayıs, 71- sonrası koalisyon hükümetleri ve 80 sonrası…
Türkiye’de burjuva demokrasisi de, faşist bir diktatörlük de saf, diğer biçimleri dışlayıcı bir tarzda yaşanmadı. Bu iki üstyapsal biçim ya da arada yer alan egemenlik biçimleri, mali oligarşinin egemenliğini tanımladılar. Sosyalizmin reel bir tehlike olarak varlığı egemen sınıfların farklı kesimlerinin farklı devlet biçimleri için mücadele etmelerini, sınıf içi konsensusu bozmalarını sınırlar, ve genelde engeller. Devlet biçimi ise tercihlere, ideolojik yargılara değil, sınıf mücadelesinin uzun vadeli konjonktürüne tabidir.
Tarihsellik, sınıfsal olanı da netleştirir. Tekelci kapitalizm çağında sınıfsal olan evrenseli de açıklar. Burjuvazinin değişik devlet biçimleri arasında iç bileşimine bağlı olarak sallantıda olduğu, dalgalandığı koşullar feodalizmin tasfiyesi ile kapitalist gelişmenin atbaşı gittiği, emperyalizmin evrensel bir gerçekliğe dönüşmediği dönemlere aittir. Emperyalist sistemde ise eşitsiz gelişmişlik o bütünün içinde yer alır.
Bunların da ötesinde, Türkiye’de savaş sanayine bağlı faşizmin potansiyel destekçisi kesimler ile, burjuva demokrasisi için mücadele eden, sivil üretime dönük faşizme karşıtlık taşıyan sektörleri ayrıştırmak başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Yeterli araştırma yapılmadığı için değil, böylesi bir ayrıştırma mutlak olmadığı için. Savaş ekonomisi, ekonominin doğal işleyişinden kopuk, devlet politikaları düzleminde bir sektör yararına diğerini kayıran bir tarzda değil, emperyalist sisteme bağımlılık ilişkileri içerisinde kendini üretmektedir. Öte yandan en fazla merkezileşmiş ve toplulaşmış sermayeyi kontrol eden tekeller tüketim maddelerinin üretimine yöneliktir. Yan sanayiler böylesi bir üretim sürecine azami tekelci kâr sağlamadan, fakat tekelci üretim sürecinden de kopmayacak tarzda eklen lenmişlerdir. Metal, tekstil ve gıda sektörlerindeki tekeller ve yan sanayi bunu kanıtlar. Bu durum, Türkiye’de anti-faşist mücadelede anti-tekelci yığınlar illüzyonunu benimseyenleri sessiz sedasız düşkırıklığına iten en önemli etkenlerden biri sayılmalıdır. Bunun siyasi sonuçları daha önemlidir.
Türkiye’de siyasi demokrasi burjuva demokrasisinden ayrı, sosyalist demokrasi perspektifinde anlam kazanır.
Siyasal gericilik doğrultusunda tabela zorunlu olarak faşist diktatörlüğün çeşitlemelerini göstermez. Sürekli gericilik eğilimi faşist olasılığı sürekli ayakta tutar, hem de saf faşist alternatifi genel gericilik eğilimi çerçe vesinde içselleştirilir.
Artık kapitalist üretim zayıf halkalarda da tekelci üretim sayesinde genel üretimini idame ettirmektedir. “Bir tekel bir kere kurulup, milyarları çekip çevirmeye başladı mı, siyasi rejimler ve daha başka ayrıntılı sorunlardan bağımsız olarak karşı konulmaz bir şekilde toplumsal yaşamın tüm alanlarına sızacaktır.”18 Eşitsiz gelişme Almanya ve İtalya örnekleri ile birlikte faşizmi ulusal deneyimler olmaktan çıkardı. Ulusal ve tekil olmaktan bir üst düzeyde geçerliliğe ulaştırdıkça, faşizmi saf ve klasik niteliğinden kopardı. Eşitsiz gelişmeyi görememek, faşizmi “oligarşinin bir kanadı”na maletmekle kendini belli ediyor. Türkiye solunda faşizme karşı mücadelenin bir devrim sorunu olduğunu bilenler ile sosyalist mücadelenin boyutlarını anti-faşist mücadeleyi de içerecek tarzda algılayanları aynı toprağa ayak bastıracak süreçleri yakalamak zorundayız. Türkiye’ye demorkasi geldi, dendiğinde bu sosyalist demokrasi olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Devrimci Yol, özel sayı 1
- a.g.d., s.13, 1978
- a.g.d., s.7, 1978
- Sürekli Devrim dergisi, 5
- Ne Yapmalı dergisi, 4, 1980; s.25
- Birikim dergisi 39; s.18
- a.g.d., s.19
- Devrimci Militan, 4, Aralık 1978, s.12
- Kurtuluş Sosyalist Dergi, Mart 1978
- Anti-Faşişt Güçbirliği, Emeğin Birliği yay., s.22
- KSD, 16; 24
- Dimitrov; Savaşa ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s.37
- Dimitrov; Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ser yay., s. 198
- Bulgaristan Komünist Partisi Tarihi, Kızılırmak yay., s.24O
- Bulgaristan’da Faşizme Karsı Mücadele ve Sosyalizm, Bilim yay., İst’dan aktaran Küknar Ömer, Sosyalist İktidar, Ocak 1980, sayı 4
- Bulgaristan Komünist…, s.33l
- Tiryaki Durmus; Sosyalist İDktidar dergisi, 9, Haziran 1980, s.36
- Lenin; Emperyalizm, Sol yay., s.67