Türkiye’de günlerdir, devletin radyo ve televizyonu dahil tüm basın, hükümet, siyasal partiler, milletvekilleri ve “sade” vatandaşlar, Irak ordusunun katliamından kaçarak Türkiye’ye sığınan yüz bini aşkın sayıda Kürt topluluğunu konuşuyor. Resmi organ ve ağızlarda, bu insanlar hala ya “Irak uyruklu” ya da “topluluk”; ama “kardeşlerimiz”. Türkiye’de resmi ideolojinin ilkelliği bir kez daha su yüzüne vuruyor. Kürtçe diye bir dilin, Kürt denilen bir ulusal topluluğun varolduğunu düne kadar reddedenler, şimdi “akrabaları Türkiye’de yaşayan” bu birtakım Irak vatandaşlarının Arap ya da Türk’ten başka özelliklere sahip olduklarını kabul ediveriyorlar. Türkiye’nin güneydoğu ve doğusunda nüfusun çoğunluğunu oluşturan insanların da en azından bu “başkaları” ile akraba oldukları onaylanmış oluyor. Bu işin, yaşananların Türkiye egemen sınıflarını oldukça gülünç duruma düşüren boyutu. Ve en basit boyutu…
İran-Irak savaşında ateşkese ulaşılmasıyla, Güney Kürdistan’daki ulusal hareket daha öncekileri kat kat aşan bir saldırıyla yüz yüze geldi. Uzun süredir Kürt hareketine karşı baskısını katliam biçimine sokan Irak, bu kez tam anlamıyla ülkedeki Kürt nüfusu imha etmeye yöneldi. Gerek daha önce savaş halindeki silahlı güçlerin bölgeye sevk edilebilmesi, gerek İran’ın Kürtlere sağladığı desteği kesmesi, Irak için böyle bir harekatı mümkün hale getirdi. Irak sivil halkının Türkiye’ye sığınmasını da engellemeye, askeri harekatını Türkiye sınırına ulaşan yolları denetim altına almakla sürdürmeye çalışıyor.
İran-Irak savaşının şiddetli dönemlerinde özerklik elde etmenin sınırına dayanan Kürt ulusal hareketi şimdi yokolmanın eşiğinde.
Türkiye’de Yankıları
Türk solunun belli kesimlerinde ağızlardan düşmeyen konsensüs bu konu çerçevesinde burjuvazinin kendi içinde oldukça sağlanmışa benziyor. Muhalefet partileri hükümeti destekliyor, hükümet teşekkür ediyor; basın organları “ezilene yardım elini uzatan güçlü ve hayırsever Türk” efsaneleri düzüyor… Ne de olsa soruna insani (!) açıdan yaklaşılıyor.
Türkiye’nin bu yaklaşımını belirlemiş olan kendinde menkul bir insaniyet değil elbette. Referandum öncesinde koskoca bir bölgeyi ve oy potansiyelini hiçe saymak mümkün görülmedi; bu bir etken. İkincisi, iç sosyal sorunlarda yoğunlaşan politik tartışmaları dışa çevirmek her zaman rahatlatıcıdır. Üçüncüsü Türkiye toplumunu birtakım “milli” motiflerle yedeğine almak çok denenmiş ve pek yanılmayan bir yöntemdir. Yine de, üstelik sığınanların ulaştığı sayı göz önüne alındığında ortada bir zorunluluk olduğu da söylenmelidir. Sınırı geçmek isteyen yüz binlerce insanı dışta tutabilmek, hem hattın uzunluğu, hem de Türkiye tarafındaki halkın bu insanlara kayıtsız kalamayacağı düşünülürse, içeri almaktan daha zordu. Öte yandan ANAP hükümetinin bu sıkışık durumdan Türkiye’yi Ortadoğu denklemlerinde açıklayıcılık değeri daha yüksek bir değişken haline getirmek için yararlanmak istediği de görülüyor… Bu politik esnekliğe ulaşamadıklarını en fazla dışa vuranlar ANAP’ın faşist kanadı oldu; bu kanat resmi ideolojiyle çok daha tutarlı bir tutum sergileyerek sınırların açılmasını eleştirdi.
Burjuvazinin, militarizmin, gericiliğin… “insani” yaklaşımı aşağı yukarı bu etkenlerce belirleniyor. Defalarca sınır-ötesi harekatlara girişerek Irak’ın gerçekleştirdikleriyle kategorik bir farkı olmayan uygulamalar sergileyen aynı hükümet, aynı silahlı kuvvetler değil miydi? Sınırları açma kararının uzunca bir beklemeden sonra alınabilmesi, kararın soyut ilkelerce değil, kimi politikalarca belirlendiğini göstermiyor mu? İçişleri Bakanının, katliamı İran-Irak barışının kaçınılmaz ve katlanabilir maliyeti olarak meşrulaştıran değerlendirmesi de insani mi? Tüm bunlar bir yana, bölgede devlet yardımlarının asgari bir gereklilik ölçüsünde tutulmaya çalışıldığı da gözlemleniyor. Hiç de insani olmayan bu ölçü, ancak Türkiyeli Kürtlerin Irak’tan gelenlere gösterdiği dayanışma ile yaşanabilirliğe ulaşmakta. En sonu, hükümet temsilcileri, sığınanların statükosunun belirsizliğini ve şu anda geçici bir durum yaşandığını vurgularken, uluslararası dengeleri de hesap ederek olasılıklar yelpazesini geniş tutmak istediklerini yansıtıyorlar. Bu olasılıklar içinde, göçün İran’a doğru sürmesi, Irak silahlı kuvvetlerinin bazı operasyonlarına hoşgörüyle bakılması, özellikle siyasi ve askeri sorumluluğu olan Kürtlerin halktan soyutlanmaya çalışılması, belki de iade edilmeleri, topluluğun çeşitli bölgelerde dağınık olarak zorunlu iskana tabi tutulması vb. yeralmakta. Yıllardır denetim sağlanamayan bölgede, Türkiye Kürtlerine oranla daha az asimile olmuş 100-150 bin kişilik bir topluluk istikrarsızlık faktörüdür. Olasılıklardan hangilerinin ağırlık kazanacağında istikrar ölçütü de etkili olacak. Tüm bunlar olup biterken en az önemsenen, yukarıda sözettiğimiz resmi ideolojinin çıkmazı oluyor. Türkiye’de burjuva politikası ideolojiyi önemseyerek yapılamıyor. Pragmatizm artık son yıllarda toplumun hücrelerine de nüfuz etmiş olmanın rahatlığıyla resmi ideolojiyi kenara itebiliyor. Elbette gerektiği anda yeniden kapıya asılmak üzere…
Kürt Ulusal Hareketinde Açmazlar
Kürt hareketi ve ulusu için son günlerde yaşananlar ne emsalsiz şeyler, ne de sürpriz. Kürt hareketinin tarihi içinde kimlerle ittifak kurduğu ve kimlere karşı savaştığına göz atmak yeterli. İngiltere, ABD, İsrail, İran, Irak… Bunlarla çeşitli konjonktürlerde yaşanan yakınlaşmalar biliniyor. Son örneğini Celal Talabani Amerika serüveni ile verdi. Talabani’nin siyasal çıkışındaki Sovyetik tonlamanın ne olduğunu sormaya gerek yok. Politika kimi zaman “ilke” tanımıyor.
Kürt ulusal hareketi emperyalist devletlerin ve Ortadoğu denklemlerinde payını arttırmak isteyen her gücün yeraldığı bir kaosun içinde sürekli müttefik ve sürekli düşman değiştirdi. Her müttefikle bir süre sonra düşman olarak karşı karşıya gelindi… Şimdi, bu durum, elbette Ortadoğu sorunlarının kaçınılmaz reel ve pragmatik yönleri çerçevesinde tartışılmalıdır. Bu bölgede hiçbir siyasal özne, fazla uzun boylu ilkelerden söz edemiyor, bu doğru. Ama bunda bölgede politika arenasını belirleyen sınıfsal karakter birinci derecede rol oynamaktadır. Artık kiminle işbirliği yapılacağı saptanırken üç-beş aylık politik güç oranları yeterli veri olabiliyor. Müttefiklerin belki on yıllardan beri şekillenmiş sınıfsal, ideolojik ve genel politik konumu etkisiz kalıyor…
Bu durum burjuva hareketleri için çok fazla rahatsızlık kaynağı olmayabilir. Bunlar için yalnızca güç dengelerinin aleyhlerine döndüğü anlar rahatsız edicidir, o kadar. Peki ya perspektifleri burjuva ufkunu aşma durumunda olanlar?
Bunlar için durum farklı olmalıdır. Burjuva ufkunu aşan bir politikada da elbette reel boyutlar çok önemlidir. Ama bu reel boyutlar, hedeflerce çizilen ilkesellik sınırlarına sahip olmalıdır. Burjuva ufkunu aşmak, müttefik arayışında nereye bakmak gerektiğine de ışık tutmalıdır.
İttifaklar ve Sosyalistlere Düşen
Bir, Kürt ulusal hareketini bir o yana bir bu yana savuran dinamik, Kürt ulusallığından rahatsız olanların çokluğunun yanısıra, Kürt egemen sınıflarından da kaynaklanıyor. Kürdistan’da ulusal hareketin iç-sınıfsal ayrışmada katetmesi gereken uzun bir yol bulunuyor.
İki, bu yolun bir dönemeç noktasında direniş hareketine ilericiliğini sınıfsallığından alan bir içerik kazandırabilir, kazandırılmalıdır. Ulusal motiflerin dünya kapitalizmi koşullarında kendinden menkul ilerici bir anlamı bulunmuyor. Ancak, bu motifler bir sınıfsal kurtuluş hareketi için katalizör rolü oynarlarsa ilerici olabiliyorlar.
Böyle bir dönemeç noktasına doğru giderken, Kürt hareketi, kendisini büyük devlet politikalarının, hatta her biri Kürt nüfusu üzerinde ulusal baskılar uygulayan devletlerin tutumlarının ekseninden çıkartmayı hedeflemelidir. Her devlet birimi çerçevesinde ve mutlaka koordinasyonlu olarak, emekçi sınıfların muhalefeti ile bağlar kurulmaya yönelinmelidir. Ulusal hareket kaderini hem kendi içinde, hem de ezildiği devletler içerisinde işçi sınıfına bağlamalıdır.
Benzer eğilimler hareket içinde şu anda fazla etkili değiller. Sürecin asli yanı, bu eğilimlerin gelişmelerinde. Ama tüm bunlarda sadece Türk değil, diğer bölge ülkelerinin sosyalistlerine düşen bir sorumluluk var. Uzun vadede, Kürt hareketi içindeki sosyalist kanadın nitelik ve nicelik anlamında zenginleşmesinde, ezen ulus sosyalistleri ile işçi sınıfı hareketinin ezilen ulus nezdinde “güvenilir müttefik” olarak görülmesi de rol oynayacaktır. Ezen ulus sosyalistleri, soyut bir kendi kaderini tayin hakkı tartışmasından çıkarak, bu hakkın nasıl realize edilebileceğine ilişkin somut tartışmalarda ve yol göstericilikte bu güveni kazanmaya çalışmalılar. Bir de, bu güveni Kürt ulusallığına verilen primlerin değil, sınıfsal ve sosyalist bir netleşmenin getireceğini hiç unutmamak gerekiyor.