Ülkemizde sosyalist hareketin sorunlarına ciddiyetle eğilenler, bugün en azından bir noktada görüş birliği sağlamışa benziyorlar. En genel ifadesiyle bugünkü temel sorun, sosyalizmin ülkenin siyasal gündemine yerleştirilmesi sorunudur. Tek tek sosyalist odakların kendi etkinliklerinin ötesinde, aynı zamanda birleşik bir gücün sergilenmesi ve bu arada kitlesellik alanının zorlanıp genişletilmesiyle…
Bu saptamanın, görüş birliğini bozmayacak şekilde biraz daha açılması mümkündür. Örneğin görüldüğü kadarıyla kimse, böyle bir görüş birliğinin somutta karşılık bulmasıyla (birleşik bir parti) Türkiye sosyalizminin tüm sorunlarının bir anda çözülüvereceğini sanmıyor. Oluşacak birleşik yapının, sosyalistleri daha ileri düzeylere götürebilecek süreçleri en başından kilitleyecek geri bir ortalamayı temsil etmesini de yine kimse önermiyor. Bunların hepsi, başlangıç için olumlu sayılabilecek göstergelerdir.
Ancak, yine herkes kabul edecektir ki işler pratikte bu denli düzgün yürümüyor. Bazı konularda aynı şeyi söyleyen veya aralarında anlaşabilen kesimler, daha ileri somut hamleler konusunda suskun ve çekingen davranabiliyorlar. Kanımızca, önce bu tıkanıklığın nedenlerine eğilmek gerekiyor.
Türkiye sosyalist hareketinin geldiği bugünkü noktada, yapıcı bir başlangıç için kabul edilmesi gereken gerçeklerden biri şudur: Türkiye sosyalist hareketinde bugün hem parti durumunda olup, hem de belirli bir geleneği ve niceliği temsil eden kesimler, dünya ve Türkiye sosyalist hareketinin bir bütün olarak ulaştığı teorik-politik birikimi gerçek boyutları ve zenginliğiyle yansıtabilmekten hayli uzaktadırlar. Örnek vermek gerekirse, diyelim TBKP veya bunun kendi alanındaki TSİP’le muhtemel bir birliği, Türkiye sosyalist hareketinin bütünü içindeki bir çizginin netleşip pekişmesi açısından elbette anlamlıdır. Ancak, böyle bir birliğin tekabül edeceği teorik-politik içeriğin, Türkiye sosyalist hareketinin bir bütün olarak sahip olduğu zenginliği ve birikimi hangi oranda ve nereye kadar yansıtabileceği konusunda iyimser konuşmak, sanırız mümkün değildir.
O halde ortada belirgin bir durum vardır: Türkiye sosyalist hareketinin gerçek birikimine ulaşmak ve bu birikimin haritasını en zengin biçimde verebilmek için, mutlaka, partileşmiş bulunan veya solun belirli bir alanında kalan kesimlerin dışındaki sosyalist kadrolara ve bunların oluşturdukları odaklara da başvurmak gerekmektedir. İlk bakışta pek aşikar veya “öznelci” gibi görünebilecek bu saptama, aslında Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü temel sorununun kavranmasında önemli bir halkayı oluşturmaktadır. Bu nedenle üzerinde daha ayrıntılı olarak durmaya çalışacağız.
Kim ne derse desin, ortada çok açık bir gerçek durmaktadır: Solda hiçbir partileşme, odaklaşma veya güç, kendi başına, Türkiye sosyalist hareketinin bütününe ait olacak, bu bütünü etkileyecek bir dinamik yaratma konumunda değildir. Dolayısıyla Türkiye sosyalist hareketinin içindeki birimler, kendi başlarına birer hareketi temsil etmekten çok, kadro birikim merkezleri olma durumundadırlar. Bu durumda, Türkiye sosyalist hareketinin bütününün sorunları konuşulduğunda, gündeme gelmesi gereken, şu veya bu hareket ile onun dışındaki kişiler, gruplar vb. arasındaki ilişkiler değil, tek tek hiçbiri gerçek anlamda hareket olamamış kadrolar arasındaki ilişkiler sorunudur. Özetle Türkiye sosyalist hareketinin bugün yaşadığı darboğaz en başta, ayrı düşmüş (bölünmüş değil) bazı kadroların birlikteliği hedefini gündeme sokmaktadır. Öte yandan “kadroların birlikteliği” dendiğinde bugün partileşmiş olanların diğerlerine özel bir üstünlük sergileyememesi nedeniyle, belirli bir eşitlenmeyi içe sindirebilmek, baştan sağlıklı bir temel kurulabilmesi açısından gerekli olmaktadır.
Teorik Tartışma
Yukarıda sözünü ettiğimiz durumun varlığı, Türkiye sosyalist hareketinin gelişimindeki özgül noktalardan, kadro varlığını ayrıştıran bazı dönemeçlerden kaynaklanmaktadır. Bunlar, elbette ayrıntılarıyla tartışılabilir. Ne var ki, eğer bugün daha operasyonel olmak istiyorsak, mevcut kadro birikimlerinden her birinin kendine özgü eksikliklerini sergilemek ve birleşik bir parti yolunda bunların nasıl aşılabileceklerini düşünmek daha yararlı olacaktır. Gerek partileşmiş olanların, gerekse “bağımsız” kadro ve odakların kendi konumlarından gelen avantajlarla birlikte bazı eksiklik ve zaafları da sosyalist harekete taşıyabildikleri bugün açıkça görülmektedir.
Partileşmiş yapılar, hem örgüt olarak belirli ortalama ve uzlaşmaları temsil etmek zorunda olduklarından, hem de uluslararası gelişmeleri yorumlamada aceleci ve kalıpçı davrandıklarından, kendi dışlarına kısır ve itici bir görünüm veriyorlar. Dizginlerden boşanmışlığın eli kalem tutan bazı bireylere tanıdığı özgürlük (sorumsuzluk) bu çizgilerin bir bütün olarak daha da sevimsizleşmesine yol açıyor. Sanıyoruz bu durumun kendileri de farkındalar. Gel gör ki, “çözüm” adına bulmuşa benzedikleri yol kendi adlarına ve kendi içlerine dönük olarak belki “ustaca”, ancak, birleşik bir parti ve Türkiye sosyalist hareketinin bütününün çıkarları açısından kısa ve uzun vadede hayli sakıncalı uzantılar da taşıyor.
Partileşmiş kadroların büyük bölümünün veya Gelenek‘in yerleşik deyimini kullanacak olursak, geleneksel solun kadim yapılarının, özellikle son üç beş yıl içinde köklü bir diyet değişikliğiyle yüzyüze geldikleri açıktır. Doğrusu, bundan pek gocunmamaları gerekir. Çünkü sözkonusu olan yalnızca kendileri de değildir. Örneğin, perestroyka ve glasnostla birlikte, koskoca bilim akademileri bile aynı diyet değişikliğini yaşamak, bu diyet değişikliğinde Buharin’i yeniden keşfetmek, yeni solla Avrupa komünizminin yıllanmış tezlerini tadıp sindirmek zorunda kalmışlardır. Üstelik bu diyet değişikliğinin, kendilerini solun diğer kesimlerine bir anlamda yaklaştırdığını, yani tartışmalardaki sonuç alınabilirlik ihtimalini yükselttiğini söylemek bile mümkündür. Ancak, bu durumun, Türkiye sosyalist hareketinin birleşik bir partiye yönelebilmesi açısından bazı ilginç engeller yarattığını da görmek gerekmektedir.
Herkes bilir ki, geleneksel solun kadim yapıları yaygın deyimle reel politiker kadrolarla doludur. Burada bu kavramdan özel olarak kastedilen, ülke koşullarını uzun vadede dikkate alan, ideolojik güvenlik alanları iyi düşünülmüş bir stratejinin yerine, soldaki ortalama nabza verili anda en uygun düşeceği varsayılan gündelikçi adım ve sloganların tercih edilmesidir. Görünüşe göre reel politiker kadroların bugün birlik adına bulmuşa benzedikleri yol da şudur: Kendi dışlarındaki kadrolara örgütsel ve politik anlamda operasyonel öneriler getirmek yerine, genellikle kendi geriliklerinden ötürü ilk kez yüz yüze geldikleri alanlarda her şeyi baştan, olmadı en baştan tartışmak, politik ve örgütsel darlığı “teorik tartışma” alanında sergilenecek bir meşrep genişliği ile örtmeye çalışmak. Başka deyişle, parti için birlik sorununu, gerçek yeri olması gereken örgüt ve somut politika üretimi alanlarına pek taşımadan, teorik sorunların tartışılmasında, salt kendi adına değil ama, kullanım amacı açısından sakıncalı bir aldatıcı “ortaklık” bazı yaratmak…
Yukarıdaki görünümün ne kadarının dar politik gerekçelere, ne kadarınınsa gecikmiş diyet değişikliğinden kaynaklanan samimi bir tartışma arzusuna dayandığı ayrı bir konudur. Yine de sonuç olarak şu uyarıyı yapmak gerekli olmaktadır: Yasal partileşme hedefi etrafında gündeme gelecek bir birlik sorununda, böyle bir birlikle ilgilenen tüm unsurlar, kendi örgüt ve politika önerilerini de yanlarında getireceklerdir. Eğer “tartışma” ise, bunlar da tartışılacaktır. Türkiye’deki solcu aydınlar arasında örgüt ve politika gibi “üçüncü sınıf” işleri toptan başkalarına ihale etmek isteyenler olmuştur, bugün de vardır. Ancak, böyle bir ihale mantığının berbat sonuçlarını bilenler çoğunluktadır. Böylelerini aldatıcı bir “birlik” görünümü ardında partinin teorik tartışma odalarına hapsetmek artık mümkün değildir.
Buna karşılık, partileşmiş ve örgütlenmiş yapıların dışında kalan bağımsız sosyalist aydınlar da kendi kusurlarını kendi sırtlarında taşımaktadırlar. Böyleleri, tek tek bireyler olarak temsil ettikleri, politik kolektivitenin doğal ve zorunlu törpülerine uğramadığı için yine aldatıcı bir “zenginlik” ve “çeşitlilik” görünümü veren düşüncelerini, gittikleri her yerde tüm ayrıntılarıyla arama yanlışına düşüyorlar. Böylece bir önceki kesimin reel politiker yaklaşımının karşısına, bu aydınlardan kaynaklanan bir tür politik toyluk çıkmış oluyor. Kanımızca buradan gelebilecek tehlike de bellidir: Bağımsız aydınlardan bir bölümünün kendi “araştırma” süreçleri sonucunda ulaştıklarına inandıkları çok özel “doğru”ları büyük bir hevesle ve olduğu gibi birleşik parti platformuna taşımaları demek, doğrudan doğruya işleri yokuşa sürmek demektir.
* * *
Sorunun buraya dek hep kadrolar planında tartışılmış oluşu bir tereddüt doğurabilir: Türkiye’de işçi sınıfının, kitlelerin bu alanda söyleyeceği şey yok mudur? Türkiye sosyalist hareketinin sorunları, bugün salt kadrolar düzleminde mi odaklanmıştır?
Eğer gerçekçi olmak gerekiyorsa, böyledir. Ülkemizde, yılların deneyim ve birikimiyle sendikal bilinci aşmış, Türkiye sosyalist hareketinin çeşitli içsel sorunlarını tartışan öncü işçiler, emekçiler elbette vardır. Görüldüğü kadarıyla bunlar, göreli olarak daha büyük oranda geleneksel solun kadim yapıları çevresinde toplanmışlardır. Öncü işçilerin, peşlerinden sürükleyecekleriyle birlikte, birleşik bir sosyalist partinin dinamik unsurlarını oluşturacaklarını, böyle bir partiye en azından sağlıklı bir sınıf tabanı kazandıracaklarını söylemek hayalcilik değildir. Ancak bugünkü koşullarda ne bağımsız sınıf hareketinin, ne de öncü işçilerin, kadrolarda düğümlenen temel sorunları kendi girişimleriyle çözebilmeleri, daha farklı bir gündemle kılıçlarını ortaya atabilmeleri mümkün görünmemektedir.
Kadrolar ve Mesafe Sorunu
Özetlemek gerekirse, bugün Türkiye sosyalist hareketinin temel sorunu, hareketin mevcut kadroları arasındaki ilişki ve yakınlaşma dinamiğiyle ilgilidir. Sorunun bu şekliyle yerleştirildiği alan içinde, şu veya bu kesimin kitle bağları, bir başkasının parti durumunda örgütlü olması ve benzerleri, en genel perspektiften bakıldığında daha geri plana düşen gerçeklerdir.
Kuşkusuz bununla, her örgütlü varlığın kendini sona erdirmesi gereği anlatılmıyor. Söylenen şudur: Deneyimi, geleneği ve verili yapısı ne olursa olsun, söz konusu her öge tartışmalara ve atılacak somut adımlara bir(er) partiden çok kadro olarak katılmak durumundadır. Katılımcılardan bir bölümünün kendilerini her anlamda parti saymaları, kolektif yapı içinde oluşmuş bir politik konsensusun temsilcileri olarak davranmaları ve bunun disipliniyle bağlı olmaları elbette doğaldır; kimse de buna karşı çıkamaz. Ama yine de bu, aynı kesimin daha çok kendi sorunu olacaktır. Tartışmalarda yer alan diğerlerinin, bu konuma gerekli saygıyı göstermekle birlikte, onları son tahlilde belirli kadro toplulukları olarak değerlendirmeleri de doğaldır. Böyle bir karşılıklı kabulleniş, ileriye doğru birlikte adım atabilmenin vazgeçilmez ön koşularından biridir.
Eğer sorun partilerle (üstünlük?) partisiz kadrolar (zaaf?) arası eşitsiz bir ilişki şeklinde değil de varolan çeşitli kadrolar arası eşit diyaloglar düzleminde ele alınacak olursa, yararlı başka saptamalar yapma şansımız da doğacaktır. Bunların arasında özellikle vurgulamak istediğimiz şudur: Sosyalist hareketin kadroları arasında, 60’lardan bu yana sürüp gelen, bazıları gerçeklik taşıyabilecek, ama çoğu da belki artık yapay kalan mesafeler vardır. Bu mesafeler 60’lardan bu yana veri alınmış, hangilerinin gerçekçi hangilerininse yapay oldukları, değişen koşullarda yeterince sınanmamıştır.
Bizce önümüzdeki kısa dönemin görevi, söz konusu mesafelerin ayrıştırılması, içlerinden uygun olanların da bir an önce kapatılmasıdır. Sosyalist hareketin kadroları, birbirlerinin karşısına içlerinden çıktıkları özel geleneklerle değil, şu anda neyi düşündükleri ve neyi temsil ettikleriyle çıkmalıdırlar. Sonuçta ayrışmalar belki yine netleşecek, yeni mesafeler açılabilecektir. Ama önce, şu an neler gerçekçi, neler yapay, bunu görmek gerekmektedir.
* * *
Okurlarımız, en başta yaptığımız bir ayırımı, geleneksel sol-yeni sol ayrımını hatırlayacaklardır. Bu ayırımın yukarıda sözü edilen mesafe sorununa ilişkin önemi bugün nasıl değerlendirilebilir?
Hatırlatalım ki söz konusu ayırım Gelenek tarafından yasal parti tartışmalarına hiçbir zaman taşınmamış, burası için de geçerli bir ölçüt olarak alınmamıştır. Ancak yine de sorun bununla bitmiyor. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler, doğrudan doğruya bu kavramların kendilerini olmasa bile, içlerine nelerin girip, nelerin giremeyeceğini bugün tartışılır hale getirmiştir.
Geleneksel sol kavramının iki bileşenine özellikle dikkat etmek gerekiyor. Okurlarımızın hatırlayacağı gibi, Marksizmin 20. yüzyıl koşullarındaki özgün bir yorumlanış şekli, ayrıca öncülük ve örgüt anlayışlarının yorumu ışığında yeni bir içerik kazanmaları, geleneksel sol kavramının omurgasını oluşturur. İkinci olarak, yine geleneksel sol, yapılabilecek çeşitli eleştirilere, kuruluş dönemi uygulamalarının bazılarına yöneltilebilecek itirazlara rağmen, 1917’nin ve sosyalist kuruluşun, bugüne dek kapitalizmde açılmış en önemli ve kalıcı gediği temsil ettiğine inanır. Dahası bu gedikte şekillenen gücün, bugün de, dünya sosyalist hareketinin geleceğini belirleyen en önemli etkenlerden biri olduğunu kabul eder.
Yukarıda yeniden özetlenen kavramın, özel konum belirlemede ölçüt, global süreçleri çözümlemede ise yararlı bir araç olma işlevini bugün de koruduğunu söylüyoruz. Üstelik, geleneksel solun ilk ögeleri olarak saptadığımız örgüt ve öncülük anlayışının, günümüz Türkiyesi için özellikle geçerli olduğuna inanıyoruz. Ne var ki Türkiye sosyalist hareketinde özellikle son yıllarda yaşanan yeniden konumlanış süreçleri, sosyalist kadroları önemli ölçüde etkilemiş ve değiştirmiştir. Sosyalist hareketin kadroları, Gelenek‘in klasik ayırımı çerçevesinde de anlam taşıyan önemli bir yeniden harmanlanma sürecinin içine girmişlerdir. Örneğin bugün geleneksel solun kadim yapılarının bazı aşırı yenilikçi unsurlarını, kökenleri nedeniyle yine “geleneksel sol” kabul edip, 60’ların devrimci demokrat hareketinden Marksizme ulaşmış başkalarını salt reel sosyalizme ilişkin kayıtları nedeniyle “yeni sol” saymanın ne gerçeklik, ne de politik dürüstlük adına bir anlamı olabilir.
Sonuçta geleneksel sol-yeni sol ayırımının bugünkü Türkiye’de ağırlıklı olarak örgüt ve öncülük anlayışlarının farklılaşmasında odaklandığını, reel sosyalizme ilişkin olarak alınan tutumunsa bir ölçüde daha geri plana düştüğünü söylemek gerekmektedir. Ayrıca, yararlı soyutlamalar olmalarının ötesinde, aynı kavramları, yeniden harmanlanma dediğimiz ve henüz noktalanmamış bir olgunlaşma sürecine teşhis aracı olarak taşıyıp yine aynı kavramlara ilişkin kesin tekabüliyetler aramak, bugün için gerçekçi bir tutum olmayacaktır.
Reformizm-Devrim: Ayrışma Hangi Aşamada?
Sosyalist kadrolar arası mesafelerin yeniden sınanmasına ilişkin olarak söylenenleri güncel örneklerle açmak yararlı olabilir. Ancak bundan önce önemli bir belirlemede bulunmak istiyoruz.
Hangi mesafelerin hangi platformlarda sınanabileceğini iyi saptamak, olumlu sonuçlara ulaşabilmek açısından zorunludur. Örneğin eğer gündemde olan birleşik yasal sosyalist parti ise, böyle bir platformda birbirine ilk bakışta oldukça uzak görünen mesafelerin bile yeniden sınanması anlamlı olabilir. İzleyebildiğimiz kadarıyla, örneğin TBKP ve TSİP kadroları ile son zamanlarda geleneksel Aydınlık çizgisinden kopanların bazılarının, kendi aralarındaki mesafeleri bir kez de aynı partisel birliktelik içinde sınamamaları için bir neden göremiyoruz. Dahası, Türkiye sol hareketinin bağımsız ama saygın aydınları ile sosyalist hareketin diri ve mücadeleci kadrolarının da (belirli kayıtları saklı tutarak) omuz verecekleri böyle bir yasal birliktelik içinde elbette Gelenek‘de yerini alacaktır. Hemen belirtelim ki, solun diri ve mücadeleci kesimlerinin (örgüt ve öncülük gibi konulardaki haklı kayıtlarını saklı tutarak) özel önemi nedeniyle böyle bir birlikteliğe en azından sıcak bakmaları ile oluşacak güç, uzun vadede Türkiye sosyalist hareketine büyük yararlar sağlayabilecektir.
Aşırı iyimser varsayımlar ve tahminlerden yola çıktığımız düşünülebilir. Doğrusu bunu biraz da bile bile yapıyoruz. Eğer Türkiye sosyalist hareketi gerçekten de önemli bir dönemecin eşiğindeyse, eğer aynı dönemeçte istisnasız herkesin bir şeyleri zorlaması gerekiyorsa, bu zorlamanın temeli bazı iyimser varsayımlar olmalıdır. İyimser varsayımlar, asık suratlı bir “gerçekçilik” karşısında en azından ciddi motivasyon örnekleri sunabiliyorlarsa, neden büsbütün bir kenara itilsinler?
Şimdi, iyimserlik temellerinden kalkmak koşuluyla, bu kez “gerçekçilik” adına, bazı engelleri daha yakından görebiliriz.
Ortada başlıca iki “ideolojik” engel görünüyor. Bunlardan ilki, Türkiye’deki Marksizm yorumlarının, bugün, bir reformizm-devrimcilik kutuplaşmasına gidip gitmediğiyle ilgilidir. İkinci sorun ise, bazıları teorik tartışma platformunda bile fazla zamana layık olmayan ve ancak “egzantrik” olarak nitelenebilecek tezlerin, sosyalist hareketin bundan sonraki gelişiminde neredeyse bir “olmazsa olmaz” yapılmak istenmesi eğilimlerinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye’de sosyalist kadrolar arasında bir devrimci çizgi-reformist çizgi ayırımı gerçekten beliriyor mu? Yoksa bazıları durup dururken böyle yapay bir ayırımı mı zorluyor?
Son aylara özgü iki tipik örnek vermek istiyoruz. Adımlar ve yayın hayatına yeni atılan Sosyalist Birlik dergilerinin yetkilileri, Marksizme ilişkin olarak bir “devrimci yorum”-“reformist yorum” ayırımına bugünden gidilmemesini, bu sorunun daha ileriye, yeni oluşacak birlikteliğin platformuna taşınmasını öneriyorlar.
Adımlar dergisinin yetkilisi, Görüş dergisinin sorularını yanıtlarken (bk. agd no:28, s.20) bu tür bir ayrımın hem “temelsiz”, hem de “erken” olduğunu söylüyor. Eğer sözcükler gerçekten yerinde ve seçilerek kullanılıyorsa, bir noktanın altı çizilmelidir. “Erken” olduğu söylenen bir ayrışmanın aynı zamanda “temelsiz” olduğunu ileri sürmek kendi içinde çelişkilidir. “Erken” olduğu söylenen bir ayrışmanın, bunlar bakış sahibi açısından “yetersiz” sayılsalar da, belirli temelleri olduğu kabul edilmiş demektir. Bunları, sözcüklerle oynama merakı adına söylemiyoruz. Ortada olan şudur: Devrimci yorumla reformist yorum arasında bir ayrışma yaşandığının, Adımlar yetkilisi de farkındadır; ama “şimdi bunun sırası değil” demektedir. İlginç biçimde, Sosyalist Birlik‘in önde gelen bir yazarı da tam tamına aynı fikirdedir. (bk. agd. no:1)
Var mı, yok mu? “Bu işin” sırası mı, değil mi?
Bir kere, Türkiye sosyalist hareketindeki bazı kesimlerin Marksizme açıkça reformist bir içerik vermede ısrarlı oldukları, üstelik bu ısrarda hayli ileri gittikleri bizce tartışılmaz bir gerçektir. Üstelik bu, salt Türkiye’ye, Türkiye’deki marksistlerin bir kesimine özgü bir yönelim de değildir. Marksizmin güncel reformist yorumu, bugün, uluslararası ölçüde gündeme gelmiş, ağırlık kazanmış bir yönelimdir. Söz konusu reformist yönelimlerin tartışılıp eleştirilmesi ve bunun almaşığı olarak “devrimci yorum”un nesnel temellerine oturtulup belirginleştirilmesi, Türkiye sosyalist hareketinin en önemli gündem maddelerinden biridir.
Üzerinde önemle durulması gereken bir başka gerçek daha vardır. Bugün dünya sosyalist hareketinin bir anlamda gençlik aşısına gereksinim duyduğunu, eski kalıpların yerine yaratıcı ve yenilikçi hamlelerin geçirilmesi gerektiğini herkes kabul ediyor. Biz de ediyoruz. Ne var ki, gençlik aşısının, yaratıcılığının ve yenilikçiliğinin neden hep reformist eğilimlerle özdeşleştirildiğini, canlanma gereğinin neden hep “sağ” yorumlarla eşitlendiğini anlatmakta da güçlük çekiyoruz. Gelişmiş kapitalist ülkeler söz konusu olduğunda yenilikçilikle reformizmin belirli noktalarda uyuşabileceğini düşünmek, en azından bazı konjonktürlerde mümkün olabilir. Ancak Türkiye gibi ülkeler gündemdeyken, reformist ve inkarcı çıkış noktalarının, çapları ne olursa olsun, marksist aydınları yaratıcı ve gerçek anlamda yenilikçi kılabileceğine hiç mi hiç inanmıyoruz. Türkiye’de gerçek anlamda yaratıcı, üretken ve yenilikçi olmak isteyen her marksist, en başta radikal olmak toplumun devrimci dönüşümünü hedef almak zorundadır. Bu keyfi bir tercih değildir. Yaratıcılığın ve gerçek anlamda yenilikçiliğin kökeninde her zaman tutku, öfke, sınıf kini ile bunların hep birlikte sağladığı entellektüel motivasyon olmuştur. Başka ülkelerin deneyleri bir yana, reformizmin, demokratizmin ve sivil toplumculuğun, yaratıcılık ve yenilikçilik adına Türkiye toplumuna nasıl yaklaşabildiğini son 8-9 yılda hep birlikte görmedik mi? Bundan sonrakilerin de hiç farklı olmayacağını hep birlikte göreceğiz.
Bütün bunlara rağmen bir başka noktayı da hemen eklemek istiyoruz. Reformist yorum-devrimci yorum tartışmasının, geniş bir kolektiviteye başka deyişle, solun hemen hemen her kesiminin bir başkasının dediğine duyarlılık kazanabileceği bir tür birlikteliğe taşınmadan, bugün varolan yapılanmaların salt kendi mevzilerinden yapacakları karşılıklı salvolarla sürdürülmesini de verimsiz buluyoruz.
Bu görüşün gerçeklerini de tartışmak istiyoruz.
Yasal Parti: Ne Beklenmeli?
Günümüz Türkiyesi’nde, ister radikal, ister reformist, solun tüm kesimlerinin aşmak zorunda oldukları bir toplumsal meşruiyet darboğazı vardır. Türkiye sosyalist hareketi düzende bir boşluk yaratmak, bir hava deliği açmak zorundadır. Ayrı grupların bugüne dek kendi özel çabaları ile gerçekleştirdikleri, kuşkusuz inkâr edilemez. Ancak, artık bu işi çok daha makro planda düşünmenin zamanı gelmiştir ve geçmektedir. Böyle bir hava deliğinin gereken boyutlarda açılmasının ise, yasallık alanına ciddi bir güç tatbikinden başka yolu görünmemektedir. Kanımızca, bu görevi bütünüyle küçümseyen radikal çizgiler kendi yollarında pek ileriye gidemeyecek, en çok böbürlenenler de sonuçta, ancak düştükleri kadar yer yakabileceklerdir. Özetle, yasallık alanını büsbütün reformizmin tekeline terk etmek, devrimci kanat için elbette bir ölüm değil, ama hiç de hakedilmemiş bir güdüklük fermanı anlamına gelebilecektir.
Radikal kesimin, dünyanın ve Türkiye’nin bugünkü koşullarında kendi temellerini yeniden üretmede henüz yetersiz kalması da bir başka gerçektir. Bu nedenle, şu an için ortada olan, adına kemik ortodoksluk diyebileceğimiz, inanç sağlamlığına rağmen henüz kısır kalan bir şekillenmedir. İplerin büsbütün kopması ve bu şekillenmenin kendi kabuğuna çekilmesi, onu daha da statik, verili dar konumu ile yetinir duruma düşürebilecektir.
Buna karşılık, sosyalist hareketin değişik kesimlerinden gelen kadroların bir aradalığında, sözgelimi yanıbaşındaki bir sağ eğilime doyurucu yanıt getirme yükümlülüğü, soldaki radikal yorumu çok daha üretken ve yaratıcı kılabilecektir. Nihayet, bir arada olmak, en azından aynı örgütsel mekânı paylaşmak, kadrolar arasındaki etkileşimin boyutlarını da artıracaktır. Uzaktan yapıldığında hedefi bulmayan, bulsa da etkili olamayan salvoların yerini bu kez yakın plan uyarı ve uyandırıcılar alabilecektir. Özetle, Marksizmin devrimci yorumunu sahiplenenlerin, bazıları gerçekten de safkan reformist, ama çoğu neyin gerçekçi, neyin hayalci olduğuna henüz karar verememiş, salt ciddi bir alternatif tanıyamadıkları için varolanla yetinen unsurlarla aynı birliktelik içinde yer almaları, kanımızca onlara zarar vermeyecektir.
Şimdi daha “gerçekçi” olabiliriz. Denecektir ki, söz konusu olan, tüzüğü, programı ve hukuki varlığıyla düpedüz bir partidir. Böyle bir parti, içinde reformistler ve devrimciler, sabahtan akşama hep teori mi tartışacaktır? Böyle bir partinin dayandığı birliktelikler uzun ömürlü olabilir mi?
Türkiye solundaki devrimciler, söz konusu partiyi, devrim yapacak nihai bileşim olarak peşinen değerlendirmez ve ondan böylesi bir yapının en ideal ölçütlerini beklemezlerse, bizce yine de bazı ortak noktaların bulunabilme şansı vardır. Böyle bir ortak hava deliği için zorunlu temel, tüzük ve programın ötesinde güncel politikaların saptanmasında da gerçek anlamda bir katılımın sağlanması, yine bu politikalarda reformizmi deklare eden tercihlerden özenle kaçınılmasıdır. Örneğin belirli ilkeler üzerinde oluşmuş bir parti birlikteliğinde tutulup “ben ülkemin çıkarı için burjuvaziyle de işbirliği yaparım” veya “gerçek bir demokrasi için DYP ve RP’ye de elimizi uzatıyoruz” türü sözler edilmeye başlanırsa işlerin o noktada biteceğini herkesin baştan bilmesi gerekir.
Somutlaşması için açık bazı örneklerini verdiğimiz yaklaşımlardan kaçınıldığı takdirde, marksist bir temele oturan ve asli görevi sosyalizmi Türkiye’nin politik gündemine sokmak olan bir yapıda uzlaşılabileceğini düşünüyoruz.
* * *
Yeri ve sırası gelmişken, çok önemli bir noktaya daha değinmek istiyoruz.
Son yıllarda Türkiye’de sosyalist hareketin örgütsel birliğinin geliştirilmesi sorunu ne zaman gündeme gelse, bu gündeme mutlaka çarpıtılmış bir görüntü de sokuluyor. Sanki ortada gerçekten çok geniş bakışlı, dayatmacılık nedir bilmeyen, safkan birlikçi bazı kadrolar veya partiler var ve bunlar solun uzlaşmaz, katı ortodokslarını birliğe çekmek isteyip bunda ne yazık başarı sağlayamıyorlar…
Öncelikle, bu görüntü kırılmalı, paramparça edilmelidir.
Türkiye’de, yasal parti için birlik sorununda iyi niyetin birtakım pelteleşmiş unsurlar, oyun bozanlığın ise hep “ortodoks” kadrolar tarafından sergilendiği yolundaki aldatmaca son bulmalıdır. Bunun için şimdi tek tek sormak gerekir:
Toplumların toplumsal-siyasal gelişme dinamiklerinin çözümlenmesi yöntemi olarak Marksizmin ağırlığını ve öncülük işlevini yitirdiğini ilan etmek, daha çok bilgisizlikten kaynaklanan bazı tereddütleri “tartışma” adına ortaya sürüp insanları bununla meşgul etmeye çalışmak çok mu ikna edicidir?
Dünya sosyalist hareketinin gelmiş geçmiş tüm sorunlarını moda gereği ve garip bir açık artırma mantığı içinde Stalin’den bilmek, kimsenin Stalin’i putlaştırmadığı koşullarda şeytan taşlarcasına Stalin taşlamaya adam çağırmak çok mu birleştiricidir?
Yıllar önce, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşu döneminde tasfiye edilen zengin köylülerin ardından bugün ağlamak, yaşamı boyunca hiçbir dönem hiçbir alanda tutarlı olamamış bir Buharin’e güzellemeler dökmek çok mu toparlayıcıdır?
Kurulacak bir partiye hastaların veya kriminallerin terapi merkezi olarak bakmak çok mu derleyicidir?
Ve bu türden yaklaşımları, tartışmanın da ötesinde, atılacak somut politik ve örgütsel adımların temeli saymakla mı sosyalist güçlerin “en geniş” birliği sağlanacaktır?
Biz, Türkiye’deki sosyalist kadroların bu kadar amorflaştıklarına inanmıyoruz.
Kuşkusuz, isteyen kendi dergisinde, yazısında, kitabında istediği sorunu tartışabilir. Ama “çok kanatlı” da olsa, bugün için oldukça hassas uzlaşmalara dayanması gereken parti ayrı bir olaydır. Örneğin dünyanın en serbest partisinde inanılmayacak ölçüde uygar ve Polyanna kadar iyi niyetli insanlar arasında da olsa, “ele geçirilen iktidar geri verilmeli mi, verilmemeli mi” türü sorunların tartışılması halinde sinirleri bozulacak insanlar mutlaka çıkacaktır. Şimdi böylelerini kim, nasıl “dogmatizm” ve “uzlaşmazlık”la suçlayabilecektir?
Hangi kesimden, hangi gelenekten gelirlerse gelsinler, insanlar, kendi gelişim süreçleri içinde veya parti olarak “keşfettiklerine” inandıkları her şeyi, istedikleri anda kolektif yapının ön koşulu veya baş sorunu haline getiremezler. Kurulacak bir yasal parti, başarı için, en başta partinin gündemi ile çeşitli dergilerin ve özel kadroların özel gündemlerini birbirinden ayırmasını bilmek zorundadır.
Ortak Yayın Önerisi
Tüm iyimser varsayımlara rağmen, yasal bir birleşik partinin önünde engeller durmaktadır ve bu engellerin çok kısa bir süre içinde aşılması mümkün olmayabilir. Buna karşılık, ortak bir yayın önerisi, daha büyük bir fizibiliteye sahip görünmektedir.
Burada, bir noktayı özellikle ve öncelikle vurgulamak istiyoruz. Yasal bir parti adına, buraya dek samimiyetle, hatta gerçekçilik sınırlarım belirli ölçülerde zorlayarak savunduğumuz genişliği, ortak yayın söz konusu olduğunda bir ölçüde daraltma gereğini duyuyoruz. Başka bir deyişle ortak yayın, yola çıkarken, birbirine göreli olarak daha yakın konumlanan odakların kolektif çabasına dayanmalıdır. Aralarında çeşitli gerekçelerle ortak çalışmaya katılmayabilecekler olsa da biz, Çağdaş Yol, Emek, Görüş, Hedef, İktidar Yolu, Medya Güneşi, Sorun, Sosyalist Birlik, Toplumsal Kurtuluş, Yeni Aşama ve Yeni Öncü çevrelerini böyle bir birlikteliğin içinde değerlendiriyoruz. Gelenek, yukarıda sözü edilen çevrelerin tümü veya istek gösteren bölümüyle ortak bir yayın çalışması içine girmeye hazırdır.
Ancak böyle bir ortak yayın, hep birlikte sahip çıkılan değerlerin ve geleneklerin savunulmasının ötesinde, en genel anlamda ve yalnızca “sosyalist demokrasi uygulamaları”, “Stalin sorunu”, “tek ülkede sosyalizm” ve benzeri konularla uğraşacaksa, bunda yarar görmüyoruz. Bu konular, ortak çalışmaya katılanların kendi özel yayın politikaları çerçevesinde ele alınmaya devam edilebilir. Bizce ortak yayın, Türkiye sosyalist hareketinin bir bütün olarak hayli eksiklik çektiği bir alanda yoğunlaşmalıdır. Bu alan, Türkiye’nin somut sınıfsal gerçekliğinin başta tarihsel, tüm boyutlarıyla ortaya konulması ve bundan geleceğe ilişkin projeksiyonlar üretilmesidir. Örnek verecek olursak:
-Türkiye sosyalist hareketinin 1920’den günümüze 70 yıllık tarihinde öne çıkan noktalar,
-Türkiye’de işçi sınıfının konumlanışı, potansiyeli ve mücadele deneyimleri; bundan çıkarılabilecek dersler,
-Türkiye’de üstyapı unsurlarının şekillenmesi, burjuvazinin ideolojik egemenliğinin kurulup gelişmesi,
-Türkiye’de siyaset; geçmişte ve bugün burjuva siyasal partilerinin yapısı, işlevleri,
-Türkiye kapitalizmin yapısı, özel bunalım kaynakları ve odakları,
-Türkiye’nin Ortadoğu ve Avrupa ilişkileri çerçevesindeki yeri; Avrupa Topluluğu’nun Türkiye’nin ekonomik-politik geleceği açısından önemi,
-Ulusal sorunun Türkiye’deki özel boyutları vb.,
bizce böyle bir ortak yayında ele alınması gereken türde konulardır. Ayrıca bunlar, Türkiye’deki sosyalist kadroların neredeyse tümüyle akademisyen kesime terk ettiği, oysa kendi politik projeleri açısından hayati önem taşıyan konulardır. Gerçekte, devrimcilik-reformizm tartışması dahil her şey son tahlilde buradan çıkacak, ikisi arasındaki savaşın teorik düzlemde belirleyici muharebesi de bu alanda verilecektir.
Ama daha kısa dönemde en önemlisi, sosyalist hareketin kadroları, aralarındaki mesafeleri sınamada yeni bir zemine kavuşacak, seçim kampanyalarıyla sınırlı kalan ortak iş yapma alışkanlığı gelişecektir.
Sonuç veya Eskiler ve Yeniler
Genel bir benzetme yapacak olursak, bugün Türkiye sosyalist hareketinin ayağa kalkabilmesi eski (60-70 dönemi), ileriye yol alabilmesi ise, yeni (70 sonrası) kuşaktan kadroların sergileyecekleri performansa bağlı görünmektedir.
Elbette eskilerin “yürümeyeceğini”, yenilerin de ayağa dikiliş görevinde etkisiz ve işlevsiz kalacaklarını söylemiyoruz. Ama yakından bakıldığında her kuşak bir bakıma kendi göreli avantajına sahiptir ve yeri geldiğinde bunu azami biçimde kullanma durumundadır. Bugün zamanı gelen ve kendini dayatan, Türkiye sosyalist hareketinin eski kadroları başta, sözünü ettiğimiz ortak hava deliği için seferber olunmasıdır. Bizce, yalıtılmış durumdaki kadroların araştırma, muhasebe ve yeni birikimleri için aldıkları mola artık kullanılmıştır. Şimdi, daha büyük birliktelikle yola devam etmek gerekiyor.
Türkiye’deki sosyalist kadrolar açısından 80’li yılların en önemli “dışsal” etmeni, Sovyetler’deki gelişmelere de paralel olarak sosyalizmin temel sorunlarının yeniden ve tüm boyutlarıyla gündeme gelmesi olmuştur. Yarattığı çoğu kez örgütsüz aranışların, sağa itici uzantılarının yanısıra, bu gelişmeler, Türkiye sosyalist hareketinin önemli kadrolarını birbirine daha çok yakınlaştırıcı bir işlev göreceğe de benzemektedir. Yasal bir parti, bu tür yakınlaşmalardan azami ölçülerde yararlanmasını bilmek durumundadır.
Ya sosyalizmin “yeni” kadroları?
Sosyalizmin 80 sonrası için konuşulduğunda, sayıca belki az, ama yetenekli, araştırıcı ve diri yeni kazanımlar, siyasal yaşamlarına çoğunlukla çizgi angajmanları ile başlıyorlar. Bu, kaçınılmaz olduğu ölçüde doğrudur da. Çünkü çizgi angajmanı, teorik konum ve kimlik belirlemenin ötesinde, aynı zamanda bir siyasal aktivite kararlılığının da göstergesi olmaktadır. Bu genç insanlara yapılabilecek bir kötülük, onları sosyalist hareketin genel dinamiklerinden ancak dolaylı yollardan ve ikinci ellerden haberdar olabilen siyasal kapatmalar haline getirmektedir. Bu insanların, olgunlaşmak ve yetkinleşmek için, kendi siyasal bağlanmalarını reddetmeyen bir dışa açıklık kazanmaları, aynı bağlanmaları başka çizgiler karşısında da sınayabilmeleri gerekmektedir. Bütün bunlar, en başta, yeni bir aparatçık ordusu yaratmaktan kaçınmak için zorunludur.
Yasal parti, bu insanların geniş ölçekli eğitim ve olgunlaşma süreçleri açısından da yararlı işlev görebilecektir. Dar örgütsel bağlanmaların bugün kaçınılmaz olarak dayattığı sınırların ötesinde, yakın hedeflerin ve mücadele araçlarının makro planda yaratılabilmesi, yine aynı kesimler açısından önemli bir gıda olacaktır. Örgüt, ilişki, kitle çalışması vb. bu makro düzlemde daha reel yönleriyle gündeme gelecektir.
Belki söylenenlerden çoğu gerçekten iyi niyet varsayımlarına dayanıyor. Ama bu tür varsayımlara dayanıp bir şeyleri zorlamak, boşa zaman harcamak değildir. Kısa vadede ortaya somut sonuçlar çıkmasa bile, en azından sosyalist kadroların birbirlerini çok daha yakından tanımaları bu sayede sağlanabilecektir.
Bu da az şey değildir.
GELENEK