Türkiye solunun otuz yıla yaklaşan yakın tarihinde üç dönem ayrıştırmak mümkün. İki açılım-yükseliş dönemi, sırasıyla, 12 Mart ve 12 Eylül ile kesintiye uğradı. Üçüncü dönem ise, henüz bir yükseliş niteliği kazanabilmiş değil. Solda iki döneme darbelerin nihayet vermiş olmasını fazla abartmamak gerekiyor. Öncelikle, bir tarafın ileri adımını mümkün kılan etkenler arasında mutlaka karşı tarafın zaafları da vardır. Üstelik bu genel formülün ötesinde, gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül’e yaklaşıldıkça solun iç çözümsüzlüklerinin yoğunlaştığı, bir anlamda hareketin içinin boşaldığı da söylenebilir. Bu yazıda solun otuz yıllık tarihi üzerinde durulmayacak. Ancak başlarken yakın geçmişin bugün ile kimi benzerlik ve farklılıklarına dikkat çekmek istiyorum.
Sol hareket 12 Mart’a tıkanmışlıklarla geldi. TİP parlementarizm, popülizm, sosyalist devrim düşüncesi gibi yönelişlerin bitirilmemiş ve birikmiş hesaplaşmalarıyla yüklenirken, MDD cuntacılığı ile gençlik aktivizmi arasında salınan bir devrimci demokrat şekillenme farklı çözüm yolları aramaya uğraşıyordu. 12 Mart terörü, yaratılmak istenen efsanelere karşın, aslında bu hareketin bir öz-savunma konumuna sürüklenmesini yansıttı. Hareketin bütünündeki projesizlik ve çıkışsızlık, 80 Eylül’üne gelinirken de sola damgasını vuruyordu. 12 Eylül öncesinde Türkiye sosyalist hareketi, mümkün tek çıkış yolunu, iktidar perspektifine oturan bir önderliği üretememişti. Hareket her iki darbeyle de, bu temel eksikliğin sancısını taşırken karşılaştı.
Ama her iki dönemde de çözümsüzlükle karşılaşmak için hareket önce bir “zirveye” tırmandı. Biriken sorunların yüküyle yapılan bu çıkışların ardından çözülme dinamikleri bu birikime dayanarak hızla işledi. Ama önce yükseliş vardı…
Solda Durum
80’li yıllarda ise, Türk solu yükselişe bir türlü geçemiyor. Öğrenci hareketinde ön plana geçen öznelerin sık sık değiştiği, ama kesintili iniş çıkışlardan politizasyonun genel düzeyine ilerletici bir etkinin aktarılamadığı bir sürünceme yaşanıyor. İşçi hareketi giderek kendiliğinden tepkileri beslerken, sosyalistler sınıfın hareketliliği karşısında çok uzun zamandır düştükleri en uzak noktadalar. Sol hareketin ülke gündemine sokmakta en fazla adım attığı konuların sosyalizmle organik ilişkisi olmayan düzen içi sorunlara dayandığı görülüyor. Bunların bile solun çabasının mı, yoksa düzenin iç-dış dinamiklerinin genel bir ürünü olarak mı gündeme girdiği tartışma kaldırır…
Sol hareketin bu geri konumunun adı marjinalliktir. Dokuz yıllık tablonun göstergelerinden yukarıda genel olarak söz edildi. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, göstergelerin yorumlandığı testlerin ülkenin genel politik süreçlerini temel aldığıdır. Genel politik süreçler karşısında solun ne denli etkide bulunabildiği sorusunun yanıtı hiç de olumlu değil. Çünkü, en başta Türkiye solu böyle bir etkinliğe sahip olabilmenin ön gerekliliklerini yerine getirmiş değil.
Genel bir ifadeyle öngerekliliklerden sol hareketin iç konsolidasyonunu kastediyorum. İç konsolidasyon, teorik gelişkinlik, ideolojik netlik, ülkedeki sınıf mücadelelerinin güncelliği ile nihai hedef arasında köprü oluşturacak bir siyasal program ve çeşitli düzeylerde kadro birikimini sağlamış örgütsel hazırlık ögelerini kapsıyor. Önemli olan bu ögelerin birbirlerini karşılıklı koşullandıran bir bütünsellik içinde oluşturulmalarıdır. Düşünsel yanların soyut akademik tartışmacılığa, örgütsel hazırlığın teknisyenliğe indirgenmemesinin güvencesi de bu bütünselliktir. İç konsolidasyon ile genel politikanın etkin ögesi olabilmek arasındaki ilişki de bir öncelik sorunu değildir. Konsolidasyon, önünde sonunda siyasal pratikte test edileceği gibi, üretilmesinin ortamını da yine siyasal pratik sağlar. Ancak bu iki yön arasındaki ilişkide bir “yoğunlaşma” farklılığı da mutlaka saptanmalıdır. Hareketin kendi ihtiyaçları dönemsel olarak bu iki yönden birinin ya da diğerinin üzerinde yoğunlaşmayı gerektirecektir.
Sol hareketin bugün ülke gündemine müdahale etme uğraşı dramatik bir eşitsiz gelişmeyi içinde taşıyor. Sol, genel siyasal gündemin ya da sınıf mücadelesinin bulunduğu momentin gerektirdiği kimi çıkışları gerçekleştirmek ile içsel konsolidasyondan yoksunluk arasında sıkışmış durumdadır. Bu çelişkinin sonucu olarak, (1) girilen politik aktivitelerin dolaysız sonuçları cılız kalmaktadır. (2) Faaliyet çizgisi, özellikle yayınlarda da gözlemlenebileceği gibi, “içe kapalı tartışma” ile varolmayan bir kitleselliğe hitap etme arasında salınmaktadır. (3) Bu eklektik durum bir yandan kadro niteliğinin yükseltilebilmesini; (4) diğer yandan kitleye dönük çalışmalarda konu özeline denk düşen siyasal perspektif ve talepler üretmeyi engellemektedir. Sol hareket önüne çıkan somut sorunlara net bir siyasal programla değil, ideolojik ilkeleriyle yanıt arama durumunda kalmaktadır. Çünkü sadece gelişkin bir programdan yoksun olmanın ötesinde ortada bir ideoloji-program karışıklığı da vardır. (5) Hareket bir yandan içe kapalı görüntü çizerken, öte yandan tanımı gereği kitlesel olması gereken kimi çalışmalara da girişmekte, ama göstergeler sürekli olumsuz sonuç vermektedir… Bu çelişkilerin uzun süre yaşanması, belirtileri şimdiden doğan ciddi kişilik bozuklukları yaratacaktır.
Yukarıda olumsuz göstergelerin genel politik gelişmelere müdahale gücünden çıkarsandığına dikkat çekmiştim. Gelecek vaat eden dinamikler, hareketin güncel durumu dolayısıyla doğal olarak bu tür göstergelerde ifadesini bulmuyor. Hareketin bütünü, hâlâ iç konsolidasyon üzerinde yoğunlaşılması gereken bir dönem geçiriyor.
Şöyle bir soru sorulabilir: “Sosyalist hareket, belirli bir zaman ve mekanda, açılımlardan, mücadele organ ve ortamlarından yoksunsa, bir iç reorganizasyon ihtiyacı varsa, bu süreci sınıf mücadelesinin her cephesinde hareketin kendini kanıtlamaya uğraştığı bir genişlemesine atılımla mı, yoksa mücadele alanları arasında öncelikler saptayıp, kimi özel alanlarda derinlemesine gelişmeyi hedefleyerek mi yaşamalıdır? Sol hareketin marjinal bir konumda olduğunu saptamak kendi içinde ikilemin ilk yönünü aslında yok etmektedir. Soruya verilecek yanıtın ikinci yönde olması kaçınılmaz sayılmalıdır. Genişlemesine politikayı seçenlerin değişik alanlara eş düzeyli müdahale edememeleri bir yana kimi alanları az gelişmişliğe terk etmeleri, derinlemesine gelişimin sürecin doğasında olduğunun kanıtı sayılmalıdır.
Bu söylenenlerden kimilerinin “görev ertelemesi” yorumları çıkartıp geçersiz eleştiriler yöneltmemeleri için şimdiden kimi uyarılar yapılabilir: (1) Bir özel alana -bu örnekte iç konsolidasyona- vurgu koymak kendinde bir amaç değil,tüm alanlarda olgunlaşmaya giden bir yoldur; (2) siyasal özne olmak iddiasını taşıyanların misyonu, kendi dışarılarında olup biteni kovalamakla belirlenmez, mutlaka müdahalenin uygun ve işlevsel araçlarını bilinçle yaratmayı da içerir; (3) genel/genişlemesine politika, sol hareketin savunma konumlarında olduğu ya da bütünsel reorganizasyonlara ihtiyaç duyduğu konjonktürlerde, etkinlik sağlayabilmenin koşulu olarak geri hedeflere çekilmeyi dayatır. Oysa bu ödünler, tam da söz konusu bütünsel reorganizasyonu zedeleyecek gediklerin açılması demektir.
Türkiye sosyalist hareketi şu anda ne seçmen oylarında, ne meydanlardaki cılızlığını, ne de kendiliğinden hareketlenmeler içindeki etkisinin zayıflığını umut söndürücü göstergeler olarak ele almak durumunda değildir. Göstergeler “iyi” olduğu için değil. Sosyalistleri birincil olarak ilgilendirenlerin bu sonuçlar olmaması gerektiğinden. Marjinal bir hareketin büyük etkinlikler yakalayamamasına hayıflanmak oldukça anlamsız bir değerlendirme olacaktır. Göstergeler daha “iç” sorunlardan yola çıkarak seçilmelidir.
Marjinallik ve Seçilen Yollar
Sol hareketin 80’li yıllarda eski bildik perspektif ve araçlarla zengin bir açılım sağlayamaması, farklı kesimlerde farklı yolları gündeme getirdi. Başka etkenlerin de rol oynadığı bir arayışta TBKP, eski TİP ve TKP’nin sağ eğilimlerini arattıracak denli reformizme yöneldi. Uzunca bir süredir, legalleşme bu hareketin birincil gündem maddesini oluşturuyor. Ancak kritik olan özellik, projelerin her birinin kişiliksizleşme-sıradanlaşmayla el ele gitmesi. Yukarıda, solun bütünsel iç reorganizasyona ihtiyaç duyduğu dönemlerde genişlemesine politikanın, düzenin mevcut her cephesinde tam boy ortaya çıkmayı hedeflemenin, etkinlik için ödüne zorlayacağını yazmıştım. TBKP’nin ılımlılaşma sürecinde uluslararası hareketten gelen esintiler ve her iki partinin geçmişlerindeki kimi niteliklerin yanısıra böylesi bir pragmatik yön de var: Politik açılım için ideolojik gerileme…
Bu yaklaşım öncelikle bir kimlik sorunuyla karşı karşıya olan Türk sosyalistlerini demokratlaşmaya iteleyerek bir tahribat yaratıyor, bu doğru. Ama işin ironik yanı, TBKP’nin son iki-iki buçuk yıldır ne kadar geri adım atarsa atsın, ne düzenden icazet, ne de kitleler nezdinde etkinlik elde edememesidir. Türkiye kapitalizmi sosyal-demokrasinin soluna, ne olursa olsun politik meşruiyeti öyle kolay kolay vereceğe benzemiyor.
TBKP’nin bu kişiliksizleşme sürecinde nereye kadar gideceği belirsizdir. Bir siyasi hareketin saatini sürekli düzene göre ayarlamasının, politikasını (sosyalistleştirmek değil) bağımsızlaştırmak yerine, dış etkilere verilen reflekslere indirgemesinin bir sınırı olmalıdır. O sınırın ötesi oto-likidasyondan geri dönüşü olmayan bir alandır.
“Sağ” cenahtaki bu gelişmelerin solun bütününe ilişkin olarak taşıdığı bir garip yön daha var: Politikası bağımlı tutulan, ideolojisi demokratlaştırılan, likidasyonun eşiğinde bir hareketin düzenden ödünç aldığı gündemin solun bütünü üzerindeki etkisi hak ettiğinden fazladır. Solun diğer kesimlerinin çıkışsızlığı TBKP’nin gündeminin yankılanmasını sağlamaktadır. Radikal kesimlerin acemilikleri ve çıkışsızlıkları sürdükçe, kendini likide etmek yerine, bekleme odasından çıkıp kendi politikasını üretmeye başlayan bir reformizm, radikal çizgilerin alanını ciddi olarak ve önemli bir süre için daraltabilir. Radikal kesimde sağlıklı adımların sıklaşması ise, hele Türkiye’de, reformist gündemleri silecek gücü rahatlıkla bulacaktır.
Sol içerisinde bunalımdan çıkışı radikalizmde arayanlar bu anlamda anahtarı da ellerinde tutmaktadırlar. Bu kritik pozisyon, yalnızca bu kesimlerin, yukarıda sözünü ettiğim iç reorganizasyonu gerçekleştirme şansına sahip olmalarından kaynaklanıyor. Sosyalist hareketin kimlik sorunu bu kesimden hareketle çözüme bağlanabilir. Bunun verileri, bir, bu kesimde son dönemlerde artık sınıfa-karşı-sınıf radikalizminin yerleşmeye başlamasıdır; söz konusu olan dar anlamda aktivizm değildir. İki, belirli bir deneyim ve kadro birikimi mevcuttur. Üç, radikal kesimlerin kimi odakları Türkiye solunun teorik gelişmesine ve politik perspektif üretimine ağırlığını koyabilecek çaptadır. Ancak bu avantajlar önemli yetersizliklerde de iç içe geçmiş durumdadır. Örneğin, doğru tutum alışların süreklilik kazanmalarına rağmen, çoğu zaman teorik-politik-örgütsel uzanımlarıyla net ve gelişkin bir arka plana oturmak yerine, radikal refleks olarak ortaya çıktıkları söylenebilir. Sonra, yine alınan tavırların politika üretimine değil, ilkesel bakışlara dayandığı gözlemlenebilir. Bu özellik de, bir sonraki evrede hareketin yolunu tıkayacak etkinliğinin yankı vermesini engelleyecek bir kısırlık kaynağıdır. Radikal kesimlerin teorik yetersizliklerini ve somut politika üretimsizliklerini kırmaları gerekiyor. Son olarak, artık herkes kısa vadeli sıçramalara bel bağlamamak gereğini kavramalı, uzun nefesli olmaya kendini alıştırmalıdır.
Radikal kesimlerin geleneksel sol, devrimci demokrat ve yeni sol nitelikleri ağır basan bölmeleri, bu niteliklere göre değişen tehlikelerle karşı karşıyadır. “Ortodoks” devrimci demokrasi muhtaç olduğu sokak aktivizmini, bir yandan yaratmaya çalışır, diğer yandan özlerken, bugün bir kez daha oldukça geri bir tipoloji şekillendirmektedir. Devrimci demokrat aktivist tipoloji, teori düşmanlığı, dar pratisyenlik, kısa soluklu olmakla belirleniyor. Gençlik hareketi içinde dalgalanmalara bağlı olarak etkisi değişebilecek olan devrimci demokrasinin 70’lerin ikinci yarısında olduğu gibi bir aktivizm ortamı yaşamıyor olması, dejenerasyona kapıyı açmaktadır. Radikalizm adına böylesi bir tipoloji yaratılmasına ne izin, ne de prim verilebilir.
Yeni solun radikallerini bekleyen tehlikeyi marjinalitenin marjinalizme dönüşmesi olarak adlandırıyorum. Bu noktayı aşağıda daha geniş olarak ele almak üzere geçiriyorum.
Geleneksel sola bakarsak, bu kesimin diğerleri arasında reel politikaya en yatkın, somut politika üretimine en yetenekli bölme olması gerektiğini söyleyebiliriz. Bunun realize olamamasının nedeni, teori ve perspektif eksiklikleridir. Geleneksel solun radikal kanadı, diğer taraftaki reformist eğilimlerden “kopma”nın anlamı üzerinde yeniden durmalıdır. Kopuşun etkileme ve hitap edebilme kanallarını yok eden bir yorumunun radikalizmin hiç de hayrına olmadığı artık anlaşılmalıdır. Türkiye’de sosyalist etkinin derinlik ve yaygınlık kazanması için, geleneksel solun tümünün sahip olduğu kadro birikimi üzerinde çekiciliğini yitirmemesi, demokratizme bırakılmaması gereken ve yapısı itibariyle demokrat değil, sosyalist olan kadrolarla bağını kopartmaması gerekiyor. Türkiye’de reformizmin tutması olanaksız planlarının beraberinde çok sayıda kadroyu, sınıf bağını ve diğer olanakları toprağa gömmesine seyirci kalınamaz. Radikal kanattaki kopuş söylemi, çığırtkanlığa dönüştüğü sürece bu tehlikeyi büyütecektir.
Arada Durmak
Radikal kesimlerin geleneksel solun reformist tezleriyle ayrımını çizerken hitap kanallarını kurutmaması gerekliliği ile “arada duranların” konumunu birbirinden ayırt etmek de gerekiyor. Aradakilerin pozisyonu bir anlamda bolşevizmle menşevizmi aynı yapıda tutma çabasına denk düşüyor. Türkiye solu bu analojiyi teorik-politik içeriğiyle kuvvetle çağrıştıran bir yol ayrımına henüz örgüt bazında netlik verebilmiş değildir. Ancak bu süreçte muğlaklığı kendi içlerinde kalıcılaştıran yapılar ciddi açmazlar yaşamaya adaydır.
Netleşmenin birinci dayanağı, dünya ölçeğinde ve Türkiye özelinde sosyalizme geçiş sorunlarının tartışılmasında, değişen nesnellikleri kapsayan teorik açılımların bir geleneği temel almaları olacaktır. Bu gelenekte bolşevizm en yüksek ve rafine ürün olma özelliğini kesinlikle korumaktadır. Arada duranlar yenilik adına bunu sorgulamaktadırlar. Sorgulama ise, hep zayıf olduğuna inanılan noktalardan başlıyor. Örneğin anti-Stalinizm dalgasının politik özü de burada aranmalıdır. Stalin döneminin bolşevizmin yumuşak karnı olduğu inancı yaygınlık kazanmaktadır.1 Radikal kesimlere düşen bir teorik görev, söz konusu dönemi kesinlikle eski ve yetersiz kalıplardan uzak bir zenginlik ve yaratıcılıkla ele almak, geri çekici dalgayı burada kırabilmektir. Sosyalist tarihin değerlerini savunabilmek konusunda radikal kesimlerin içinden bazılarının ise, hiçbir şansı bulunmuyor. Troçkist ve yeni solcu eğilimlerin kendi zeminlerine bir de bu açıdan bakmaları gerekmektedir. Bugün Türkiye solunda sağ dalgalara karşı set oluşturulması gereğini vurgulayanlar, Troçkizm ve yeni solun, bu setin oldukça zayıf taşları olacaklarını görmelidirler.
Çıkışsızlık ve Tehlike: Marjinallikten Marjinalizme
Türkiye solunda kapsayıcı ve kalıcılık vaat eden çıkış yolları formüle edilemedikçe yeni sorunlar doğmaktadır. Hareket marjinal konumun sunduğu alan ve zaman seçme gücünü, hazırlanma olanaklarını yine öznel zaaflar nedeniyle kullanamamakta, her cephede toplu çıkış da mümkün olamadıkça, önemli odak kaymaları ortaya çıkmaktadır. Marjinal alanlara doğru bu kayışı “her düzlemde, her alanda mücadele” gereğiyle açıklama olanağı da yoktur. Çünkü, birincisi, sosyalist hareket öncelikle kendi politik hattını tanımlamış, belirlemiş değildir. Oysa, yan alanlar bu hatta bağımlı olarak biçimlendirilir. İki, bu eksikliğin de sonucu olarak, pratikte, girilen yan alanlara özgü ideolojiler sosyalist perspektifi deforme etmektedir. Dönem dönem önem sıralaması değişmekle birlikte, 80 sonrası politizasyon sürecinde böylesi dört marjinalizm olgusu biçimlendi: Kadın sorunu, örgütsel işleyiş tartışmaları alanı, ulusal sorun, uvriyerizm.
1-Kadın sorunu: Marjinalizm adlandırmasını en fazla hakeden alan bu olmalı. Kitle dinamizminin oldukça zayıf, demokratik kitle hareketleri geleneğinin eksik olduğu Türkiye’de, kadın sorununun dipten gelen bir dalgaya oturduğuna inanmak mümkün değil. Kadın hareketi 80 sonrasında eski-sosyalist ve yeni marjinalite düşkünü aydınlar eliyle yola koyuldu. Politizasyonun açılımsız yaşanması kimi sol eğilimler arasında bu alana kendiliğinden bir yöneliş yarattı… Elbette sosyalistlerin herhangi bir kütleye yönelik çalışmaya girişmeleri için o kitleden kaynaklanan bir çağrı almaları gerekmiyor. Ama herhangi bir çalışmanın da sosyalistler için bir anlam taşıması, o alana özgü sosyalist politikanın üretilebilmesine ve söz konusu kitlenin sosyalist etkinliğe açıklığına bağlı olmalı. Bu ön koşulların bulunmadığı bir ortamda, mekanizma tersine işliyor. Sosyalist politika örneğin kadın marjinalizmine feda ediliyor, sosyalist etkinlik üzerinde kadın kurtuluşçuluğunun garip etkisi gelişiyor.
İster demokratik haklar, ister uzun vadeli sınıfsal, ister kültürel boyutlarıyla mücadelesi verilsin, kadın sorunu sosyalist örgütlenmeyle neredeyse eşdeğer bir mevkiye konulamaz. Eğer, bugün kimi sosyalistler “kadınların bağımsız siyasi partisi” gibi görüşlere yakınlık ifade ediyorlarsa, diğer sosyalistleri kadın sorunundaki tavırlarıyla yargılıyorlarsa, bir siyasi çizgi siyasi bir platformda kadın sorunu tavrı ile kendini dışa vuruyorsa, ortada ciddi bir deformasyon vardır.
Sosyalizmin teorik-politik sorunları karşısında düşülen çözümsüzlük işçi sınıfı zemini ve sosyalizm projesinden uzakta, başka kesimlere ve marjinalizme kayarak aşılamayacaktır. Kadın sorununun ele alınışında radikal bir değişim ise, tam tersine sosyalist bir siyasal yapılaşmanın bugünkü çıkışsızlığı aşması ile mümkün hale gelecektir.
2-Örgütsel İşleyiş Tartışmaları: Aynı temel eksiklik kimi çevreleri de, hesaplaşılması gereken geçmişin bir yönüne, örgütsel işleyiş sorunlarına itmiştir. Tarihe bakış ve teorik perspektifte kendilerini yenileyemeyenler, radikalizmlerini eski işleyişlerin eleştirisine kaydırmışlardır. Oysa, örneğin demokratik merkeziyetçilik uygulamasını insan malzemesinin niteliğinden, insan malzemesini hareketin siyasal projelerinden, programından ayırmak mümkün değildir.2 Program-politika-kadro üçgeni içerisinde yapılmayan bir “işleyiş”, bürokratizm ya da sosyalist demokrasi tartışmaları skolastisizmden kurtulamayacaktır. Bütünlüğü olmayan tartışmalarda istenildiği kadar iyi niyetle davranılsın, örneğin katılım sorununun sosyalist örgüte layık bir çözüme kavuşturulmasında, en sonu, kimi kurallar önerilebilecektir. Türkiye’de sosyalist hareketin geniş boyutlu iç konsolidasyonundan bağımsız bir “işleyiş” sorunu yoktur.
3-Ulusal Sorun: Bu bölümde “marjinalizm” deyimine geniş bir içerik verdiğim açık olmalı. Terimi ne nicel kıstaslara, ne de genel politik kıstaslara vurmuyorum. Marjinalizmi, 80’ler Türkiyesi’nde sosyalistlerin gündemlerini oluştururken kalkış noktası olarak almaları gereken tarihsel, teorik ve somut analiz konularından ve sosyalistlerin öncelikle düşünmeleri gereken sosyalizm hedeflerinden uzaklıkla tanımlıyorum. Uzaklıkla birlikte, bu tanım marjinalizmin düzen içi niteliğini de ifade etmiş oluyor.
Ulusal sorundan marjinalizm üretildiğini iddia etmek mutlaka yadırganacaktır. Burada sözüm ne kendi ulusal kurtuluşlarıyla ilgilenenlere yönelik, ne de Türkiye’de ulusal soruna ilişkin bir değerlendirme yapmayı hedefliyorum. Yalnızca Türk solcusunun ulusal sorun karşısında sergilediği kimi tutumları eleştirmek istiyorum. Hata, ulusal sorunu işçi sınıfı hareketi ve sosyalizmin önüne koymaktan ibaret. Bu yapılırken, bir kez daha, sorunun demokratik haklar, protestolar ya da sosyalizme uzanan bir perspektif içine yerleştirilmiş olması o kadar önemli olmuyor. Bugün Türk sosyalisti kendi sınıfsal-sosyalist çıkışını örgütleme eksiğini bir ulusal dinamik karşısında eziklikle dışa vuruyor. Türkiye’de bu konuda da dönüm noktası kendi sınıfsal dinamikleriyle beslenen sosyalist bir özneyle yaşanacaktır. Kürdistan’a ilişkin politikalarda Türk solunun komplekssiz davranabilmesi, ulusal sorunun çözümünü sosyalist hedefe bağımlı kılabilmesi için önce kendi çözümsüzlüklerini aşması gerekiyor.
4-Uvriyerizm: Devrimci demokraside 80’li yıllarda geçmişle karşılaştırılamayacak, yoğunlukta bir sınıf vurgusu gelişti. İşçi sınıfının tarihsel rolünden duyulan kuşkuların, bu rolü “ideoloji” departmanına hapseden tezlerin büyük ölçüde gündemden çıkması kendi başına olumlu bir gelişmedir. Ancak bu konuda popülizmden kopuş sürecinin toyluklarını gözlemlememek mümkün değil. Popülizmin tasfiyesi, aslında aynı ideolojinin işçi sınıfı için yeniden üretilmesi olan uvriyerizmde noktalanmamalıdır.3 Öncü örgüt üzerine net bir perspektif ve bu yönde atılacak kalıcı adımların yokluğunda işçi sınıfına yönelişin “doğruda durması” çok zordur. Eksikli bir yöneliş ekonomizmden anarko-sendikalizme uzanan yelpaze içinde çok değişik sonuçlar verebilir. Sınıfa yönelmenin sosyalizmi geri plana atan bir uvriyerist marjinalizmden ayırt edilebilmesi, yine sosyalist hareketin kendi projesini netleştirmesiyle mümkün olacaktır.
Sonuç
Bu marjinalizm türlerinden arınmanın yolu olarak, sosyalistlerin bu alanları “boşlamalarını” önermiyorum, elbette. Ama herkes şunu kavramalıdır: Bu alanlarda üretilecek politikaların “sosyalist” olabilmesi için, tüm faaliyet ve tartışmalara zemin sunan, bunları kapsayabilen bir temele ihtiyaç vardır. Bu, sosyalistlerin kendi kimlikleriyle tanımlanır. Oluşturulmasının asli yolu da sosyalist öznenin iç konsolidasyonu diye adlandırdığım nitelikleri edinmesinden ibarettir. Türkiye sosyalist hareketi o olgunluğa eriştiğinde, bugün marjinalizm üretilen alanlar sosyalist politikanın hayata geçirildiği düzlemlere dönüşebilecektir.
Tekrarlara düşmekten fazla sakınmadan, yazıyı bir sonuçlar-öneriler sıralamasıyla bitirmek istiyorum:
(1)Bugün eksikliği çekilen güçlü öznelliğin yaratılmasında çok sayıda hareket içinde ön plana geçerek, diğerlerinin varlığını gereksiz, anlamsız kılmış birini ayırt etmek olanaksızdır. O halde öncü adaylarının iç örgütlenmelerine kısa sürede ciddiyet kazandırmaları gerekiyor. Kadroların sürüp giden harmanlanması ile yaratılacak olan önderliğe bugünden olabildiğince sağlıklı birimler devretmek herkesin görevidir. Bunun istisnası da yoktur; çünkü marjinal olan solun bütünüdür, içinden kimileri değil.
(2)Radikalizm pratik refleks olmaktan çıkarılmalı, teorik boyutu sağlamlaştırılmalıdır. Bugün bu konuda ciddi zaaflar taşıyan hareketler vardır. Radikalizm önümüzdeki dönemde dar aktivizmin dışına taşacaksa, teorik radikalizmin rolü sanıldığından büyük olacaktır.
(3)Teorik reorganizasyonunda marjinalizm türlerine yönelik zaaflarından arınmayan hareketlerin radikalizminden kuşku duyulmalıdır. Her marjinalizm reformizme açılan bir yoldur. Çünkü düzenin bunların her birini massedebilme olanağı teorik olarak mevcuttur. Radikalizm bu dejenerasyon odaklarından temizlenmelidir.
(4)Radikal hareketler sosyalist teori ve politika üretme kısırlıklarını yine bu alanda çözmek zorundadır. Kimse, kadın sorununa abartılı bir önem vermekle, sonu gelmez örgüt teorisi orijinaliteleri ya da 1989’da işçi sınıfı keşfetmekle… rüştünü ispat etmiş olmayacaktır. Bir atılım yapılacaksa, önce bunun teorik-politik zeminini doğru saptamak gerekiyor. Bu eksiklikleri, radikal söylemin içinin kof kalmasına neden olmaktadır.
(5)Radikalizmin altını oyan bir diğer zaaf, yenilikçi reformizmin karşısına sosyalist evrensel bir mirasın sunacağı silahlardan yoksun çıkmak isteyen birimlerin varlığıdır. Anti-Sovyetik, “anti-Stalinist” ögeler radikalizmin en canlı beslenme damarını, bolşevik mirasla ilintisini kesme tehlikesi taşımaktadır.
(6)Kopuş zamanlamasında ve üslubunda acelecilik, radikalizmin kendi basacağı alanı daraltacaktır. Türkiye’de bütünü çok sınırlı olan sol birikimin bir kesiminin diğerinden gelen etkilere kapalı bir istikrara sahip olduğu düşünülemez. Önünde sonunda, harmanlanma daha bir süre devam edecektir.
(7)Sol hareket gecikmiş bir yükselişi mutlaka yaşamak zorundadır. Gecikmişlik ya daha hazırlıklı, örgütlü bir çıkışa olanak verecektir, ya da solun mevcut dar malzemesi içinde bile erozyonlar gündeme gelecektir. 80 sonrasının genç, özverili ama uzun-nefesli olmanın öğretilmediği kadroları, açılımları kısır bir hareketlilikte, elle tutulur bir verim alınmayan çalışmalarda sonsuza dek istihdam edilemezler. Aynı sorun 80 öncesinden gelen ve yorulmaya başlamış olmaları muhtemel kadrolar için de geçerlidir. Yükselişin çok gecikmesi, orta vade için olanaksızlaşmasına dönüşebilir. Türkiye sosyalistleri bu tehlikeyi bertaraf etme becerisini göstermelidirler.
Dipnotlar ve Kaynak
- Stalin eleştirisi gerçekten yalnızca bir ara uğraktır. Bu ara uğrakta “tabular” yıkıldıktan sonra, örneğin sosyalist ekonominin hiçbir zaman var olmadığı bile ileri sürülebilmektedir. (Bkz. Ahmet Kaçmaz; “Dünyamız Sosyalizme Geçişin Neresinde?” Görüş 29, Nisan 1989)
- Yakın dönemde böylesi çok-boyutluluk içeren yalnızca iki çalışma yayınlandığına tanık oldum: “Bir Belge: Sosyalist Partilerde Bürokratizm ve Kariyerizmin Kökenleri” başlığıyla yayınlanan ve orijinali 1978 TİP Ankara İl Kongresi’ne sunulmuş olan “Karşı oy yazısı” (Gelenek 22, Kasım 1988) ile A. Hamdi Dinler’in “TİP Tarihinden Kesitler-I” çalışması (Gelenek 24, Mart 1989)
- Bu konuda bir uç yorum üzerine bir çalısma olarak H. Seçkinoğlu’nun “İşçiler ve Toplum: Popülizmden Uvriyerizme” başlıklı yazısını hatırlatmak isterim. (Bkz. Gelenek 20, Ağustos 1988)