Önceleri üç-dört yılda bir seçim olurdu. 1983’ten bu yana halk yedi kez oy atmaya çağrıldı. Her şey bir yana yedi yılda yedi kez tercih kullanan bir halkın, kurduğu cumhuriyetin en geri “demokratik” dönemlerinden birini yaşıyor olması, demokrasi ve seçimler arasında burjuva ideolojisince kurulan paralelliğin ne denli sahte olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir.
Kapsayıcı bir politik gelişme olarak her zaman önem taşıyan seçimlere bir başka önem katan durumlardan biri de işte budur. Yedi değil daha da çok sandık başına gidilse, çalışanların durumunun özünde değişmeyeceği gerçeğini ve alternatifin başka bir düzende olduğunun tüm topluma gösterilmesi için malzeme ve platform yaratması anlamında önem kazanan bir seçim yaşadık. Bir yandan, her sene tercihini kullan, diğer yandan köylüsüyle, memuruyla, işçisiyle, tüm çalışanlarıyla açız diye ortaya çıkmak zorunda kal! Bir yerlerde terslik olmalıydı. Yüz binlerce işçinin eylem yaptığı ülkede sosyalizmin sözünün gündemden bu denli uzak olması bu tersliği biraz olsun açmayabilir mi?
Yine, elbette sosyalizmin sesinin ne denli gür çıkabildiği, seçimleri bizim için ve gerçekte tüm çalışanlar için önemli kılan bu olgunun ne ölçüde başarılabildiği tartışılmak üzere bekleyen ayrı bir konu. Yine de bağımsız sınıf tavrının sosyalistlerin bir bölümünce sürekli olarak korunabilmiş olmasının, bu tavrın yapmış olduğu etkiden -en azından bir dönem için- daha kalıcı izler bırakacağını söylemek gerekiyor.
ANAP Zihniyeti: Nereye Kadar?
Bugün Türkiye’de yaşanan birçok gelişme bir dönemin şiddetle sorgulanacağı günlerin uzak olmadığını gösteriyor. “Kapitalizm bir üretim” biçimi olarak yerleştikçe, ekonomik politika ve siyasal alanlarda eğiticilere gerek duydu. Bir bütün olarak sermaye ile onun siyasal ideolojik kadroları arasındaki ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Burjuvazinin siyasal kadrolarını ve ideologlarını, bu sınıfın kendi başına biçimlendirdiği kısa ve uzun dönem politikaları uygulayan kuklalardan ibaret saymak, kuşkusuz aşırı ve tehlikeli bir basitleştirme oluyor. Sermayenin farklı kesimlerinin zaman zaman çelişebilen çıkarlarını uyuşturacak, bu doğrultuda uzun dönemli politika ve modeller oluşturacak ve nihayet bu modellerin geçerliliği konusunda sermaye sınıfını bir bütün olarak eğitecek siyasal kadrolar, kapitalist düzenin vazgeçilmez ögesidir. Dahası, özel bunalım dönemleri ya da bunalımın belirli bir süreklilik kazanması gibi olgular, burjuvazinin eğiticilerine model ve politika üretiminde daha özgün görevler yüklemektedir.
Turgut Özal ve kadrosu Türkiye sermayesinin eğitmeni olmaya soyundu. Peki Özal ve kadrosu neyi anlatıp, neyi öğretecekti Türkiye burjuvazisine? En basitinden başlanabilir; Özal da en basitinden başladı: Ancak bir “zihniyet” sayılabilecek düzeyden kalkarak ve kültürsüzlüğün de verdiği cesaretle kalıcı model, hatta “iktisat felsefesi” üretmeye koyuldu. Özal yıllardır, sermayenin doğrudan doğruya kendi yanında yer alan kesimleri ile birlikte, bir sınıfın tümünü bu felsefe doğrultusunda eğitmeye çalışıyor. Özal’ın “zihniyetini”, siyasal düzlemde hayli yaygın bir zihniyetin ekonomik düzlemdeki izdüşümü olarak görmek mümkün. Türkiye’de “sallandıracaksın bir iki kişiyi…” bir siyasal zihniyettir. Şimdi, siyasal-toplumsal sorunlar “sallandıracaksın bir iki kişiyi” ile çözülebilirse, ekonomik sorunlar “kaldıracaksın KİT’leri” ya da “açacaksın gümrük kapılarını…” türü buluşlarla neden çözülmesin? Özal özellikle ekonomiye merak salan mühendislerde çok görülen bu sihirli değnek zihniyetinin pervasızlığı ile yola çıktı. “İş bitiricilik” böyle gündeme geldi.1 İşte bu zihniyetin, daha açıkçası iş bitiricilik ve pervasızlığın arabesk karışımı olan bu zihniyetin artık solmaya yüz tuttuğu seçimlerde de belli oldu. 1989 Türkiyesi’nde insanlar, belki de hemen yarın “köşeyi dönebileceklerini” düşünmüyorlar. Oysa yakın zamana kadar sekizinci dereceden sıradan bir memurun bile hayalini birkaç günde zengin olma hayallerinin doldurduğu hatırlarda. Zengin olmanın hiçbir yolunun ayıp karşılanmadığı bu zihniyetin çöküşü de, böylece, pek hızlı oldu. İnsanlar açız diye sokağa çıkmaya başladılar.
Elbette burjuvaziye ve temsilcilerine yeni bir görev düşüyor; insanlara neden aç kaldıklarını düşündürmeyecek yeni bir ideolojik taarruzla birlikte yeni umutlar verebilecek bir siyasal alternatifin öne sürülmesi. Emek verimliliğinin arttığı, çalışanların gerçek gelirlerinin azaldığı, açıkçası sömürünün genişleyerek arttığı güzel seksenli yılların ardından bir güven tazelemesinin hangi siyasal iktidara düşeceği henüz belli değil. Böyle bir güven tazelemenin, özellikle faiz ve rant gelirlerine sırtını dayayan geniş bir sermaye kesiminin huzuru kaçırılmadan kotarılamayacak olması, sistemin reel gelirleri arttırabilecek mali güce sahip olduğuna duyulan güvensizlikle birleşince ve buna iç ve dış borç kaynaklarının tüketilmişliği eklenince, SHP’nin neden bu role soyunmaya pek istekli olmadığı anlaşılıyor. Elbette beceriksizlik, kişiliksizlik vb. de bu tabloyu tamamlıyor. Açıkçası ortaya çıkan tabloda Türkiye’de iktidar olmak istemeyen bir ana muhalefet görülüyor. Eğer iktidara gelirlerse, bugün iktidarda olanlardan farklı bir program uygulayamayacaklarını kendileri de biliyor. Bunu daha iyi bilen Özal da: “Belediye seçimini kazanınca her bebeğe bir kilo süt vereceklerdi. Şimdi versinler bakalım” diyerek alay edebiliyor. İktidar ve muhalefet partileri arasında bugün Türkiye’de bir kilo süt farkı bulunuyor!
Daha önce de yazdık. SHP devlet partisi olma özelliğini birçok kez gösterdi. Seçim yasaları hazırlanırken ANAP’la girdiği ittifak, daha da önce adı henüz SODEP iken düzenin meşruiyeti adına muhalefeti meclis içine taşıma çabaları, en son olarak da DYP’nin de sağında bir politik tavırla güven oylamasına katılışı devlet partisi geleneğine ne denli sahip çıktıklarını gösterdi. Böylece SHP bir yanda erken bir iktidardan uzak dururken, diğer yanda ilerisi için ABD’den sermayedarlara kadar herkese göz kırpmasını bildi.
Ancak, düzen dışına çıkabilecek potansiyellerin olgunlaşması bu tabloyu tersine çevirebilir. Burjuvazi açısından, varolan karamsar tabloya rağmen siyasal alanda rahatlatıcı etken sosyalistlerin güçlü örgütleriyle ses çıkaramıyor olmasıdır. SHP’nin iktidar olmaktaki isteksizliğinin bu sesin gürleşmesiyle birlikte nasıl değişeceğini hep birlikte göreceğiz.2
İktisadi olarak uygun olmayan koşullarda, bir siyasal gereklilik olarak sosyal demokrasinin gündeme gelmesi, tarihsel olarak devrimin güncelliğine girmiş ülkelerin sosyal demokratlarının çıkmazını oluşturur. İşte SHP’nin asli görevini yerine getirmesinin gerçek temelini böyle bir düzen dışı muhalefetin olgunlaşmasında aramak gerekiyor.
“Baba” Kimi Kurtarıyor
Yaşanan seçimin en önemli özelliklerinden birisi hiç kuşkusuz Özal-Demirel hesaplaşmasıydı. Politikada başarının ve kalıcılığın çaresiz uzlaşmalarla değil, mücadeleyle yoğrulduğunu iyi bilen Demirel sermayenin hemen tüm kesimlerinin isteği olan ANAP-DYP formülüne bugüne kadar dayandı. Elbette bunda ANAP iktidarının 12 Eylül rejiminin sivil görünümlü devamı olması ve Demirel’in 12 Eylül’le hesaplaşmasını ANAP’la hesaplaşmaya döndürüp muhtemel bir çıkmazdan kendisini kurtarması da etkili oldu. Burjuvaziye kendisinin defterden silinemeyeceğini ispatlamaya çalışırken, sanırız SHP’nin basiretsiz ve kişiliksiz liderliğine de ders vermiş oldu. Bu arada seçimden sonra onun elini öpmeye gelen kimi sermayedarların görüntüsü Türkiye’de devletin daha uzun müddet “ekmek kapısı” olmaya devam edeceğini de gösteriyordu. ANAP’ın iktidarından yeterince faydalanamayanlar ya da kolay kazançlarını devam ettirmek isteyenler için DYP artık önemli bir güç haline gelmişti.
“Kurtar bizi baba”. Son seçimlerin de en renkli sloganlarından biri herhalde buydu. 12 Eylül’ün yasaklı politikacısı, seksen öncesinin başbakanı, “kurtar bizi” sloganıyla oy istedi. Giderek Özal’ın en çekindiği muhalifi haline geldi. Yalnız bir eksiği vardı ve onu tamamlaması gerekiyordu. Burjuvaziye hizmet etmek için onun çıkarlarını savunmak yetmiyordu. Onun çıkarlarını halkın çıkarlarıymış gibi gösterebilmek becerisini oylarla da kanıtlamak gerekiyordu. Demirel seçimlerde bu sınavı başarıyla verdi. Türkiye’de politik hafızanın ne denli zayıf olduğu da bir kez daha görülmüş oldu. Politik hafıza zayıflığını da bir gerekçe sayarak iki yıl önceki bir yazımızdan alıntı yapmayı uygun gördük. “Türkiye’nin egemen sınıfları, bir anayasa değişikliğini ve eski liderlerin yasaklarının kalkmasını, yakın görülen bir siyasi bunalımda düzenin siyasal dayanaklarını tahkim edebilme, yıpranan ve yıpranacak olan bugünkü siyasal iktidara tamı tamına düzeniçi almaşıklar oluşturma dürtüsüyle gündeme getirmişlerdir. Bir başka deyişle gündemdeki sorun en çok burjuvazinin siyasal almaşıklarının arttırılması, en az da ‘demokratikleşmeyle’ ilgilidir.”3 Zincirin halkaları bir bir eklenmiş, dünün istenmeyen adamı bugün kurtarıcı rolü üstlenmiştir. Bu halkaların eklenmesinde, kendilerinden başka hemen her siyasal güç üzerinde hesap yapan uzlaşmacı sosyalistlerimizin de katkıları da vardır.
Demirel’in seçimlerde ANAP için sıkça kullandığı bir tema oldu: “Tesadüfen iktidar oldular”. Yine çeşitli sol yayın organlarında da bu düşünceyi çağrıştıran, 83 seçimlerinin farklı koşullarda yapılmamasına hayıflanan yazılara rastlamak mümkün. Oysa, belki Özal’ın iktidarı için doğruluk payı taşıyabilecek bu düşünce, Türkiye’nin son on yılına damgasını vuran, onu yeni kalıplara sokan bir yönetimi ve Türkiye nesnelliğini yeterince anlatmaktan uzak görünüyor. Özal, açıktır ki, Türkiye nesnelliğine hitap eden politikalarıyla, özellikle bu nedenle bunca yıldır iktidarda kalabilmiştir. Değişik biçimde ve net olarak söylersek, onun yerine Demirel veya bir başkası da gelseydi olması gerekenler fazla farklı olmayacaktı. ANAP “Türkiye’nin tüm burjuva alternatiflere belli ölçülerde, ancak bir bütün olarak gereksinim duyuyor olmasını” kendisine bir politik çerçeve yaparak iktidar olmasını bildi.
Bir yerde odaklanan burjuva alternatifi için yapılan kavga 83-89 Türkiyesi’nin siyasal manzaralarını oluşturdu. Bu manzaraya baktığımızda, SHP de dahil olmak üzere tüm partilerin uygulanan modelin değil, uygulayıcısının karşısında olduğu ve çıkan tartışmaların modelin kimi rasyonel tadilatlarla uzun vadede daha da kalıcılaştırılmasının talipleri arasında olduğu görüldü. Burjuvazi için Türkiye gerçekliğinin tek partili bir idareye muhtaç olduğu, ancak çok partili yaşanmak zorunda kalındığı dönemden ANAP, SHP, DYP pek de zorluk çekmeden geçtiler, geçiyorlar.
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki Özal’ın gitmesiyle veya gelmesiyle Türkiye’de yaşanan sürecin çok fazla değişeceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Özellikle neredeyse yegane alternatifin Demirel olarak belirdiği bir durumda politikalarının temeline yalnızca “Özal gitsin”i yerleştirenlerin ve bunun ötesinde bir mesaj vermeyenlerin arasında sosyalistlerin de bulunmasını anlamak güçtür.
Köylünün kurtarıcı babası, sermayenin sadık hizmetkârının neleri kurtaracağını önümüzdeki yıllarda hep birlikte göreceğiz.
İslami Akımlar Ne Durumda
Yerel seçimlerin gözden kaçabilecek önemli bir sonucu Türkiye siyasetinde dinci akımların son yıllarda gösterdikleri aktivitenin altının sanıldığı kadar boş olmadığının görülmesi oldu. Yüz binlerce Kuran kursu öğrencisi, yüz binlerce imam-hatipli, özellikle büyük kentlerde hızla artan çarşaflı görüntüler, ilim yayma cemiyetleri, Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan daha fazla sayıda üniversiteliye barınma imkanı sağlayan din eğitimli yurtlar, bir yanda Suudi Riyali, diğer yanda İran kaynaklı destekler ve burjuvazinin geleceğe yönelik hesapları birleşince ortaya çıkan sonuç dinci siyasi partinin oylarını önemli ölçüde arttırması oldu. Bu sonuç 12 Eylül’den bu yana sistemli olarak yürütülen dinin siyasal ve toplumsal örgütlenmesinin önce askeri diktatörlük, daha sonra onun sivil devamı yıllarında devlet destekli olarak yaygınlaştırıldığını gören sosyalistler için şaşırtıcı olmadı.
Türkiye’de din, muhalefette olsun, iktidarda olsun siyasal bir araç olarak her zaman kullanıldı. Ancak dinin, siyasal örgütlenmelerle kendi kendini ifade etmesi bugün yaşanan biçimiyle değişik ve tehlikeli bir görünüm sunmaktadır. Elbette Türkiye gerçekleri göz önüne alınınca bu tehlikenin belli bir sınırlılığı da barındırdığını belirtmek gerekiyor. Dinci hareketin aktive ettiği güç ile potansiyel güçleri arasındaki açı her zaman dar olmuştur. Hitap ettikleri asıl kitle hiçbir zaman hareketlenemeyecek kadar hantal ve siliktir. Bir başka deyişle çok büyük kesimleri örneğin İran’daki gibi arkalarından sürükleyebilmeleri pek uzak bir ihtimaldir.
İslamcı oyların Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde ciddi artış kaydetmesi sosyalistler için bir uyarı sayılmalıdır. Kitle ilişkileri ve etkinliği açısından 60’ların da gerisine düşen sosyalist hareketin birçok kesimi ulusal sorunun bu darboğazın aşılmasını sağlayacak bir işlevsellik taşıdığını düşünüyor. Buna karşılık seçim sonuçları söz konusu bölgede aşiret ilişkilerine de dayanan dinsel motiflerin tuttuğunu gösteriyor.
Sosyalistler için bir diğer dikkat çekici nokta, bu hareket içinde ve özellikle radikal kesimleri içinde giderek daha fazla sayıda üniversiteli ve “düzene muhalif” gencin yer alıyor oluşudur. Kendilerini belki de sosyalist mücadele içinde ifade edebilecek çok sayıda genç insan geçmişin karanlığına akıp gitmektedir.
Cumhuriyet rejimi bir yandan dinin siyasal temsilcilerini tasfiye ederken, diğer yandan kanaat ve şükür felsefesi olarak, kurulan rejimin oturmasında büyük yarar sağlayan İslam dininin toplumsal temelini sürekli beslemiş ve sıcak tutmuştur. Cumhuriyet döneminde Anadolu’da yapılan camiler, din eğitiminden geçen insanların sayısı Osmanlı’yla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Bu gelişmeler 12 Eylül’le birlikte önemli bir ivme kazanmış, dini ideoloji daha da farklı bir gözle algılanır olmuştur. Kurtuluş Savaşı’yla birlikte iktidardan uzaklaştırılan dinin siyasal örgütlenmeleri Cumhuriyet dönemi boyunca ve özellikle 12 Eylül’den sonra yönetime katılma yollarını genişletmişlerdir.
12 Eylül rejimi, darbe öncesinde otorite zemini kayganlaşmış olan devletin iktidar kaynaklarından birisi olan dini “yeniden” keşfetmiştir. Bozulan devlet otoritesi diğer başka yollarla birlikte, önemli olarak dini ideolojiyle de takviye edilmek istenmiştir. Güneydoğu’da jandarmanın halka dağıttığı İslami mesajlı bildiriler bu gelişmelere iyi bir örnektir.
Bilindiği gibi Eylül generalleri darbelerine sebep olarak iki gücü göstermişlerdir: Sosyalistler ve şeriatçılar. Yine bilindiği gibi, sosyalistler gerek yasal plandaki, gerekse yasadışı birimleriyle ağır bir baskı altına alınmış, tümüyle yok edilmek istenmiştir. Oysa diğer tarafta İslamcı hareketin yasal plandaki örgüt ve partilerinin faaliyetlerine göstermelik olarak bir müddet ara verilmiş, yasal olmayan birçok dini faaliyet ve örgütlenme, sanki, hiç yok sayılmıştır. Darbeden kısa bir müddet sonra, kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların büyük bir çoğunluk olduğu Türkiye’de dinin toplumsal otoritesi, RP aracılığı ile siyasi temsilcilik platformunda, çeşitli eğitim kurumları aracılığı ile ideoloji platformunda, çok çeşitli tarikatların milletvekilleri ile çeşitli partilerde yer almasıyla da parlamento platformunda devletin otoritesine eklenmek istenmiştir.
İşte bu gerici ittifakın yeniden biçimlendirdiği devlet kurumlarıyla sosyal-demokrat iktidarların da nasıl kaynaşabileceğini önümüzdeki yıllarda ibretle göreceğiz. Kaynaşmanın temalarını zaman zaman açıklayan Ecevit’in başka konularda olmasa bile bu konuda akıl hocalığı yapabileceğini SHP’liler de görüyor olmalı.
Gelişmelerin diğer bir yönü de Türkiye burjuvazisinin ilericilik misyonlarının her alanda olduğu gibi bu alanda da bitmiş olduğunun bir kez daha açıkça görülmesidir. Gerek ideolojik olarak, gerekse siyasal güç olarak burjuvazinin dinin toplumsal otoritesine karşı hiçbir yaptırım uygulayamayacak durumda olması, kendisinden daha gerideki güçlerle yapmış olduğu ittifakın ne denli bir zorunluluk olduğunu göstermektedir. Buna rağmen din konusu üzerinde çıkan kavganın, bu gerici ittifakın çekişmelerinden ve dinci akımların radikal kesimlerinin biraz fazla ileri gitmelerinden kaynaklandığı görülüyor. Bu radikalizmin burjuvaziyi fazla ürküttüğünü sanmak da yanıltıcı olacaktır. Bilinmelidir ki, dini ideoloji ve radikal İslamcı akımlar, bugün burjuvazinin eline, bir yandan “irtica geliyor” korkutmacasını yapma ve manevralarını meşru kılma olanağı verirken, diğer yanda ileride, sosyalist güçlerle nihai hesaplaşmada keskin bir kılıç işlevi görebileceklerdir. Türkiye solunun bu durum karşısındaki siyasal tavrının, ne demokrasi adına radikal İslamcı akımlara, ne de ne olduğu bir türlü belli olmayan Türkiye’deki laiklik düşüncesi adına düzenin diğer güçlerine destek verir olmaması gerekiyor.
Yeniden Sola Göz Atarsak
Bugüne kadar solda yapılan hemen tüm seçim değerlendirmelerinde ortak bir eğilim göze çarpıyor; bu eğilim halkın doğru olanı veya olabilecek en doğruyu yaptığı yanılsamasına dayanıyor. 1983 seçimlerini askeri yönetimin onaylanmadığına, 84 seçimlerinde muhalefetin aldığı oyların nisbi fazlalığını halkın memnuniyetsizliğine yoran, referandumlarda demokrasi güçlerinin zaferinden sözederken popülizm kokan bu düşünsel eğilimin izlerini görmek mümkün. Yine son seçimlerde sağın yüzde 60’dan fazla oy aldığı, kimseyi ürkütmeyen ve kendi çöplüğünde bile ötemeyen “hint horozunun” bile yüzde 30 oy alamadığı ve daha “biz sosyalistiz” diye ortaya çıkan ve sosyalizmi temsil eden bağımsız adayların ancak birkaç bin oy alabildiği sonuçları, “fevkalade iyi” bulabilmeyi başka türlü anlamak mümkün değil.
Çeşitli sosyalist kesimlerin, kimi burjuva partilerinin aldığı oylarla sevince boğulduğunu kaygıyla izleyip eleştirenler 80’li yıllarla birlikte bu sevincin sosyal-demokrasiyle de sınırlı olmadığını gördüler. Önce ANAP’ın zaferine pek çok sevinildi. Bu arada HP’nin oylarının sayısı da “memnuniyet” vericiydi. İlerisi için umutlar yarattı. İlerleme devam etti. ANAP’ın Türkiye’de yerleştirilmek istenen sivil görünümlü rejime en uygun hükümet olduğu çabuk anlaşıldı. Ancak ANAP’a beslenen umutlar sanıldığı kadar çabuk sönmedi. Bugün dahi kimi “sürpriz”lere hazırlıklı olanlar mevcut. 1987’de gözler artık tam anlamıyla sosyal-demokrasinin üzerindeydi. Oysa SHP yaşanan Türkiye nesnelliğinde kendi aczinin farkında ve neredeyse kazanmamak için seçime girerken, sosyalizm adına onlardan daha heyecanlı olanlar vardı. 1989’da ise, artık tamamıyla her şey “ANAP ve diğerleri”ne indirgenmişti. Öyle ki, ANAP oylarındaki büyük düşüş kimi aydınlarımızı kendi ifadeleriyle “ekran başında kendilerinden geçirmeye” yetiyordu.
Üst üste yaşanan seçimler solda politik tavır olarak iki ana grubu iyice belirginleştirdi. Bu tutumların nedenlerini daha önceki yazılarımızda birçok yönüyle inceledik. Bundan böyle sosyalist tavrın dışında kalanları eleştirmek yerine, bu politikaların sol hareketin bugün ve geleceği için ortaya çıkarttığı sonuçlara dikkat çekmek gerekiyor. Açıkça söylemek gerekir ki, uzlaşmacı tutumun bugüne kadar çizdiği politikalar burjuvazinin önemli bir amacına hizmet etti: Sosyalistlerin yasal olanakları en geniş biçimde değerlendirme çabalarını düzen içi yasallıklarda eritebilmek. Uzlaşmacı tutum bu seçimlerde de demokrat adaylara ve SHP’ye oy isterken, burjuvazinin sosyalistleri düzen için yasallıklarda eritme politikasını akıllarına getirmediler. Politikada uzlaşmanın bir tarafın sırtı yere gelmeden mümkün olmadığı da hiç akıllarına gelmedi.
Gündemlerini yasallaşmak, demokrasi ve ulusal uzlaşma üçgenine hapsedenler, Türkiye solunun, sosyalist solun kendisini yasal planda da en güçlü biçimde ifade edebilmesinin önünde belli bir mirası üstlendikleri için büyük bir engel olmuşlardır. Mirasın bir bölümünü sahiplenmek ve böyle bir çerçeveye hapsolmak! İkisi birden mümkün değil. Türkiye’de sosyalizmin mirasına sahip çıkanlar ve bunun gereklerini yerine getirenler her zaman varolacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Gelenek Gündemi”, Gelenek 1, Kasım 1986, s.9
- SHP’nin bu isteksizliği ile seçimlerden birinci parti olarak çıkması arasında da bir tutarsızlık bulunmuyor. Oy dağılımında % 4’lük bir artış sağlamasına karşılık; bu yükselme ancak 400.000 civarında oya denk düsüyor.Bunun 50.000’inin DSP’de azalmadan kaynaklandığı da düşünülürse, sosyal-demokrat partinin seçmen sayısındaki artış oranına paralel bir oy artışı bile sağlayamadığı ya da ancak bunu sağladığı görülecektir. Bunundışında, bir sonraki seçimlere kadar ANAP’ın erimesinin sürmesinden de SHP’den çok DYP’nin kârlı çıkacağı açıktır. Son bir etken olarak da şu tekrar edilmeli: Merkez oyların sosyal demokrasiye kayması için daha solda bir ağırlığın hissedilmesi gerekir; burjuvazinin de sosyal demokrasi alternatifini ciddiye alması için aynı etkenin rolüne ihtiyaç vardır.
- “Gündem: Referandum Komplosuna Alet Olunmamak”, Gelenek 10; Eylül 1987, s.8