Muhtemelen bayramdan önce tatsızlık çıkmasın düşüncesiyle açıklanması ertelenen memur zammının hangi oranda olacağı kamuoyunda boş yere tartışıldı. Çünkü bütçenin beş aylık performansı yüzde 25’in üzerinde bir artışın çok zor olacağını açıkça gösteriyordu. Bütçenin yılın ilk beş ayına ait rakamları geçen yılın aynı dönemdeki açığın tam 8 kat üzerine çıkıldığını ortaya koyuyordu. Elbette bu oranı enflasyonun yarattığı şişkinlikten kurtarmak gerekiyor. Bu durumda ortaya çıkan rakam ise 4,8 oluyor. Yani bütçe 1990’ın ilk 5 ayında 1989’un ilk 5 ayına göre yaklaşık olarak 5 kat daha fazla açık vermiş. Gerçekten de ürkütücü bir manzara.
Bütçe ile ilgili önemli verileri şu şekilde özetlemek mümkün; geçen yılın Mayıs ayında 517 milyar lira fazla veren bütçe, bu yıl 739 milyar lira açıkla kapandı. Böylece geçen yılın ilk 5 ayında 393 milyar lira olan açık, bu yıl 3 trilyon 510 milyar liraya fırladı. Beş aylık dönemler itibariyle konsolide bütçe gelirleri yüzde 78,5’lik artışla 10 trilyon 605 milyar liradan 18 trilyon 928 milyar liraya çıktı. Giderler ise yüzde 104 oranında arttı ve 10 trilyon 998 milyar liradan 22 trilyon 438 milyar liraya yükseldi. Geçen yılın Ocak-Mayıs döneminde 3 trilyon 131 milyar lira olan personel giderleri ise yüzde 208,8’lik artışla bu yılın ilk 5 ayın da 9 trilyon 667 milyar liraya çıktı.
ÖDENEK SORUNU
Personel için yapılan harcama beş ayda 9 trilyon 667 milyar liraya ulaşınca, 20 trilyonluk personel ödeneğinin hemen hemen yarısı kullanılmış oldu. Mevcut maaş düzeyine göre ise aylık personel harcamaları 1,9 ile 2 trilyon lira arasında oluşuyor. Buna göre memurlara hiç zam yapılmaması durumunda bile 1990 yılındaki personel harcamaları en az 23 trilyon lira olacaktı.
Bu rakamlardan yola çıkarak yapılan hesaplamalar memurlara yılın 2. yarısında yüzde 25 zam verilmesi durumunda başlangıçta 20 trilyon lira olarak öngörülen personel harcamalarının 26 trilyon liraya ulaşacağını ortaya koyuyordu. Zam oranındaki her 5 puanlık artış, bütçeye yaklaşık 600 milyar liralık yük getiriyordu. Buna göre zam oranının yüzde 30 olması durumunda, personel giderleri 26,6 trilyona, zammın yüzde 35 olması durumunda 27,2 trilyona yükselecekti.
MALİYE VE EK BÜTÇE
Bu rakamlara bakarak hiç tereddüt etmeden şunu söyleyebiliyorum, resmi açıklamanın çok çok öncesinde Maliye zam oranının yüzde 25 olacağını biliyordu ve bu kabulden yola çıkarak başlangıçta öngörülen 20 trilyon liralık ödeneğin üzerine 6 trilyon liralık kaynak bulabilmek için uğraşıyordu. Bu 6 trilyonluk tutarın kaynağının önemli ölçüde bütçede yapılacak olan kesintiler olduğu da kısa bir süre sonra basına açıklandı.
Bütçede, personel giderleri ödeneği ile siyasi partilere devlet yardımı ödeneği ve Hazine yardımı almayan katma bütçeli idarelerin ödenekleri hariç olmak üzere genel ve katma bütçeli kuruluşların yüzde 12’si kesilmiş, yüzde 12’lik genel oran bir tek Milli Savunma Bakanlığı için yüzde 4 olarak uygulanmıştı. Bu kesintilerden oluşan tutar bütçenin yedek ödenek tertibine aktarılmış durumda.
Uzun lafın kısası yukarıda anlatılan yöntemle Maliye Bakanlığı 5 trilyonluk bir kaynak oluşturmuş oluyor. Bu kaynak personel için gereken paranın önemli bölümünü karşılıyor gerçekten de. Kalan 1 trilyon lira ise bütçe içerisindeki aktarmalarla halledilebilir. Ancak bütün bunlar zam oranının yüzde 25 olması durumunda sağlanabiliyordu. Zam oranının yüzde 25’in üzerine çıkması durumunda ise Meclis’den ek bütçe çıkartmak kaçınılmaz hale gelecekti. Bunu ise Maliye Bakanlığı hiç mi hiç istemiyordu.
Elbette burjuva basınının birbirinden cahil köşe yazarları köşelerin den memur zamlarının ne olacağı konusunda bol bol ahkam kesmekten geri kalmadılar. 19 Ağustos tarihinde yeni kurulan ilçelerde yapılacak olan seçimler nedeniyle oy kaygısının ağır basabileceğinden ve bu nedenle beklenenin üzerinde bir zam verileceğinden söz edenlerin sayısı az değildi. Yazının başında kamuoyunun memur zamlarının açıklanmasını uzun uzun tartıştığı daha da önemlisi boş yere umutlandığı belirtilmişti. İşte böylesi bir yanılgının doğmasında burjuva basınının kali tesiz yazarlarının önemli bir sorumluluk taşıdıklarını düşünüyorum.
BORÇLANMA SIKINTISI
Konsolide bütçenin 5 ayda 3,5 trilyon açık vermesi ve bütçe emanetiyle avansların eklenmesi sonucu nakit dengesi açığının 4,2 trilyona ulaşması yüzünden yoğun bir şekilde başvurulan iç borçlanmada da sınıra gelindi. İç borçlanma olanağının yüzde 86’sının kullanılmasıyla borçlanmanın kısa vadeli borçlara ve dış kaynaklara kaydırılması zorunluluğu ortaya çıktı.
1990’ın ilk 5 ayındaki net iç borçlanma 6 trilyon 256 milyar lira oldu. Böylece yılın tamamı için 7 trilyon 254 milyar lira düzeyinde öngörülen borçlanmanın yüzde 86,2’si yıl henüz yarılanmadan gerçekleştirildi. 5 ayda ulaşılan düzey sonucu yılın kalan 7 ayı için sadece net 998 milyar liralık borçlanma olanağı kaldı.
Aslına bakarsanız, bütçe ile çizilen çerçeveye göre aslında Hazine’nin kalan 7 ayda 4 trilyon 541 milyar lira borç alma olanağı bulunuyor. Ancak aynı dönemde 3 trilyon 543 milyar lira düzeyinde borç anapara geri ödemesi yapılması gerektiğinden net borçlanma olanağı 998 milyar liraya iniyor.
Geçen yılın ilk 5 ayındaki net iç borçlanmanın, yılın tümündeki düzeyine göre yüzde 38,1 oranına ulaştığı gözönüne alınırsa (2 trilyon 279 milyar lira) bu yılki borçlanma temposunun ne kadar hızlı olduğu daha kolay anlaşılabiliyor.
ZAM SÖZLERİ
Maliye ve Gümrük Bakanı Adnan Kahveci ise memur zamlarına yönelik tartışmada burjuvazinin elindeki “görüntü kaydırma” araçlarını sonuna kadar kullandı ve görevinin hakkını verdi.
Haziran ayının sonlarında aralarında Türk Tabipler Birliği, TMMOB, Eczacı Odaları Birliği, Veteriner Hekimleri Derneği, Türkiye Ziraatçiler Derneği gibi kuruluşların da bulunduğu 16 meslek örgütünün temsilcileri Kahveci’yi ziyaret ederek memur maaşlarına Temmuz ayında yapılacak zamla ilgili görüşlerini bildirdiler. Görüşme sonrasında 16 meslek örgütü adına bir açıklama yapan Türkiye Ziraatçiler Derneği Başkanı İbrahim Yetkin’in basına yaptığı açıklamada Adnan Kahveci’nin şu cevabı verdiğini öğrendik: “Ben söz verip sonra da yapmayan politikacı durumuna düşmek istemiyorum. Bunu zamanı gelince göreceksiniz. Artışın enflasyonun üzerinde olacağına söz vermiyorum.” Yüzde 25’in üzerinde zam verme imkanı bulunmayan hükümetin Maliye Bakanı “ben söz verip tutmayan biri değilim” diyerek çıkışsızlıklarını dürüstlükmüş gibi göstermeyi deniyor.
Aynı görüşme sonrasında Veteriner Hekimleri Derneği Başkanı Hasan Metin ise, Kahveci’nin görüşmede kendilerine “yüksek zam veririz ama bu para memurun eline kalmaz. Yüksek zam sonucu piyasada istikrarsızlık olur, böylece de verdiğimiz zam erir. Maaş zammını bakkala, manava, kasaba kaptırırsınız” dediğini açıklıyor. Hasan Metin’in açıklamasından ayrıca Kahveci’nin bütçe açığını azaltmak için bütün kaynakları zorladıklarını, açık azaltıldığı oranda da memura zam vere bileceklerini belirttiğini ve şunları söylediğini öğreniyoruz: “Memura çok fazla zam verirsek vergi veren diğer kesimleri küstürürüz. Vergi vererek bütçeyi oluşturan grupları küstürmek istemiyoruz. Size zam verirsek onlar küsecek, onlara zam verirsek siz küsüyorsunuz. O yüzden bunun ortasını bulacağız.” Hasan Metin Kahveci’nin verdiği önemli bir mesajı ise şu şekilde anlatıyor: “Ancak sayın Bakan sağlık kuruluşların da da döner sermaye işletmeleri kurularak, bu işletmelerin gelirlerinin çalışanlara dağıtılması şeklinde bir model üzerinde çalıştığını açıkladı. Eğer bu uygulamaya gidilirse gerçekten iyi olur.”
Veteriner Hekimleri Derneği Başkanı’nın açıklamalarından rahatlıkla görülebiliyor ki, Adnan Kahveci 3. sınıf karikatüristlerin ülkemizde çizip çizip bitiremedikleri kasaba, bakkala ve manava karşı gariban memur konusunu bir kez daha işlemiştir. Ancak buradaki hedef saptırmasını işçilerin, memurların kafalarından çıkartmak hiç de kolay olmayacaktır. Yalçın Küçük kimi yazılarında ve kitaplarında sık sık tekelci aşamada artık resmin beyinlere yapıldığını yazıyor. Küçük’ün bu ifadesinin benim sözünü ettiğim hedef saptırma mekanizmalarının estetize edilmiş bir biçimi olduğunu düşünüyorum. Bu beyine yapılan resimlerin en eskilerinden biri de ücretlilerin aldıkları zamların enflasyona yolaçacağı bağıntısıdır. Resim gerçekten de beyinlere çizilmektedir ve pek çok işçi, memur kendilerine verilecek yüksek oranlı bir zammın enflasyona yolaçacağına içten içe inanabilmektedir. Kahveci ayrıca vergi veren diğer kesimlerin küstürülebileceğinden de söz ediyor. Bu söz üzerine memurlara bundan sonra büyük bir gönül rahatlığı ile zam talep edebileceklerini ve bunun burjuvaziyi kesinlikle “küstürmeyeceğini” vurgulamak istiyorum. Çünkü burjuvazi Maliye Bakanı’nın sözünü ettiği vergi veren diğer kesimler arasında yeralmamaktadır. Kurumlar vergisinde uygulanan akıl almaz istisnalar, kalkınmada öncelikli olan ve olmayan bölgelerde verilen sürü sepet vergi teşvikleri, yeniden değerleme ile alınmayan vergiler vb. ile kapitalistlerimiz gerçekten de vergi ödemez hale gelmişlerdir. Bütçe açık vermektedir ama bunun sebebi memur maaşları değildir. Zaten uzun süredir kamu kesimi yeni personel almıyor. Açık özel sektöre aittir. Kapitalistlerin ayakta kalmaları için onlardan gittikçe daha az vergi alınıyor ve bu bütçe gelirlerini tırpanlıyor. Sözkonusu tırpanlama mekanizmasının oluşumunu kalın çizgileriyle özetlemek istiyorum.
1980 SONRASINDA VERGİ POLİTİKALARI
Ünlü arz yanlısı iktisat sloganının paralelinde tasarruf eğiliminin yük sek olduğuna inanılan yüksek gelirlilerin vergi yükünü azaltmaya yönelindi ve buna “gönüllü tasarruf modeli” adı verildi. Elbette olgun kapitalist ülkelerden farklı olarak Türkiye’de bir başka beklenti de kara paranın beyan edilerek açık dolaşıma girmesi ve ülke dışındaki kısmının da geri döndürülmesiydi. Düşük oranlı vergilerin vergiden kaçmayı da ha az cazip hale getireceğine, vergi yükü azalan sermaye çevrelerinin de yatırıma yöneleceğine inanılıyordu. Elbette buna kamuoyu da inandırıldı, yani kafalara “biz fedakarlık edelim onlar da yatırım yapma fedakarlığında bulunsunlar” resmi çizildi. Bu resmin çizilmesinden önce uluslararası finans kurumlarının katkılarıyla hazırlanan 24 Ocak istikrar programının 12 Eylül rejimi ile oluşturulma ve uygulanma olanağı bulabildiğini söylemek sanırım gerekmiyor. Küçük’ün terminolojisine bir kez daha başvurmak gerekirse “önce beyinler silindi ve sonra resmin çizilmesine başlandı”. Daha doğrusu iç içe bir sürü resmin çizilme ye başlandığından sözetmek gerekiyor.
Yukarıda vergi politikasının ana yönelişlerinden sadece biri özetlendi. Şimdi bu sözü edilen ana yönelişin araçlarını da kısaca tanımlamak ve sonra sırasıyla diğer ana yönelişlere ve onların vergisel araçlarına geçmek istiyorum.
Gönüllü tasarruf modelinin mali araçları şunlar oldu: Gelirler ve kurumlar vergilerinde istisna ve muafiyet kapsamı olağanüstü genişletildi, dolaysız vergi alanından yasal kaçınma yolları ardına değin açıldı. (Kurumlar vergisi oranı yüzde 46 olmasına karşın sözkonusu yasal kaçınma yolları sayesinde yüzde 10’lara kadar gerilediği dikkat çekiyor. Çünkü kamu borçlanmasında kullanılan menkul değerlerden elde edilen kazançlar gelir vergisi dışında tutuldu. Bunlara sağlanan faiz getirisi ise işletmelerce kurumlar vergisi matrahından düşülebildi. Sonuçta devlet iç borçlanmanın gerçek maliyetini borçlanma senetlerinin nominal faiz yükünün yarıdan fazla artmasına yolaçmış oldu. Vergi alma yerine borçlanma tercih edildi ve kamu gelirleri kapitalistlere, özellikle bankalara, aktarıldı. Bu nedenle banka sahibi kapitalistler Korkut Boratav’ın kimi yazılarında ısrarla belirttiği gibi en kazançlı çıkan gruplardan biri oldular. Bu arada ihracat dış taahhüt, dış navlun gibi döviz getirici faaliyetlerden elde edilen kazançların genel olarak bir bölü dördü kurumlar vergisinden muaf tutuldu. Ayrıca önemli rant yığılmaları olan gayri menkul değer artışları tamamen vergi dışı bırakıldı. Gelir vergisinin alt tabanı yüzde 10’dan yüzde 25’e çıkartıldı ve üst sınır yüzde 65’den yüz de 50’ye indirildi).
Kamu gelirlerinin sağlanmasında görülen ikinci ana yöneliş ise daha çok birincisine bağlı olarak anlaşılabiliyor. Bu ana yönelişi kentsel ve kırsal alanın küçük sermaye (ya da girişimci) kesimlerine vergi yükü kaydırmak olarak özetlemek mümkün. (1981/82 peşin vergi uygulaması, 1986/88 dahili tevkifat ve 1989 geçici vergi uygulamalarını hatırlamak yeterli).
Bir başka önemli vergi politikası ise iç pazarı daraltırken, ihracatı ve dışa açılmayı vergisel teşviklerle özendiren “vergi harcaması” politikaları oldu. Bu yaklaşımın önemli destekleyicisi ise kısmi vergi etkisi olan KİT fiyat politikaları ve “enflasyon vergisi” oldu. İç ticaret hadlerinin tarımsal üreticinin aleyhine dönmesine ve ücretlerin düşük tutulmasına da elbette burada büyük özen gösterildi.
Güçlü bir yürütme arayışının yasama organının denetimde olmayan mali fonlara ihtiyaç duyması ise “kamu özel fonları” sisteminin yaratılmasına yolaçtı. Kamu maliyesinin alışılmış dengeleri altüst edildi. Başbakanlık oluşturulan fon ekonomisinin temsil ettiği toplam değerin yüz de 90’ı üzerinde söz sahibi yapıldı.
Son olarak gelir dağılımının Türkiye gibi aşırı derecede bozuk olduğu bir ülkede Katma Değer Vergisi’nin uygulamaya sokulmasının önemli bir adaletsizlik yarattığından sözetmek gerekiyor. KDV yoluyla bütçe önemli bir desteğe sahip oldu ancak özellikle kurumlar vergisi istisna ve muafiyetleri bu avantajı yedi ve böylece kurumlar vergisinden vazgeçilerek herkese eşit oranda uygulanan ve bu nedenle düşük gelirler üzerinde önemli bir baskı yaratan KDV’ye yönelinmiş oldu. KDV’nin bir başka önemli etkisinin de vergi iadesi yoluyla belge düzeninin yaygınlaştırılması ve böylece kentsel ve kırsal küçük girişimcinin gelir vergisiyle kavranması olduğunu da gözardı etmemek gerekiyor.
Elbette böylesi bir “sıkıştırılmış” özetle Türkiye’nin 1980 sonrası yergi politikalarını eksiksiz olarak ele almak mümkün değil. Burada sadece en önemli noktalara işaret etmeye çalıştım ve kafalar çizilen resimlerin ya da burjuvazinin yanıltma mekanizmalarının kırılmasına yarayacak çeşitli argümanları memur zamlarının güncelliği paralelinde vergi politikası alanında sunmaya çalıştım.
Bu yazının girişinde bütçenin rakamları oldukça ayrıntılı bir şekilde verildi. Bunun amacı burjuvazinin ne kadar sıkıştığını ortaya koymaktı. Yüzde 25’in üzerine çıkamazlardı ve bu oranın memurları sokağa dökeceğini de bal gibi tahmin ediyorlardı. Kelimenin tam anlamıyla sıkışmış durumda kaldılar, toplumsal huzursuzluklara razı oldular. Ama bizim reformistlerimiz büyük bir utanmazlıkla hâlâ istikrardan, barışçıl mücadelenin koşullarından bahsediyorlar. Utanmaları gerekiyor.
Devrimci sosyalistler ise işçilerin, memurların kafalarına çizilmiş olan bu resimleri silmek zorundadırlar. Her kendiliğinden hareketlenmeyi “fırtına yaklaşıyor” türünden başlıklarla vermekten kaçınmalıyız. Bu tür hareketlenmeleri küçümsediğim için söylemiyorum. Ancak şunu da açık açık yazmaktan çekinmiyorum; örgütsüz yığına güven duyulmayacağını bilmeliyiz. Özlediğimiz örgütlenme popülizme karşı savaşarak doğup büyüyecektir. Kendiliğinden hareketin tutucu olabileceğini gözönünde bulundurmalıyız.. Kontrolsüz gelişmelerin son derece tehlikeli olabileceğini kavramamız gerekiyor.
Memur zammının protestosuna yönelik gösterilerden birine katılan bir hemşire niçin sokaklara döküldükleri sorulduğunda “ne yapalım bahçemiz yoktu biz de sokağa çıktık” diyor. Ne kadar naif ve sempatik, değil mi? Ancak bununla yetinmemiz mümkün değildir. Onlar, bizim açımızdan, sokağa çıkarak üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiş oldular. Şimdi bizlerin onların gündemine politikayı ve sosyalizmi sokmamız gerekiyor. Bunun için ise bolşevizmden başka bir modelin ön açıcı olması sadece hayaldir.