Kimilerine göre marksizmin bunalımı, başkaları için bürokratik despotizmin çöküşü…Reel sosyalizmin yaşadığı çözülme süreci Doğu Avrupa’da işini şimdilik bitirmiş görünüyor. Arnavutluk ve sosyalist sistemin geçmişte en dejenere ögelerinden biri olan Yugoslavya’da da yolun sonuna yaklaşılıyor. Sovyetler Birliği dışında, Asya’nın bir ucunda, bir de Karayipler’de sosyalizm devlet iktidarına sahip olmaya devam ediyor. Emperyalizmin dünyanın yeniden yapılandırılması planında sıranın henüz bu ülkelere gelmemiş olmasının belli nedenleri var. Bunlardan bazıları şunlar: Öncelikle kitleler nezdinde sosyalizmin meşruiyet derecesinin bu son örneklerde yüksek olduğu unutulmamalıdır. Kapitalizmin sosyalist ülke halklarına karşı oynadığı büyük kozu, tüketimciliğin buralarda uygun zemini bulunmamaktadır; geleneksel tüketim kalıplarının “tüketim toplumu” ideolojisine karşı bir savunma mekanizması oluşturduğu söylenebilir. Bir diğer etken olarak emperyalizmin kendince geliştirdiği bir ”önem hiyerarşisi” içinde de bu ülkelerin yerleri çok yüksek değildir.
Bu gelişmeler daha başlarken, sol hareketin kimi kesimleri kendi paylarına “acele sağa dön!” komutunu almışlardı. Ama aynı gelişmelerde dünya devriminin ayak seslerini duyanlar da oldu. Bazıları sosyalist ülkelerin sorunlarını, çözüm arayışlarını kategorik olarak kendi gündemlerinin dışına atarken, başkaları kendi kaderlerini reformlarınkine bağlamakta bir beis görmediler. Üstelik tüm yorumların marksizme (artık büyük çoğunluk için -neyse ki- leninizme değil) referansla sunulması tuhaf tabloyu daha da karmaşıklaştırıyordu.
Bu çalışma reform / restorasyon süreçlerinin bizatihi kendilerini konu almayacak. Sözkonusu toplumlarda yaşananlara ilişkin değerlendirmelerimiz elbette bu yazıda içeriliyor. Ancak gelişmelere solda getirilen farklı yorumların değerlendirilmesi çerçevesinde… Bu farklı yorumların içinde bizim geçmişten beri yapageldiklerimiz de mutlaka yer alacak. Çalışmanın amaçlarından biri de reform / restorasyon sürecine ilişkin bizim değerlendirmelerimizi bir adım öteye doğru geliştirebilmek.
Solun gösterdiği değişik tepki kümeleriyle, sol hareketin genelde geçerli temel saflaşmalarını birarada ele almaya çalıştık. Ancak bu yaptığımızdan eksiksiz bir katalog sunmayı iddia ettiğimiz anlaşılmamalı. Böyle bir akademik derleme kaygısı taşımadık. Örneğin solun kimi kesimlerinin konu çerçevesinde hiç de özgün bir üretimde bulunmadıklarını saptadığımız ölçüde, bunlara ancak “geçerken” değinmekle yetindik. Ya da benzeşen yorumların tipik olanlarını öne çıkarmayı tercih ettik. Ve elbette “tipik” değerlendirmesini yaparken, sol hareketin genel tablosuna dair sahip olduğumuz görüşlerin süzgecini kullandık. Zaman içinde değiştirilen görüşlerdeki dramatik savrulmalar, öngörülerin özel bir ağırlıkla sağlıklılığı ya da inanılmaz ölçülerde temelsizliği gibi etkenler ayrıntıya inme konusunda neden farklı tercihler yaptığımızı da açıklıyor. Ancak çok savrulma, çok üretim, öngörü temelsizliği vb. kıstasları olağanüstü tatmin eden TBKP benzeri çevreler ilgi alanımızın dışında kaldı. Burada bir gerekçemiz bu çevrelerin kopyacılıkta çakılı kalmaları, bir diğeri ise bu yazıda tartışmamızı -en azından- marksizmi referans göstermeyi sürdürenlerle sınırlı tutmamız…
Bu uzun giriş bölümünü kapatırken son bir nokta da şu: Bu çalışmada konumuz çerçevesinde Türkiye solunun farklı çevrelerinin görüşlerini tartışıyoruz. Kuşkusuz bu görüşlerin uluslararası bağlamları var; bu alanı bir makalenin sınırlılığı nedeniyle dışarıda bırakıyoruz. Herhangi bir çevrenin “resmi” görüşlerinin yanında, bağımsız araştırmacıların daha üretken ve yaratıcı olabildikleri söylenebilir. Ancak yine bu yazıyı “çevreler”le sınırlandırıyoruz. Ülke ve çevre sınırlarını rastlantısal olarak aşacağız ancak…
Genel bir panorama
Reel sosyalizmin, Çin, Arnavutluk ve Yugoslavya gibi kimi istisnaları dışında oldukça katı biçimde sahiplenilmesi geleneksel solun tanımında yer alan bir özelliğiydi. Eğer “marksist teori ile sosyalist mücadele arasındaki ilişkiyi, reel sosyalizmi, başlangıcından bugüne dek kapitalist sistemde açılmış önemli bir gedik olarak benimseyerek kuran her çizgi geleneksel sol alanına” 1 giriyorsa, bu “katılık”ta yadırganacak ya da olumsuzlanacak bir öz de yoktur. Elbette yine de geleneksel sol içerisinde bu tutum eşit dağılım göstermemiştir. Reel sosyalizmin sahiplenilmesinde SBKP’nin ideolojik-politik çözümlemelerinin mi, yoksa sosyalist kuruluş sürecinin dev adımlarının mı bu “katılığı” öncelikle hakettiği konusunda farklı performanslar gösterilmiştir. Bugün hâlâ kendilerini geleneksel sol kapsamında görenler, ağırlıklı olarak önceliği ikincisine verenler arasından çıkmıştır.
Sahip çıkmanın işin tabiatı gereği olmasının dışında, bir de “kışkırtılmış biçim” var. Reel sosyalizme getirilen eleştirilerin dışsal hatta çoğu zaman düşmanca nitelikler taşıdığı ve bunun geleneksel solu genel olarak provoke ettiği söylenebilir. Öyle ki, reel sosyalizme yönelik geleneksel sol bir eleştiri bugüne dek doğru dürüst bir tarife kavuşamamış, bu kategoriye sokulabilecek en yaygın ifadeler, başta SBKP olmak üzere merkezlerin “özeleştirileri” olmuştur. Geleneksel solun reel sosyalizmi değerlendirişi, reel sosyalist iktidarların pratik / pragmatik yön tarafından biçimlendirilen “özeleştirileri” ile belirlenince, ortaya ciddi zaaflar çıkmıştır: İlki, bizzat kadroların giderek bağımsız üretimden çekinen bir sinizme kapılmaları açık seçik bir kopyacı bekleyişin doğmasıdır. Buna ve diğer etkenlere bağlı olarak kadroların kişiliksizleşmesi, memurlaşması geleneksel solun önemli bir sorunu olmuştur. Üçüncü olarak diğer ülkelerin geleneksel sol hareketleri karanlık ortamda pot kırmaktan sakınırken, örneğin Sovyetler’de rüşvet ve bürokrasiye karşı kampanyaların düzenlendiği, Fidel Castro’nun görevi kötüye kullanan bürokratlara karşı halka çağrılar yaptığı sıralarda “sosyalizmde öyle şey olmaz” avuntusuna kendisini ve çevresini ikna etmeye çalışmış, açıkçası ne problemlerin mantıksal açıklanmasında, ne de kitlelerin ikna edilmesinde ciddi mesafe alınamamıştır.
Hal böyle olunca, kapitalist propaganda aygıtlarının etkisine karşı son derece kırılgan, teçhizatsız bir yapı türemiştir geleneksel solda. Reel sosyalizmin diğer marksist hareketler üzerindeki prestijini hafifçe azalttığı, ya da bu hareketlerin sorunlarıyla fazla ilgilenemez duruma geldiği her konjonktürün uluslararası komünist harekette sağ dalgaya yolu açması ilginçtir. Üstelik bu sağ dalgalar mistik şeytan kovma ve günah çıkartma seanslarına kolayca dönüşmüştür. Benzer bir kırılgan yapının aslında bizzat reel sosyalizmde de oluştuğunu geçtiğimiz çözülüşe kadar pek farkedebilen de olmamıştır.
Burada söylemek istediğimiz elbette başka yerlerin olguları ve sorunlarını tüm canlılığıyla, tartışmalarıyla, -birbirine bağlı politikalar bütünü olarak- çözüm yollarıyla ülkeden ülkeye taşımak gerektiği değil. Böyle bir mesainin işlevsel bir yanı olmayacağı gibi, enternasyonalizm ile de bir ilişkisi olmayacaktır. Tam tersine uluslararası hareketin her biriminin kendi özgünlüğünde kendini yeniden kurması, bu anlamda “yerlileşmesi” sağlanmaksızın adım atılmasının olanağı da yoktur. Ancak reel sosyalizm savunulacak idiyse, reel sosyalizmden öğrenilecek şeyler var idiyse, bunu fetişlerle yapmanın manası olması gerek.
Özel olarak Türkiye’de, geleneksel sola içsel yapıcı reel sosyalizm eleştirilerinin çoğu zaman anti-sovyetizm / anti-komünizm / troçkizm suçlamalarıyla karşılandığı hatırlanmalıdır. Bu terörize edilmiş ortam kendi karşıtlarını da yaratmakta gecikmemiştir. Türkiye’de geleneksel solda 1970’lerde bu ortamın baskın olmasının ürünleri 1980’lerde alındı: Geleneksel solun teorik yapısını, farklı kadro anlayışını ve politika nosyonunu tattıktan sonra bu kökenli kimi hareketlerin devrimci demokratlaşmasının nedenleri arasında böylesi etkenler vardı. Türkiye solu da, reel sosyalizmin dışarıyı gevşetip kendi sorunlarıyla ilgilenmeye eğilmesiyle sağa açılır hale geldiyse, yine aynı etkenlerin sayılması gerekir.
Türkiye gibi burjuvazinin geleneğinde anti-sovyetizmin yer ettiği bir ülkede sosyalist hareketin bu alanda son derece hassas olması gereği tartışma bile götürmez. Ama ne Türkiye burjuvazisinin anti-komünizmle anti-sovyetizmi özdeş sayması, ne geleneksel değerlerin sahiplenilmesi gereği, ne de emperyalizme karşı reel sosyalizmin savunulması gibi enternasyonalist görevlerin sabah akşam telaffuzu birilerine “maça galip başlama” avantajı vermez. Türkiye’de ve başka birçok yerde vermiştir. Son yıllarda benzeri tutumların faturasının, Stalin’e ya da Lenin’e çıkartılması ise birden “en radikal” söylem haline geldiği biliniyor.
Geleneksel sol olup bitenler karşısında ne kadar dövünüp sızlanıyorsa devrimci demokrasi ve yeni sol da o denli zafer havasına girdi. Zaferin adı “biz demiştik” idi. Aşağıda örneklerine gireceğiz, bu kesimler sürecin her evresinde “biz demiştik”leri başka içeriklerle tekrar ettiler. Gerçekten demişlerdi de; herşeyi söylemiş olmak ve hiçbirşey söylememek mümkündür. Genellikle bu ikisi birarada varolur.
Sosyalist sistemde yaşananlar ve yaşananlara özellikle SBKP tarafından önerilen açıklama ve çözümler en çok geleneksel solda tartışılmıştır. Yeni sol ve devrimci demokrasinin yaklaşımı “reel” olamadığı ölçüde kaçınılmaz olarak doktriner görüntü almıştır.
Örneğin SBKP Bilimler Akademisi’nin ünlü tezlerine karşı benzeri tutumları paylaşsalar da, geleneksel solun devrimci kanadı ile yeni sol / devrimci demokrat yorumcular arasında kategorik ayrılıklar mevcuttur. “Tezler”i reddeden geleneksel sol ile aynı sonuca “şu kadar yıllık revizyonizm” ya da “bürokratik vs. diktatörlük”ten kalkarak gelmek, yalnızca arka planları ile değil önerecekleri politik sonuçlarla da farklılaşırlar. Göreceğiz; ikincilere “gerçek ve dürüst” marksist-leninistlerin iktidarını ya da işçi sınıfının kendi içinden fışkıracak kitlesel devrimciliği beklemek düşer. Geleneksel sol ise politika üretebilir ve önerebilir. Kimi yaklaşımlarda reform/restorasyon süreçlerinin tartışılması geleneksel sol ile yeni solun ayrımlarını gölgede bırakıyor: “Kurtuluş başta, Türkiye devrimciliğinin büyük kesiti Sovyet Marksizminden Başkan Mao veya Enver Hoca’nın dış politika kaynaklı veya Trotskiy’in küçümseme kökenli ayrılışlarıyla, değil kendi değerlendirmeleri ile ve dünyada büyük bir destek rüzgarının estirildiği bir ortamda kopmuşlardır. Bunun en zamanlı en sağlıklı ve en verimli kopuş olduğundan kuşku duyulmamalıdır” 2 Kuşku duyulmaması tavsiyesinin ikna gücü de olabilmesi için Sovyet marksizminin bizzat kendisinin tanımlanması, bundan kopanların argümantasyonlarının tartışılması hatta şu ihtişamlı “kopuş” kavramının bir açıklanması gerekiyor. Her zaman “en” söyleminde yürüyen Toplumsal Kurtuluş’un şu en “başta” olma hakkını nerede kazandığını, ödülünü kimden aldığını ise merak etmiyoruz. Önümüzdeki dönemde uluslararası sosyalist hareket bir bütün olarak bir yeniden harmanlamadan geçecek. Henüz girilen tünelde önemli bir reformizmin kalacağı bellidir; ama tünelin ucunda ne tür saflaşmalar oluşacağı üzerine olsa olsa öngörüler geliştirebilecek durumdayız. Bu öngörüler geliştirilirken de geleneksel solun kimi kesimlerinin geçmiş SBKP deneyimlerine genel çizgisi itibariyle sahip çıkmakla birlikte kompleksiz bir eleştirellikle yaklaşabilmiş oldukları hatırda tutulacaktır. Yeni harmanlanma sonucu yeni saflaşmalara ilişkin angajmanlara girmek söz konusu değil ama geleneksel solun devrimci kanadında, “ana” yapıların günah çıkarma ayinlerini yinelemenin gereği ya da mantığı bulunmuyor. Geleneksel sol kendisini bu konuya özgü olarak yeni sol ve devrimci demokrasinin bilinen kesimleriyle -bir eleştiri korunarak da olsa-aynı kefeye koymamalıdır. İkinci bir nokta da şu: Türkiye solunda, her kesimin “hakkı”, ortaya koyduğu teorik-pratik performans açısından, başka kesimler tarafından da elbette teslim edilecektir. Bunun “devrimler ikilemlerinin önemsizleşmesi”, “bilinen örgüt modellerinin yetmemesi”, “Marksizm-leninizme soldan müdahale” 3 türünden ekzantrik arayışlardan geçeceğine inanmak gerekmiyor…
Genel zaaflara karşılık, Akademi tezlerinin geleneksel solun devrimci kesimlerinde uyandırdığı tepkiler bu konuda önemli veriler sunmuştur. Geleneksel sol reel sosyalizme ve onun ürünlerine içeriden ama gereken mesafeyi almaktan hiç çekinmeden tepki gösterilebileceğini sergilemiştir.
Yukarıda söylendiği gibi TBKP ve şimdilerde -bir mucize olmaz ise- SBP sosyalist sistemin çözülüşü sırasında marksizmle aralarındaki bağları çözmeyi seçtiler. Glasnost ve perestroykanın savurucu etkisi elbette muazzamdı; ama bu kesimlerin savrulmalarını açıklarken “içlerinden geçeni” dışa vuracak fırsat yakalamış olmaları eklenmelidir. Bu kesimlerin geleneksel soldan gecikmiş kopuşları sayesinde belki de Türkiye siyaset sahnesi, marksizm ve -kısmen- işçi hareketi kökenli yani kitabına uygun bir sosyal-demokrasiye kavuşma şansı bulacak.
Genel panoramayı özetlersek karşımıza birinci olarak “teslim olan geleneksel sol”; ikinci olarak doktriner eleştirellikleriyle Maocu, yeni solcu, troçkist akımlar; üçüncü olarak Kürt solunu da içerisine alan klasik devrimci demokrat tepkiler; dördüncüsü çözülme sürecinde devrimci bir direnci geleneksel sol çerçevede üretmeyi başaramayarak reformizm ya da yeni sola borçlanan veya devrimci demokratlaşanlar; ve en sonu bunların beceremedikleri işe tüm hata, zaaf ve eksikliklerine karşın girişenler çıkıyor. Söylediğimiz gibi reformizmin doldurduğu kategoriyi bir yana bırakıyoruz. Dizimizin hacim sınırı nedeniyle elinizdeki kitap ikinci ve üçüncü kümelenmelerle sınırlı kalacak. Yazının ikinci bölümü Gelenek’in bir sonraki sayısında sizlere ulaştırabileceğiz.
Reel sosyalizmin tuzağında
Maocu hareketin 1980 sonrası mirasçısı Saçak sosyal-emperyalizm tezlerini uzun zaman sürdürdü. Bu hareketin kendine özgü pervasız pragmatizmi nedeniyle dönem dönem sosyal-emperyalizm lafzı çok sık tekrar edilmeyebiliyordu. Gündelik politikaların gereklerine göre, isterse kimliğinin birinci ögesi olsun, herhangi bir ilkesel saptamanın pekala gerisine çekilebiliyordu. Bu çevrenin tarihi Hruşçov’un iktidara gelmesiyle kesintiye uğratan yorumu, Stalin’i de doğal olarak “ustalar” arasında sayıyordu. Ancak Saçak dergisinin yayın yaşamı son aylardaki keskin kavgalara gelinene kadar, aslında Stalin’i dikkatle unutturan “stalinist” ürkütücü görüntünün yerine uzlaşmacı, yumuşak, teorik inceliklerle bezenmiş, demokratça bir görüntü sağlamayı gözetmiştir. Öyle ki glasnost rüzgarlarının Kutlu’yu en sağ mesajlarla günlük basına taşıdığı sıralarda Perinçek’in “Gorbaçov bizim partimize üye olabilir” sözleri, Sovyet liderinin o günlerde söylediklerini kendilerinin geçmişten beri anlatmaya çalıştıkları görüşler olduğunu 4 söylediğinde dinleyicileri bu tuhaf argümanlara yeterince hazırlamıştı. Sosyal-emperyalizm tezleri bu çevre için büyük ölçüde anlamını yitirdi. SSCB’nin saldırgan bir süper devlet olmaktan giderek çıkmasının bunda payı olduğunu yine bizzat Perinçek ifade ediyor. Perinçek’e göre, “devrimci politika yapan bir insan”ın Sovyetler Birliği’nin “bugün emperyalist olduğunu vurgulamasında” bir yarar yoktur. 5 Ama aslında bu ülke hâlâ “sosyal-emperyalisttir”. Ama “bir toplum iktidar düzlemindeki barışçı değişikliklerle yeniden sosyalizm kuruluşu rayına oturma şansına sahipse sosyalist rengini koruyor demektir.” 6
Bu kadar da değil. Derginin önemli bir iç ayrışma yaşamasından sonra, geriye kalan daha homojen topluluk Gorbaçov’un gidişatını “Hruşçov revizyonizmi”nin devamı olarak değerlendirebiliyordu: Açıkçası (!) Gorbaçov belki bir ara sosyalizm rotasından çıkmadığını göstermiş olan ama aslında süper devlet niteliğini kaybetse de emperyalist olmaya devam eden SSCB’yi, Türkiye Maocularıyla programatik farklılığı olmamakla birlikte, Hruşçov’un saray darbesinden beri kapitalist olan bir ülkeyi bir kez daha restorasyon yoluna sokan ekibin lideridir. İster inanın, ister inanmayın; bunların hepsi topu topu birkaç kişi tarafından ve çok değil birkaç ay içerisinde dile getirilmiştir. Nasıl becerilebildiğini anlamak için ise böyle bir teorik argümantasyon güzergahını izlemenin hiçbir faydası olmayacağı tahmin edilebilir. Perinçek ve arkadaşları için mesele son derece dar pragmatizmlerden ibarettir. Gün sağa dönmeyi gerektirdiğinde glasnost sürecinin yenilenmeci özünden dem vurulur, hareketin teoriyi “fazla” önemseyen bir yarı-liberal muhalefeti doğduğunda onlar karşısında Maocu geçmişe bir biçimde sahip çıkmakta çıkar görülür. Ama bütün bunlarda halledilmesi olanaksız bir sorun vardır: Sovyetler Birliği bir tarihte karşı-devrim yaşamış bir ülkeyse, otuz yıldır kapitalizme dönememiş midir? Döndüyse ve bu ister Hruşçov’un iktidara gelişinin ertesi sabahı, ister Brejnev döneminin “saldırgan” politikalarıyla tamamlanmış olsun, bu ülkenin başına gelenlere dair neden bu kadar düşünce üretilir?
“Gorbaçov’un Nereye Gittiği” sorusunun bu zeminde cevabı son derece net, ama üstelik ikincil olmalıdır. Eğer SSCB bir tarihte kapitalizme dönmüş ise, 1985 sonrası politikalar olsa olsa belirli bir sermaye birikimi rejiminden bir diğerine geçişin politik-ideolojik üstyapıdaki izdüşümleri olabilir. Bu da Türkiye’de devrimci politika yapmayı tasarlayanları Japon ve Amerikan sermayeleri arasındaki kur kavgasından daha fazla heyecanlandırmamalıdır.
Reel sosyalizmin tuzağı 7 işte budur: İsterseniz reel sosyalizmin yaşadığı sorunlarla ilgilenmeden sol politika yapmayı deneyin. Sonuç baştan bellidir. Reel sosyalizm kimi geleneksel değer ve kazanımlarının tarihsel kanıtlanmışlığına öylesine sahiptir ki, çizmeyi aşan radikal eleştirmenlerini ya politikanın dışına iteler, ya da çözümsüz iç çelişkilerle başbaşa bırakır.
Perinçek’in ve arkadaşlarının iç çelişkileri çözümsüz türden. Ancak bu yolda yalnız olmadığını eklemek gerekiyor. Maocu gelenekten gelen aşağı yukarı tüm hareketlerin 1970’lerin sosyal-emperyalizm retoriğinin anlamsızlaştığı bir dünyada benzer zorlukları yaşaması kaçınılmazdı. İki örnek: “Bugün, Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa ülkeleri marksizm-leninizmden uzaklaşmanın, kapitalizme teslim olmanın sonuçları ile boğuşmaktadırlar.” 8
“Şurası çok açık ki, bütün çürümüşlüğüyle, kapitalizmin, Doğu Alman halkına vereceği birşey yoktur.” 9
Marksizm-Leninizmden uzaklaştıktan 30 küsur yıl sonra neden hâlâ sorun bu uzaklaşma eylemi olur. Eğer uzaklaşılmış bulunulan bir sosyalizm ve teslim olunmuş bir kapitalizm var ise, sorun kapitalizmin kendi iç sorunudur. Doğu Avrupa’nın halk demokrasilerinin Batı kapitalizmine eklemlenmesi ise, bu perspektiften bakıldığında Nasır sonrası Mısır’ın dünya kapitalizmine entegrasyonuyla vb. gibi örneklerle karşılaştırılabilir ancak. Ama herkes sezer ki, bu söylendiğinde güncel hiçbir şey söylenmiş olunmayacaktır. Bu durumda reel sosyalizmin çöküşünü hazırlayan dinamikler marksist-leninist olmamakla eleştirilir… Hele aynı dinamiklerin sosyalistliğine toz kondurulmayan Arnavutluk’u da sarması bu kesimler için iyice içinden çıkılmaz bir durum yaratmıştır. Bir takım kapitalist ülkelerin yaşadıkları kapitalizm içi çelişmeler sosyalist ülkeleri de bütünüyle aynı anafora çekebilir. Bunu açıklamak kolay değil. Elbette yeni “saray darbesi” teorileri geliştirmek ve toz kondurulmayacak yeni “kaleler” aramakta herkes özgür. Üstelik böylesi bir yol hem kolaydır; hem de bu yolda yanlışlanmanız kategorik olarak mümkün değildir.
Elbette bu çelişkilerin başka türlüleri de var. Pekin-Tiran cephesini bir kenara bırakıp, yeni solun ilginç örneklerine değinmek eğlenceli olabilir. Farklı eğilimlerin paylaştığı bir görüş, Sovyetler Birliği’nde “korkunç adaletsizlikler, eşitsizlikler, yoksulluk ve ciddi ezilme biçimleri” olduğudur. 10 Bu değerlendirmeyi Türkiye’nin troçkist ve yeni solcu yorumcuları duraksamaksızm sahipleneceklerdir. Oysa biraz daha dikkatli olmalarında ve aceleyle devrimci sosyalizmin Sovyet acentası ilan etmiş oldukları Boris Kagarlitskiy’e kulak kabartmalarında fayda vardı:
“Brejnev döneminde (…) siyasal durgunluğun dayanağı, insanlara önceki kuşakların hayal edemeyeceği bir ekonomik hayat standardı sunmuş olmasaydı” 11
Korkunç eşitsizlikler ve kitleleri sakinleştirecek ölçüde rahat yaşam koşulları… Bu ikisi arasındaki çelişkiyi çözmeye çok fazla uğraşan olmadı. Çünkü daha kolayı vardı: Sorunları siyasal kertede yoğunlaştırmak. Gelenek okurları için pek ufuk açıcı olacağını sanmadığımız “diktatör yönetim” anlatımlarını aktarmaya gerek duymuyoruz. Bunun yerine kimi belirgin eğilimler çevresinde listeye devam etmek daha anlamlı.
Yeni sol ve troçkizmde yaygın bir yaklaşım, reel sosyalizmin yönetici kadroların içerisinden bir dönüşüm dinamiği türetemeyeceğiydi. Ve bir süre kimi yayınlar kararlı bir apolitizm ile glasnost hareketinin yalnızca bürokrasinin iç sorunu olduğunu vurguladılar: “Bize kalırsa Gorbaçov ‘reformları’ hiçbir ciddi sonuç üretmeyeceklerdir. Gorbaçov ve fraksiyonu ya düşürülecektir, (…) ya Stalinist yöntemlerle ekonomi ve siyaset yürütülmeye çalışılacaktır, (…) ya da, ki bu en olası olanı bir zaman sonra tekrar başlanılan yere dönülecek ve ufak tefek bazı değişikliklerin dışında aynı yapısal sorunlar gene bütün ağırlığıyla kendilerini hissettireceklerdir.” 12 İşçiler ve Toplum (ya da İşçiler ve Politika) bu yaklaşımını neredeyse dört yıldır aşağı yukarı değiştirmeden korudu. Ancak glasnost ve reform süreçlerinin içine bizzat kitlelerin de dahil olmalarıyla bu kesimler de daha önce troçkistlerin girdikleri yoldan ilerlediler. Troçkizm ve ona yakın eğilimler yeni solun, “kitleler” vurgusunu apolitizm derecesinde güçlü yapanlarına göre daha politik davrandı. Politize yeni solun ilk aradığı yaşanan süreçlerin bizzat içerisinde “tutulacak bir saf olmuştur. Yine birkaç örnek:
“Sovyet basını, en başta Ogonyok ve Moskova Haberleri gibi glasnostun sözcülüğünü üstlenmiş yayınlar olmak üzere (…) glasnosta gerçek bir boyut kazandırmıştır.” 13
“Yuri Afanasiyev ve Otto Latsis gibi radikal glasnostçular ise Troçki’nin itibarının iadesini talep ediyorlar.” 14
“Bu akımın önemi, kitle hareketinin yükselmesi durumunda, hele hele siyasal devrim anında, SBKP üyesi olsunlar olmasınlar, bu unsurların önemli bir bölümünün bürokrasi cephesinden kopması olasılığının çok yüksek olmasından ileri geliyor. Böyle bir durumda, ezici çoğunluğu aydınlardan oluşan radikal glasnostçular proletaryaya vazgeçilmez önemi olan düşünsel desteği sağlama işlevini yerine getirebilirler.” 15
Savran’ın öngörülerinin o kadar da isabetsiz olmadığı sanılmasın. Hakkını yememek için belirtmek gerekiyor; Savran proletaryaya bilinç taşıyacak olan bu aydınların piyasacılık gibi bir zaafları bulunduğunu da Ekim 1988’de yazmıştır. Ama elbette bu sözkonusu “düşünsel destek” misyonunu geri çekmek için neden olamazdı. (!)
Bir başka çalışmasında Savran grevci madencilerin kimi taleplerini anlatıyor ve işletmelere bağımsızlık verilmesi, yerel yatırım kararlarında serbestlik, kömür fiyatının serbest bırakılması gibi taleplerin “piyasa ilişkilerinin ağırlığının artırılmasıyla sonuçlanmasının kaçınılmaz” olacağından kuşku duymuyor. 16 Elbette bundan da grevi alkışlamamak gibi bir sonuç çıkarılamaz. Ama yine bir tuhaf rezerv var. Daha doğrusu bir hatırlatma: “Dayanışma”. Son yıllarda Walesa’nın işçi hareketini dejenere ettiğini, ya da “tanınmaz” hale getirdiğini söyleyenlerin bundan on yıl önce yabancı dergilerin kapaklarına gözlerini kapatmış olmaları gerek. Dayanışma hareketinin Polonya’yı kapitalizme geri götürecek siyasi kaldıraç olacağını öngörmemek için inanılmaz bir uvriyerizme ihtiyaç var. Haç, kilise ve Papa etkenlerinin, bunların yanısıra Batı’dan gelen büyük maddi ve ideolojik desteğin gazetelerdeki yansımalarını görmezden gelecek kadar…
O zamanlar Dayanışma’nın danışmanlarını “yoldaş” olarak zikreden Mandel, Ogonyok’la en gerici yayın olma yarışı yapan Moskova Haberleri’nde “kapitalizmin restorasyonunu savunan tek bir makale okumuş” değildir 17 ve üstelik Çinli öğrencilerle dayanışma konusunda “SBKP’nin disiplinini açıkça çiğneyen Boris Yeltsin’in politik cesaretini kutlamamız” gerektiğini söylemektedir. 18
Dayanışma’nın danışmanlarından yoldaş imal edenler, Yeltsin Afanasiyev ve diğer “radikal glasnostçuların” siyasal yelpazedeki yerleri konusunda inanılmaz bir körlük sergilediler. Benzer bir yanılgıya sınıfın hareketlenmesinin herşeye kadir olacağı kanısıyla da düştüler. İdeolojik belirlenmişliklerinden, sahip çıktığı taleplerden, ülke ve dünya politik dengelerinde yol açtığı sonuçlardan yalıtılmış bir işçi sınıfı mücadelesi analizi hangi öncüllerden yola çıkmış hangi araçları kullanmıştır dersiniz? Bizce bütün ideolojik ve politik belirlenimlerin kaldırıldığı yerde, geriye yalnızca sınıfın ekonomik süreçteki konumu kalır. Yani işçi olması. Birincisi; bu bir analiz değil, totolojidir. Bir olguyu, olgunun merkezindeki öznenin tanımı ile çözümleyemezsiniz. “İşçi sınıfı devrimci bir sınıftır; o halde işçi eylemi devrimcidir” denmesine inanmak bile güç. İkincisi; belki daha kötüsü, bu.saf ekonomizmdir, sınıfın kendiliğinden mücadelesinin yüceltilmesidir. Türkiyeli troçkistlerin katılmadan edemeyeceklerini sandığımız Mandel bunun daha net bir örneğini de veriyor. Bu kez Demokratik Almanya’da, restorasyon öncesindeyiz: “Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde başlayan devrimin politik karakteri işyerlerindeki olağanüstü kaynaşma ile özellikle doğrulanmaktadır. (…) emekçi halk, zincirlerini kıran bir dev gibi aniden ayaklandı. Bu tüm gerçek devrimlerin özelliğidir.(…) Göstericilerin yüzde 90’ı hiçbir gruplaşmaya, hiçbir örgüte bağlı değildi ve dosdoğru emekçi kitlelerin yüreğinden ve kafasından çıkıyordu.” 19
Alıntılarda, en azından Doğu Avrupa’da yaşananların üzerinden bu kadar zaman geçmesinden sonra hatırlatılmalarında kendinde bir açıklayıcı güç gizli. O yüzden bir iki uç örnek daha vermeden edemiyoruz. Biri Perinçek’ten “sol”a doğru kopan Mehmet Gündüz. Önce bir şikayet. Yorumsuz: “Glasnost hareketini destekleyen ve geliştirmeye çalışan bu amaçla kitle hareketini körükleyen unsurlar baskı altındadır. Gösteri yapan Kırım tatarlarının liderleri gözaltına alınıyor.” 20
Tarih: Temmuz-Ağustos 1989 ve Gündüz dünya çapında devrimci safı tarif ediyor: “(…) Polonya’da Dayanışma hareketi, Sovyetler Birliği’nde glasnost hareketi ve bu hareketin sol kanadını oluşturan Yeltsin-Afanasiyev kesimi; Çin’de demokrasi hareketi…” 21
Tarih: Aralık 1989 ve Gündüz “özeleştiri” veriyor: “Sovyetler Birliği’nde muhalif konumda bulanan Boris Yeltsin’in Amerikan hayranlığını ve piyasacı mantığını göremeyip onu bir sol muhalif olarak değerlendirmem önemli bir hataydı.” 22
Ne denebilir ki… İnsanları kırk küsur yaşından sonra böyle durumlara düşüren kadere yanmaktan başka!
Aslında M. Gündüz’ün özeleştirilerinin çok derin bir geçmişi var: “Burada bir özeleştiri yapmak istiyorum. 1981 yılında (…) liberalizme karşı savunma sorununa gereken ağırlığı vermedim. Bu da saflarda özellikle aydın kesimde liberal ideolojinin etkili olmasına yardım etti. İkinci olarak teorik araştırmanın başlangıcında yer yer ben de sağ fikirlerin etkisi altında kaldım.” 23 Ya da: “Gerçekten de, 1987 yılında bugüne göre Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelere ve reformlara daha uzak bakıyor, başlangıç aşamalarındaki tutuklulukları sürecin sonuymuş gibi değerlendiriyordum.” 24
Bize, bu acıklı duruma reel sosyalizmin neden olmadığını görmekten sevinmek düşüyor.
Dramatik boyutlar almaya başlayan bu yeni sol gezimizi biraz değiştirelim. Buraya kadar göstermeye çalıştıklarımız, bir; ideolojik ve siyasi ögelerden arınmış bir sınıfsal konumlanış analizinin güçsüzlüğü; iki; dolayısıyla geleneksel sola karşı “ekonomizm” eleştirisini dillerinden düşürmeyenlerin ne derece bunu dile getirmeye hakları olduğu; üç; reel sosyalizmde yaşananların iç dinamiğini gözönüne almayan yeni solun kendi apolitizmini birilerinin safını tutarak kapatmaktaki beceriksizliği; dört; ve bunların tümünü kapsayan, en başta dile getirdiğimiz “tuzak” esprisinin ne denli geniş boyutları olduğuydu.
Şimdi bunlara ekleyeceğimiz eğilim bir diğer sübjektivizm örneği. Sosyalist ülkelerde yaşanan gelişmelerde destekleyecek odak ve ufku sınıfsız topluma açılan kitle dinamizmi aranabilmesi ve bulunabilmesi için bir önkoşul var: Yaşanan siyasi çatışmaların nesnel olarak kapitalizme yönelen bir yanlarının bulunmaması, sözkonusu toplumlarda kapitalizm yanlısı bir sürecin taşıyıcılarının da ihmal edilebilir boyutlarda olması gerekir. Yoksa herkes bilir ki kapıda bekleyen bir karşı-devrim tehlikesi varken, “kötü sosyalizm’in iyi sosyalizm” tarafından kovulması süreci bu kadar yalın yaşanamaz. Ama söylediğimiz gibi, kanıtlanmışlıktan yoksun yeni solun kendi tarihsel pozisyonunun haklılığını tescil etmeye tarifsiz bir gereksinimi vardır.
“Bürokratlaşmış işçi devletlerinin hiçbirinde küçük burjuvazi ve orta burjuvazi toplumda küçük bir azınlıktan öte birşey değildir. (…) Uluslararası büyük sermayeden, oldukça sınırlı olmakla birlikte, destek almaktadır. Ama nihayetinde bu çakışma, kısa veya orta vadede kapitalizmin restorasyonu diye birşey için yeterli olmayacaktır.”
“Bürokrasinin çoğunluğu için, aslında çok büyük çoğunluğu için, kapitalizmin restorasyonu onların gücünü ve ayrıcalıklarını azaltır.” 25
“Bugün en azından SSCB’nde varolan güçler ilişkisine bakıldığında, bürokrasinin yeni bir burjuvazi tarafından çok işçi sınıfı tarafından bertaraf edileceği çok daha muhtemeldir.” 26
“SSCB’nde pro-kapitalist güçler, orta ve küçük burjuvazi tamamiyle marjinaldir ve 125 milyon emekçi ile hiçbir ortak noktaları yoktur. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan köylülük de azınlıktır.” 27
“Kitleler şu anda işçi devletlerinin sınıf temellerini değil, bürokratik rejimleri tasfiye etmeye çalışmaktadır.” 28
Örnekleri çoğaltmak, başka kesimlerden benzer yorumlar bulmak pekala mümkün, ancak söylemek istediğimizi sanırız anlatabilmişizdir. Sübjektivizmin bu tezahürü dünya kapitalizminin gücünü küçümsemek oluyor. Bu sonuca giden yolda geçilen merhaleler ise, sosyalist toplumlarda sınıf mücadelesinin ve politik çelişkilerin boyutlarına ilişkin bir yanlış algılama; yine bu mücadele ve çelişkilerin bir dünya bağlamında (bu perspektif zaafına karşılık yeni solun geleneksel sola enternasyonalizm dersi vermeye kalkışması ise bir diğer tuhaflık) vuku bulduğunun yeterince önemsenmemesi; yerel gerici dinamiklerin bu tek yanlı çözümleme içerisinde kaçınılmaz olarak yine iktisadi ve nicel göstergelere dayanılarak tartışılması.
Bir diğer noktayla devam edelim. Glasnostun açtığı pencereden demokrasinin hatta sosyalist demokrasinin gireceğinden emin olan kimi yorumcular hemen üst paragraftakine benzer bir yanılgıyı tekrar etmişlerdir. Sosyalizme yakışanın “çok partililik”, monolitik siyasi yapının yüzkarası olduğu bu süreçte çok söylendi. Bazıları sosyalist demokrasinin sosyalist projenin ve işçi sınıfının çerçevesi içinde kalan, esasen işçi sınıfının bağrındaki farklı eğilimleri yansıtan ayrı örgütlenmelerle sınırlı olması kaydını düşüyorlar; başkaları ya “serbest politik rekabet” içinde kurulacak bir sosyalizm düşledikleri ya da yasaklamanın bir zincirin halkaları gibi sürmesinin, burjuvaziye konulacak yasağın kimlere uygulandığından bağımsız bir dinamiğe taşıyarak kaçınılmaz biçimde yayılacağından endişe ettikleri için bu kayıda gerek duymuyorlar. Türkiye solunda bunların çok örnekleri var. Elbette işçi sınıfının farklı kesim ve çıkarlarının sözcülerini nasıl ayırdedeceğimize ilişkin bir formül şu ana kadar keşfedilemedi. Hele şu radikal glasnostçular tarafından kandırıldıktan sonra… Bu küçük parantez bir yana, böylesi geniş ya da sınırlı bir çoğulculuk ve Gündüz’ün deyimiyle “burjuva partileriyle halk önünde açıkça tartışmak” 29 yine bir şeyi varsaymalı: Eğer kapitalizme dönüş ihtimallerini artırmak, bu yöndeki özneleri güçlendirmek istemiyorsanız -yani bizzat siz de gizli bir restorasyoncu değilseniz- pro-kapitalist dinamiklerin zararlı olamayacak denli zayıf olduklarına inanıyor olmalısınız. Böyle olmadığı yeterince kanıtlandığına göre, artık şu çoğulculuk ısrarının yeniden gözden geçirilmesini öneririz.
Bir yedinci kritik yanılgı ise, yine troçkizmin katkısı olarak gündeme giren, glasnost ile perestroyka arasındaki ayrımdır. Sürecin başlarında bürokrasinin iç sorunu olarak değerlendirilen reformların ekonomik ve siyasal yönleri arasında bir ayrım yapılmaya gerek duyulmuyordu. 1989 yazında bu yönde artık eskimeye iyiden iyiye yüz tutmuş bir anlatıma göre glasnost “aslında ‘perestroyka’nın bir makyajı”idi. 30 Gelişmelerin “taraf olma” eğilimini zorlaması, piyasacı ve restorasyoncu motiflerin perestroyka çerçevesinde giderek açığa çıkması, öte yandan komünist partilerin iktidar tekellerinin kalkmaya başlaması ve bu arada çeşitli siyasal partilerin doğmasıyla birlikte glasnost ile perestroyka arasına bir mesafe konulmaya başlandı. Bu yeni yoruma göre perestroyka işçi sınıfının sosyalizm yönündeki iktisadi kazanımlarını tehdit ediyor, oysa glasnost kitle dinamizmine alan açarak, belki de içlerinde devrimci, sosyalist vs. nitelikler atfedilebileceklerin de bulunacağı partilerin kurulmasına olanak veriyordu. Gerici perestroykaya karşı, ilerici glasnost…
Tüm yaşananlar bu iki düzlemi birbirlerinden fazlaca uzaklaştıramayacağımızı kanıtlamış olmalı. Perestroykanın işletmelere belirli bir sınırın ötesinde özerklik sunması, verimliliği arttırmanın yolu olarak görülen piyasa ilişkilerinin yaygınlaşması, ekonomik işleyişe motivasyon, tercihlere rasyonalite katması için dünya kapitalizmiyle rekabete açılınması… Tüm bunlar glasnostu “proleter özgürlük ve demokrasi”nin dışına taşır. Bu ögelerle birlikte olduğunda siyasal liberalizmdir glasnost. Siyasal liberalizm ise, örneğin işten çıkarma özgürlüğünü ve işsiz kalma özgürlüğünü, karaborsa özgürlüğünü ve daha pek çok çeşit dejenerasyon özgürlüğünü getirecektir.
İlişkinin ters yönlüsü de doğrudur: Siyasal güç ilişkilerinden, mevcut ekonomi politikalarından, dünyanın siyasal, ekonomik ve kültürel konjonktüründen bağımsızlaştırılmış bir “demokratikleştirme”nin iktisadi ve toplumsal hayatta hangi dinamikleri besleyeceğinin, hangilerinin önünü kapatacağının önceden hazırlanmış bir ulvi yasası var mı? Eğer yok ise, üstyapıda ve iktisadi altyapıda yaşanan dönüşümlerin birbirlerinden ayrılarak değerlendirilmesi yalnızca apolitik bir fikir jimnastiği olur. İşin tuhaf tarafı yeni solun tüm bunları “politik öneri” olsun diye “programatik çerçeve” olsun diye, üretmekte oluşudur…
Bu kesimlerin bir de ayrıntılı iç tartışmaları var. Örneğin sosyalizmden kapitalizme geri dönüşün olanaklarını ve bunun temelinde sözkonusu devletlerin “geçiş toplumu” ya da bir başka problematik içinde mi ele alınmaları gerektiği konulu polemikleri süreceğe benziyor. Bunlar bizi çok yakından ilgilendirmiyor. Aynı düzeyde, sosyalist ülkelerde filmin nerede ve ne zaman Hruşçov’la Stalin’le Lenin’le yoksa Ekim’le mi “koptuğu” tartışması da hem yine fazlasıyla klasik bir yeni sol iç tartışması olması, hem de bu tarih yorumunun Gelenek’te daha önce bol bol işlenmiş olması nedeniyle bu yazıda ele alınmayacak.
Bu bölümü bitirirken iki eğilime daha değinmek istiyoruz. Sürecin gelişimi boyunca kimi zaman siyasal liderliklere kayıtsız kalındı, kimi zaman bunlardan biri ya da diğerine misyonlar atfedildi. Radikal glasnostçuların misyonları konusunda bir şüphe kalmayınca, Sovyet yeni solundan isimler ön plana çıkmaya başladı. Bu arada kısa süre içinde kapitalist restorasyona giden bir kaos ortamının figüranları oldukları görülen “yeni tip” örgütlenmeler favori oldu. Bir ara kapitalizme dönüş ihtimali küçümsenerek kulaklar yalnızca dünya devriminin tınılarını duydu. Sonra o “çıkarı sosyalizmden yana olan”, dolayısıyla işçi sınıfı tarafından devrilmesinden herhangi bir zarar gelmeyecek olan “bürokrasiler” kapitalizmin taşıyıcıları oluverdiler. Burada sosyalist ülke önderliklerinin hazırlıksız, güçsüz, prestijsiz girdikleri, sonuçta restorasyonun önünü kendi elleriyle açmış olduklarını, bu süreçteki pozisyonlarının tasfiyeciliğe, performanslarının teslimiyetçiliğe ve kararsızlığa denk düştüğünü reddedecek değiliz. Ancak yılda birkaç değişik yorum sahibi olmakta bir beis görmeyen ve her gelişmede kendilerine bir doğrulanma vesilesi keşfedenlerin de daha iyi bir görüntü çizmediklerini ifade etmek gerekiyor.
Bu açıdan geleneksel sol karşısında yeni solun, entellektüel anlamda da olsa, bir başarı kazandığını hiç düşünmüyoruz. Bu başarısızlığın temelinde “kötü reel sosyalizm”in yerini ideal bir sosyalizmin alamaması yatıyor. Beğenilmeyen sosyalizm birçok yerde kapitalizmle değiştirildi, değiştiriliyor. Dahası bugünden geleceğe bakıldığında o beğenilmeyen türden sosyalizmlere nasıl ulaşılabileceğine dair teori ve modeller hâlâ mevcut iken, ideal sosyalist toplumun içinde yaşadığımız dünya kapitalizmi çerçevesinde nasıl temellerde boy vereceğine ilişkin bir teorizasyon da elimizde bulunmuyor.
Reel sosyalizmi ve geleneksel solu “sol”dan eleştiren yeni sol türleri ve troçkizmin göreli solluğu da yaşanan gelişmeler içinde kuşkulu bir hal almıştır. Yukarıda örneklendiği gibi, siyasal müttefik seçiminde yapılan büyük hatalarla bir; sol dalga beklentilerinin asılsız çıkması ve nesnel olarak bir sağ çözülmenin alkışçısı olmalarıyla iki; ve, herkesi bağlamasa da, glasnost penceresinden yapılan tarih yorumları ve bunlara bağlı sosyalizm tasavvurlarının niteliğiyle üç. Sonuncuya yine tanıdık bir kalemden örnek: “Sosyalizm bir sınıflar bloku ile iktidara gelecektir ve işçi sınıfının müttefiki sınıflar sosyalizmde de yaşayacaktır. Köylülük, küçük burjuvazi, orta burjuvazi ve daha başka sınıf ve kesimlerin partileri, sosyalizmde yaşama ve mücadele etme hakkına sahip olmalıdırlar (…) burjuva partileriyle halk önünde açıkça tartışmak, burjuvaziden çok proletaryaya yarayacaktır.” 31 Tüm bunların sosyalist kuruluşun özgün ve geçici bir dönemi olan NEP için, ve öncelikle radikal glasnostçu Sovyet “aydınları” tarafından üretilen fikirler olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Reformist yeni düşünce ile sosyalist demokrasici yeni solu kimi yönleriyle karşılaştırdığımızda “hangisi daha sağ?” sorusunu yanıtlamakta zorluk çekiyoruz.
Devrimci demokraside arayış
Yeni solu açmazlara düşüren, geleneksel solu sosyal-demokrasiye dönüştüren süreç devrimci demokrasiyi de etkisi altına almadan edemezdi. Türkiye’nin bir özgünlüğü olarak devrimci demokrasi glasnost rüzgarını üzerinde 12 Eylül’ün ölü toprağı dururken yedi. 12 Eylül’ün, burjuvazinin tüm “olağanüstü” devlet biçimlerinde olduğu gibi sol harekete verdiği zarar yolaçtığı fiziki tahribat ile ölçülemez. Askeri diktatörlüğün ilk “gevşeme” belirtileriyle birlikte Türkiye solu 1980 öncesinde pek az aşina olduğu bir dizi ilgi alanının içinde buldu kendini. Bu alanlar için iki örnek hemen akla geliyor:
Daha önceleri ihmal edildiği düşünülen çeşitli toplumsal dinamikler, örneğin kadın hareketi; ve sosyalistler arası ya da örgüt-içi demokrasi sorunu. İki örneğin ortak yanları vardı. Birincisi, her ikisi de, 80 öncesi sol kadrolar arasında sayısız hataya kurban gitmişti. İkincisi, yine her iki alanda da sosyalist kimi normlar açısından “doğru” bir performans gösterebilmek için öncelikle ciddi bir teorik ve kültürel donanıma sahip olunması gerekiyordu. Bu unsurlar mevcut değildi. Üçüncüsü, bu alanlar bizzat politikanın asli ögeleri değildir; ancak bir sosyalist politik birikimin sağlıklılığı bu ve benzeri alanlarda çizilecek anlamlı bir çerçevenin yokluğunda ciddi kuşkular taşıyacaktır. Bu alanlarla ilgilenilmesi kendi başına olumsuzlanması olanaksız bir konudur. Ancak ağırlığın başlı başına bu alanlara kayması da olumlanabilir bir gelişme sayılamaz. Sosyalizmin siyasi ve kültürel birikiminin bir fonksiyonu olarak ele alındığında son derece anlamlı olabilecek bu tartışmalar, değişik ilgi alanlarını kendisine bağımlı kılan, bu anlamda entellektüel performansın bütününü organize edebilen bir politika odağının yokluğunda, somutta dejenerasyon görüntüleri olmuşlardır.
Elbette bu konular devrimci demokrasiyle sınırlı kalmadı. Solun tüm kesimlerinde, biraz ağır bir deyişle, politikanın boşluğunu benzeri tartışmalar kapatır hale geldi. Ve tüm bunlar, son tahlilde bir yenilginin yarattığı ideolojik tahribat, daha ara tahlillerde ise uluslararası bir akım olarak Türkiye’ye de sirayet eden sivil toplumculuğun ya da sol liberalizmin mirası oldu. Ne gerici bir burjuva ideolojik saldırının, ne de ipliği kısa sürede pazara çıkan sivil toplumculuğun, kendi kimlikleriyle sol içinde kalıcı yerler edinmeleri mümkün olamazdı. Ancak politikanın geri plana düştüğü bir dönemde, geçirgenlikleri zayıf kimi alanlar bir tahribatın simgeleri haline gelmişlerdir. Elbette tüm bu söylenenler, söz konusu alanların bizatihi içerisinden sağlıklı yorumların çıkmış olduğunu görmezden gelmek anlamına gelmiyor.
Glasnost bunların üzerine tuz biber ekmiştir. Özelde devrimci demokrasi sözkonusu olduğunda ise bir ek yapılmalıdır. Devrimci demokrasi, 80 öncesinde kimi alanların özel olarak zayıf kalması açısından tipik örnek oluşturur. Hareketin genel nitelikleri düşünüldüğünde entellektüel gıdanın bu kesimde son derece kısıtlı olmasının temeli devrimci demokrasinin popülist çerçevesinde aranmalıdır. Entellektüel birikimi eksik bu birikimini geliştirmek için bizzat içinde yaşadığı popülist çerçeveden kurtulması gereken, bu anlamda devrimci demokrasi olmaktan çıkması gereken bir yapıdan söz ediyoruz. İşin kötü tarafı, tüm bu adımlar atılsa bile sorunlar çözülmüyor. Devrimci demokrasi “teori” aradığında, özellikle bu aranışını geleneksel solun yerel ve uluslararası düzeyde güçsüz kaldığı bir ortamda yaşadığında, ilk çekileceği taraf yeni sol olur. Bu ampirik doğrulanmışlığının ötesinde bir yasallıktır; geçtiğimiz yıllarda yaşanan da bu olmuştur. Sosyalist ülkelerde yaşanan süreçlere Türkiye devrimci demokrasisinin verdiği tepkiler önemli bir kısmıyla yeni solun açmazlarının yeniden üretilmesi olmuştur. Bunun da tipik örneği Yeni Öncü dergisi oldu.
Yeni Öncü çevresinin geçmiş reel sosyalizm değerlendirmesinde “revizyonist” nitelemesi ile “sosyalist kazanımların korunması” yanyana durmuştur. Başka çevrelerle, örneğin geçmiş Devrimci Sol ve Devrimci Yol’un da paylaşacakları tutumun Yeni Öncü’de bugün “tipik” niteliği almasının kökenlerinde, bu çevrenin göreli bir üstünlüğü aranmalıdır.
Yeni Öncü geçmişte, THKP-C geleneğine yönelttiği eleştirilerini diğer teorik hesaplaşma alanlarına da uzatmış ve adı geçenler dahil, birçok çevreye oranla oldukça rafine ürünler vermiştir. “Teoriye duyarlılık” üstünlüğü, “arayış” ortamında yeni sola da daha fazla açılmak sonucunu verdi. Bir Yeni Öncü yazarına göre hareketin geçmişi, “devrimci popülizmden kopup leninizme ulaşmak isterken Stalinizme sarılma” 32 olarak tarif ediliyor. Dolayısıyla sosyalist hareketin dünya çapındaki geçmişi değerlendirilirken kritik bir noktaya geliniyor. Sosyalist ülkelerde körüklenen eleştiri dalgası, restorasyoncu bir tehlikeyi gündeme getirirken, Stalin dönemi ve sosyalist demokrasi konularında da bir dizi tez ortaya atıldı. Bunların ortak paydaları demokratizmle sakatlanmış olmaları. Bu noktada yeni sol ile glasnostçu eleştiri bir buluşma noktası buldu. Buluşma noktası devrimci demokrasi için, yalnızca arayışın keşmekeş haline dönüşmesi anlamına gelmiştir. Bu Yeni Öncü’de TBKP tezlerine benzeyen satırlarda kendini dışa vurdu:
“Kapitalizm… teknik üretici güçlerin gelişmesi konusunda devasa adımlar attı. Varolan sosyalizmi ‘üretici güçleri geliştirip geliştirmediği’ konusunda cevaplanamaz bir soruyla yüz yüze bıraktı” 33 Aslında olup biten şöyle özetlenebilir: Reform süreçleri ve önünü açtığı tartışmalar, sol hareketlerin içsel dinamikleri ile girmiş oldukları kimi arayış ve yönelimlerle kısmi örtüşmeler taşımıştır. Yeni Öncü örneğinde, 12 Eylül yenilgisiyle bağlantılandırılan sosyalist demokrasi eksikliğinin sosyalizmin sorunlarının odağına uluslararası bir kanaldan da desteklenerek yerleştirilmesidir. Sonuç her durumda o alabildiğine eleştirilen “ekonomizm”in gerçekte özünde taşıdığı indirgemecilik yanılgısını, uluslararası sosyalist hareketin farklı zaman ve mekanlardaki sorunlarını tek bir düzlemde ele almak biçiminde yeniden üretmek olmuştur.
Bir başka örnek SSCB’nde sosyalizmin kuruluşu sürecinden verilebilir. Bu kez benzerlik klasik Maoculuktan sivil toplumcu ögelerle modernize edilmiş bir Maoculuğa, glasnosta kayıtsızlıktan Afanasiyev’ciliğe, oradan troçkizme yakın bir konuma “evrilen” ama son adımlarının tümünde demokratizme oturan Mehmet Gündüz ile… Önce Gündüz’e kulak verelim: “Köylünün artı-ürününe aşırı ölçülerde el koyan Stalin’in sanayileşme programı kaçınılmaz olarak işçi-köylü ittifakını parçalamıştır (…) ağır sanayi çizgisi, imtiyazlı kesimin kaçınılmaz olarak devlet ve parti içinde gelişmesini getirdi.” 34
Şimdi de Yeni Öncü’den Ayçiçek ile Sayın:
“Sovyet ekonomisinde önemli bir değişiklik sözkonusu olmamışken kıtlık (…) bu politikanın (NEP) kolaylıkla terkedilmesine neden oldu (…) Köylülerin zorla kollektifleştirilmesi sonucu toplumsal gerginlik misliyle arttı ve denetim altında tutabilmek için uzmanlık yapılarının pekiştirilmesi yaratılan durumun ‘zorunluluğu’ oldu” böylece “yöneten-üreten ayrılığı pekişti.” 35 “Stalinizm” eleştirisi çok çabuk SSCB’nde sosyalizmin kuruluşunun eleştirisi haline dönüşüyor. Bu acele içinde eleştiri “içeriden” de olamıyor. SSCB’nde kollektivizasyon birçok tarihçiye göre “İkinci Büyük Devrim”dir. İsterseniz sosyalizmi koruyarak, kollektivizasyonu tablodan çıkartmayı deneyin. Tarihte çıkartma işlemi yapılamaz. Elinizde hiçbir şey kalmayacaktır…
Devrimci demokrasinin yeni soldan devraldığı bir kavram da ekonomizm. Ekonomizm kavramı, kolaycılığı ve toptancılığıyla gayet “sorunsuz” transfer edilmiştir. Kavram herkesin elinde bir maymuncuk işlevi görüyor. Örneğin sosyalist hareketin uluslararası zaaflarını açıklıyor: “3. Enternasyonal’in içerisine sürüklendiği ekonomizm (…) Yeni sosyalist ülkelerde ekonomizm zaferini sistem olarak taçlandırdı.” 36 Reel sosyalizmin yıkılışını da açıklıyor: “Ekonomizm… geliştirmiş olduğu çelişkilerinin sonucunda yıkım”a uğradı. “Böylece de dünya çapında yeni bir devrimci durumun ortaya çıkmasını iradesi dışında hazırladı. Ama bu değişik bir devrimci durum. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti koşullarında ortaya çıkan bir devrimci durum.” 37 Devrimci demokrasinin bir diğer özelliği gelişmeler karşısında taraf olmak, tercihte bulunmak vb. netliklere bir yandan ihtiyaç duyması, ama öte yandan da bu netliklere bur türlü ulaşamamasıdır. Yine aynı dergiden örnekleyebiliriz. Reel sosyalizm ve iktidardaki partiler karşısında ne tavır alınacak. Bu partiler hem hiçbir alternatife özgürlük tanımayarak yığınların öndersiz kalmalarına neden olmuşlardır, hem de bizzat bu süreç içinde kendilerini yenileme çabalarına girmeye zorlanmaktadırlar. 38
Kendileri bu rejimleri bütünüyle hiçbir zaman sahiplenmemişlerdir, ama öte yandan faturada kendilerine de bir hesap payı düşmektedir. Bundan kurtulamamaktadırlar. Bir yandan glasnostun geldiği kaos ortamını devrimci durum olarak göreceksiniz. Öte yandan adresi belirsiz bir “kitleler” söyleminden başka çıkış yolu bulamayacaksınız. Üstelik devrimci durumun karşı-devrim tarafında yer alması düşünülen reel sosyalizmin çözülüşünden kendinizi “temizleyemediğinizi” itiraf edeceksiniz. Bedeli görecek ama ödemek istemeyeceksiniz…
“Halk demokrasileri”nin meşruluk sorunları konusunda da belirsizlik devam ediyor. Doğu Avrupa’nın Kızıl Ordu çizmesi altında şekillendiği yolundaki yeni sol tezler Yeni Öncü tarafından örneğin Polonya için “komünistlerin de egemenliği altındaki hükümet bloğu oyların yüzde 90’ını kazandı” denerek yanıtlanabilmiştir. 39 Sosyalist demokrasi tartışmasını Türkiye solunun gündemine sokmakla övünen bu çevre, sosyalist demokrasinin reel sosyalizm çerçevesinde nasıl gelişebileceğine ilişkin reel bir öngörüde bulunamamaktadır. Şunun “reel öngörü” olduğu iddia edilmezse elbette: “(bu toplumlar) bugüne dek yaşadıklarıyla bundan sonra yaşayacaklarını karşılaştıracaklar ve bunların bir sentezini bulacaklardır. Bu sentez ise herhalde sosyalist demokrasiden başka bir şey olmayacaktır.” 40
Tüm bunlar Yeni Öncü yazarlarının ya da aynı çelişkileri yaşayanların düşünsel zaafları değil. Dolayısıyla entellektüel yollardan çözülmeleri de mümkün değil. Tüm bu çelişkiler devrimci demokrasi kökeninden bağımsızlaşamamış kesimlerin nesnel durumlarını yansıtıyor.
Türkiye devrimci demokrasisi için glasnost ve devamı teorik arayışları kaos haline getirdi. Bu karmaşa, devrimci demokrasinin radikal mücadele biçimlerinden kalkarak kendine atfettiği “sol” konumun oldukça tartışmalı olduğunu yeniden ortaya çıkarttı. Son yılların sosyalist hareket içinden çıkmış en sağ yorumcularıyla aynı sorunsallar, benzer çözüm önerileri, benzer saplantılar üretildi. Ancak devrimci demokrasi ya da bu kökenden gelen hareketler geleneksel ya da yeni sol kimliklilerin izlediği sınırları giderek belirginleşen yollardan yürüyemediler. Arada bir noktada şimdilik iç çelişkileriyle birlikte duruyorlar. Çözümü de, yine kendilerinin üretemeyeceği bizce rahatlıkla öne sürülebilir. Devrimci demokrasi kökenli hareketler bugün Türkiye solunda kendi dışlarındaki güç dengelerine göre pozisyonları belirginleşmeye açık olarak duruyorlar. Anti-Stalinizm yükseldiğinde onun, reformizm ilerlediğinde reformizmin, leninizmin eleştiri yağmuruna tutulduğu koşullarda bu eleştirilerin etkisini hissediyorlar. Kendini devrimci bir zeminde yeniden üretmeyi başaran ve bir siyasal güç odağı haline gelerek kendisini gündeme sokan bir geleneksel sol karşısında da aynı yasallıkların işlememesi için bir neden yok.
Ancak Kürt devrimci demokrasisi için böylesi bir olumlu çekim merkezi haline gelebilmenin kısıtları karşılaştırılamayacak denli fazla. Bugün ulusal sorunun kendi özgün dinamiği Türk ve Kürt solları arasında bir etkileşimsizlik duvarı çekmiş bulunuyor. Bugüne dek kendi içinde sosyalist ve proleter öz taşıyan bir dinamizm türetememiş olan Kürt solu, reform / restorasyon süreçlerine de yine ulusal mercekten bakıyor. Şu ana kadar bu merceğin verdiği görüntülerden ikisini aktarmak istiyoruz. Aktaracağımız değerlendirmenin ne tüm Kürt solunu bağladığını, ne de bu hareketin kendi özgün evrimi içinde sosyalist yorumlara ulaşma şansı olmadığını iddia ediyoruz. Ancak bu yazının sunmayı hedeflediği panorama içinde bu unsurların anlamlı olduğunu düşünüyoruz.
Birincisi Medya Güneşi’nden: “Aslında NEP, ne köylüye verilmiş bir taviz ne ekonomide sağ bir politika ne de kapitalizmin yeniden tesisine doğru politikalardı. Gerçeğine bakılırsa, devrimin ilk yıllarında devrimin tabiatına aykırı olarak tarım sorununda atılmış sol adımlar vardı ve devrimin içinden geçtiği sürece uzak politikalardı.
“… NEP uygulamalarına son verilmesi, zorla kollektifleştirmede insanların çektiği acılar ve zorluklar, halkın tavuğuna bile el konulması, sosyalizmin tabiatına tamamıyla aykırı davranışlardı ve bunların tümü sosyalizmde kollektifleştirme adına yapıldı.” 41
Burada belirleyici olan mercek popülizm, daha özel olarak köylücülüktür. Bizce sosyalizmin kuruluş sorunları ile ilgili tarihsel ve teorik bir tartışmanın sonucunda bu yorumların düzeltilmesi olasılığı da yoktur. Çünkü popülizm / köylücülük merceği, söz konusu örnekte sürekli teneffüs edilen bir atmosferle beslenmektedir. Atmosfer değiştirilebilirse, tartışmak mümkün olabilir.
İkinci örnek Riya Azadi’den. Yazarı Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi sekreteri Kemal Burkay: “Umarız ki, son değişikliklerden ve ‘demokratikleşme’ üzerine tüm bu gürültü patırtılardan sonra, bu ülkelerde gerçekten, genel sekreterlerin, merkez komitelerinin ya da hükümetlerin iki dudağı arasına bakmayan bir demokratik kamuoyu oluşur da, dünyada, şu Ortadoğu bölgesinde, sosyalist ülkelerin hemen yanı başında 25 milyonluk tutsak bir ulusun, bir Kürt ulusunun olduğunu da sözkonusu halklar farkederler.” 42 Gündelik politikanın belirleyiciliği mercekteki milliyetçilik yoruma gerek bırakmayacak denli açık ifade ediliyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Çulhaoğlu Metin, “Geleneksel Solun Anatomisine Doğru” Gelenek, 4 Şubat 1987, s. 19.
- “Güçlükler ve Kolaylıklar”, Toplumsal Kurtuluş, 36, arkakapak içi.
- a.g.d., 14, 19 ve 28. sayılar arka kapak yazıları
- Perinçek Doğu, “Gorbaçov Nereye Gidiyor”, Saçak 60, Şubat 1989, s. 29.
- a.g.m., s. 28.
- Perinçek, “Düzleyici Stalin, Bekçi Brejnev”, Saçak 59, Ocak 1989, s. 27.
- “Reel sosyalizmin tuzağı” deyimi Çulhaoğlu’nun “Stalin tuzağı” ifadesinin güncelleştirilmiş bir versiyonu: “Stalin ve politikaları ile belli bir zeminde ve belli bir inandırıcılıkla uğraşabilmenin tek mümkün yolu, tek ülkede sosyalizm perspektifinin kabulüdür”, (Çulhaoğlu, “Tarih, Türkiye, Sosyalizm”, Gelenek Yay., İstanbul, 1988, s. 88.)
- “Modern Revizyonizmin Çöküşü”, Eksen Yay., Haziran 1990, s. 18.
- “Batı Alman Emperyalizmi Doğu Almanya’yı Yuttu”, Emeğin Bayrağı 30, Ekim 1990, s. 15.
- Mandel Ernest, “Glasnost ve Komünist Partilerin Krizi”, Glasnost ve Siyasal Devrim içinde, Yeniyol broşür dizisi 1, İstanbul, Şubat 1990, s. 14.
- Kagarlitskiy Boris, “Söyleşi: Liberaller ve Muhafazakarlar Pazar Stalinizminin İki Kanadıdır”, Birikim 8, s. 50.
- Fırat Dilek, “Gorbaçov Ne Vaadediyor?”, İşçiler ve Toplum, 1 Haziran 1987, s. 86.
- Savran Sungur, “SBKP 19. Konferansı”, Sınıf Bilinci 2, Ekim 1988, s. 25.
- a.g.m., s. 32.
- a.g.m., s. 33 – 34.
- Savran, “Vorkuta’da Grev Var!”, Sınıf Bilinci 4/5, Ekim 1989, s. 104.
- Mandel, a.g.m., s. 19.
- Mandel, “Pekin Komünü Tekrar Ayağa Kalkacak ve Zafere Ulaşacaktır!”, Sınıf Bilinci 4/5, s. 128.
- Mandel, “Demokratik Alman Cumhuriyeti: Siyasal Devrim ve Onu Tehdit Eden Tehlikeler”, Glasnost ve…, s. 59.
- Gündüz Mehmet, “Teorik Tartışmanın Seyir Defteri-2”, Sosyalist Birlik 2, s. 26.
- Gündüz, “Bürokratik Reel Sosyalizm Çöküşe! Yaşasın Devrimci Sosyalist Demokrasi!”, a.g.d., 5, s. 16.
- Gündüz, “Reformculuk!”, a.g.d, 9, s. 48.
- Gündüz, “Teorik Tartışmanın … -1”, s. 67.
- Gündüz, “Teorik Tartışmanın … -2”, s. 26.
- Mandel, “Glasnost ve …”, s. 23.
- a.g.m., s. 25.
- Rouge, “Doğu’da Bunalımlar”, Glasnost ve …, s. 36.
- “Kapitalist Restorasyon ve Emperyalist Saldırganlığa Karşı”, Sınıf Bilinci 6, s. 6.
- Gündüz, “Bürokratik Reel…”, s. 17.
- Ozansü Sadi, “1936 Moskova – 1956 Budapeşte – 1989 Pekin”, Sınıf Bilinci 5, s. 28.
- Gündüz, a.g.m., s. 17.
- Ural Ahmet, Yeni Öncü 19, s. 115.
- a.g.d. 23, s. 5.
- Gündüz, “Teorik … -1”, s. 72.
- Ayçiçek İsmail – Sayın Mahir, “Yüzyılın Son On Yılında Dünya”, Yeni Öncü 23, s. 7.
- a.g.m., s. 8.
- a.g.m., s. 9.
- a.g.m., s. 10 – 11.
- Moralı C., “Doğu Avrupa’da Olanlar Üzerine”, a.g.d., s. 24.
- a.g.m., s. 33.
- Polat Rıza, “Bilimsel Sosyalizm Rönesans Çağını Yaşıyor”, Medya Güneşi, Ocak / Şubat 1989, s. 55.
- Burkay Kemal, “Doğu Avrupa Ülkelerindeki Seçimler Üzerine”, Riya Azadi, Temmuz 1990, s. 8.