“Mediokr kişiliksizdir. Beş yıl savunduğu fikirden genellikle bir gecede vazgeçer. Çünkü o gece birdenbire eski çerçevede kendi varlığını sürdüremeyeceğini farkeder… ” 1
1987 Ekimi’nde Görüş dergisinin yayın yönetmeni, esas olarak Sovyetler Birliği’nde yaşanan süreçlerin Türkiye solundaki yansımalarına ilişkin bu değerlendirmeyi yapıyordu. Bu dönem TSİP içinde genel bir eğilim olarak glasnost ve perestroykanın sosyalist sistemin nesnel ihtiyaçlarından ürediği saptaması yapılıyor; bu görüşe, sürecin temel yönünün, ulaşacağı sonuçların henüz tam anlamıyla biçimlenmediği yolunda bir rezerv de konuluyordu. Denilebilir ki, TSİP’in glasnosta ilk dönem yaklaşımlarında eksik olan sosyalist ülkelerin ihtiyaçlarından hareketle gündeme gelmiş bulunan yeni düşünce ve buna uygun politikalarla, uluslararası hareketin ihtiyaçları arasında belirli bir örtüşmezlik bulunmasıydı. Gerçekten sosyalist ülkelerin kendi birikmiş sorunlarına çözüm yolu bulmaları, hatta çözüm yolunun üretilmesi için uygun ortamı yakalayabilmeleri için bir ön koşul, sınıf mücadelelerinin üzerlerinin tüm dünya çapında örtülmesi olarak tasarlanıyordu. En azından glasnost önderliği için kurgu bu yöndeydi. Oysa öte yandan, kapitalist dünyanın zayıf halkalarında işçi sınıfı ve sosyalist hareketler mevcut tıkanıklıklarını ancak iktidar perspektifi ve radikalizm enjeksiyonu ile çözebilecek durumdaydılar. Bu ciddi açı farklılığı örneğin yine Anadol’un broşür haline de getirilmiş bir konferansında gözönüne alınmamıştır. 2
Ancak yine aynı çevrenin yeni düşüncenin Türkiye’ye ithali sözkonusu olduğunda oldukça özenli, yer yer sert tepki gösterdiği eklenmelidir. Sert tepkiye bir örnek olarak bu bölümün başındaki alıntı okunabilir. Bir diğeri ise şöyle: “Sol’un ve marksist solun en çok muhafazakar olması gereken ülkelerden biri de Türkiye’dir. Köklü bir sınıf mücadelesi tecrübesinden ve parlak başarılardan henüz uzak bulunan Türkiye’li marksistler, evrensel marksist değerleri ülkelerinde yerleştirip yaymak için çok yoğun bir mücadele vermek durumundadırlar.” 3
Önde gelen TSİP sözcülerinin ideolojik evriminde ilk durakta, birinci kapsayıcı saptama buydu. Özetlemek gerekirse söyledikleri şu oldu: Yeni düşünceyi doğuran nesnelliği anlayalım; ama Türkiye’de paralel gelişmelere karşı devrimci bir set oluşturalım…
Aynı evrede bir ikinci saptama bizzat glasnostun, sosyalist toplum tasarımına ve marksist teorinin evrensel boyutlarına ilişkin çıkarımlarına dair. Diplomatik bir “anlayışla karşılama”nın ötesinde TSİP sözcüleri glasnost sürecine, solun daha birçok kesimi gibi iyimser bakmışlardır. Gelişmelerin daha ilk adımlarda ortaya çıkarttığı, sosyalizm adına benimsenmesi olanaksız dejenere görüntülerin gelip geçici olacağına yönelik bir güven vardı zihinlerde. Bu güven, bir yanıyla sözkonusu toplumların sahip oldukları sosyalizm tecrübeleriyle belirli bir birikimin elde edilmiş olduğunu varsayıyor, diğer bir yanıyla da sosyalist teorinin kolay kolay aşınmayacak, oturmuş ilkeselliklerine dayanıyordu.
Örneğin plüralizm tartışmasında Süreyya Örgen’in şu tutumunda böylesi bir güven temelinde yükselen samimiyeti görmemek mümkün değildir: “Ara dönem aşılıp sosyalist demokrasiye erişildiğinde politik yaşamda bir ‘plüralizm’den söz edilecekse bunun işlevi aralarındaki çelişkiler uzlaşabilir cinsten olan halk katmanlarının çıkarlarının uyumlaştırılması olabilir.” 4
Bu tutum yerleşik yapısıyla ortodoksinin sosyalist ülkelerin evrimi sonucunda kendisini yenileyebileceğini, yenilerken kimi özelliklerinin yanlışlanmak değil, tarihsel olarak aşılabileceğini gözetmektedir. Dolayısıyla marksist ortodoksinin maddi gelişmelerin gerisinde kalacak bir arkaizme dönüşmemesi için pencereler aralanmıştır. Dikkat edilmesi gereken henüz vurgunun geleneksel yaklaşımların “yanlışlanmayacağı” görüşünün üzerinde olmasıdır. İkinci evrede güçlenen eğilim de tam bunun üzerine oturdu. Kulak verelim:
Ahmet Kaçmaz: “Bana kalırsa esas ütopistler, dünyamızın kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemini yaşadığını, alabildiğine çalkantılı bu dönemin son derece karmaşık problemler yaşattığını gözden kaçıranlardır, olup bitenlere global bir bütünlük içinde bakacak yerde devamlı sosyalist uygulamalardaki aksaklıklara ve eksikliklere takılanlardır.” 5
Yine Süreyya Örgen: “… sosyalizmin düşmanları ham hayallerle oyalanadursunlar, Sovyetler Birliği ve diğer çok uluslu sosyalist ülkelerde ulusal sorun öylesine köklü çözümlenmiştir, öylesine enternasyonalist bir ekonomik, sosyal ve siyasi doku oluşmuştur ki, o ulusların hiçbirisinin ne sosyalist demokrasiden ne de bulundukları birleşik sosyalist devletten ayrılmaya niyetleri vardır.” 6
Ömer B. Canatan: “(Parti ile devletin sosyalist ülkelerde ayrıştırılmasının sonucunda) Parti iradesini beyan ettiği bir ‘yere’ sahip olmayacaktır, dolayısıyla da iradesini kaybetmiş olacaktır. Ama, kaybettiği bu iradesini yığınların içinden süzülüp gelmiş ve böylece aynı zamanda onların iradesine dönüşmüş bir irade olarak yeniden elde etmeye çalışacaktır (…) Sovyet toplumunda böyle bir perspektifin ‘riski’ de yoktur”. 7
Eğer bu çevre için ilk evre “rasyonalize etme” ile anılabilirse, ikincisi “karşı saldırı” olarak tanımlanabilir. İlk evrede yerli yeni düşüncecilerle sınırlı kalan zemin, ikincide belirli ilkeselliklerin reel sosyalizme yönelik güvenle de beslenerek savunulmasını eksen almıştır. Tabii ki, eleştirilerin sivri ucu artık evrensel ilkelere uzanan herkese yönelmektedir. Yine elbette, maddi gerekçelere sahip olan sosyalist ülkelerin yönetici partileri azıcık kayırılarak… Ve bu, oldukça kısa sürecektir. Yeni düşünceye ideolojik teslimiyet ise daha kalıcı sonuçlar verecektir. Hakkını teslim etmek gerek; Canatan sağa kayışa direnç göstermeye çalışmıştır. 8
Kaçmaz’ın “yazı dizisi” ise 1988’in Ağustosu’nda başlıyor. Önce kolay bir hedef seçilir: Stalin’in despotizmi… 9 Kaçmaz, bir yandan Bilimler Akademisi’nin ünlü tezlerini eleştirirken 10 ancak birkaç ay sonra eleştirisini “kişi tapıncı” 11 ile sürdürür. Ardından “bir şeyin iflas etmesi için önce olması gerekir” 12 denilir. Sözü edilen “birşey” ise sosyalist ekonomidir!
Daha önce, “sosyalist ekonomi” ne kelime, sosyalist demokrasinin gerçekleşmiş biçimlerinden sahiplenerek sözedenler, artık kapitalizme geri dönüş tehlikesinin ortaya çıktığı ülkelerde bu gelişmelerin fazla olumsuzlanmaması gerektiğinin mesajını vermeye başlamışlardır. Plüralizme teorik rezerv koymaya çalışmaktan burjuvaziye ve dinci akımlara siyasal varlık hakkının verilmesini savunmaya geçmişlerdir. Kader birliği edilmiş olunulan reel sosyalizm artık “bir hayli genç” bir geçmiş deneyden ibarettir. Öncü parti mi; Yalçın Yusufoğlu’nun formülü “halkın özerk kurumları”dır. 13
Bu savrulmaya Canatan da teslim olacaktır elbette: “Doğu Avrupa’daki gelişmeye damgasını vuracak olan şayet yığınlar olacaksa bundan sosyalizmin kazanacağını düşünmemiz için nedenler vardır… Belki de sosyalizmin reel tarzının en büyük şansı, insanlar tarafından reddedilmesi ve böylece kendini yenileme gereğini farketmiş olmasıdır”. 14
İşin pek fazla irdelenmeyen tarafı reel sosyalizmin yanlışlandığını kanıtlayan argümanların “halk ve insanlar” kategorisiyle, “yenilik ve çağdaşlık” kategorisinin çeşitli biçimlerde çiftleştirilmesinden öteye gidememesidir. TSİP’lilerin kendilerini ikna ettikleri ve geçmiş savunularını terketmelerine olanak veren argümanlarının yeni düşünceden, popülizmin diğer çağdaş versiyonlarından hiçbir farkı yoktur. Bu saptamanın fesihçi TSİP’lilerce pratik olarak da kabullenildiği, son birlik organizasyonunun buna denk düştüğü biliniyor.
İdeolojik likidasyonun pratik vecibelerinin yerine getirildiği evrede artık Görüş dergisinin 1987-88 yıllarında sunduğu “geleneksel sol çerçevede tartışma ve arayış platformu niteliği yerin yedi kat dibinde unutulmuştur. Tartışma dergisinde söz konusu alana ilişkin yazılıp çizilenler büyük ölçüde günah çıkarma seanslarından ibarettir.
Anadol’a göre geleneksel solun önünde üç yol var: Günahları farkedip kendini yenilemek ve öncülük vb. kimlikleri yeni biçimlerde edinmek, hatayı geç farkedip marjinalleşmek, hiç farketmeyip ezilmek… 15 Bu yaklaşım birinci yolu izleyenlerin çizdikleri pozitif bir program ve etkinlik reel olarak varolmadığı sürece günah çıkarmadan öteye gidemez. Eski yeni düşünce eleştirmeni Hüseyin Hasançebi ise yeni düşüncenin operasyonel olabilme olasılıklarını araştırmaktadır: “… ‘Yeni düşünce’ en genelinde kapitalizme karşı insanda varit bütün itirazları dile getiren tarihsel gelişmenin ürettiği bir düşüncedir.” 16
Son evresinde TSİP’in bu kesiminin sergilediği çelişkiyi Tektaş Ağaoğlu’nun şu ifadesi doğru yansıtıyor: “3. Enternasyonal geleneğinin reddi kendimizi reddetmekle eşanlamlıdır (…) 3. Enternasyonal geleneği bundan böyle geçmiş pratikten ‘dersler çıkarılarak’ yine aynı doğrultuda, aynı anlayışlar ve aynı yöntemlerle sürdürülemez. Elimizin kirinin yarısını yıkayamayız”. 17
Reddi kendinizi reddetmek anlamına gelen ama yarım yamalak arınılamayan bir geçmiş… Geçmişlerini böyle görenlerin önünde çok fazla tercih kalmıyor…
Evrimini gözden geçirdiğimiz çevre, glasnost sürecinin, önce “periferisini” sonra giderek kendisini sağa taşıyan eğilimine direnç gösteremedi. Sosyalist sistemle tanımlanmış kimliğin, “düzeltilmesi” mümkün olamadı. Sistem kendisiyle birlikte, devrimciliğin özgün yeniden üretimini gerçekleştirememiş olan, marksizmin üretim boyutunu hep aktarım yönünün gölgesinde bırakmış olan taraftarlarını da çözdü.
Hedef / iktidar yolu: “Buradan oraya”
Geleneksel solun ana yapılanmalarının devrimcilikleri glasnostun noktaladığı dönemde zaaflı kalmıştır. Bu zaaflı kimliğin tarihsel özeti bolşevikleşme sürecinin yarım kalmasında aranmalı. 1917-85 döneminin ise geleneksel sola, bir bütün olarak bolşevikleşme itilimi veremeyecek özgün sorunlarla aşırı yüklü olduğu da tespit edilmelidir. Geleneksel solun “yan” yapılanmalarında ise çoğu örnek için bir başka zaaf geçerli olmuştur. Bu hareketler politik konum alışları itibariyle devrimci demokrat radikalizm ve yeni sol teorizasyonların etki alanına temas ederler. Bu temasın dejenere edici sonuçlar vermesinin panzehiri geleneksel sol kimlikte içkin olmasına karşılık, bu kimliğin ana yapılanmalardaki biçimlenişiyle tanınması çoğu hareketi cephanesiz bırakır. Zira geleneksel solun bolşevikleşmedeki eksiklikleri, teorik atalet ve sınıf temelli bir radikalizmin üretilemeyişi ile elele gider. Teorik atalete tepki yeni solun, sınıf temelli radikalizm yokluğuna tepki ise devrimci demokrat aktivizmin çekim gücüne karşı bir direnç oluşturulmasını olanaksız kılmıştır. Aslında açıkçası, bu tehlikelere karşı önlemler alabilmek, özgün koşulların biraraya gelmesini, çeşitli katalizörlerin varlığını gerektirir. Tartışmanın böylesi bir boyutuna bu yazı çerçevesinde girmeksizin, Türkiye solunun ilgili bölmelerine daha yakından bakabiliriz. İktidar Yolu/Hedef çevresi(leri) de bu bölmenin tipik hareketleri olarak ele alınacak.
Hedef dergisi 8. sayısında şu saptamada bulunuyor: “Mevcut programımız varolan sosyalizme fetiş derecesinde övgüler diziyor”. 18
Bu saptama ve sonrasını ele almadan önce sözkonusu hareketin yaklaşımındaki üç önemli öğenin altı çizilmeli.
Birincisi, reel sosyalizme tarihsel bir gerçeklik olarak sahip çıkılmasıdır. İkincisi, reel sosyalizmin reform girişimlerine yaklaşımda ortaya bir tür “devrimci glasnostçuluk” çıkmıştır. Bu yaklaşım reform süreçlerinin uluslararası devrimci hareketin bir bütün olarak devrimci yenilenmesine yolu açacağı, bu anlamda glasnostun hem başarıya ulaşacağına güven beslenmesi, hem de gelişmelerden devrimcileştirici etkiler beklenmesine dayanıyordu. Üçüncü olarak da, gelişmelerin sağa dönük yüzü karşısında ikircikli, net tavır beyan edemeyen bir bekleme tutumuydu. Sonuncu öğenin en açık örneği Hedef dergisinin Çavuşesku’yu deviren darbe konusunda yaptığı analizdir. Özetle, söylenen Romanya’da yeni iktidarın sınıf karakterinin henüz açığa çıkmadığıdır. Yazı cevaplanamayan sorunun okuyuculara yöneltilmesiyle son bulur: “İşte bu durumda ‘Romanya’da devrim mi yoksa karşı-devrim mi’ diye bir de kendinize sorun”!… 19
Reel sosyalizme sahip çıkma konusunda Hedef bir süre geleneksel sol çerçeve içinde kalan, ancak daha sağlıklı ve gerçekçi değerlendirmeler yapabildiği bir ara konumlanma yaşadı: “Zaafları ne olursa olsun, mevcut sosyalizmin tarihsel hakkını vermek gerekiyor”. 20 Hatta “mevcut sosyalizmin, bütün zaaf ve geriliklerine rağmen yarım ağızla ve utangaçça değil, ağız dolusu ve açıkça belirtilecek başarıları vardır. 21 Öyle ki, “varolan sosyalizmin zaafları, sosyalizmle birlikte meydana gelen dev tarihsel değişimi ve sosyalist ülkelerin katettikleri mesafeyi ortadan kaldırmıyor.” 22
Ancak tüm bu yerinde saptamalar, belki de şu çok tekrarlanan zaaflar ve kazanımlar bir türlü enine boyuna tanımlanamadığı için, Hedef’in doğruda durmasını sağlayamadı. Birkaç ay öncesine dek reel sosyalizme, Marx’ın sosyalizm projesinin hayat bulması olarak bakan, sosyalizmin insanların bütün özlemlerini karşılayamadığını ama hayatlarını garanti altına aldığını vurgulayan bir hareket, dört ay içinde ” ‘sosyalist’ denilen rejimlerde… karşılaşılabilen çöküntüler sosyalizm düşüncesinin değil, bu rejimlerin işçilerin ve emekçilerin talep ve özlemleri ile çatışmasının sonucudur” 23 denilen bir metne imza atabiliyordu. Bu arada rastlantı sayılmaması gereken bir gelişme de İktidar Yolu ve Hedef dergilerinin birleşmeleridir. Diğer dergiden de kimi alıntılarla sergilemeye devam edeceğiz. Bundan önce son bir nokta: “Devrimci glasnostçuluk” bir başka pratik gelişmeyle, bu kez bir ayrışmaya paralel olarak değişim gösterdi. Hedef dergisinin yakın geçmişteki iç ayrışmasında ortaya çıkan iki taraftan, İbrahim Seven’in yer aldığı kanatta, son derece sert bir Stalin(izm) eleştirisiyle glasnostun devrimci niteliğine duyulan inanç yanyana gitmektedir. Bu ikilinin SBKP önderliğinin yeni düşüncesinden farklılığı, yeni düşüncede silikleşen sınıf mücadelesi kavramının Seven’de, üstelik devrimci demokrat bir radikalizm zemininde sürdürülüyor olmasıdır. Anlaşılması mümkün olmayan ve uzlaştırılamayacak olan birşey varsa, herhalde bu ikisidir. Örneğin Lenin-Hruşçov-Gorbaçov çizgisinin bir süreklilik halinde tanımlanması olanaksızdır. Gorbaçov dönemi politikalarından halk savaşı benzeri tezlere destek aramak ise az rastlanır ve sonu belli bir fanteziden ibarettir. 24
Ayrışma sürecinde devrimci glasnostçuluk 25 ihalesi Seven’de kalırken, “eleştirellik” reel sosyalizmden Stalin’e uzamış, glasnost da bundan nasibini almıştır. Bu son noktada, glasnostun giderek soldan eleştirisine girişilmesinde İktidar Yolu ile yakınlaşmanın payı önemsenmelidir. Belirsizlik öğesi ise yine birleşme sürecine paralel ve başlangıç itilimini Hedef’den ziyade İktidar Yolu‘ndan alan bir gelişmeyle aşıldı: Yeni solun teorik çekim alanına girilerek… Yukarıda aktardığımız, “sosyalist denilen rejimler”den söz edilen pasaj bunun bir örneği sayılmalıdır. İktidar Yolu dergisi başlangıçta glasnostun ihraç ettiği ya da örtüsünü çekip aldığı yerli reformizme karşı dikkatli bir tepki göstermişti: “SBKP için anlaşılır olan, TBKP için anlaşılır değildir.” 26 Reel sosyalizm ile uluslararası sosyalist hareketin öteki birimlerini ayırmak ve reel sosyalizmin sorunlarını aşma gücüne inanmak… Bu ikisi birlikte İktidar Yolu‘nun pozisyonunu tanımlıyordu. Ama sonraları, önce olayların en sıcak günlerinde Bulgaristan’ın şovenizmle eleştirilmesi hafifliği, Polonya’nın “iflas etmiş bir iktidarı sürdürmeye çalışmanın yarattığı tahribat” temelinde yorumlanması geldi. 27 İlginç bir nokta da, Polonya’daki gelişmelere ilişkin olarak partinin kitlelere “taviz verdiği” için eleştirilmesidir. Bu yazıda hatanın halkın sosyalizme destek vermeye hazır olmadığı bir tarihte iktidara geçilmesinde değil, en etkin politik araç olarak iktidarın doğru kullanılamamasında olduğu da belirtiliyordu. 28
Genel olarak sağlıklı ögeler barındıran bu dönemi İktidar Yolu ile Hedef‘in çeşitli yeni sol eğilimlerle yakın temasa girdikleri birlik tartışmaları aylarında yaşadıkları ideolojik likidasyon izlemiştir.
BTDK’ya geleneksel sol sayılabilecek bir çerçeveyle giren bu hareketler, yeni solla kol kola çıktılar. Öncesinde geleneksel sol bir konumun olduğunu eski İktidar Yolu yazarları bugün reddediyor olsalar da, bu çevre “devrimcilerin sosyalist sistemi temel alan sosyalizm propagandaları”ndan 29 sözeden, “sosyalist ülkelere sahip çıkmanın onur”unun duyulduğu 30 bir konumdan bugünlere gelmiştir.
Bu değişimin bir yaratıcılığa yol verdiğini iddia etmek de mümkün değildir. Değişimin öncesinde Hedefin değerlendirmelerinden biri, sosyalist ülkelerdeki sürecin bir olumluluğu ifade ettiği, ancak çok yönlü ve çelişkili bir karakter taşıdığı yönündeydi. 31 Bu noktada Hedef kapitalizme geri dönüşün güçlü bir eğilim olarak ortaya çıktığını görebildi. 32
Yine Hedef, sosyalizmin sorunlarının, mevcut yapının olduğu gibi sürmesini olanaksız kıldığını, tıkanıklığın ya sosyalizme uygun olarak aşılacağını ya da kapitalizme geri dönüşe yolaçarak mevcut yapıyı yıkacağını belirtiyordu. 33 Değişim öncesi İktidar Yolu ise yeni politikaların eleştirilmesi gereken yönlerinin sistemin temel özelliklerini unutturmaması gerektiğini tekrarlıyordu. 34 Perestroykanın dört dörtlük bir eleştirisinden söz edilemeyecek olsa da, İktidar Yolu‘nun verdiği ipuçları, eleştirilerin, maddi teşviklerin sosyalizme yabancı, kapitalizmden ödünç olmaları, özel girişimcilik gibi tedbirlerin sosyalizm dışı ve geçici niteliği ve Sovyet liderliğinin sınıfsız toplum perspektifini ve kararlılığını tüm politikalarına açık bir şekilde yansıtmaması gibi başlıklar altında toplanması gerektiği yönündeydi. 35
Geleneksel solun eteklerinde sorumlu ve politik olgunluğa sahip yaklaşımlarda bulunmak mümkün olabilmektedir. Buralardan tuzu kuru bir yeni sol ve devrimci demokrasiye savrulmanın nedeninin sosyalist ülkelerde meydana gelen gelişmeler olduğu düşüncesine pek katılamıyoruz.
Reel sosyalizme ilişkin tutum değişikliği yukarıdaki örnekler için bir zincirin son halkaları olarak görülmelidir. Geleneksel solun tanımında, reel sosyalizme yönelik belirli bir tutumun yanısıra, sosyalist mücadele ve marksist teori gibi iki öğenin daha varolduğu hatırlanırsa, sözkonusu olanın, sosyalist mücadele ve marksist teoriye ilişkin, sosyalizmin “reel” olmasını zorunlu kılan dinamiklerin kavranarak, her üçünün bir bütünsellikte biraraya getirilememesi olduğu açığa çıkacaktır. Bu bütünselliğin eksik kaldığı özneler geleneksel sol kategorisine zayıf bağlarla bağlanmışlardır. Glasnost ve perestroyka zayıf bağların kopması için katalizör rolü gördüler.
Geçmişlerinde kimi değerleri taşımış olan kadroların, savrulmalara verecekleri tepki, birikim eksikliklerinden dolayı “refleks” haline gelemeyebilir. Tepkilerin realize olabilmesi için belirli bir zamana da pekala ihtiyaç duyulabilir. Ancak, her ne olursa olsun savrulmaya tepki duyanların sağlam bir zemine yerleşebilmeleri artık ancak yukarıda tarif edilen bütünselliğin içselleştirilmesinden geçebilecektir. Sol hareketin toptan bir yeniden yapılanması anlamına gelen bir altüst oluş, eğreti önlemlerle karşılanamaz. Teorik ve pratik yönleriyle bolşevikleşme süreci ile geleneksel sol kimlik arasındaki mesafe günümüz koşullarında daralmış bulunuyor. Dolayısıyla geçmişin geleneksel sol kalıplarına sahip çıkan, ama bolşevizasyonun uzağında kalan bir kategorinin geleceği pek parlak olmayacaktır. Eklektik bir tarzda da olsa geleneksel sola ait nitelikleri bugüne dek bünyelerinde taşıyan hareketlerde, bu niteliklerin yavaş yavaş kaybolduğu, yerlerine yeni sola özgü niteliklerin geçtiği görülüyor. Bir noktadan sonra, örneğin İktidar Yolu‘ndan “Lenin’in dış politikası tek ülkede sosyalizmin kurulmasına sıkı sıkıya bağlıdır” 36 ya da “emperyalizm çağında, sınıf mücadelesinin tek tek ülkelerde eşitsiz gelişmesinin bütün dünyada tek bir devrimsel sıçramayla sosyalizme geçişi imkansız kılması” 37 gibi, Hedef’ten “1917… bundan önce bir ideal… olan sosyalizm bir tarihsel realite durumuna gelmiştir” 38 türü ifadeler duymayacağız. Geleneksel sol 1917-85 dönemini yaygın ama sulandırılmış bir etkinin sahibi olarak geçirdi. Önümüzdeki dönemde etkililik daha daralmış, ama ayakları sağlam basan bir kimliği temel alarak sınırlarını farklılaştırabilir.
Farklılığın başlangıçta nicel ölçütlere olumlu yansımaması geleceğin de ipotek altına alınmasını kesinlikle getirmez. Sosyalizm bulandırılmış genişlemenin bedelini ödedi. Daralmanın arınma anlamına dönüştürülmesi için bir tarihsel imkan önümüzdeki evreye damgasını vuracak. Bu imkanın karşısına yarı yolda duranlarla birlikte çıkmıyor olmak, pek de üzücü birşey değil.
Geleneksel solda direnç ve çelişki
İlk örnek: Toplumsal Kurtuluş. Sosyalist hareketin önemli bir kesiminin sosyalist dünyada bu denli ciddi altüst oluşlar yaşanırken iyi bir sınav verdiğini söyleyebiliriz. “İyi sınav”dan en genel hatlarıyla glasnost ve perestroykaya belirli bir ihtiyat payı ile yaklaşmış olmayı, glasnostun marksist teori ve politikaya yönelik deforme ve dejenere edici ürünlerine cephe almayı, bu ülkelerdeki restorasyon tehlikesini saptayabilmeyi anlıyoruz.
Bu kapsama giren yaklaşımların eş zamanlı olarak kendilerini ifade ettikleri, sorunsuz, iç çelişkisiz ve türdeş nitelikler taşıdıkları iddia edilemez. Böyle olması esasen mümkün de değildir. Tüm formasyonunu, bunun temel bir ögesi olan enternasyonalizm anlayışını reel sosyalizme belirli bir bakış çerçevesinde şekillendirmiş hareketlerin köklü değişimler karşısında gösterecekleri performans da mutlaka kimi sorunlar ya da zaaflar içerecektir. Ancak bu performanslara biraz daha yakından baktığımızda kimi genel özellikleri yakalamamız mümkün olabilir.
Toplumsal Kurtuluş henüz yayına başlamadığı sırada Yalçın Küçük glasnosta şöyle bakıyordu: “Gorbaçov Stalin ile mukayese edilecek şekilde, partinin ağırlığını, inisiyatifini yükseltiyor: herşeyin, planın yapılmasını bile, partinin inisiyatifine, ağırlığına bağlıyor. Gorbaçov’un yaptıklarıyla Dubçek arasında çok fark var. Orada, bir partinin ortadan kaldırılması girişimi vardı; burada herşey partiye bağlanıyor. Hatta Gorbaçov’un kişisel stili, zaman zaman Stalin’i hatırlatıyor.” 39
Yalçın Küçük’e göre Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerin birikmiş sorunları vardı. Glasnost önderliğinin bu sorunlara yaklaşışındaki yenilik “kütle çağrısı” idi. Toplumsal Kurtuluş SSCB üzerine bu yorumlarla yayın hayatına girdi. 40
Ancak fazla gecikilmeden, 5. sayıda bu açık çeke kimi kayıtlar konulmaya başlanıyor. Glasnost ve demokratizmin çözüm olmadıkları, çözüm arayışı için yaklaşımları anlattıkları ve her ikisinin de terkedilecek ve geliştirilecek mekanizmalar konusunda hiçbir açıklığa sahip olmadıkları belirtiliyor. 41 Yalçın Küçük ve Toplumsal Kurtuluş‘u yan yana koyduğunuzda ortaya şu sonuç çıkıyor: Sovyet sisteminde önce çözümler hazırlanır, sonra sorunlar ortaya atılıp üzerilerine yürünürdü. Ancak Gorbaçov önderliğinin elinde başarısına bel bağlanacak çözümler yoktur. Bu nedenle, birincisi “kütlenin yaratıcılığı”, dolayısıyla demokratizm, ikincisi yalnızca çözüm arayışı içinde bulunan bir yeni politikacı, araştırmacı, bilim adamı, felsefeci, iktisatçı kuşağı yardıma çağırılıyordu. Sürecin öncesinde çözüm elde edilmemiş olduğuna göre, sürecin içinde gelişecek dinamiklere bel bağlamaktan başka çıkar yol da yoktu. Bu analiz glasnost önderliğinin programsızlığını ve hazırlıksızlığını anlatır. Katılmamak da mümkün değildir. Ancak Toplumsal Kurtuluş daha ilk aylarında iki farklı şey söylemiş olmaktadır: “Glasnost partinin rolünü arttırır ve herşey umut vaadetmektedir”, “Glasnost demokratizmin yolunu açmaktadır çözümler hazır değildir”…
Bu başlangıç çelişkisi bir yana, Toplumsal Kurtuluş reel sosyalizmin gücüne duyduğu güveni deklare ediyordu: 1956, 1968, 1980 olayları kapitalist restorasyona karşı sosyalist dünyayı daha duyarlı kılmıştı. Sistem “sosyalist halkların sosyalizme bağlılığını denemiş”ti. 42 Bu derginin, 1988 boyunca bu güvene tek bir istisna tanıdığını görüyoruz: Çin. Bu ülkede burjuva liberalizminin değerinin yükseltilmesinin “kapitalist restorasyon eğilimlerini güçlendirdiği ve ÇKP’nin burjuva liberalizasyonuna karşı tutum alma gereği duyduğu” dile getirildi. 43 Sonuçta uzun bir süre konulan rezervler ve duyulan güven arasındaki dengede ikincinin ağır bastığı söylenebilir. Geleneksel solun kimliği gereği Sovyetler Birliği’ndeki riskli gelişmelere önsel bir göreli iyimserlikle yaklaşması olağandır. Konu son derece politiktir. Ve bu alanda hiçbir yorumcunun siyasal konumlanışından, beklentilerinden, hedeflerinden arınmış bir nesnel yaklaşımı dile getirmesi söz konusu olamaz. Geleneksel solun devrimci kesimlerinin reformların şu ya da bu vadede, belirli kayıtlarla devrimci gelişmelere hız kazandırabilecek ürünler verme olasılığının altını daha fazla çizmeleri de olağandır.
Olağan olmayan iki şey var.
Biri, iyimserliğin kör edici bir etki yaratması ve kapitalizmin restorasyonuna açıkça yönelen olaylar karşısında bile “işler iyi diyebilmektir”. Yukarıda İbrahim Seven’in kurduğu Gorbaçov-Lenin paralellikleriyle böylesi bir tutum aldığı görülmüştü.
Diğeri ise, güven-rezerv dengesinin laçkalaşmasıdır. Bu tutumun en açık örneği, kuşkusuz Toplumsal Kurtuluş‘tur. 13. sayıda “perestroykanın reel sosyalizmin kendisine duyduğu büyük güvenin açılımını” anlattığı, sistemin kendi kendisine şimdiye kadar dile getirilmiş olan en şiddetli eleştirileri yöneltmekten çekinmediği vurgulanır. Tüm bunlar abartılı bir güveni yansıtır. 14. sayıda ise “sosyalist ülkelerde karşı-devrimci aydın hareketlerinin birbirini izlediği” söylenecektir. Kimsenin hakkını yemeyelim; aynı yerde güven yine tazeleniyordu: “Yalnızca karşı-devrimci de olsa, işçi sınıfına dayanan hareketlerin önemlilik derecesi kazanabildiği” belirtilerek… 44
“Kimse Gorbaçov’dan Türkiye türünden ülkelerde devrim yollarına ışık tutmasını beklememelidir.” 45 Ama “Son zamanlarda Sovyetler Birliği’nde hem Marx’ın ve Lenin’in çalışmaları ve hem de tek tek kapitalist ülkelerde izlenecek mücadele yolları açısından son derece olumlu açılımlar” gerçekleşmektedir. 46 Bunun örneği olarak Y. Küçük partinin ideoloji şefi Medvedev’in çalışmalarını ortaya sürer. Medvedev’in incelemesinde Lenin’in emperyalizm teorisinin yetersizlikleri olarak tanımlanan ve Küçük’ün de “serbest rekabetçi kapitalizme dönüş yolundaki bir mücadelenin bir tür Proudhonculuk” olduğu yolundaki düşüncenin Lenin’in emperyalizme ve kapitalizme ilişkin çözümlemelerinde içerilmediğini öne sürmek mümkün değildir. Lenin’in çözümlemesinin en kapalı olduğu alanlardan biri herhalde tekelci kapitalizmden rekabetçiliğe dönüş politikasıdır. Ancak Küçük’te kapitalizm bizatihi tekelci olduğu, bu yönünün işlenmesi gerektiği yolundaki görüş başka değerlendirmelerle içiçe geçiyor. Medvedev ile Küçük, Küçük’ün yakınlaşma umutlarına rağmen, paylaştıkları kısmi çıkış noktasından oldukça farklı sonuçlara yöneldiler: Daha sonra, T. Kurtuluş‘un 17-18. sayısında Küçük’ün de farkına vardığı gibi, bir tarafta kapitalizmin, sosyalizmi gereksizleştirecek yeni bir dönemi, diğer tarafta teorinin her zaman ve mekan içinde devrimci atılımları doğrulaması, meşrulaştırması için aşırı bir zorlama…
Küçük aynı yazıda Sovyetler’deki demokratizasyon programını sosyalist iktidar için güçlü bir siyasal örgütlenmeden yoksun bir başka ülkede sosyalist mücadelenin üstünü örten bir şal haline getirmenin “kuş beyinlilik ve taklitçilik” olduğunu vurgulayarak, TBKP reformizmine karşı çıkıyordu. Demokratizasyon programı SSCB’de geniş kütlelerin toplumsal yönetime “tam ve gecikmiş katılımını sağlamak üzere ön plana” çıkarılmıştı. 47
Oysa daha önceki bir teze göre “elde başarısı kesin çözümler olmayınca kütlenin yaratıcılığına başvurmak kaçınılmazdır ve ekonomik yapıdaki paslanmaları temizleyebilmek için katılımı artırmak bir çare olarak ortaya” çıkar. “Buradaki demokratizmin siyasal demokrasi ile hiçbir ilintisi yoktur; Sovyet toplumunda Stalin dönemi de dahil her zaman katılım ve tartışma olmuştur”. 48 “İlinti” var mıdır, yok mudur? İlk sayılarda katılım, çözümlerin gecikmişliğinin bir ürünüdür ve daha çok iktisadi yapıdaki sorunlarla ilişkilendirilir; 15. sayıda katılımın kendisi “gecikmiş” olarak nitelenir ve toplumsal yönetime katılım, yani siyasal demokrasi ile ilişkilendirilir. Dahası, demokratizasyon programının toplumsal yönetime gecikmiş katılımı sağlamak işlevini taşıdığı savunulur… Gorbaçov’un, Stalin’le benzeştirilerek partiyi güçlendirdiği iddia edilir. Sonra, Gorbaçov’un sosyalizmi silmek için işe partiyi mahvederek başladığı söylenecektir. Önce Sovyetler Birliği’nde önemli bir sorun yoktur. Sonra (Toplumsal Kurtuluş‘un ilk dönemleri) birikmiş sorunlar ve bilinmeyen çözümler karşısında devrimci ve yaratıcı bir önderlik, en sonu kapitalist restorasyoncular ve Sovyetler’in 1985 öncesinde hiçbir sorununun olmadığı. Yalçın Küçük’ün bir zamanlar “anlayabildiği” ama doğru bulmadığı işsizliğe neden olunması, meğer kapitalist restorasyoncuların bir ilk adımı değil miymiş? Daha ayrıntılı örneklerle devam edeceğiz. Ama T. Kurtuluş‘un bizce altı çizilmesi gerekli temel yönelimleri açığa çıkmış bulunuyor. Bu çevrenin Gorbaçov yanlısı ve karşıtı olmak üzere, esas olarak iki evre geçirdiği görülmektedir. İki evre arasında politik tutum değişikliğinin ötesinde örneğin iktisadi ve sosyal analizlerin de değişmiş olması ilgi çekicidir.
Bir diğer ilginç ve yalnızca bir kez görünüp kaybolan tez ise Türkiye sosyalizmine nasıl ulaşılacağına ve niteliklerine dair. Çeşitli sol hareketler bu konuda glasnost sürecinden sosyalist demokrasi, çoğulculuk gibi temalar çıkardılar kendi paylarına. Toplumsal Kurtuluş‘un bir yaklaşımı sosyalizmin Türkiye’de bölgesel olacağı yolunda; dolayısıyla “coğrafi” bir yaklaşım. İki tane daha var ve bunlar 1985 sonrasının dersleri: “Başta SB olmak üzere sosyalist ülkeler hem bakir bir ihracat alanı ve hem de yeni iş kapıları bekleyen inşaat kesimi için büyük bir çekicilikle ortada duruyor. 1921 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın, 1967 yılında Süleyman Demirel’in izlediği yoldan, Türkiye’nin sosyalizme açılımı gündeme giriyor.” 49 Bu tartışmaya dahil olup, Menderes’in almaya çalıştığı Sovyet kredilerinin, hatta Kenan Paşa’nın Bulgaristan gezisinin Türkiye sosyalizminin yolunu açıp açmadığını konuşmak mümkündür. İsteyen tartışır. Biz burada duracağız. Ama öyle anlaşılıyor ki, Toplumsal Kurtuluş‘un yukarıda aktarılan saptamasına göre, Afganistan’da silahlı yardım niteliğine bürünmüş olan Sovyet Sosyalizmi, Türkiye’ye ancak ithalat kolaylıkları olarak intikal edebiliyor. Böylece “cüretli” politikaya ciddiyetsizlik bulaşıyor. Bunların yazılıp çizildiği bir derginin bir süre sonra “Sovyet Marksizmini en başta biz terkettik” diyerek övünmesi anlaşılır birşey değildir.
Türkiye sosyalizmi için bir ikinci öngörü ise şu: “İktidarın ilk gününde meta kategorisinin sona erdiği ilan edilmelidir. (..) ürünün geçerli olduğu, ancak toplumdaki kapitalist köklerin tümü kurutulmadığı için bir süre kapitalist ögelerle bozulacağı anlatılmalıdır. Pazar ilişkisinin sona erdiği duyurulmalı ve sona erdirilmelidir”. 50 Sosyalizmin kuruluşu kuşkusuz, en başta, iradi müdahalenin, örgütlü öncü öznenin inisiyatifinin ürünü olacaktır. Ama sosyalizmi kurmak da kararları ilan etmekle herhalde eşitlenemez. “İlan edelim, olsun!” devrimciliği ile sosyalizmin geçmiş ve mevcut deneyimlerinin çözümlenmesinden elde edilmiş bulunan kimi sonuçlar yan yana konduğunda bu işin “biraz” daha karışık olduğu anlaşılacaktır. Türkiye’de radikalizm içi boş bir lafıza indirilmemelidir. Toplumsal Kurtuluş‘un, reform süreçlerinin uluslararası hareketin diğer bileşenleri üzerindeki etkileri konusunda da iki farklı eğilimi zaman zaman yansıttığı yukarıda görüldü. Hem, glasnostun diğer ülkelerin devrimcilerine verecek birşeyi olmadığı söylendi; hem de ekonomik ilişkiler yoluyla (ithalat) ya da teoriye katkı (Medvedev ve emperyalizm teorisi) yoluyla aksi yönde mesajlar verildi. Sovyet deneyinin son derece planlı, öngörülü ve sorunsuz olduğu biçimindeki değerlendirmeler ile “sosyalizmin ilk kez başarıya ulaştığı topraklarda bile, zengin deneyim birikimine karşın, formüle edilmemiş sorunlar ve çözüm bekleyen sorular olduğu ortaya çıkıyor” 51 yaklaşımı yan yana yer alabildi.
Toplumsal Kurtuluş‘un Gorbaçov politikalarına yönelik eleştirilerinin ilk görüldüğü yer uluslararası politika/emperyalizme verilen tavizler olmuştur. Sosyalizmin bir güven kaybı yaşadığı ve savunmanın zaman zaman günah çıkarma biçimini aldığı söylendi. Başlangıçtaki iyimser tutumun değiştiği momenti net olarak saptamak, bu çelişkiler nedeniyle pek kolay olmayacaktır.
Ancak T. Kurtuluş‘un tehlike çanlarını çalmaya başlamasının, Gorbaçov’un Ekim Devrimi’nin 70. yıldönümü konuşmasında kapitalizmin nitelik değiştirip değiştirmediğini “resmen” sorgulamasına değil, bundan yaklaşık iki yıl sonraya denk geldiği söylenebilir. Başlarda eleştiri “kapitalist yolcularla” sınırlandırıldı. Gorbaçov bunun dışında tutulmaya çalışıldı. Buharin’i aklamaya, NEP’i geçici ricat yerine “doğru” politika saymaya yönelik tezler, kapitalist yolcuların alamet-i farikasıydı. Ve bu sınırlandırılmış eleştiri işlenirken Sovyetler’in geleceğine dair duyulan güvenin altı çiziliyordu. Şimdi, burada karşı çıktığımız, daha köklü, liderliğin bizzat kendisini de kapsamına alan, sürecin erken ya da uç yorumcuları ile sınırlanmamış bir eleştirinin “şu” tarihte başlatılmış olması değil. Tersine farkına varılan kimi tehlikelerin Ekim Devrimi’nin mimarı ve mirasçısı partiye, bir bütün olarak, atfedilmesinde sonuna kadar titiz olunması gerektiğini düşünüyoruz. Bu doğaldır; tehlikenin taşıyıcılarının marjinal unsurlar olarak kalması hem arzulanan, hem hedeflenen bir durumdur. Bu öznellikten arınılması, en azından geleneksel soldan yorumcular için ne mümkün, ne de gereklidir. Ancak, belirli bir dönem geçtikten sonra, kimi momentlerde yapılmış olan değerlendirmelerin yeniden anlamlandırılması ve bir tür “haklı çıkma” çabası dürüstlük olmayacaktır.
Öznel yargıların tehlikeli boyutlar kazandığı bir alan da, yukarıda da belirtildiği gibi, maddi analizlerdir: “Eğer bugün SB’nde bir kapitalist restorasyon tehlikesi görülmüyorsa, bu Brejnief döneminde tüketim normlarının görülmemiş bir hızla artırılmasından kaynaklanıyor”; 52 daha sonra Sovyet sosyalizminin çürümesinin en önemli nedenlerinden birisinin kapitalizme yetişmek ve geçmek gerekçesiyle kapitalist meta listesine ve değerlerine sahip çıkmak” olduğu da yazılmıştır. Bu ikisinin yan yana gelmesi güçtür.
“Sovyet ekonomisinin 1985’e kadar fevkalade işlediği”, 53 “Gorbaçov’un geldiğinden beri partiyi dağıtmaya çalışması” 54 … Bunlar ve benzerleri, yazıldıkları sırada oldukça kuşkulu oldukları görülebilecek çok sayıda değerlendirme bu derginin sayfalarında bulunabilir. Toplumsal Kurtuluş‘un kimi yaklaşımlarının ise, geleneksel sol ile yeni sol arasındaki ayrımları silikleştirmeye yol vereceğini düşünüyoruz. Birkaç örnek: “Avrupa’da sosyalist devrim umutlarının tümden yıkıldığı, tekelci düzenin 1968 yılından beri içine girdiği ekonomik bunalıma karşın büyük bir kütle hareketliliği yaşamaması, SBKP yöneticilerinin yorgunluğunu arttırmış ve sosyalizmden kaçışa zorlamıştır. Sovyet sosyalizminin çözülüşü tepeden başlatılmıştır.” 55
Bu değerlendirmenin her bir ögesi tartışmalı noktalar içeriyor. Aynı dergide daha önce bol bol işlendiği gibi, Brejnev dönemi Sovyet liderliği için yorgunluk ve sosyalizmden kaçış eğilimlerinin değil, ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizm doğrultusunda alabildiğine zorlanmasının damgasını taşır.
Bir başka örnek, 20. Kongre sonrasını “revizyonizm” olarak niteleyenlerin ve “binanın yıkılacağını haber veren” Troçkistlerin tutumlarının “tedbirlilik” sayılmasıdır. 56
Hem yeni sola kapı aralamanın hem de çelişkili tutumların örneğini sosyalist mücadele modelleri konusunda, Polonya’ya ilişkin değerlendirmeler vermiştir: Walesa “restorasyoncu”dur, bu bir. “Walesa, sosyalist bir sistemde varolan sendikal örgütlerin altında, güçlü bir halkalar sistemi örebilmiştir (…) Polonyalı bir avuç işçinin, Polonya’da kapitalizmi yeniden kurabilmek için geliştirebildikleri ve son derece etkin olduğu ortaya çıkan dayanışma ağı üzerinde dikkat ve özenle durulması zamanı geliyor”. 57 Yani Dayanışma’dan sosyalist mücadele modeli anlamında aktarılacak çok şeyler var; hatta “Walesa, Dimitrof-Thorez sapkınlığı ile gözlerin görmez olduğu bir dünyada işçi sınıfına nasıl yaklaşılacağını ortaya koymuştur” 58 bu iki…
“Batıda ayrıntılı yayınlar Solidarnoş’un gösterildiği kadar güçlü olmadığını ve sürükleyici bir işçi desteğinden yoksun olduğunu göstermeye başladılar”, 59 bu üç…
Yorumlamaya gerek bile yok. Ama bu Dayanışma dersleri söylencesinin devamındaki kimi altbaşlıkları hatırlatmadan edemeyiz. Neler yok ki! İşçi sınıfının gizli çalışmaya yatkın olduğu; bilinen örgütlenme modellerinin yetersizliğinin kanıtlanması… Bir yerde “sendikal mücadele yetersiz” görülür, öte tarafta gizli bir sendikal faaliyetin iktidarı alabilmesinden örnek olarak sözedilir. Siyasal mücadelenin “alttan alta”, “adım adım” tasavvur edilmesinin ekonomizm olduğu söylenir ve alternatif olarak “ülke gündemine görkemli girişler” yapmak gereği savunulur. Ama bunu yaparken programatik öz, örneğin demokratik devrim-sosyalist devrim ikilemi önemsizleşmiştir… Peki tüm bunların üzerine bina edilecek olan nedir? Walesa’nın verdiği ders nedir? Leninist örgüt modeli geçersizleşmiş ya da önemsizleşmiş midir? Gizli çalışan işçi sınıfı, ülke gündemine nasıl “ani giriş” yapar? Daha önceleri Toplumsal Kurtuluş‘un kapağından inmeyen açık devrimci parti savunusu nereye kaybolmuştur? Bu sorulara herhangi bir cevap bulamazsınız. Üstelik, kargaşanın başlatıcısı Walesa’nın Dayanışma sendikası da aslında o kadar güçlü değildir… Bu tuhaflığın içinden çıkılamaz. Biz de daha fazla uğraşmayacağız…
Geleneksel soldan ve üstelik genel hatlarıyla reel sosyalizmin yaşadıkları karşısında olumlu sayılması gereken bir tutum takınan bir derginin, “kaş yaparken çıkardığı gözlere” dikkat çekmek istedik.
Toplumsal Kurtuluş ve kimi yazarlarının yukarıda örneklenen eksantrik performansları bir yana bırakılabilir ve önemsenmeyebilir. Aslında bir yana koyulabildikleri ölçüde önemsememek de gerekecektir. Üzerinde durulması gereken ve bizce tehlikeli olan zıt uçlarda gezinmenin ertesine, teori ya da temel saptama olarak neyin kalmış olduğudur.
Örneğin, bir gün söylenen ile ertesi gün anlatılan arasında tutarlılık olması gerektiğini düşünmemek bir yöntemsel miras olabilir. Bu gerçekten tehlikelidir ve birilerinin kendilerine iş edinip bu tür ciddiyetsizliklerle mücadele etmeleri bir ihtiyaç olarak kendini hissettirmektedir.
İkinci bir sonuç bizzat uç yorumlar olacaktır. Örnek bir eski T. Kurtuluş yazarından: “Tek sözcükle, Sovyet devleti ve SBKP bürokratik bir deformasyona uğramıştır.” 60
Yurtsever’in dergide yazdığı zamanlardan da benzeri örneklemeler yapmak mümkün. Burada bürokrasi ve deformasyon terimlerinin yalnızca “terimler” olarak kabul edilmeleri mümkün değildir. Bu sözcükler troçkizmin, Batılı reformist geleneksel solun, Yeni Solun, anarşizmin ortaklaşa paylaştıkları bir terminolojinin parçalarıdır. Ait oldukları çerçevelerde ve birleşmiş oldukları anlamlarla kullanıldığında, dönülüp uluslararası sosyalist hareketin onyıllara uzanan tarihiyle bir kez daha hesaplaşmak gereği doğacaktır. Yok eğer aynı terimler başka anlamlarda kullanılacaksa, o zaman bu işin hakkı verilmelidir. Şimdiye kadar bu gerçekleşmedi; arzu eden yukarıdaki alıntının öncesindeki sayfaları inceleyebilir. Tüm argümanların “başkalarına” ait olduğunu saptamak zor olmayacaktır. Dile getirilen görüşlerin, genci olarak, Sovyet deneyinin tarih ve mekan boyutlarını içeren bir değerlendirmesine dayanmadığı, yeni solun tuzu kuru tarih anlayışının izlerini taşıdığı, ayrı bir polemiğin konusu olabilir.
Geleneksel solun glasnost eleştirisinde yeni sol sınırlara iltihak etmeye varan savrulmalar yaşamasının net bir örneğini daha yukarıda İ. Yolu‘ndan sözederken vermiştik. T.Kurtuluş’un argümanlarında ise aynı sınırları zorlayan talihsizliklere rastlamış olduk…
Geleneksel soldan başka dostlarımızın yöneldikleri başka tehlikeler de var. Bunların herbirini ele alıp ayrıntılı ve eksiksiz bir tasnif yapma amacı taşımadığımızı bu yazının başlarında ifade etmiştik. Ancak kimi dikkat çekici tehlikelere parmak basmak gerekiyor. Bunlardan yalnızca adını vermekle yetineceğimiz bir tanesi Devrimci Mücadele‘nin ahlakçılığı… Bu dergi yazarlarına göre sosyalist ülkelerin sorunlarının kaynağı lider kadroların nitelik yetersizliklerinden ibarettir: “Açıkça görülmektedir ki, bu partilerin lider kadroları içinde bilimli, bilinçli, kararlı devrimciler ya yoktur ya da sayıları çok azdır…
“Bu ülkeler partilerinin liderleri bürokratlaşmışlardır. Zaten sağlam bir kumaştan yapılmadıkları için kolayca bürokratlaşabilmişlerdir…” 61 Elbette Devrimci Mücadele bu “kumaş” sorununun tarih ve mekana ilişkin maddi temellerini sıfıra indirmemektedir. Ancak ön planda olan kendi başına açıklama gücü son derece zayıf kalan “kişilerin niteliği”nden ibarettir…
Uç yorumlarla geleneksel sol sınırlarının dışına kaçmak ya da ahlakçı analiz zaafları göstermek… Bunların yerine önerilmesi gereken uluslararası sosyalist hareketin tarihsel kazanımlarının içine girdiğimiz yeni evrede yeni bir teorik üretimle tanımlanmaları olmalıdır: “Enternasyonalist teorimizi güncel, ‘reel’ politikaların yetmiş yıldır biriken bozucu etkisinden arındırmak, sosyalist ülkenin/ülkelerin savunulmasının gerekli kıldığı… politikaların teori düzeyine çıkarılmasının yol açtığı tahribatı gidermek, sapla samanı, özle kabuğu birbirinden ayırmak görevi önümüzde duruyor”. 62
Bu yeniden üretimin temellerine kimi vazgeçilmez ilkelerin yerleştirilmesinde de mutlaka titiz olunmalıdır. Bunların birincisi marksist metodolojinin bütünüdür. Bir diğer ilkenin altı 10 Eylül dergisinde şöyle çizilmişti: “İktidarın terkedilmesi, politikada atılabilecek en büyük geri adımdır”. 63
Geleneksel solun, glasnost uzlaşmacılığına karşı genel hatlarıyla sağlıklı direnç gösteren bir başka odağı kendisini Emek dergisinde ifade ediyor. Önce Emek‘in gözettiğini kendisinin de vurguladığı bir ayrımdan sözedilmeli. Glasnost sürecinin başlarında, sürecin sosyalist ülkelerin sorunlarına ilişkin yönleri ve bununla bağlantılı olarak Sovyetler Birliği’nin uluslararası planda izlediği politikalar olumlanırken, aynı sürecin kapitalist ülkelerdeki sosyalist mücadeleye ve marksist teoriye yönelik deformasyon etkisinin reddedilmesi. Emek bu iki alan arasında bir düzlem farkı olduğunu doğru saptayanlar arasındadır. 64
Öte yandan Emek, SSCB’deki “yeni” ideolojik-teorik üretimin kime maledileceği konusunda da bir ayrıma gidiyordu. Emek, sorumluluğu SBKP liderliğine değil, partiye bağlı akademisyenlere maletti; hatta bir ölçüde “çubuk bükme” ile aynı akademisyenlerin çalışmalarını “bağımsız” olarak nitelendirdi. Gorbaçov “yoldaş“, “yenilikçi“ler Bernştayncı idi. 65
Bu tutum bizce dile getirildiği 1989 yazında bile fazla bir çubuk bükme anlamı taşıyordu. Ancak Emek‘in gözlerini olup biten olumsuzluklara kapadığını iddia etmek doğru olmayacaktır. Gelişmelerin dünya devrim sürecine ilişkin yeni değerlendirmelere yol açtığı söylenebilir. İlk başlarda SBKP’nin bu sürecin önderliği konumunu koruduğunun altı ısrarla çizildi. Gorbaçov’un 1987’de “dünya devrimci hareketinde karar alan bir merkezin olmadığını” belirtmesinin üzerinden iki yıl geçmiş olmasına karşın sürdürülen bu vurgu “politik” bir anlam ve kaygı taşıyordu. Bu dönemde Emek, “Dünya devrim sürecinin önderliğiyle oynamaya kalkışmak, çeşitli başka denklemler aramak tehlikelidir” 66 yollu, başta maoizmi hedef alan uyarıcı bir dil kullandı. Emek gelişmelerin yolu açacağı arayışların “hafiflikler” ve aceleciliklerde nihayet bulmasına karşı temkinli bir tutum sergiliyordu. Bu temkinliliğin aşırısı elbette çözümleme gücünü zayıflatır, derinliğin elini kolunu bağlayan, yaratıcılığı engelleyen bir ortodoksi üretir. Emek‘in dünya devrim sürecine ilişkin görüşlerinde böylesi bir kısırlığı aştığı söylenebilir. Teslim Töre bir yazısında dünya devrim sürecinin bileşenlerinin rollerinde kimi değişiklikler olduğu saptamasını yapmaktadır. “Salt ulusal kurtuluş karakterli hareketlerin belirleyici düzeyde” olmadıkları, sürecin “itici gücünün ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketleri” olduğu 67 görüşü bu yönde bir örnektir.
Emek’in geleneksel sol çerçevede sağlıklı bir diğer yaklaşımından da söz edilebilir. Devrimci demokratlığa ya da yeni sola evrim gösterenlerin pek çabuk zaaf gösterdikleri bu konu, sosyalist ülkelerin dünya devrim sürecindeki rollerinin yerine getiriliş biçimine ilişkin. Emek, örneğin sosyalist ülkelerin ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerine doğrudan destek vermemelerine veryansın etmek hafifliğine düşmemiştir. Sosyalist ülkelerin, doğaları gereği katkılarını uluslararası politik ilişkiler dolayımıyla yapacakları açıktır. 68
Gelişmelerin hız kazanması ve derinleşmesi ile birlikte Emek‘teki değerlendirmeler de “roller”den bileşenlerin kendilerine doğru kaydı. Sosyalizmin bir sistem olarak ortadan kalkması ile birlikte ağırlık kazanan yeniden üretim ihtiyacını bu dergi de saptamaktan geri kalmadı… Bu teorik açıdan olumlu ve politik bakımdan sorumluluk sahibi yaklaşımların örneklerini çoğaltmak mümkündür. Ancak Emek‘in yatkın görüldüğü yanılgı türü sorulursa buna “reel sosyalizmin kazanımlarına ve gücüne aşırı güven” yanıtı verilebilir kanısındayız. Kapitalist dünyanın emekçilerinin sosyalizme doğru bilinçli bir yöneliş içine girdiği ve yeni sömürge ülkelerde devrimci durumun dalga dalga yaklaştığı yolundaki görüşler, iyimserliğe bir örnektir. 69
Bu iyimserlik Emek‘i bu ülkelerdeki kitle hareketlerinin reel sosyalizmin yıkılmasına kadar varabileceğini öngörebilmekten alıkoymuştur. Genelde beklenti, kitlelerin hareketlenmesi ile yaratıcılıklarının da dizginlerinden boşanacağı ve sosyalizmin “mükemmelleşeceği” yönünde olmuştur. Bu beklenti, birincisi, sosyalist ülkelerde kitlelerin sosyalist bilinç düzeyleri ve ikincisi, önderliklerin yetkinliği konularında yine fazla iyimser tahminlere dayanmıştır. 1989 sonundaki kritik gelişmeler Emek‘in tutumunda kimi revizyonları zorlamak yerine, yanlışlık derecesinin artmasına ve iyimserliğin artık ciddi bir tehlike haline gelmesine yol açtı. İktidarların yitirilmesinden sonra bile Emek dergisi “mükemmelleşmek”ten söz etmeyi sürdürmüştür: “Başta Sovyetler Birliği olmak üzere, diğer bütün sosyalist ülkeler, geride bıraktıkları uzun yılların sonunda, önemli bir momente gelmiş bulunuyorlardı. Bu moment, kendilerini yenileyerek, daha ileri atılımları gerçekleştirmek, bu atılımın önüne engel oluşturan sorunları aşmak, sosyalizmi mükemmelleştirip yeniden çekici kılmak momentiydi. … Sovyetler Birliği (bu momenti) ilk yakalayan ülke oldu. Diğer sosyalist ülkelerin… Sovyetler Birliği’nin deneyimlerinden yararlanmaları gerekiyordu. Onların da yaptığı budur.” 70
Emek yazarları Polonya ve Macaristan için bile restorasyon riskinin gündemde olduğunu kabul etmediler. Çavuşesku’nun düşürülmesinin karşıdevrimci niteliği de saptanamadı. Bu tehlikelerin gerçek tehlikeler olduğu ancak gelişmelerin oldukça açık biçimde “kendi kendilerini” anlatmalarından sonra kabul edildi… Bunun sonrasında bu ülkelerde gelinen sonucun tarihsel temelleri geldi tartışma masasına…
Ancak sesli düşünmenin zaman zaman düzeltilmesi güç yanlışlar ürettiği de görülmelidir: “Sosyalist toplumda savaş kışkırtıcılığı, ırkçılık ve pornografi dışında düşüncenin yayılmasına hiçbir kısıtlama getirilmemelidir”. 71
Peki bizzat özel mülkiyet ideolojisi bu üçüne göre reva mı kabul edilmelidir? Evetse, bunun cevabı konjonktürel olarak sosyalist toplumların burjuva ideolojisince kucaklanmış olmasından başka nereden dayanak bulabilir? Özel mülkiyet ve tüketim ideolojileri karaborsayı, fahişeliği körüklerken pornografinin lafı mı kalır?
“… hiçbir kısıtlama getirilmemelidir. Zaten iletişim olanaklarının bu kadar geliştiği bir dünyada sansür giderek anlamsız olmaktadır.” 72
Peki iletişim olanaklarının kapitalist dünyadan sosyalist dünyaya ırkçılığı, pornografiyi ve savaş kışkırtıcılığını da taşıyacakları açık değil mi?
“Ülkede kapitalizmin maddi zemini kalktıkça, kapitalizmi savunan ideoloji ve varsa örgütlenme toplumda anlamsızlaşacaktır”. 73
Erkiner, burjuvaziye sosyalizmde siyasi özgürlük tanınmasını savunurken iki büyük hata yapmaktadır. Birincisi, burjuvazinin belirli bir toplumda, küçük meta üretiminden, iktisadi zorluklardan, aile din vb. kitlesel ideolojilerden beslenen gücünü küçümsemek yanlışıdır. İkincisi ise, kapitalizmin bir dünya sistemi, burjuvazinin de enternasyonal bir sınıf olduğunu gözönünde tutmamaktadır. Burjuvaziye tanınacak siyasal özgürlük, salt ideolojik/kültürel bir sorun değildir; bu, uluslararası gücün kendini belirli bir mekanda yeniden üretmesine özgürlük tanınması demektir. Sosyalist demokrasi ve çoğulculuk üzerine daha önce Gelenek‘te işlenmiş görüşleri yeniden dile getirmeye ise gerek duymuyoruz.
Sonuç: Ortodoksluk ile yaratıcılık
Ortodoksi ile yaratıcılığın çelişik olmadıkları “bizim” iddiamızdır. Bu iddianın uzun boylu yöntemsel tartışmalara gelir bir yanı da yoktur. Yaratıcılık ürünlerinde kanıtlanmak ve gösterilmek durumundadır. Dolayısıyla Ortodoksluk ile yaratıcılığın nasıl birleştirileceği üzerine bir sonuç bölümü yazmak bize fazla anlamlı gelmiyor.
Ama tersi yapılabilir. Ortodoksluk ile yaratıcılığı birleştirebilmek için nelerin yapılmaması gerektiğinden sözetmek hem mümkün hem de bu yazının karakterine daha uygun…
Kimileri tekrar, kimileri ise içeriği yukarıda ifade edilmiş bazı görüşlerin formülasyonu olan bu noktaları sıralayarak yazının sonuna geliyoruz.
- Marksist literatür belirli bir anda bir yorumcuya kavramları istediği gibi kullanma serbestisi tanıyacak denli dezorganize değildir. Belirli kavramlar, yine oldukça “belirli” kavram dizileri içinde anlamlıdır. Bir çok örnekte bir kavramlar zincirinden bir halkayı alıp bir diğer zincire monte edemezsiniz. Örneğin hem leninist kalıp hem de ideolojik ve örgütsel öncülüğü devre dışı bırakacak bir kitle inisiyatifi edebiyatı yapamazsınız.
- Sosyalizmin bir tarihi var ise ve siz kendinizi bu tarihin içerisinde tanımlıyorsanız, keyfiyetin de sınırları olacaktır. Geçmişten ders çıkartmak ve geleceği daha doğru örmek ile, yaşananların kimi ögelerini beğenmeyip tarihten atmaya kalkışmak farklı şeylerdir. Geleceğe yönelik perspektifinize aynen taşımak anlamında kesinlikle değil, ama tarihin tek tek ögelerini önce içinde geliştikleri maddi koşullarıyla birlikte kavramak durumundasınız. Tarihe bakarken elinize bir makas alıp beğendiğiniz gibi bir kolaj çalışması yapamazsınız.
- Politika yapmak iddiasına sahip olanlar ideolojik ve ahlaki açılardan “taraf” olmak durumundadırlar. Dolayısıyla reel sosyalizmin bunalımına nesnel bir tarihçi gözüyle bakmak politikacının işi değildir.
- Tarihsel akışın bugünkü sonuçlarını rastlantısal ürünler olarak görmek ve aynı sonuçları kaçınılmaz bir kader saymak son derece kolaydır. Her iki yaklaşım için son derece güçlü görünen kanıtları derlemek mümkündür. Bunlardan kaçınmadan doğru analizlere varmak ise olanaksızdır.
- Güncel gelişmelerin analizi politikada büyük bir yer işgal eder. Analizi, hep bitmiş, netliğe kavuşmuş kısmi gerçeklikleri saptamaya indirgerseniz, risk almamış ve hata yapmamış olursunuz. Ama politik açıdan bu faaliyet koca bir sıfırdır.
- Ama hızlı yaşanan bir güncelliğin içinde acele yapılmış genel teorizasyonlar da bir bu kadar tehlikelidir. Bugün sosyalist demokrasi üzerine yapılan spekülasyonlar, sosyalist ekonominin demokratik planlanmasına dair soyut modelleştirmeler, ya da leninist öncülük nosyonunun, öncü-kitle ilişkisinin “bundan sonra” ne şekilde kurulması gerektiği üzerine yeni leninist iddialar… en azından tehlikelidir. Örneğin devletçi olmayan bir sosyalizm, piyasa ilişkilerinin korunduğu bir sosyalizm, hatta komünistlerin iktidarda olmadıkları bir sosyalizm üzerine üretilen fikirler ise, yine birkaç yıllık bir çalkantının yarattığı sarsıntılardan başka anlam taşımamaktadır. Bunlar tehlike değil, tuhaflıktır.
- Ortodoksi, genel geçer kriterler içerdiği varsayılan bir esas marksist kalıba sadakat değildir. Marx’ın bizzat yazdıklarından türetilecek hiçbir model, sosyalist bir iktidarın yasallıklarını kapsayamaz.Lenin’in yazdıklarından türetilecek hiçbir model sosyalist toplumun inşasına ve her alandaki örgütlenmesine ilişkin yasallıkları ifade edemez. Böylesi bir ortodoksiden yalnızca ilkellik çıkar.
- Sosyalist politikanın ütopyası vardır ve evrenseldir. Ama politika verili zaman ve mekanda yapılır.Ütopya bu verili koşulların sunduğu kısıtlar altında yeniden üretilmek, bugüne tercüme edilmek durumundadır. Reel sosyalizmin şu veya bu özgünlükteki doğru politik tercümelerinin başka zaman ve mekanlarda bir anlamı kalmaması kimseyi şaşırtmamalıdır. Aynı şekilde sosyalizmin şu ya da bu ülkede yaşadığı sorunlardan hareketle “Türkiye için nasıl bir sosyalizm?” sorusuna tatminkar bir cevap bulmak da mümkün olmayacaktır. Verili bir çerçevede politika üretmek başka deneyimler karşısında seçmeci olmakla mümkündür. Ama bu seçmeciliğin tuzu kuru bir serbestiye dönüştüğü yerde “ütopya” gider, “pragma” gelir.
Türkiye solunda bu sayılan hataların her birini bulmak mümkün. Listeyi uzatmak da…
Ama listeye yapılacak ekler, giderek reel sosyalizmin çözülüşüne ilişkin düşüncelerle ilintili olmaktan çıkmaya başlıyor. Tartışma konusunu tanımlı tutabilmek için burada durmak gerekiyor. Yoksa Türkiye solunun sözkonusu sürece yönelik sağlıklı perspektifleri nasıl geliştirebileceği, büyük ölçüde konumuzun ötesine geçmemizi gerektiren bir sorudur. Türkiye solu, kendisine doğru ve etkili bir politik yol çizdikçe “başka” sorunlara doğru bakmasını da öğrenecek…
Dipnotlar ve Kaynak
- Anadol Çağatay, “Mediokr”, Görüş 11, Ekim 1987, s. 38.
- Anadol Ç., “Glasnost ve Perestroyka”, Gençlik Dünyası Yay., (Konferans tarihi: 21.11.1988, İst., Mart 1989.)
- Canatan Ömer Bedri, “‘Muhafazakar Marksistler’ ve Marksist Muhafaza”, Görüş 11, s. 18-19.
- Örgen Süreyya, “Plüralizm ve Çok Partili Sistem”, a.g.d. 13, Aralık 1987, s. 37.
- Kaçmaz Ahmet, “Sosyalist Demokrasi”, a.g.d. 16, Mart ’88, s. 11.
- Örgen S., “Enternasyonalizm Romantizm İmiş!”, a.g.d. 17, Nisan ’88, s. 28.
- Canatan, “Perestroyka ve Demokrasi”, a.g.d. 21, Ağustos ’88, s. 4.
- Canatan, “Marksizm Uyarlanmaz, Uygulanır”, a.g.d. 27, Şubat ’89.
- Kaçmaz, “Aurora’nın Yaptığı”, a.g.d., 21 Ağustos ’88.
- Kaçmaz, “Dünyamız Nereye Gidiyor”, a.g.d. 23, Ekim ’88.
- Kaçmaz, “Kişi Tapıncı ve Sosyalizm”, a.g.d. 26, Ocak ’89.
- Kaçmaz, “Dünyamız Sosyalizme Geçişin Neresinde?”, a.g.d. 29, Nisan ’89, s. 20.
- Yusufoğlu Yalçın, “Öncü Parti Yerine, Halkın Özerk Kurumları”, a.g.d. 43, Haziran ’90.
- Canatan, ‘Tarihin İvme Kazanan Tekerleği”, a.g.d. 37, Kasım ’89, s. 35.
- Anadol, “İtiraf Ediyorum!”, Tartışma 3, Mart ’90, s. 3.
- Hasan Çebi Hüseyin, “Barış Sorunu ve Militarizm”, a.g.d. 4, Mayıs ’90, s. 38.
- Ağaoğlu Tektaş, “Üçüncü Enternasyonal Geleneği Üzerine”, a.g.d. 4, s. 23.
- “Taslak Değil, ‘Taslak'” (B. Asmar’ın Program Taslağı’nın Eleştirisi), Hedef 8, Nisan ’90, s. 35.
- “Devrim mi? Karşı-Devrim mi?”, a.g.d. 6, Şubat ’90, s. 41.
- ‘Taslak Değil…”, s. 34.
- a.g.m., s. 35.
- “Dünyada Durum Emperyalizm”, a.g.d. 6, s. 5.
- “Devrimci Sosyalist Blok İçin İleri!”, İktidar Yolu, Özel sayı 2, 20 Ağustos 1990, s. l.
- Seven İbrahim, “Stalinizm”, Yeni Çizgi Yay., İst., Aralık ’90.
- “Devrimci glasnostculuğun” bir ikinci temsilcisi ise Devrimci Emek’tir. Bu dergide bugün hâlâ Gorbaçov yönetiminde, örneğin ulusal sorunun ne kadar iyi ele alındığından dem vurulabilmektedir. (Bak: Gündüz Uğur, “Kürdistan Sorunu ve İşçi Sınıfı”, Devrimci Emek 4, Nisan-Mayıs 91, s. 6-7.)
- Işıklı Murat, “Geleneksel Sağın Dayanılmaz Hafifliği: TBKP ve ‘Yeni’ Yönelimleri”, İktidar Yolu 2, 1988, s. 67.
- “Sosyalizmin Sorunları Sosyalizmle Aşılacaktır”, a.g.d. 4, s. 5.
- a.g.m., s. 5.
- Dervişoğlu Sinan, “Perestroyka: Devrimci Yenilenmeye Evet, İdeolojik Tavize Hayır!”, a.g.d. 3, s. 9.
- “Sosyalizmin Sorunları…”, s. 4.
- “Dünyada…”, Hedef 6, s. 5.
- a.g.m., s. 6.
- a.g.m., s. 5.
- Dervişoğlu, a.g.m., s. ll.
- a.g.m., s. 11-15.
- Ümitli Kemal, “Barış Mücadelesi Sınıf Mücadelesidir”, a.g.d. 1, s. 13.
- a.g.m., s. 13.
- “Taslak Değil…”, s. 34.
- Küçük Yalçın, “Yenilik Yok Hava Estiriyor”, 2000’e Doğru 18, 03.05.1987.
- Küçük, “Gecikmiş Çözümler İçin Gorbaçov’un Kütle Çağrısı”, Toplumsal Kurtuluş 1, Haziran ’87.
- Bilgin Çelik, “Avrupa Türkiyesi’nde Dört Tarz-ı Siyaset”, T. Kurtuluş, 5 Kasım ’87, s. 53.
- “Buharin ve Sosyalizm”in sunuş yazısı, a.g.d. 12, Haziran 88, s. 44.
- Küçük, “Sol: Dünya ve Türkiye”, a.g.d. 13 Eylül ’88, s. 16-17.
- “İşçi Sınıfı ve Dayanışma”, a.g.d. 14, Ekim ’88, arka kapak.
- Bilgin, “Avrupa…”, s. 54.
- Küçük, “Problematik ve Programatik Açıdan Devrimci Parti”, a.g.d. 15, Kasım ’88, s. 11.
- a.g.m., s. 12.
- Bilgin, a.g.m., s. 53.
- “Sosyalizme Açılım”, a.g.d. 8, Şubat ’88, arka kapak.
- Küçük, a.g.m., s. 15.
- “Sovyetler ve Sosyalistler”, a.g.d. 15, arka kapak.
- Küçük, “Sovyetler’de Sorun”, a.g.d. 19, s. 49.
- Küçük, “Ekin Belleten,” 1990, Bahar, s. 10.
- a.g.d., s. 14.
- “Geri Topraklarda İleri Sosyalizm”, Toplumsal Kurtuluş 34-35, Ağustos-Eylül ’90, arka kapak.
- Bilgin, “Büyümemiş Çocuk Hastalığı: Revizyonizm ve Trotskizm”, a.g.d. 33, Mayıs ’90, s. 17.
- “İşçi Sınıfı ve Dayanışma”, a.g.d. 14, Ekim ’88, arka kapak.
- “İsmet İnönü ve Wojciech Jaruzelski”, a.g.d. 25, Eylül ’89, arka kapak.
- “Aydınların İhaneti ve Hesap Günü”, a.g.d. 32, Nisan ’90, arka kapak.
- Yurtsever Haluk, “Örgütlülük ve Özgürlük”, Toplumsal Kurtuluş’ta Yol Ayrımı, Etki Yay., İst., Mayıs ’91, s. 111.
- Devrimci Mücadele, “Sosyalist Demokrasi”, Sosyalist Demokrasi BTDK Yay., Ocak ’90, s. 139-140.
- 10 Eylül 7-8, s. 7.
- a.g.d. 4, s. 13.
- Töre Teslim, “Gorbaçov Ne İstiyor, Biz Ne İstiyoruz?”, a.g.d. 6, Haziran ’89, s. 7.
- Töre, “Perestroykadan Kim Ne Bekledi, Ne Buldu?”, a.g.d. 8, Aralık ’89, s. 33.
- a.g.e
- a.g.m., s. 37.
- a.g.m., s. 37.
- Dağ Erdoğan, “Dünya Konjonktüründe Yeni Dönem”, a.g.d. 5, Nisan ’89.
- Dağ, “Doğu Avrupa’da Esen Perestroyka Rüzgarı”, a.g.d. 12, Aralık ’89, s. 58.
- Erkiner Engin, “Türkiye’de Nasıl Bir Sosyalizm”, a.g.d. 8, s. 102.
- a.g.m., s. 102.
- a.g.m., s. 102.