Yeni dünya düzeni, artık Papa’nın da kutsamasıyla, dünyayı çürütmeye devam ediyor. Sosyalist mevziler bir bir terkedildikçe, bu ülkeler işsizlik ve yoksullukla, sınıflarla tanışıyorlar. Kapitalizmin anavatanında ise burjuva demokrasisi ikiyüzlüğü terkediyor, artık sadece dişlerini gösteriyor. “Üçüncü dünya”nın payına açlık, yoksulluk ve ölüm düşüyor, bir de CNN’de günde üçer dakika hatırlanmak. “Ya sosyalizm ya ölüm” bir öznelliğin sloganı değil artık, dünyanın içinde bulunduğu nesnelliği ifade ediyor.
Burjuvazinin seçimleri seçimsizliğin yığınıdır!
Bir yandan burjuva demokrasisi tek meşru hukuk olarak kabul ettirilmeye çalışılırken, bir yandan da burjuva demokrasinin sınırları daraltılıyor. Sistem içi “seçenekler” sunmakla yükümlü burjuva partilerinin “seçenekler”i de giderek birbirini andırıyor, ideolojik kuşatma daralıyor. Geleneksel olarak birbiriyle hiç olmazsa biraz farklı olduğu görüntüsünü korumaya çalışan çok partili demokrasilerin yerini birbirini az bir farkla tekrarlayan, iki ya da en fazla üç partili sistemler alıyor. ABD’de, bayağılığıyla, tekdüzeliğiyle Avrupalıları bile şaşırtan iki partili sistemde, iki parti de “orta” olarak tanımlanan bir alana doğru kayıyor. Yakında iki partiye bile gerek kalmayabilir, burjuvazi “çoğulculuğa ve evrensel demokrasiye” o kadar da inanmıyor sanki! Geleneksel muhafazakar parti-sosyal demokrat parti arasında iktidarda nöbet değişiminin yerini bir parti içinde hizip değişimi alıyor. Açıkçası kimse, bu partiler arası ciddi bir fark olduğuna pek de inanmıyor, seçmenler dahil. İngiltere’de geçtiğimiz günlerde yaşanan yerel seçimler tam da bunu yansıtan sonuçlar verdi. Burjuva basını, derin analizlere daldı, halk kelle vergisinden hoşnut değil ama, muhalefet partilerinden de hoşnut değil ama, ciddi bir alternatif de yok ama, ama, ama… Ortaya çıkan tablo şu, kapitalizm dünya çapındaki başarılarını perçinledikçe, kendine güveni arttıkça, alternatifsizliğine olan boş inancı güçlendikçe, kendi sisteminin şekilsel özelliklerini de terkediyor, “ben neysem oyum” mesajı yankılanıyor. Sıradan bir insanın yaptığı en radikal çıkışın sosyal-demokratlara atılan bir oy olabildiği günümüzde oy vermek bir formaliteden ibaret. Halk tepkisini, daha doğrusu tepkisizliğini siyaset sahnesini şekil olarak da terkederek dile getiriyor, bütün dünyada düşen oy oranları buna tanıklık ediyor.
İngiltere yerel seçimlerinde yaşananların benzerini Alman yerel seçimlerinde de görüyoruz. Kohl hükümeti oy kaybına uğruyor, sosyal demokratların oyları artıyor. Ancak Almanya’nın farklı bir sorunu olduğu da açık, sosyalist topraklara kapitalizm ekmek o kadar da kolay değil. Bir zamanlar dünyanın 10. büyük ekonomisi olarak nitelendirilen Almanya’nın doğusunda işsizlik yüzde 30’ları çoktan aşmış durumda. “Uzmanlar”, en az yüzde 50’leri bekliyorlar. Kapitalistler 40 yıldır örülmüş olan sosyal güvence ağlarını “insanları tembelliğe ittiği” için birer birer söküp atıyorlar. Hastaneler sıkıntı içinde, kreşler kapatılıyor, sokaklarda yaşayanlar ortaya çıkıyor. Kazanılmış haklar gasp ediliyor, kadınların bedava ve sorgusuz sualsiz kürtaj hakkı Almanya’nın batısındaki Hıristiyanların uygun bulduğu standartlara çekilmeye çalışılıyor. Eski sosyalist rejimin muhaliflerinden biri, bu kadarına da dayanamıyor, geç kalmış isyanını dillendiriyor: “Biz böyle olsun da istemedik, kimin bayrakları yırtılıyor, kimin kadınları özgürlüklerini kaybediyor?” İntihar oranları, alkolizm, uyuşturucu kullanımı, ruhsal rahatsızlıklarla birlikte artıyor. “Uzmanlar” işsizliğin en önemli intihar sebebi olduğunu söylüyorlar. Kapitalizm, kök salmaya çalışıyor. Başarısızlık, tarihinde, geleceğinde yazıyor.
Sovyetler Birliği ise içine yuvarlandığı kilitlenmeden kısa bir süre içinde çıkacağının sinyallerini vermiyor. Gorbaçov ve Yeltsin’in kendi aralarında anlaşmaya varmalarının olası tek sonucu piyasa mekanizmalarının sonuçları ortaya çıktıkça kaçınılmaz olarak yaşayacakları yıpranma sürecini birlikte yaşamaları. Nitekim üretim düşüyor, pahalılık ve işsizliğe karşı grevler yaygınlaşıyor.
Burjuva ideolojisinin insanlığı nefessiz bırakırcasına sarmaladığı günümüzde, yeni dünya düzeninin şemsiyesi altında yaşanan insan acısına, açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, çürümüşlüğe, onursuzluğa baktıkça, sosyalizmin zorunluluğunu görmemek mümkün değil. “Bu dünya onlara kalmaz” diyebilme cesaretini ve onurunu taşıyanların payına mücadeleye ve geleneğe sahiplenmek düşüyor.
Kapitalizmin suçları
Sınıf savaşımı sahnesinde işçi sınıfının saflarından burjuvazinin saflarına sığınmak isteyenlerin en çok kullandığı bahanelerden biri “global ve evrensel” sorunların öneminin sınıf savaşımının önüne geçtiğiydi. İşin trajik yanı öne sürülen “global” sorunların hepsinin doğrudan kapitalist üretim tarzının dayattığı sorunlar olmasıydı. İşin daha da trajik yanı, günümüzün “doğa kaynaklı” gibi görünen felaketlerinin sorumluluğunun bile kapitalizmin omuzlarında olduğudur.
Bangladeş’teki kasırgada en az 130.000 insan öldü. Yeryüzünün en yoksul ülkelerinden biri olan bu ülke düz coğrafyası ve körfeze açılması sebebiyle tarihinde bir çok bu tür fırtına yaşamış. Bu seferki fırtına tam dört gün öncesinden uydularca tespit ediliyor. Halk uyarılmaya çalışılıyor ancak ne çare, çağımız “iletişim çağı” ama Bangladeşlilerin radyoları yok, haber her yere yayılamıyor. Zaten haberi duyanların seçenekleri fazla değil, ülkede bu tür fırtınalara karşı sığınak sayısı çok az. Zaten, fırtına bölgesindeki toprakları yasadışı olarak süren köylüler, geri döndüklerinde topraklarının başkaları tarafından işgal edilebileceği korkusuyla topraklarını terketmiyorlar. Kasırga geliyor, cesetler yığılıyor. Ya sonrası! Kuveyt’i “kurtarmak” için günde yüzlerce binlerce “sorti” yapabilecek uçakları, helikopterleri bulan kapitalizm, fırtınadan sonra aç ve yardımsız kalanlara malzeme götürebilecek helikopter ve uçakları “bulamıyor”. İnsanlar ölmeye devam ediyorlar. Kendini insan saymaya devam etmek isteyenlerin önünde bir tek seçenek kalıyor, bu cinayetlerin hepsinden tek tek sorumlu olan kapitalizmi hedeflemek.
“Ölme zamanı” gelen başkaları da var. Avrupa topluluğu bir çok tarımsal ürünü üretmeleri için çiftçilerine fazladan para verip, sonrada bu ürünleri satamadığı için onları soğuk hava depolarında korumak için çok yüksek maliyetlere katlana dursun, Afrika’da 30 milyon insan açlıkla boğuşuyor. Bunların milyonlarcası ölecek. Dünyanın diğer ülkelerinde de tarımsal ürün fazlası “piyasayı düşürmemek için” satılmıyor. Üstüne üstlük dünya nüfusunun tümüne yetecek kadar gıda üretmek bugünün teknolojisi dahilinde gayet mümkün. Ama kapitalizmin öncelikleri farklı, renkli televizyonlar daha önemli! Ya da patriotlar, ya da tanklar ya da barbie bebekleri, ya da yeni bir parfüm… Herşeyin kar için olduğu bir üretim tarzında insanlara ne düşüyor?
Ortadoğu’da savaş bitmedi
Şimdi haksızlık yapmayalım isterseniz. Ne de olsa Kürtlere yardım konseri düzenlediler. Ne yazık ki insanlık onurunu kurtarmaya konserler yetmiyor. Birleşmiş Milletler raporuna göre “sanayi öncesi çağa” bombalanmış olan Irak’ta emperyalizm savaştan sonra Saddam “Hitler” Hüseyin’le birlikte yaşamanın aslında o kadar da imkansız bir şey olmadığını keşfetti. “Ayaklanın arkanızdayız” mesajlarına kanan Kürtler, yalnız bırakılınca kendilerini Irak ile Türkiye arasındaki dağlarda sıkışmış buldular. Ölü sayısı tam olarak hesaplanamıyor. En sonunda, kürtlere “kurtarılmış bölgeler” kurmaya karar verdiler. Ortaya çıkan şu oldu: Bu “kurtarılmış bölgeler” emperyalizmin bölgede askeri gücüne meşruiyet sağlamak ötesinde fazla bir işleve sahip değil. Ortadoğu’da yeni dünya düzeninin temelleri binlerce Kürt insanın kanıyla sulandı.
Bölgenin çelişkilerinin “bir çırpıda” düzlenemeyeceğinin gayet farkında olan emperyalizm, bunları kontrol altında tutmanın yollarını aramaya devam ediyor. Burjuva demokrasisi buradaki ülkelere biraz “bol” bulunuyor, zor-onay ikiliğinde zorun ağırlığının bu kadar yoğun olmasının da geri tepmesinden korkuluyor. James Baker, ülke ülke dolaşıyor, eski düşmanlar dost oluyor, Suriye’de el sıkışılıyor, eski dostlarsa “düşman” oluyor, İsrail kınanıyor. Kaşla göz arasında Lübnan’da 10 senelik iç savaş “sona eriveriyor”. Neden başladı, nasıl bitti sorusuna cevap arayanlar sınıf savaşımının yasalarıyla karşılaşıyorlar. Burjuvazi için kendi egemenliğini sürdürmeye yarayacak her araç meşrudur.
Kuveyt’te emir geri döner dönmez ilk iş sarayındaki altın muslukları yeniletiyor, Amerikan ve İngiliz şirketleriyse yıktıklarını yapmaya hevesle soyunuyorlar. Kuveyt’te binlerce Filistinli “işbirlikçi” oldukları için işkencelerle, ölümle karşı karşıya geliyorlar. Burjuvazinin Ortadoğusu’nda “barış” hala çok uzaklarda.
İran yeni düzende yerini arıyor
Irak’la olan savaşından büyük ekonomik darbelerle çıkmış olan ve izole durumu nedeniyle ihracatı devrim öncesine ait miktarın 1/4’üne düşmüş olan İran, bu durumdan kurtulabilmek için kabuğunu kırma fırsatı ararken, Körfez savaşı buna iyi bir zemin sağladı. İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki 11 yıl boyunca Batı dünyası ve birçok Arap ülkesiyle ilişkileri askıya alınmış olan İran, bu ülkelerle köprüleri yeniden kurma yolunda başarılı adımlar attı. Emperyalizmde bölgede böylesine önemli bir ülkenin kendi düzenine entegrasyonunu gayet olumlu karşılıyor. Ancak bu durum İran liderliği için önemli bir sorun oluşturacak. Emperyalizme bu kadar açıkça yaklaşmakla, rejimin hala ayakta kalabilmesinde ve sınıf çelişkilerinin siyaset sahnesine yansımasının ertelenmesinde en önemli araçları olan Irak’la savaş ve anti-emperyalist retorikten yoksun kalıyorlar. Sadece İsrail’e cephe almakla sınırlı bir “anti-emperyalizm” bu sorunu çözemeyecektir. Öte yandan da, savaşın ekonomide yarattığı gedikler yönetimi sarsmakta.
Kriz öncesinde İran ile Irak arasındaki ilişkilerinde gözlenen yumuşamanın sadece Irak yönetiminin isteği ve çabasıyla oluşmadığını da rahatlıkla öne sürebiliriz. Şüphesiz bu dolaylı destek Irak’ın adımlarını daha cesur ve aceleci atmasında rol oynamıştır. Savaşın başlangıcından sonra İran’ın Irak’a karşı tutumunun değişmesi, Irak’ta Saddam’a muhalif gruplara destek vermeye başlaması bu düşünceyi desteklemekte. Kriz boyunca Türkiye ile İran arasındaki yoğun diplomasi trafiği, Rafsancani’nin 1984’de sarfettiği “gelecekte İran’la Türkiye Irak’ın paylaşımı üzerinde işbirliğine gidecektir” sözlerinin ışığında Türkiye ile İran’ın boylarını aşan emelleri olduğu kanısını uyandırıyor. Bir çıkış arayan İran’ın “tek ata oynamamak” konusunda ağzı yanmış emperyalist ülkelerden bir pay alabileceği açıktır, ancak kendi istediği belirleyici konum olası değil. Ne Türkiye, ne de İran kendi istedikleri anlamda bir koyup üç alamadılar. Aksine hiç de istemedikleri bir Kürt nüfusu dışında neredeyse hiçbir şey alamadılar.
Rejimin çatlaklarından “sol” sızabilir mi? Uğradığı bütün kan kaybına rağmen yaşadığı ideolojik arınma İran solunun elinde anlamlı bir güç olabilir.
Halk arasında kök salmış anti-emperyalizm anlayışı sınıfsal söylemi ön plana çıkaran ve iktidar mücadelesini merkeze alan bir anlayışla bütünleştiği taktirde İran solu için sıçrama tahtası olabilir.
Bazı şeyler değişmedi
Güney Amerika’da da “sınıf barışı” yayılıyor. Kolerayla birlikte, önce Peru’da başladı, 1000’i aşkın canı almış durumda. Latin Amerika’nın temiz içme suyundan, kanalizasyondan ve bilgiden yoksun topraklarında onbinlerce belki yüzbinlerce insan koleradan ölecek. Artık hastalıklar da sınıfsallaşıyor, kolera bu ülkelerin zengin mahallerine uğramıyor. Koleranın sebep olduğu ishalin tedavisi olan karışım tuz, şeker ve potasyumdan oluşuyor, çok ucuz ve uygulaması çok kolay. Buna rağmen ölümler devam ediyor.
“Sınıf barışı”nın yayıldığı bir diğer ülke ise Güney Afrika. Irkçılık politikalarıyla ağırlaştırılan kapitalist sömürü mekanizması yeni reformlarla kuzu postuna bürünme amacında Klerk yönetiminin getirdiği öneri, ler nüfusun yüzde 90’ını oluşturan siyahların, sermaye sahibi beyazlar tarafından sömürülmesini değiştirecek nitelikte değil. Amaçlanan, kontrol edilemeyecek patlamaların önüne geçecek hava deliklerini “yukarıdan aşağıya” yaratmak. Ayrıca gelişen teknolojinin dayattı ğı kalifiye işgücü ihtiyacının da siyahların haklarının ön plana çıkarılmasında önemli bir rol oynaması söz konusu.
Aynı şekilde dünya kapitalizminin bu istikrarsız ülkeye karşı duyduğu güvensizlik, daha önce Birleşmiş Milletlerin Güney Afrika’ya yaptırım uygulama kararlarına karşı çıkan ya da çekimser (!) kalan ülkelerin, şimdi bu ülkeye yaptıkları yatırımları durdurarak ilişkileri askıya almalarına sebep oldu.
Güney Afrika’ya yaptığı yatırımları güvence altında görmek isteyen emperyalist ülkeler, katı ırkçı politikaların oluşturacağı tepkilerden çekinmekte ve reformları en kısa sürede gerçekleştirmesini zorunlu kılmak için Güney Afrika’ya yaptırımlar uygulamakta. Yabancı ülkeler yeni yatırımlara gitmezken, ülkedeki istikrarsızlık beyaz kapitalistler arasında büyük bir korku yarattı, sonuçta 25 milyar dolar sermaye ülke dışına kaçırıldı. Klerk yönetiminin reformları gerçekleştirmek zorunda, içine girdiği çıkmazda nefes alabilmek amacıyla zenci kabileler arasındaki çatışmalardan yararlanıyor, hatta bu çatışmaları körüklüyor. Bu arada “suçun gerçekleştirilmesini önleme yasası (!)” çerçevesinde onbinlerce insan gözaltına alındı. Koza’ların egemen olduğu Mandela’nın önderliğindeki ANC ve Buthelezi önderliğindeki Zuluların egemen olduğu Inkhata aralarındaki anlaşmazlıklara son vermedikleri sürece siyahların yönetime karşı çıkacak gücü toparlamaları da zorlaşıyor. Siyahların ön planda olan lideri Mandela’nın ise misyonu siyahların beyazlarlarla yasalar önünde eşit haklara sahip olmalarını sağlamakla sınırlı gözüküyor. Güney Afrika’da sosyalizm güncelliğinden hiçbir şey yitirmedi, atılan her adımda başka bir çözümün olamayacağı ortaya çıkıyor.
Hindistan’daki seçimlerde de çıkışsızlık göze çarpıyor. “Bir kara deliğe doğru yönelip içine düşmemeye çalışıyorlar.” Hindistan’ın bugünkü halini anlatan bu söz batılı bir diplomata ait. 80’li yıllarda müsrif bir dış borçlanma politikası güden ve bu hazırdan yeme döneminde bile ülkenin ekonomik ve sosyal sorunlarını çözme yolunda yol katedemeyen Kongre partisi yönetimi ülkeyi bir uçurumun kenarda bırakmış durumda. Aslında iflas edenin 40 yıllık Nehrucu “üçüncü dünya”cı politikalar olduğunu söylemek mümkün. Bir dönemin laik, devletçi, kapitalizmle sosyalizm arasında olmayan bir alana oynayan politikaları, 80’li yılların ortalarında liberalizme savrularak ilk darbeyi almıştı. İki kutuplu dünyada her iki tarafa uzak durup, her iki taraftan (özellikle Sovyetler’den) destek alma döneminin bilmiş olması Hindistan’ın bir diğer açmazı.
Kongre partisi, üçüncü dünyanın lideri Nehru’nun popülist mirasını 40 yıldır kullana kullana tüketmenin eşiğinde. Şimdi ise Hindistan’ı bekleyen hiç de sürpriz değil. IMF reçeteleri bu ülkedeki seçimlerde kimin kazandığından bağımsız olarak uygulanacak. Uçurumun kenarındaki Hindistan, bu reçeteyle aşağıya atlamaya ikna edilmeye çalışılıyor. Uçurumun dibinde ise Polonya, Türkiye, Brezilya ve diğer IMF reçetecileri ölümü beklemekte.
Ülke seçimlere 3 büyük siyasal partiyle girdi. Nehru’nun Kongre partisi, merkezi temsil ediyor. Parti başkanı Rajiv Gandi sağın ve solun ülkeyi kaosa götüreceğini kendilerinin ise istikrar ve refah getireceğini iddia ediyor. Bunu 40 yıllık iktidarları boyunca neden yapmadıklarını ise pek açıklamıyor. Ülkede son yıllarda güçlenen BJP ise faşist adını tamamen hakeden Hindu’cu bir Parti. Lord Rama adlı Hindu tanrısının izinde bir Hindu uygarlığı yaratmayı hedefliyor. Şaşırtıcı olmayan “Lord Rama”nın Hindu uygarlığının kapitalizmin yasalarının acımasızca uygulanacağı bir “uygarlık” olması.
Ülkedeki iki komünist parti, üçüncü büyük parti olan Ulusal Cephe’nin içinde yer alıyorlar. Komünistlerin cephedeki etkinliği ise sınırlı. Cephe’nin lideri aynı zamanda cephedeki en güçlü parti Janata Dal’ın başkanı eski başbakan V.P. Singh “bin yıllık eşitsizliğe son” diyor. Bu güzel sloganın altına ise sadece işsizlere iş ve herkese eğitim vaatleri yatıyor. Bu vaatler bile kapitalizmi aşıyor, Ulusal Cephe’nin bu vaatlerini bile yerine getiremeyeceği açık
Hindistan’da sınıf karşıtlıklarını bir şekilde örtme yi başarabilmiş Nehru’cu politikalar artık geçer akçe değil. Müslüman-Hindu çatışmalarının, kastlar arasındaki vahşi ilişkilerin, sefaletin içindeki Hindistan bir de soyguncu IMF reçetelerinin etkisiyle tam bir kaosa girmekte. Şiddet, Hindistan’ın hayatının doğal bir parçası haline gelmiş durumda. Seçimler dönemindeki çatışma ve suikastlarda ölen yüzlerce insan buna tanıklık ediyor. Hindistan’da geleceği belirlemede halkçılık yok artık. Sınıfçılık olması için Hindistan’daki komünistlere büyük bir sorumluluk düşüyor.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi…