Ortada bir mücadele ve çözüm kararlılığı olduğu sürece, Türkiye sosyalist hareketinin sorunlarının hiç çekinmeden deşilmesi kimseyi ürkütmemelidir. Zaman zaman kulağa acı da gelse, böyle bir gerçekçiliğe ihtiyacımız var. Artık önemli bir dönemece gelindi. Bundan böyle hareketin sürükleyiciliğini, değişik sol kuşakların yeni motivasyonlarla belirlenen birliktelikleri yapacaktır. Bu, yeniden belirlenen kararlılıkların yalın, zaman zaman da acımasız gerçeklikler karşısında sınanması demektir. Buna hazır mıyız? Unutmayalım, bu sınamada bizi çok ilginç bazı tuzaklar bekliyor. Türkiye solu büyük bir sağa kayış yaşadı. Bu korkunç erozyon yüzünden insanların, akılları karşısında duygularına gereğinden çok ağırlık tanımaları mümkündür. O halde Türkiye solu, reformizm karşısında kararlı tutumunu, devrimciliğin bazı türevleri karşısındaki seçicilik ve eleştiricilikle takviye etmek zorundadır. Örnek de verebilirim. marksist determinizmle leninist “özel misyon” anlayışının aşırı deformasyona uğrayıp tanınmaz hale gelmiş versiyonları, devrimciliği neredeyse dolmuş değnekçiliğine indirmiştir. En başta gençleri “dolmuşa bindirme”yi amaçlayan bu tür yaklaşımlar yüzünden, sınama ve sınanma süreçleri iyiden iyiye bulanıklaşmaktadır. Bir süredir habire işleyen mekanizma, insanları çok garip bir ikileme zorluyor: Ya “reformist” olacaksın ya da dolmuş değnekçisi… Mevcut mekanizma, Türkiye solcusuna başka bir çıkış yolu göstermemeye çalışıyor.
Böylesine önemli bir dönemeçte Türkiye sol hareketini böylesine verimsiz bir ikileme sürüklemek isteyenlerin durumunu anlamak o kadar zor değildir. Alalım reformisti. Reformistin temel derdi, kendisinin “gerçekçi” olduğunu kanıtlamaktır. Bunun için, karşı tarafın değnekçiliğe eğilimli yönlerini iyice tahrik edip azdırmaya çalışacaktır. Reformistler, karşılarında enayi “devrimci” bulduklarında bunu başarıyla yapabiliyorlar.
Buna karşılık, aralarında değnekçi de çıkaran devrimcilerin durumu daha karmaşıktır. Reformizmin salvoları karşısında melce arayan önemli sayıda devrimci, bu arada özellikle gençler, içinde bulundukları duygusal ortam yüzünden dolmuş değnekçiliğini teşhis edememektedirler. Biraz sezenler ise bu tür edebiyattan zevk alıyor da olabilirler. Bunlar bir yana, benim asıl söz etmek istediklerim, dolmuş değnekçiliğini bile bile, belirli reel politik gerekçelerden hareketle yapanlardır.
İşin aslına bakılırsa, bu işi yapanlardan bazıları, devrim edebiyatı ya da dolmuş değnekçiliği ile fazla yol almanın mümkün olmadığını bal gibi bilirler. Ancak, az önce değindim, bazı çok dar ve çok özel reel-politik gerekçeler, böyle yapılmasını gerektirir. Çünkü böyleleri kariyer ve ego faktörleri sıfıra indirgendiğinde, aslında “bu işi” bırakacak durumda olanlardır. Bu yaştan ve bunca yıldan sonra, yeni bir dönemin gerektirdiği yeni örgütlenme, kadrolaşma ve siyaset anlayışlarını biçimlendirmek, böyleleri için artık katlanılmaz bir meşakkattir. Reformizmin daha safça dile getirip yakındığı “biz hep marjinal mi kalacağız” endişesi böylelerinde en az reformistlerdeki kadar yerleşiktir de bunu pek belli etmezler. Bazıları, reformist salgın karşısında teorik anlamda fenersiz yakalanmıştır ve ilerde daha gelişkin mevziler oluşturuncaya kadar şimdilik işi devrimci retorikle idare etmeyi düşünmektedir. Bazılarının “iktidar” anlayışında sınıf ya da sosyalizmin pek az yeri vardır. Bazıları, kitle gördükleri her yerde secdeye varır. Kitlelerin “kurtar bizi baba” haykırışına bunların uyguladığı tek devrimci dönüştürme, bu sloganı “kurtar bizi babo”ya çevirmiştir, o kadar.
Bütün bunlardan söz etme gerekçesi sorulabilir. Gerekçeyi çok açık ifade ediyorum. Türkiye sosyalist hareketinin kafaca gelişmişlik anlamında teorik yetkinlik ve sorgulama gücü anlamında, seçkin ve öncü tabakasını oluşturan kesimlerin değnekçilikten etkilenmelerini pek mümkün görmüyorum. Gelişkin bir değnekçiliğin gelişkin insanları etkilemesi mümkündür. Ama bunun için genel koşulların da elverişli olması gerekir. Bugün değildir. Daha açığı, Lincoln’un sözleri uyarlanarak söylenebilir: Değnekçilerin bazı devrimcileri sürekli olarak kandırmaları mümkündür, hatta bütün devrimcileri bir süre kandırmaları da mümkündür; ama bütün devrimcileri sürekli olarak kandırmaları mümkün değildir.
O halde neden? Neden şu: Türkiye sosyalist hareketi devrimci kararlılığa sahip, örgütçü öncü, işçi ya da öğrenci diri unsurları bezirganlara terketme lüksüne sahip değildir. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye sosyalist hareketi ölçüsü şu aşamada sınırlı da olsa, dışa doğru bir açılımı gerçekleştirmek zorundadır. Böyle bir açılımın ilk hedefi, dolmuş değnekçilerinin elinde emanet duran devrimcilerden gerçekten içtenlikli ve kararlı olanlarını geri almaktır.
Bunların büyük bölümünü gençler oluşturuyor. Gençlerin bu ağırlığı ise, sosyalist harekette siyaset ve kadro anlayışına, kuşaklar prizmasından bir kez daha bakılmasını gerektiriyor.
Başta da değindim; bu işi yaparken değnekçilerin yanısıra “canım ben de biliyorum, ama bu dönemde insanları ayakta tutmak gerek” diyen sözde feraset sahiplerini de önemsememek gerekir. Böyleleri, Türkiye solunun en beleşçi tipleridir. Her tür olumsuz gelişmeyi önceden bilirler, ama siz bilmezsiniz; çünkü “insanlar oraya buraya savrulmasın” diye kimselere söylememişlerdir..
Bu tür ilkellikleri gerçekten bir yana bırakabiliyorsak, bazı saptamalarla işe başlayabiliriz. Bir: Bugün, mevcut düzenin geleceğini sosyalizmden, Türkiye sosyalist hareketini de düzenin genel gidişinden soyutlayıp büsbütün ayrı biçimde incelemenin metadolojik sakıncası pek kalmamıştır. İki: Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü durumunun irdelenmesinde, siyasal ve ideolojik ölçütlerle birlikte (hatta onlardan çok) psikolojik verilerin devreye sokulması gerekmektedir.
Bu saptamaların, aklı başında her sosyaliste çok acı gelmesi gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, sosyalizmle hep içiçe idi. Aslında bu içiçelik Cumhuriyet’ten önce, Kurtuluş Savaşı yıllarında başlamıştır; bir bakıma düzen’in mayasına girmiştir. Ve yakın zamanlara kadar 70 yıl sürmüştür.
Başka türlü söylersek: En genel anlamda sosyalizm, zaman zaman Türkiye’deki somut sosyalist-devrimci örgütlülük ve etkinliklerle örtüşen, zaman zaman da bunlardan bağımsız biçimde, hep düzene içsel bir parametre olagelmiştir. Bu “içkinlik” elbette kuzey komşu ile çok yakından ilgili bir durumdu. Şimdi, bu bitmiştir.
Bu bittiyse, şu an için bunun “berisi”, yani düzen’in hesaba kattığı bir yerli etkinlik de yoktur. Türkiye egemen sınıflarının bu konudaki tedirginliklerinin “kuzey komşu”ya ilişkin tedirginliklerden daha fazla olması mümkün ve muhtemeldir. Liberal-reformist dalganın sosyalizmi tasfiyeye yönelik global harekatının Türkiye’de daha az başarılı olduğu da doğrudur. Bunlar hem doğru, hem de değerli verilerdir. Ama bunlardan kalkıp “sosyalizmin her yerde bitip bir tek bizde kaldığı” gibi, ardında üçkağıtçılık yatan genellemelere gitmek başka iştir. Az önce söylenenler doğru olsa bile, Türkiye’deki egemen sınıfların sosyalizm bağlamında son 70 yılın en müsterih dönemini yaşadıkları bir gerçektir. Bunu mutlaka görmek gerekir. Çünkü, üstümüze yıkılan güncel görevlerin ağırlığını gerçekten hissetmenin yollarından biri de budur.
İlk saptamanın bir de ikinci yüzü vardı. Burada söylenen şuydu: Türkiye sosyalist hareketi, düzenin genel gidişinden soyutlanıp, kendi başına öylece incelenebilecek durumdadır. Bununla kastettiğim açık olarak şu: Bugün Türkiye solunda dünyanın ve Türkiye’deki düzenin genel gidişine, iç dinamiklere, mevcut ve olası çelişki odaklarına, yaşanması muhtemel üst yapısal değişimlere ilişkin bir genel perspektiften yola çıkan, örgütsel ve siyasal ayrım çizgilerini genel teorik-ideolojik ölçütler dışında bir de bunlara göre çeken yapılanmalar yok denecek kadar azdır.
Burada, bir yanlış anlamayı önlemek gerekiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, sosyalistlerin örneğin 10 yıl sonrasına ilişkin birtakım projeksiyonlar yapıp sonra da bunun ideoloji, siyaset ve örgütlenme alanlarında güncel ayrıntılarını türetmeleri doğru değildir ve burada eksikliğinden söz edilen de bu değildir. Doğru olmama bir yana, ben, az önce anlatılan yönelimin anti-tarihsel ve teorisist, dolayısıyla anti-marksist olduğuna inanıyorum. Sosyalistlerin birtakım kalın çizgili değişkenler ve dinamikler üzerine kestirimlerde bulunmaları gereklidir. Sosyalistler, genel gidişi ve genel olasılıkları önceden kestirebilirler; ama somut konjonktürleri kendi özgüllükleri içinde önceden hiçbir zaman göremezler. Böyle bir beklentinin olmaması gerekir. Bir başka deyişle, sayısız değişkenin, geleceğin belirsiz koşullarında nasıl bir birleşme ve örtüşme ile ne tür bir özgül yapı ortaya çıkaracağını bilmek, kimsenin haddi olamaz. Sosyalizmin “bilimsel” niteliği bile, bu tür bir cürete hoşgörü tanımaz. Yapılmaması gerekenden, yani geleceğe yönelik konjonktür öngörüsünden kalkıp bugün için dayatıcılıklar türetmek ise çok daha yanlıştır.
Bu ek açıklama, bir takım yanlış anlamaları giderebilir. O halde, az önce sözünü edip eksikliğine dikkat çekmeye çalıştığım yukarıdakine göre daha “mütevazı” içerikte bir perspektiftir. Örneğin bundan on yıl sonra Türkiye’de ekonominin büyüyeceğini; ülkenin dış dünya ile olan ticaret hacminin, milli gelirinin kişi başına GSMH’sının artacağını; ancak gelir dağılımındaki adaletsizliğin daha da büyüyeceğini, iyice irileşen metropollerin yönetiminin düzen için büyük dert haline geleceğini, sosyal devlet anlayışının en “baba” savunusunun bile eğitim ve sağlık alanındaki ihtiyaçlarla başedemeyeceğini vb. vb. kestirmek için müneccim olmaya gerek yoktur. Sosyalistlerin “ödevi” elbette en tembel öğrencilerin bile yapabileceği bu işten ibaret olamaz. Sosyalistler, bu genel ve kalın çizginin bazı olası siyasal inceliklerini analiz edip buralara yüklenmeleri ile başkalarından ayrılırlar.
Gelgelelim, bugün içinde bulunduğu psikolojik ortam Türkiye solunu “tembel öğrenci” konumunun da gerisine itmiştir. Ve herkesin yapabildiği basit ödev de daha doğrusu işinin o kısmı bile solun gündemine girememiştir. Türkiye’de egemen olan sol anlayışın en büyük kusuru, güncellikten ve somut siyasetten bir süre mola alıp kendi “içini” düzene sokabileceğini sanmasıdır. Bu yüzden koca koca insanlar tarih akıp giderken “sosyalist demokrasi”yi yıllar boyu tartışmayı göze alabilmektedir. Özetle Türkiye sol hareketi hem kendi özgün tarihsel-teorik sorunlarıyla uğraşıp hem de ayak bastığı yerde somut siyaset yapma işini şimdilik becerememektedir.
Bunun bazı anlaşılır nedenleri vardır. Ancak bunlar sayılırken neyin neden neyin sonuç olduğunu iyi ayırdetmek gerekir. Örneğin kimileri için bu durumun nedeni sosyalizmin aşırı ölçüde bölünmüş olmasıdır. Kimileri de solun somut gerçeklerden kopmaya geçici değil içsel bir eğilimi olduğunu ileri süreceklerdir.
Bunlardan ilki somut bir olgudur ve inkar etmenin yararı yoktur. İkincisinde bir çarpıtma gizlidir. Ama bana kalırsa asıl nedenler bunlar değildir. Bence asıl neden Türkiye sosyalist hareketinin insanları her ne pahasına olursa olsun ayakta tutma çabaları dışında (ki bunu da gördüğünüz gibi oldukça kötü yollardan yapıyoruz) siyaset yapma nosyonunu hemen hemen bütün boyutlarıyla yitirmesidir.
Burada en baştan siyasetten ne kastedildiğine ilişkin bir açıklık gerekecektir. Bazılarına göre siyaset belirli bir niceliği öngerektirir ve ancak bununla yapılır. Bu durumda “solun bölünmüşlüğü” elbette bir büyük sorundur; çünkü bu bölünmüşlük siyaset yapmak üzere biraraya gelip gerekli niceliği oluşturmayı engellemektedir.
Gene bazılarına göre siyaset demek o anda ülkenin genel gündeminde ne varsa geniş kitlelerin neyle ilgilendiğine inanılıyorsa bu konularda laf söyleyip “öneri yapmak” yeteneğini taşımak demektir. Bu durumda Türkiye’nin nasıl kemer sıkması gerektiğinden tutun da Anayasanın nasıl değiştirileceğine, vergi affından İmar Bankası’nın durumuna kadar söylenecek laf olmalıdır ki siyaset yapılabilsin.
İkisine karşı söylenecek şeyler vardır. Birincisi, sosyalist siyaset yapmanın ön koşulu nicelik değil örgütlülük ve eylemliliktir. İkincisi, sosyalist siyasetin konusu ve hedefi teorik kalmamak, yeni pratik deneyimler edinilmesine elverişli olmak kaydıyla bizzat sosyalistler tarafından belirlenir. Bu durumda ülkenin mevcut durumuna ve yakın geleceğe ilişkin tespit ve öngörülerden hareketle kadro örgütlenmesi yapan bir topluluk da, eğer tek işi kadroları olduğu gibi elinde tutmaktan yani “basit yeniden üretim”den ibaret değilse, ciddi siyaset yapıyor demektir. Siyasetin daha geniş kesimleri kucaklaması birtakım güncel ve popüler temalara da uzanır hale gelmesi sürecin ancak bir evresinin özelliği olabilir; yoksa kavramın tanımı değil.
Buraya kadar söylenenleri başlıklar itibarıyla anımsamaya çalışalım: Özellikle gençlere yönelik bir “devrimci” avcılık, reformist saldırının yarattığı duygusal yönelimler, Türkiye sosyalist hareketinin siyaset yapma nosyonunu yitirmesi, teorik mirasla ilgili konuların güncel siyasal görevleri boğması…
Bütün bunlara başka saptamalar eklenebilir. Kadro erozyonu dışında klasik anlamda yandaş ve sempatizan kaybı pratik mücadelede bir silah olması gereken sosyalist teorinin giderek aşırı ölçüde elitleşmesi (ve “teorik tartışma”nın anahtarı yalnızca bir ya da iki kişinin elinde bulunan nükleer kumanda aygıtlarına dönüşmesi) bunun bir uzantısı olarak sosyalizmin orta kademe kadrolardan bile giderek yalıtıklaşması…
Eğer bu tabloda belirtilen olgular ciddiye alınırsa, insana söylenecek tek şey kalır: Bu bir likidasyondur.. Türkiye’de “likidasyon” ya da tasfiye genellikle belirli bir açıdan algılanır. Burada tasfiyecilerin öznel niyetleri hep ön plandadır ve tasfiye olgusu da esasen bu öznel niyetin ürünü olarak ortaya çıkar. Ama bugün durum daha farklıdır. Çünkü eğer Türkiye solunun hiç bir konuda anlaşamayan öncü kadroları hareketin toptan tasfiyesi konusunda gizli bir protokol yapmamışlarsa ortadaki süreç nesnel bir tasfiye sürecidir; sürecin dinamikleri de bazı öznel katkılar dışında kendiliğinden işlemektedir. Bu durumda bir öngörüde de ben bulunmak istiyorum: Türkiye solunun çeşitli guruplarında mevcut kuşaklar siyasal ve örgütsel bir kohabitasyon ortamı bulamadıkları ve “genişletilmiş yeniden üretim” koşullarını zorlamadıkları takdirde Türkiye sosyalist hareketi 1930’lu ve 50’li yıllarda yaşadığı likidasyonun daha beterini yaşamış olacaktır.. Öyle ki 2000 yılı dönemeci dönülürken sosyalist mücadeleyi yürüten insanlar kendilerini geçmiş mirastan büsbütün kopuk tarihsel sürekliliğin büsbütün dışında, yollarını baltayla ilk kez açan “öncüler” gibi hissedebilecektir… 1
Bu felaketin önlenmesi mümkündür. Yukarıda değinildi: “kohabitasyon” ortamı ve “genişletilmiş yeniden üretim” koşullarının zorlanması. Bu kesinlikle bir “marjinallikten çıkış” reçetesi değildir. Bu sosyalizmin, bugün varlığını sürdürdüğü dar alanın dışına çıkıp yeni alan işgal etmesi ve burada yapılanması demektir. Burada sosyalizm, savunma refleksini aşmış bir sosyalizm olmak zorundadır. Kendini besleyecek gıdaları “geçmişin tarihsel kazanımları” ve “teorik haklılık” ötesinde yerlerden, bu arada çeşitli güncelliklerden bulmak zorundadır.” Bu işe ömrünü adamış çekirdek kadro” dışındaki insanlara da sosyalizmde yer olduğunu görmek durumundadır. Özetle şu oluyor: Türkiye sosyalist hareketi kabaca üç kuşağa ait sosyalistleri içiçe halkalar halinde yapılandırıp birarada tutabildiği ve “görev verme” dışında kendi yönelimleriyle işlevli kılabildiği, düzenin yarıklarına nüfuz ederken deneyselciliği göze alabildiği takdirde yaklaşan likidasyon felaketini atlatacaktır.
Türkiye solunda kabaca üç kuşağın varlığından sözedebileceğini söyledim. Bunlar, “eskiler” orta kuşak ve gençlerdir. Aralarındaki farklılıklara rağmen, 40’ın üzerindekileri birinci kuşağa dahil ediyorum.
Sosyalizmin en olumsuz koşullardaki en yeni kazanımları, yani çocukluklarını 80’li yıllarda yaşayanlar genç kuşağı oluşturuyor. Aradakileri, 70’lerin sonundaki kaos ortamından gelenleri ise “orta kuşak” saymak mümkün.
Açık biçimde dile getirmekte yarar var: Türkiye sosyalist hareketinin örgütlü siyasal yapı haline dönüşmekte sergilediği başarısızlıklar, bu üç kuşak arasında varolan belirli farklılaşmaları neredeyse temel ayrılıklara dönüştürme eğilimindedir. Türkiye solunun bu üç kuşağı arasında bazı anlayış, yaklaşım ve duyarlılık farklılıklarının bulunması doğaldır. Ancak bu çok doğal farklılıkların zamanla ciddi iletişimsizliklere dönüşebilmesinin nedeni, kuşaklardan herbirinin çok kendine özgü olması ya da kendi başına fasulye gibi nimet sayılması değil, bunları meczedecek ciddi örgütlenmelerin ve yapılanmaların bulunmayışıdır. Zaman zaman iyice anlamsızlaşan bir “kuşak” edebiyatına yol açan da budur.
Bu kuşaklardan herbirinin kendilerine özgü bazı üstünlüklere sahip oldukları söylenebilir. Ama bu, söz konusu kuşakların kendi özel durumlarından çok genel yaş etmeninden kaynaklanmaktadır. Dahası, gerekli kohabitasyon ortamı sağlanmadığı takdirde, kuşakların bu üstünlüklerinin, solun genel anlamda tasfiyesine çanak tutan zaaflara dönüşmesi de muhtemeldir.
Yeri gelmişken, bir noktayı özellikle vurgulamak isterim. Siyasal mücadelede, sol kuşakların bir tür “eşitlikçi birlikteliği”ni her yer ve her koşul için gerekli görüyor değilim. Başka deyişle siyasal mücadelede, hele hele sosyalist siyasal mücadelede belirli bir kuşağın sürükleyici olarak öne çıkması, diğerlerinin de onu izlemelerinde yanlış ya da aykırı olan bir şey yoktur. Böyle durumlarda, kohabitasyon sorunu üzerinde ayrıca düşünmeye de gerek kalmaz. Çünkü sürükleyici kuşak, bu birlikteliğin nasıl olacağını kendi etkinliğiyle kılıcını atarak belirler (kendisinin böyle bir öznel bilinçle hareket etmesi değildir söz konusu olan; ortaya çıkan nesnel durum budur). Söz konusu ülke hangisiyse, daha sonraki kuşaklara damga vuracak gelenek de bu sürükleyici kuşağın etkisinde belirlenir.
Bugünün Türkiyesi’ne baktığımızda görülen ise şudur: Hareketin bütününe kendi özgün belirlenimiyle damga vurma bu anlamda hareketi sürükleme şansına sahip özel bir kuşak mevcut değildir. Bu, hem Türkiye sosyalist hareketinin bütünü, hem de tek tek onun bölümleri için geçerlidir. O halde Türkiye’de solun yükselmesi için gökten özel bir kuşak inmesini beklemenin bir anlamı olmadığına göre, yapılacak iş solun mevcut kuşaklarını belirli bir yapıda kaynaştırmak, özel üstünlüklerin özel zaaflara dönüşmesine izin vermeden bu kohabitasyondan yarar sağlamaktır.
Türkiye’ye özgü durumlar dışında, şöyle bir genellemeye gitmek mümkündür: Her yerde, gençliğin algılama ve yargılamalarında teori ve ilkesellik, daha yaşlıların algılama ve yargılamalarında ise pratik ve deneyim daha ağır basar. O halde, Türkiye solu sözkonusu olduğunda da, genç kuşaklarda ilkesel ve teorik yaklaşımın daha yaşlı kuşaklarda ise deneyim ve pratiğin birer potansiyel üstünlük (ve zaaf) olmaları mümkündür. Bu konuda belirli çözümleri zorlayan örgütlülükler dışında, Türkiye solunun büyük bölümü böyle bir sorunun farkında değildir; bu yüzden de potansiyel üstünlüklerin reel zaaf ve iflah olmaz iletişimsizliklere dönüşme süreci giderek gelişmektedir.
Sorun tam tamına şudur: Genç kuşağın ilkeciliği ve teoriciliği bir kanal olarak sektarizme ve teorizme, yaşlı kuşakların deneyimi ve pratikçiliği de bir kanal olarak kolay sınıflandırmacılığa çok açıktır. Herhangi bir sorunu ele alın. Genç kuşaktan solcular, bu sorunun irdelenmesi sırasında inamlmaz ölçüde zihin ve dil egzersizi yapmaya eğilim göstereceklerdir. Birçok “ihtimal”, birçok “kurgusal bağlantı” bu sorunun irdelenmesinde devreye sokulup çıkartılacaktır. Çünkü gençler, kendileri açısından ilk etapta ayıklayıcılık ve tasnifçilik işlevi görecek deney birikiminden yoksundurlar. Deneyim ve pratiğin ilk etaptaki ayıklayıcılığı ve seçiciliği olmadan genç kuşakların önlerindeki sorunlara fazladan bir zihinsel ve nefessel çaba harcamaları mümkündür. Bu “teorik tartışma” denilen şeyde ziyadesiyle görülür. Daha eski kuşaktan insanların en çok birkaç saatte herşeyi söyleyebildikleri konularda gençlerin günlerce tartıştıkları görülebilir.
Daha eski kuşakların durumu ise bir bakıma bunun tersidir. Onlarda, belirli bir sorunu kendi özgüllüğü içinde irdelemek yerine, dağarcıklarında birikmiş kalıplardan birinin içine oturtup sonuca öyle varma eğilimi taşırlar. Daha uç noktalardaki “eski”ler için ise işler iyice yeknesaklaşır. Böyleleri için “yeni” saymaya değer birşey pek olmaz. Böyle bir ruh halinin insanı götürebileceği yerler de bellidir. Daha kötüsü, gençlerin eğitilmesi mümkünken, eski kuşakların bu kalıplarını kırmak çok daha zor, hatta imkansızdır. Dolayısıyla, sosyalist harekette, belirli bir yaşın üstünde ve” deneyimli” insan sayısının çok fazla olamayacağı yolundaki görüşlerde haklılık payı vardır.
Açık olsa gerek. Türkiye sosyalist hareketi, kendi özgün konumunu kendine ait olmayan başka üstünlüklerle de takviye etmiş bir kuşağın belirleyici damgasını taşımadığına göre, önündeki görevlerin üzerine bir kuşaklar birlikteliği ile yürümek zorundadır. Bu birlikteliğin de parti çalışması dışında, istenilen ölçüde kapsamlı ve dışa dönük bir biçimde gerçekleştirilmesi mümkün görünmemektedir.
Açıklığı arttırmakta yarar var. Türkiye sosyalist hareketinin önünde çok önemli teorik görevler vardır. Bu görevlere yenilikçi ve yaratıcı bir biçimde yaklaşmak gerekmektedir. Bu yenilikçiliğin ve yaratıcılığın eskiler tarafından gösterilmesi mümkün değildir. Eskilerin bu alanda törpüleyici, rötuşlayıcı gizli tehlikelere işaret edici işlevleri olabilir. Ama bir bütün olarak bu onlara uygun bir ihale değildir.
Açıklığa devam etmekte yarar var. Türkiye sosyalist hareketinin önünde önemli örgütsel görevler vardır. Bu görevleri, geniş bir bakışla teorisizmden ve sektarizmden uzak yaklaşmak gerekmektedir. Bu özelliklerin tek başlarına en genç kuşaklar tarafından sergilenmesi mümkün değildir. Türkiye sosyalist hareketi olsun, bir başka ülkenin hareketi olsun, hiçbir zaman güverteye doldurduğu yolcuları olduğu gibi bir başka limana taşıyamaz. İnenler, düşenler, kendini atanlar, kazaya uğrayanlar olacaktır. Gençler böylelerine “giden gider” diye bakmaya daha fazla eğilimlidirler. Gençler, sosyalist hareketi insani katkıları ak kara mantığı ile, en fazla da kendi özel konumlarını değişmez standart alarak bakmaya eğilimlidirler. Onlar için, kendilerinin yaptığı her fedakarlık, başkaları tarafından da, bunlar kim olursa nerede yer alırsa alsın, aynen tekrarlanması gereken fedakarlıktır. Dolayısıyla gençlerin güverteden düşenlerin, düşüş hızını yavaşlatacak önleyici çareleri, fiilen düşenlerin boğulmadan gene rota üzerinde bir yerlere tutunup çevrede kalmalarını sağlayacak önlemleri düşünmeleri çok zordur. Bunun gereğini ve anlamını idrak etmeleri ancak zamanla olacak iştir.
Belirleyici olan elbette her zaman kadrolardır. Ancak kadrolar, bu belirleyicilik işlevini belirli bir harita üzerinde yapmak zorundadırlar. Bu haritadaki şekiller çok zengindir, çeşitlilik gösterir. İçinde kendileri gibi kadro olanlar vardır; artık yeni şeyler duymak isteyenler vardır; net mesaj bekleyen kadrolar vardır; dolmuşa binmeye hazır gençler vardır; kendilerine örgütlü mücadelenin biraz dışında ama gene sosyalist olarak yer arayan azımsanmayacak bir insan topluluğu vardır… Böyle bir haritaya “dağlar bizim gerisini boşver” mantığıyla yaklaşmak kolay iştir. Ama böyle bir mantıkla sosyalist harekete sıçrama yaptırmak hiç mümkün değildir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu söylediklerim “abartılı” bulunabilir; ama öyle olduğunu hiç sanmıyorum. Tasfiye, tarihsel gerçekliğin gelecek kuşaklara çarpık intikalinin başlıca nedenidir. Eğer Türkiye komünist hareketi 60 öncesinde ciddi tasfiye süreçleri yaşamasaydı, 1970 sonrası TKP yükselişine o inanılnaz fetiş ve efsanelerin eşlik etmesi düşünülemezdi. Türkiye solu, bu tür “şeyleştirme”lere özellikle yatkındır. Sayısı az da olsa, solun da bir tür “kitlesi” vardır ve o kitle, Baudrillard’ın kitle tanımlarında olduğu gibi, zaman zaman bir tür “dipsiz kuyu” özelliği bile sergileyebilmektedir! 65-70 döneminde bizzat yaşadığım olayların ve tanıdığım kişilerin en genç kuşaklara nasıl intikal ettiğini gördükçe bu alanda daha fazla dehşete kapılıyorum..