“Yarınlardan koparıp almalıdır mutluluğu insan
Şu yaşamda en kolay iştir ölmek
Asıl güç olan yepyeni bir yaşama başlamak”
– Mayokovski
Kültür ve sanatın tarihsel-toplumsal açıdan ve daha özelde politikayla ilişkisi içerisinde değerlendirilmesine yönelik çalışmalar son zamanlarda çiçek açan edebiyat dergiciliğini ve bunların çoğunlukla apolitiklikten anti-politikliğe doğru giden eğilimlerini bir kenara bırakırsak, Türkiye solunun da ilgi alanı dahilinde. Ancak konu genellikle “öylesine bir değini” düzeyinde algılanarak geçiştiriliyor. Bu yazı konu üzerine derin bir inceleme olmayı hedeflememekle birlikte, hem “biraz daha kapsayıcı bir değini” olma iddiasıyla hem de bir ölçüde bu iddiayı da koşullayacak biçimde beynimizi iğdiş eden günümüz “kültür”üne reddiye düzmek gibi bir zorunluluğumuz olduğu için kaleme alındı. Bu “vazife icabı”ymış gibi görünen saikleri sarmalayan asıl derdimizi de baştan ortaya koymakta yarar var: “Kültürel yeni”yi oluşturma niyet ve isteğindekilere “politik yeni” eksenindeki mücadelenin ve bu eksenin belirleyiciliğinin “tarihsel olarak yeni”ye ulaşmak için bir zorunluluk olduğunu hatırlatmak ve bu kadar “yeni”yi Dostoyevski’nin “yeni bir söz söylemek” olarak betimlediği sanatsal özgürleşme pratiğini kapsayıp aşan tarihsel özgürleşme-praksis bağlamına oturtmak.
Burjuva kültürü ve devrimcilik
Marksist teorinin çok bilinen ancak tekrarından kaçınıldığı için genelde unutulan bir doğrusu siyasal-toplumsal özgül alanların üretim süreçleri açısından durdukları yer, bu süreçle ilişkilerinde kendilerini gerçeklemeleri ve bunun dolayımlarıyla ilgilidir. Bu, ilk elden ayıklayıcı bakışın donanımı sağlanamadığı sürece kültürel-sanatsal alan için genel geçer bir estet tavrının ötesinde -tabi bu tavır göstergebilim yorumbilim metnin hazzını tatmanın özel biçimleri vs. ile süslenebilir- eleştirel yaklaşımın silahlarından yoksun kalınmış olunur. Özetle kapitalist toplumda emek gücünün yeniden üretilmesi sürecinin dolaysız ihtiyaçları açısından şart koyduğu toplumsal artığı üretme ve edinme pratiğinin içinde yer alır sanatsal-kültürel çaba. Bu anlamda kültürün insanlık tarihi boyunca özel mimesis tarzları ve toplumsal işlevleriyle birlikte üretim sürecinin içinde evrilmesinden bağımsız olarak, kapitalizm döneminde daha çok toplumsal yeniden üretim için tanımlı “boş zaman”a oturur. Popülerleştirilmiş ya da seçkincileştirilmiş biçimleriyle artık burjuva kültürü olan “kültür” insanın kurtuluş-özgürleşme ütopyasında önemli bir yer tutan “boş zaman”ı kendi güdümüne sokarak manipüle eder. Tarihin bu kesitinde sanatsal-kültürel üretimin kendini yeniden özgürleşme pratiği olarak varedebilmesi, toplumsal kurtuluş ve tarihsel eyleme göre yön belirlemesi ve bu uyarıcının etkisinde yeni içerik ve biçim kazanmasıyla mümkün olacaktır. Böylelikle özgüllüğün sınırları çizilmiş olur: Sınıflı toplum içinde toplumsal düzlemin özgül alanları, bu düzlemin farklı ve bütün olarak toplumsallığı belirleyen alanlarındaki çelişkilerden ve sonuçta tarihin neresinde durulduğu sorusuna verilen yanıttan bağımsız değildir.
Buradan yeniye, devrimciye nasıl ulaşılır? Nerede durulduğu sorusunun birazdan açacağım ileriye işaret eden bir eğilimi açığa çıkarmak, onu mücadeleye dahil etmek gibi bir sorunu da var. Eserlerinde kendini kaybeden insanın duruşuna mahkum olmamak, insanın hakimiyetini tarihsel eyleminde bir kurtuluş projesi çerçevesinde görmekten geçiyor. Poetikayı denklemin çözücüsü politikaya yakınlaştırıyor. Bağımsız olmamanın sınıf mücadelesiyle bağlantılarını kurma düzeyine ulaştırılması, bu yakınlaşan alanların kendi gerçeklik düzeylerinde içeriklerini tarayarak yeniyi doğurabilecek, vektörü nihai hedefe doğru yöneltmelerinin bir sonucu olacaktır; artık yoldaşlık yapan devrimci politika ve sanattan söz edebiliriz. Başka bir deyişle soyut bir özgürleşme-yaratma anlayışı sanatçının nefes verirken aldığı ortamı da gözetmesi anlamında bir zorunluluklar zinciriyle etkileşim kanalları kurdukça ve yukarda özetlediğim bakışta özgürlüğü zorunlulukların bilincine bağlayan bütünlükten yola çıktığımızda alabildiğine devrimci olur. Dönüştürme pratiğini tüm gerçeklik düzeylerini örten bir anlamda kullanırsak, kültür de sınıf mücadelesinin kapsamına dahil olur.
Kültür: İleri – geri
Sanatçının kendi pratiğinde ve onu bütün ile ilişkilendirmesinde açığa çıkan gerilimi, tarihteki duruşuna göre tanımlı bir “ileri-geri” hattına yerleştirdiğimizde kimi sorunların izini daha yakından takip edebiliriz.
Yine sanatın varlığı sorunundan yola çıkarak önce yan yana gelmeleri pek uygun olmasa da iki “sol” yazarın J. Berger ve B. Brecht’ in yanıtlarına bakalım. Brecht “politik bakımdan doğru olanın insan açısından örnek olana dönüşebilmesi için sanatın varlığı zorunludur”, 1 Berger ise “sanat olanı ele alır ve ondan olacak olanabiçim vermek için yoğun bir şekilde özünü çıkarır; bu öz tam çıkarıldığında olması gerekenin özüdür” 2 diyor. Her iki alıntı da, ilk olarak özü gereği “yarın ve ufuk” düşüncelerinin bütünlediği bir üretme çabasını sorgulamaya yönelik; ikincisi bu özün çeşitli biçimlerde nasıl atlanabileceğini düşündürüyor.
İkincisinden yani geri olandan başlayarak açmaya çalışalım.
Yapıp ettikleri içine çığlık sesinin karışmadığını söyleyebileceğimiz sanatçı neredeyse yoktur. Çığlığını geleceğe doğru yankılatma isteği ve iradesiyle bugün içinde bir fısıltıya hapsetme boş vermişliği arasında şekilleniyor, sanatçının ileri-geri hattındaki tavrı. Geri olan da, çıkış noktası olarak içinde yaşanılan toplumun çirkefliğine dair tepkisel bir bilince ve bir zaman duyusu olarak tarihe dayanabilir, ancak ulaşılan yer tarihsel eylemi içindeki insan ve sosyalizm olamaz da, ana rahmi içgüdüler ya da ilkel olur.
Türk yazını da bu geriliği keşfeden kaçaklarla doludur: “Bütün saatleri alaturka vakitlere ayarlayarak” (İsmet Özel) Türk aydını da kimlik bunalımındaki mediocre bir batı aydını gibi oryantalizme ulaşabilmiştir. Ya da Adalet Ağaoğlu örneğinde, bir zamanlar restorasyon dönemi aydınını anlama çabası içersinde “historic” de olan, yalnızca cinselliği keşfetme noktasına saplanırken, ruhunu üşüterek “histeric” olmuştur. İlk önce istekleri yitmiştir; artık yarından söz edilemez, söz edilse bile eserdeki zaman izleğinin bir oya-lanma alanı olduğu içindir. Bugün geriyi seçenler için son bir parantez: Türk kültür tarihinin ilginç bir özelliği geriyi gösteren dönemlerin sarkık yüzleri daha çok ileriyi uman dönemlerin posalarından devşirildi; tarihin bonkörlüğü posalara da bir yer tanımıyor değil: “İki tür sepet”.
Tekrar aynı hatta dönersek, toplumsal gerçekliğin sanatçının algılarına bu gerçekliği yoklama tarzlarına sunduğu olanaklardan ve bunun zorunluluklarla ilişkilendirilmesinden söz etmemiz gerekiyor. Çünkü ileri olan -yarına kavuşan açık bir tavır ya da bilinç, eserde düz bir biçimde görülemese de, bu ilişkiyi kurma çabasının ürünleri olarak açığa çıkıyor. Dünyayı duyma sürecimizin, inceltilmiş duygusal tonu ağır basan bir girişimi olarak kültürel-sanatsal faaliyet zorunluluklara dair referans çerçevesini, bu girişimin sınırsız bir biçimde gerçekleneceği, sınıfsız toplum projesinin ve ona adanan mücadelenin coşkusal içeriğinden almalıdır. Söz konusu olan tabii ki bir konu belirleme değildir; ileri olanın, olması gerekenin özünü kültürel ürünün içeriğine süzmek pıhtılaştırmaktır. Bu bir aşk şiiri de olsa, tarihi roman da olsa devrimci politikanın yoldaşıdır. Kendine kadar gelen kültür tarihinden beslenir, onun son durağı burjuva kültürünün bu değerlere el koyma işlevlendirme tarzının sonunu gösterir geriliğiyle mücadele eder. Olanaklar havuzundan ileri olanı ayıklamakla başlar, ilerinin militanlığını bütüne ait görerek eylemini zorunluluğa doğru çoğullaştırdıkça sürer.
İleri politik hat adına sanatı kültürü özgüllükten bağlılığa oradan da prangalı bir bağımlılığa doğru sürüklediğimi düşünenlerin, “yok artık bu kadar da olmaz” dediklerini duyar gibiyim. Bu “ne kadar da kaba” düşüncelerime gelecek itirazlar için, önce Türk aydınının tarih içinde misyon arayışını nerelere yönelttiğine dair “yeryüzü kültürü”nün temsilcisi, en seçkin dergide neler söylenebiliyor ona bakalım derim. Müzik üzerine bir yazı okumaya kalkışıyorsunuz ve karşınıza bunlar çıkıyor; “Nostaljinin dönüştürücü işlevi: Yükselme dönemindeki burjuva kültürünün şimdi yitirilmiş özgürleşimci yanlarını bilmek, bunların yeniden yaşanabileceği üretken, adaletli ve ilerici bir toplumsal hayatı tasarlayabilmenin yolunu gösterecektir”. 3 Evet, gelecek düşüncesi başka yerlere bağlandığında ve retrospektif ütopyanın dönüştürücü nostaljik etkisini (!) keşfederek “aydınlar”, bit pazarında adil-güzel kapitalizm aramaya başladılar. Tek bir söz: “Sosyalizmin kan kaybettiği bir dönemde normaldir; ya yeni türedi çarcılara nispet yapsalardı” demenin edilgenliğine mahkum olmamak için, aydın arayışını ve bunun kültürel biçimlerini onun akacağı kanallarını da dönüştürebilen pozitif bütünsel politikanın bağlayıcılığında üretmek şart. Yalnızca savrulmalara karşı durabilmek için değil, ileriye yürüyebilmek için de…
Peki, ileri olanın ışıması bağlayıcılık sorununun dışında salt bireysel-entelektüel bir çabanın ürünü olarak da gösterilemez mi? Kültürel-sanatsal alanın özgüllüğünün oluşturduğu “bağımsız” alanın kendi dinamiklerini ele almak, Türkiye’de sanat eleştirisi alanında boşluklar olsa da, Gelenek sayfalarının işi değil. Ancak kimi sınırları göstererek sınırsızlığın gerçek varoluş koşullarını tekrar etmek mümkün. Kültürel sanatsal üretimin kendi araçlarıyla örülen dünya, bu dünyanın sanatçının bilincine ve duyumlarına ulaşan birikimi, bunların özel biçim ve üslup verme çabalarıyla yeniden üretildiği sürecin uçarı ve özgün durakları çağrıştırıcı güç; özetle sanatçının (insanın) bireyselliği, sanatsal-kültürel üretimi, diğer tüm etkinliklerden ayıran özelliğidir. Bu yoğun bireysel anda Brecht’in deyimiyle “içimizdeki biçimci” harekete geçer ve kimse “mavi atlar”ı düşlememize karışamaz. Çığlık tüm renklerine bürünebilir.
Peki, bu an’a takılı kalmak mümkün mü? Çığlığın yukarıdaki benzetmenin rotası dışında yalnızca bir çığlık olarak kalmasında ısrar edersek, onu çerçeveleyerek pazarda satacak güç karşısında bu an ve dolayısıyla bireysellik yitirildikçe mümkün değil.
Evet, Türk şiirinde Ece Ayhan dilin gramerinden kurtulmuştur, ama bu doğrudan belirlemese de kapitalizmden kurtulamamanın bir tuzağı da olmuştur; yetersizlik bilinç düzeyine çıkarılamamış, İkinci Yeni o güzel şiirleriyle beraber sorumsuz aydınlarını da üretmiştir. Brecht’e döndüğümüzdeyse, onun “mavi atlar”ı tarihte hep ileriye koşmuşlardır. Brecht’in verdiği ders şudur: Bireysel çabaya özgü o biricik yaratıcılık, kendinden menkul olamayacağına dair bir üst-bilinç geliştirmeye başlayarak, tarih dersinin öznesi olmayı, bireyselliği aydın olmanın sorumluluklarıyla bağdaştırmayı ve bunun ötesinde politikleşmeyi başarabilir.
Kültürün alıcıları
Süreci bir de sanatsal-kültürel üretimin alıcıları düzleminde incelersek burjuva kültürünün özel ideolojik etkilerini ve buna karşı direncin kalkış noktalarıyla karşı ideolojik müdahalenin olanaklarını, tarihsel konumlanışını daha yakından görebiliriz.
Eskiden kültür emperyalizmi olarak reddedilenin, bugün dünya kültürü adına sahiplenebilir olması gibi bir sahte düalizm üzerine, öncelikle tüm zihinlere şırıngalanan ideolojik söylemin içeriksel özünü ve bu özle ruhunu her gün dingin bir biçimde kutsayan tüketicilerine sunduğu aptallaştırıcı-arındırıcı etkiyi açığa çıkarmak gerekiyor.
Yaşanılan gerçekleri kavrayamamanın dolayımlarını sunmak: İnsanı günlük yaşamında kuşatarak tıpkı bugün gibi olacak yarına bırakıveren burjuva ideolojisinin kültürel yeniden üretimi, kitle kültürünün bir televizyon dizisinde de, elitist kültürünün bir nihilist romanında da bu aynı görevi üstlenirler. Köşesine sıkıştırılmış alıcı, kendisine dışsal olarak sunulan bu eğlendirici ya da bıkkınlık verici dünyanın herkes gibi bir tüketicisidir. W. Benjamin’in deyimiyle “hayatı değiştirmek yerine, hayatın yaşayışını estetize etmeye yönelen burjuva kültürü” hitap kitlesini eğitilmişliklerine göre ayırarak sonuçta tüm bir boşaltılacaklar-boşlukla doldurulacaklar toplamına aynı etkiyi uygular: Yarının değişebileceğini hiç düşünmeden bugün de yarın da bunu tüketin, kimileriniz sıkılmasın diye ek numaralar bulabiliriz… Alıcının kendisine ulaştırılan bu imgeler dünyasıyla, kavramsallaştırıcı – yeniden üretici bir ilişkiye girmesine, üretilen özel biçimlerle karşı durulmasının ötesinde, içeriksel olarak sunulan boşluğun bizzat hedefi de bu düşünemeyen tüketicidir zaten.
Bu noktada karşı müdahalenin olanakları, elbette toplumsal açıdan verimli bir eleştirinin etkin duruma geçirilmesini mümkün kılacak biçimleri de gözetmekle beraber, asıl olarak içeriksel-ideolojik ve ideolojikliği oranında tarihle ilişkisini açığa çıkartan bir çerçevede, “yeni ve ileri olacak yarın”dan elde edilebilir. Alıcıyı etkinleştirecek, eleştirel bir konum almaya zorlayacak olan bu yeni çıkış, biçimselliğe hapsolmamalı, örneğin sürrealizmin “pozitif yıkıcı momenti” olarak adlandırılan etkisinin ötesinde, üreticisinin ve artık yeniden üretici olan alıcısının tarihsel-toplumsal koşulları dönüştürmesini düşündürecek bir içeriksel donanımı da sunmalıdır. Zorunlu bir tekrarla bağlayacak olursak, bu çıkışın da haylazlık olarak adlandırılarak yeniden burjuva kültürünün sınırlarına çekilmesi olasılığı düşünüldüğünde -pek çok radikal sanat akımının başına gelen budur- çıkışı mücadelenin tüm veçheleryle bütünlemek zorunluluğu bir kez daha karşımıza dikilir.
Başta Yesenin’in intiharı üzerine yazdığı şiirin son dizeleriyle andığımız, yarınları yaşama coşkusu içindeki Mayakovski, NEP döneminin sonunda dostuyla aynı tal(r)ihsizliği paylaşmıştı. Bugün, yarın kavgası, coşkusunu tarih bilinciyle birleştiren sanatçı militanlarını da yaratacaktır.