Gelenek‘in bu sayısında değişik ülkelerden düzensiz olarak elimize ulaşan bir kaç belgeyi okuyacaksınız. Düzensizlik bu belgelerin elimize ulaşma biçiminden öte uluslararası komünist hareket açısından taşıdıkları önemle de ilişkili bir niteleme. Söz konusu metinlerin tümü, bizim deyimimizle geleneksel solun dışında -çoğunluğu Maocu- geçmişlere sahip hareketlere ait. Bu yazı Gelenek‘in, bugünün Türkiyesi’nde temsil ettiği uluslararası hattın bakış açısından, söz konusu yazılara yönelik bir “kılavuz” işlevi görmesi amacıyla da kaleme alındı.
Bu makaleyi hazırlarken, iki yıl önce Gelenek‘in 30. sayısında yayınlanmış bir çalışmama geri döndüm. Bu çalışmanın uluslararası komünist hareketin içinde bulunduğu konuma ilişkin saptamalarının bugün de geçerli olduğunu düşünüyorum. Ancak, zaaf mı değil mi tartışmasını okuyucuya bırakacağım bir konu daha var. “Yeni Bir Enternasyonalizm İçin” de geleceğe yönelik çizilen çerçeve ve öngörülerin aradan geçen zaman zarfında kanıtlandığını iddia edecek durumda değiliz. Ancak bu yazı “tablodan umut ve iyimserlik değil, mücadele çağrısı çıkıyor…” ifadesiyle son buluyordu. İsteyen bunun bir totoloji olduğunu, olası hiç bir gelişmenin bu ifadeyi yanlışlayamayacağını söyleyebilir. Böyle düşünenler yazının “zaaflı” olduğunu düşüneceklerdir. Ama bugün nesnel olarak da bu ifadenin fazla ilerisine geçilemiyor. Aynı durum devam ediyor: Mücadele çağrısı hâlâ gündemde… Kendilerini bu çağrının muhatabı sayanlar iki yıl önce Gelenek‘te yayınlanan yazının kanıtlanmamış öngörülerini doğru-yanlış cetveline vurmadan önce, bu durumu kendi sorunları olarak değerlendirecekler ve “içeriden” bir tartışma yürüteceklerdir.
Uluslararası sosyalist hareketin üzerinden, tabir caiz ise, bir silindir geçti. Bu sarsıntının geleneksel sol ile sınırlı kalmayacağını, solun tüm sektörlerinin, kaçınılmaz biçimde, gelişmelerden etkileneceğini defalarca dile getirmiştik. Gelenek‘in bu sayısında okuyacağınız belgeler buna tanıklık ediyor. İster Maocu, ister yeni solcu, ister devrimci demokrat kökenli olsunlar, bugün devrimci mücadelenin birer parçası olan hareketler bu gerçeği yakından hissettiler. Ama ben öncelikle bu kesimlere değil, hâlâ ısrarla daha fazla önem ve anlam atfetmeyi sürdürdüğümüz geleneksel sola değinerek başlamayı tercih edeceğim.
Eski sosyalist ülkeler ne vaad ediyor?
Doğal olarak eski sosyalist ülkelerin reel sosyalizmin çöküşünden aldıkları paylar çok daha ağır oldu. Ancak kimi örneklerde sosyalist hareketin geri çekildiği ve yeniden yola koyulduğu mevziler şaşırtıcı ölçüde ileri mevziler olmuştur. Önderliklerin niteliği konusunda hiçbir yanılsamaya kapılmamak gerekiyor; ama adını da değiştirse Bulgaristan Sosyalist Partisi’nin eski komünistlerden müteşekkil olduğunu herkes bilir, bu parti bugün ülkenin ana muhalefet partisidir. Rusya’da, Rusya Komünist İşçi Partisi başta olmak üzere son derece ciddi, yüz binleri harekete geçirebilen bir sosyalist muhalefet vardır. Polonya’da, eski Doğu Almanya’da, Arnavutluk’ta benzeri hareketler kapitalizmin restorasyonu sürecine karşı önemli direnç noktaları oluşturmaktalar. Diğer ülkelerin şu an revaçtaki burjuva yozlaşma görüntülerinin arkasında işçi sınıfının huzursuzluğu ve komünistlerin, iktidardayken yitirdikleri proletaryayı yeniden kazanma çabaları gizleniyor. Eski Sovyetler Birliği’nin değişik cumhuriyetlerinde komünistler toplumla en sıkı iletişime sahip siyasi hareketler haline gelmekteler. Bu tablo, bir karşı devrimin ertesi günü açısından düşünüldüğünde şaşırtıcı ölçülerde olumludur. Ancak sosyalist mücadele esas itibariyle bir iktidar mücadelesi ise, bu hedefe referansla düşünüldüğünde ortada devasa açmazlar da bulunuyor.
Bu açmazlar reel sosyalizmin çözülüşünün nedenleriyle ilişkili olarak ele alınmalı. Sosyalist ülkelerin yaşadığı bunalımın iktisadi süreçlere ilişkin temel bir boyutu elbette vardı. Ama rejimlerin 1985-1991 dönemecinde virajı alamamalarında kritik etken, kesinlikle öznel etken olmuştur. Siyasi iradenin zaafı, kendisini çözülüşün dramatik mecrasında da gösterdi: Yönetici partiler bunalımı, kendilerini daha geri mevzilere çekerek atlatabileceklerini düşündüler. Komünist parti iktidarının anayasa güvencesi altında olmasından çok çabuk geri basıldı. Burjuvaziye ve karşı devrime örgütlenme meşruiyeti tanıyan çok partililik, elbette bir basıncın sonucu olarak, ama esas itibariyle komünist partiler eliyle getirildi. Sosyalizm mücadelesi meşruiyetini siyasi iradeden alır. Pragmatik ya da keyfi değil, tamamen leninist örgüt ve siyaset teorisinden yapılmış bir çıkarsamadır bu. Bu saptamanın ürünü, önderliklerin, toplumsal tabanlarını yitirmiş olmayı veri kabul edip iktidarı terketmelerinde değil, iktidarda kalarak bu tabanı geri kazanmayı hedeflemeleri olmalıydı. Hiçbir durumda, iktidar perspektifine ve tutkusuna sahip bir önderlik elindeki en büyük mücadele kozunu, siyasi iktidarı terkedemez. Oysa tam tersi oldu.
Çabuk teslimiyetin de nesnelliği vardır elbette. Belirli bir mekanda sosyalist önderliğin toplumla ideolojik temasının biçimlenişinin bir tarihselliği vardır ve bu tarihsellik, kimi zaman iradi müdahalelerle ters yüz edilemeyecek denli köklü olabilir. Ama bugün, iktidarı belirli bir direnişle terkedenlerin gelecekte öznel faktörün geliştireceği kimlik ve özellikler açısından daha şanslı olacağı iddia edilebilir. Bu anlamda, ekonomik nedenselliklerin ötesinde, örneğin iç savaşa girme cesareti gösteren Romen komünistleri, “kadife devrimi” görüp teslim olan Çekoslovak komünistlerine oranla geleceğe daha güçlü bir miras bırakacaklardır.
Bugün ayakta kalan reel sosyalizm örneklerinden ikisi hatırlandığında öznel faktöre yaptığım vurgu daha fazla haklılık kazanıyor. Bir tanesi Küba’dır. Küba sosyalizminin yaşamak için sahip olduğu maddi nedenler, yıkılmasını gerektirecek nesnelliğe oranla olağanüstü güçsüzdür. Küba’nın birinci şansı öncü partinin irade ve kararlılığıdır.
İkincisi, tüm tereddütlü, sallantılı yapışına rağmen Çin’dir. Çin Komünist Partisi için, dünya kamuoyunu allak bullak eden Tiananmen tavrı bir irade beyanı, kararlılık gösterisi olmuştur. Bir dizi sanayileşmiş, işçi sınıfının güçlü, sosyalizmin topluma sunduğu yaşam standartları görece yüksek ülke, Tiananmen’deki demokrat görünümlü karşı-devrimci kalkışmanın tırnağı olamayacak gelişmelere teslim olmuşlardır.
Bütün bunlar şu sonuca ulaşabilmek için: Bugün iktidarı kaybetmiş olan komünist / sosyalist partilerin devrimci kimliklerinde ciddi bir aşınma vardır. Bu durum yeni önderliklerin son derece derin hesaplaşmalarla yaratılabileceği anlamına gelir. Nereden bakarsak bakalım, yaşananlar henüz bu anlamda bir olgunlaşmaya işaret etmemektedir. Birinci büyük açmaz budur.
Bu sorunun hem ülkeden ülkeye dağılımında, hem de belirli mekanlarda aldığı biçimlenmelerde eşitsizlikler vardır. Örneğin diğer ülkelerdeki partilere göre RKİP, eski SBKP’nin diri öğelerini devralmış ve hesaplaşmada önemli mesafe katetmişe benzemektedir. Ancak RKİP açısından da siyasi irade ve iktidar perspektifinin restore edilmiş olmasına karşılık -bunlar Rusya’da görece daha kolay restore edilebilecek yönlerdir- eş düzeyde bir güvenin sosyalist ideoloji ve toplum ilişkisi açısından duyulabilmesi kolay değildir. Sovyet komünistlerinin en fazla ucunu kaçırmış oldukları öğe sosyalizmin bir toplum ideolojisi olarak hegemonyasını kurmak idi. Açıkçası Rus komünist hareketinin önünde kısa vadede siyasi iktidarın eşiğine gelme olasılığı bulunmaktadır. Ama bunun sosyalizmin topluma ideolojik olarak nüfuz etmesinin araçlarının yaratılmasının eşlik etmesi gerekmektedir. Güncel ve somut verilerden hareketle bir analiz yapma gücünde değilim, ama geçmişin mirasından hareketle yapılabilecek bir spekülasyonun mantıki sonuçları, bize bu açıdan bir eşitsizlik olacağını söylüyor.
Bu nokta günümüzde büyük önem kazanmıştır. Dünya konjonktürü sosyalizmin aleyhine sürüyor ve sosyalizmin yenilgisi esas olarak ideoloji zemininde gerçekleşti. Reel sosyalizmin bir özelliği de siyaset ile ideoloji arasındaki eşitsizlik olmuştur. Bu toplumlar ideolojik olarak iyi tahkim edilmemişlerdi; hatta siyasi önderlikler bu gereğin pek farkında da değillerdi. Önümüzdeki dönemde sosyalist hareketler bu tehlikeli açığı kapatmak durumundadırlar. Siyasetten arındırılmış ya da siyasetin örgütün geri plana düşürüldüğü bir ideolojik hegemonya hülyası yeni solun olsun. Bundan söz etmiyorum… Sosyalist hareketin leninizmle yeniden buluşabilmesi için kimliklerin siyaset – örgüt-ideoloji üçlüsüne sağlam biçimde oturtulmaları gerekiyor.
Bu koşullarda varlığını sürdüren sosyalist ülkeler arasında bir dizi nedenle Küba özel bir önem kazanmaktadır. Bir kere, Küba Komünist Partisi iktidara geliş biçimiyle de, iktidarda iken toplumla kurduğu ilişki ile de, kendisini üzerine yerleştirdiği tarihsel devrimci yerel dinamiklerle de önemli avantajlar taşıyor. Küba yoklukların karşısına uluslararası dayanışmayla, sorunların halka maledilmesiyle, partiyi militanlaştırarak, diplomasiye yüklenirken kendi kimliğinden ve sosyalizme olan inançtan en küçük taviz vermeksizin çıkıyor. Bugün sosyalizmin yaşadığı diğer örnekler bu öğeleri hep birlikte bünyelerinde barındırmıyorlar. Ancak Küba’nın maddi konumlanışı, uluslararası sosyalist hareket için taşıdığı anlamı da sınırlamaktadır. Açıkçası Küba’nın, kendi sorunlarına çözüm bulsa bile, dünya işçi sınıfı ve sosyalist hareketine bir itilim verecek durumu yoktur: Birincisi itilimin taşıyıcı etkisi daha yaygın olabilecek bir coğrafya, nüfus, iktisadi gelişmişlik düzeyi vb.ye sahip olmalıdır. İkincisi, Küba’yı yaşatan motifler tamamen sosyalist nitelikte olmakla birlikte oldukça yerel bir dile sahiptir. Üç, tüm bunlar sözkonusu olsaydı bile, aşılamayacak bir sorun vardır: Bugün direnebilecek ya da atılım kaydedecek bir sosyalist hareketin uluslararası konjonktürle fazla bir alışverişi olamayacaktır. En azından başlangıçta dışarıdan gelecek ilerletici hiçbir etki yoktur; ve bu durumda ileri atılan bir hareketin, etkisini uluslararası düzleme taşımak gibi bir öğeyi ihmal etmesi son derece doğal olacaktır. Bu etkinin taşınmasının nesnel olarak ve geçmişe oranla daha güç olmasının üstüne bir de bu binmektedir.
Sonuç olarak Küba, örneğin nesnel olarak İç Savaş’ın İspanya’sı ya da Yunanistan’ı olamayacaktır. Elbette bu durumun kendiliğinden ortaya çıkmayacak olması, tüm dünya komünistlerinin, en diplomatiğinden en militan biçimlerine kadar her tür dayanışmayı göstermeleri gereğini ortadan kaldıramaz. Şunu kabul etmemiz gerek: Küba bugün uluslararası komünist hareket için son derece önemlidir, ama önünde sonunda bir romantizm kaynağı olabilmektedir. Öteki sosyalist ülkeler ise, Küba’yla karşılaştırıldığında çok daha fazla içe kapalı süreçlere girmiş görünüyorlar.
Yeni sol için olanaklar ve kaçan trenler
Eski devrimci demokrat, Maocu ya da yeni solcu hareketlerin bu yazı çerçevesinde birlikte ele alınmalarında bir mahzur yok. Genel olarak geleneksel sol dışı kesimler sosyalizmin son dönemecinden sonra paralel eğilimler sergilediler.
Bu eğilimlerin Türkiye’de de izdüşümleri vardır; ve bunlar tam anlamıyla uluslararası yönelimlerle örtüşmektedir. Birincisi, bu kesimler reel sosyalizmi ezen silindirin altında kendilerinin de kalacağım geç farketmişler, tam tersine kendi günlerinin en sonunda gelip çattığım zannetmişlerdir. Bir çok hareket için bu tasavvurun yıkılması güvendikleri tepelere de kar yağmasıyla mümkün olabildi. Gözlerini Çin’e dikenler Doğu Avrupa’yla eş zamanlı olarak bu ülkenin de tıkanıklıklar yaşamasıyla durumu farkedebildiler. Yine gönüllerinde Arnavutluk’u yaşatanlar, önce restorasyona kapıları açan reformlarla, sonra çözülüşle, partinin “Sovyetik” örnekleri izleyerek adım bile değiştirmesiyle şoke oldular. Troçkizm gelişmelerin karşı devrimci yüzünü görmemekte ısrar ederek, uzun süre işçi sınıflarının “devrimci marksizm”i keşfetmesini bekledi. Süreç solun değişik sektörleri arasında, öylesine ayrımcılıktan uzak bir yolda işledi ki, geleneksel soldan çıkan hain sayısı kadar liberal dönek de yeni soldan çıktı.
Bugün tablo daha fazla akılların başlara devşirilmesini zorlamaktadır. Eski Maocuların Castro’cu kesilmeleri, Perinçek örneğinde yeni bir yüzsüzlük olsa da genelde böyle bir geç “ayma” haline tekabül ediyor. Bu “ayma” bir dizi örnekte olumlanması ve geleneksel solun da -gelecek için- önemsemesi gereken bir durum. Çeşitli ülkelerde birçok geleneksel sol dışı hareket ağır da olsa bir dönüşüm yaşıyor: Kâh bugün devrimci kimliğini koruyan geleneksel sol kesimlerle iletişim kurma ihtiyacı hissederek; kâh geçmiş konfrontasyonların anlamım yitirdiğim görerek; kâh kendi modellerinin de gelişmeleri açıklamakta yetersiz kaldığım kabul ederek…
Ancak bu dönüşümlerin gözle görünür eksiklikleri var: Biri, geçmiş bağların atılamaması, dolayısıyla tarih çözümlemelerinde dönüp dolaşıp revize edilmiş Maocu şablonların yeniden üretilmesidir. İkincisi, bu tarih bilinci eksiğinin geleceğe dönük perspektiflerin de ayağına dolanacağı açıktır. Nasıl olmasın ki, reel politikayı leninistçe kavrayabilmenin önündeki en büyük engellerden biri sosyalizmin tarihini keyfi kesiklikler yardımıyla ele almak değil mi? Bir diğeri de şudur: Bugün marksizmin devrimci tarzda derinleştirilmesi, basit bir entellektüel kapasiteyi çok çok aşmaktadır. Geçmişin tüm marksizm versiyonlarından daha fazla öznel müdahaleye, ideolojik mücadeleye, iktidar perspektifine ve “yerel derinleşmelere” alan açılmalıdır bugün. Yeni solun teorik akıl yürütme alışkanlıkları bu anlamda fazla gelecek vaadetmeyecektir. Maoculuk yüzyılımızın belki en sığ, en şabloncu akımıdır. Devrimci demokrasinin kimlik tanımlamasında ise teorik üretim yeteneği en sonda gelir…
Özet olarak, bu kesimlerin yaşamakta oldukları dönüşümü kendi başlarına bir bolşevizasyon haline getirmeleri olağanüstü düşük bir olasılıktır. İşin ilginci bu kısıtlarım farketme erdemine sahip kimi hareketlerde kişiliksizliğe varan bir teorik iddiasızlık ortaya çıkmaktadır. Ancak tüm bu durum sözü edilen kesimlerin iç süreçlerinin, geleneksel sol tarafından bir kalemde silinmesine değil tam tersi bir tutuma işaret etmelidir: Geleneksel sol -ya da artık, reel sosyalizmin mirası kırarak yansıttığı günler bittiğine göre leninizm- açısından hitap ve etki alanı nicel anlamda daralırken, kapsadığı kesimler itibariyle ciddi biçimde genişlemiştir. Bu imkanı saptayabilen ve geçmişte ilgi alanının dışına attığı sol sektörlere müdahale etmeyi kendine iş edinen bir geleneksel solun sosyalizmin genel haritasında leninizm lehine önemli kanallar açması olanaklıdır.
Söz konusu kesimlerin de bu tür etki akışına açılmaktan başka bir çıkar yolları kalmayacaktır, kalmamıştır. Bir çıkar yol, devrimci demokrat hareketlerin kendi tarzlarına uygun atılım olanakları yakalamaları olurdu. Bu söz konusu değildir. Bir diğer yol, troçkizmin özgün mekanlarda 85-91 dönemecini daha örgütlü, daha politik ve daha öngörülü bir kimlikle yakalamış olması halinde doğabilirdi. Türkiye böyle bir olasılığa en uzak yerlerden biridir; ama örneğin Latin Amerika’da devrimci demokrasiyle daha içli dışlı bir troçkist çıkışın önünde böyle bir olasılığın mevcut olduğu kurgulanabilir. Bu kurguda fazla iddialı değilim; ancak Türkiye’li troçkistlerin Şemsi Denizer’den parti kurmasını beklerken ya da Kagarlitski ziyaretinden heyecanlanmalarından kalkarak daha iddialı bir sonuç çıkarabilirim: Türkiye’li troçkistler aslında ellerine geçen bir fırsatı çarçur etmiş değillerdir; herhangi bir fırsatı değerlendirme yeteneklerinin olmadığını ve olamayacağını kanıtlamışlardır. Doğalarında yoktur, bundan sonra da olmayacaktır.
Tablo bu ise geleneksel solun dönüşmekte olan diğer kesimleri artık kendisine rakip olarak görmekten ya da kaale almamaktan vazgeçmesi, dönüşümlerine gerek teorik gerek aktif politik mücadelenin araçlarıyla müdahale etmesi gerekir.
Batı’da arayış
Geleneksel solun leninist bir reorganizasyonu yaşamasının solun diğer kesimlerindeki kimlikleri de güçlü biçimde etkileyeceği açıktır. Ancak önümüzdeki veriler bu etkinin, sürecin yaşandığı ülke sınırları içine hapsolmaya mahkum olduğu yönünde.
Nedeni oldukça basittir; sözü edilen türden bir teorik / ideolojik / siyasal reorganizasyon -iktidardaki ya da muhalefetteki hareketlerce yaşatılsın, farketmiyor-oldukça yerel motiflere oturtulacak ve geçmiş deneyimlere oranla “evrensel” değil, “özgün” yönleri ağır basacaktır. Çünkü uluslararası etkileşimin yakın vadede bir adım öne çıkan ulusal birimleri destekleyecek, besleyecek bir gücü kesinlikle yoktur. Küba ve Fidel’in romantizm aşısı dışında…
Aslında geçmiş deneyimler de derinliklerini kendi yerelliklerine sıkı sıkıya nüfuz etmelerine bağlı olmuştur. Rus toplumunun tarihsel kimlik özelliklerinden bağımsızlaştırılabilecek bir Bolşevik hareket ve Lenin düşünülemez. Ancak Ekim Devrimi Rus Bolşeviklerinin uluslararası marksist harekete yeni kimlik ve itilim vermelerini olanaklı kılabilmiştir. Uluslararası bir devrimci dalganın varlığı sayesinde diğer ülkelerin marksistleri bu etkileşime açılmışlar; bunun da üzerine Rus Devrimi’nin uluslararası harekete bir “enternasyonal reel politika” sunması eklenmiştir. Bolşevizm esas olarak bu dönemeçlerden’ geçerek “Rus”luğun ötesine taşınmış ve evrenselleşebilmiştir.
Bugün ise ne uluslararası bir devrimci dalga ne de “tek ülkede sosyalizmin savunulması”nda olduğu gibi bir “enternasyonal reel politika” gündemdedir. Sonuçta tekil ulusal birimlerde yaşanacak bolşevizasyonların birbirlerinden oldukça farklı özgünlüklere sahip olacakları, etkileşim kanallarının sınırlı kalacağı öne sürülebilir. Bu etkileşim kanalları teorik / ideolojik alışveriş dışında, uluslararası dayanışma hareketlerini ve geçici ortak kampanyaları içerebilir, ama elimizdeki verilerden enternasyonal bir reel politika çıkmaz…
Bu konumu bir geçici eksiklik, üstesinden gelinmesi gereken bir zaaf olarak algılamak zorunda değiliz. Enternasyonalizmin gelecekteki biçimlenişinin Komintern örneğini izlemesi yolunda bir kural yok. Komintern modelinin -burada tek bir ülkenin nesnel ve öznel gereklerinin uluslararası harekete bir genel reel politika olarak tercüme edilmesini kastediyorum- geçerliliği ve meşruluğu diğer ülkelerin devrimci olanaklarının zayıflamasında ve güven vermemelerinde yatar. Önümüzdeki evrede ise şöyle bir tabloyla karşılaşmak mümkündür: Özel olarak herhangi bir devrimci dinamiğin öne çıkmaması; buna karşılık belirli bölgelerin ortak yönelimi olarak kimi nesnel ve ilerleme olanakları sunan gelişmelerin yaşanması.
Avrupa’nın şansı da biraz burada yatıyor. Batı Avrupa bir kez daha coğrafi anlamda marjlarından yükselen bir devrimci atılımın gölgesi altında kalmadığı takdirde kendine özgü ve gelişkin bir kimlik elde etme olanağı bulabilecektir. Özel olarak Akdeniz kuşağı, Yunanistan’dan Portekiz’e, bu yönde sinyaller barındırmaktadır. Bir kere, bu ülkeler kapitalizmin stabilizasyonu açısından görece eksikli ve zaaflıdır. İkincisi, Balkanlar’daki siyasi altüst oluşun etkisi burada daha fazla hissedilecektir. Üçüncüsü, bu ülkelerin komünist hareketleri öznel birikimleri itibariyle ciddiyealınması gereken olanaklara sahiptir. Örneğin İtalya’da KP’nin sosyal-demokratlığı adıyla da tescil etmesinden, sonra devrimci bir kanadın kalkıp da Euro-komünizmi yeniden tesis ya da ıslah etme çabasına girmesi gündem dışıdır. Euro-komünizm ve glasnost birleşmiş, gidilebilecek en sağ noktaya varılmıştır. Yeniden toparlanma ciddi bir hesaplaşma olmaksızın kategorik olarak mümkün değildir. Benzer bir kopuş İspanya’da yaşanmaktadır. Yunanistan KP son yıllarda derinlemesine hesaplaşmalar yaşamış ve devrimci kimliğini hem Euro-komünizmden, hem glasnost tasfiyeciliğinden, hem de Komintern partilerinin çoğunda bulunan ideolojik bulaşıklıktan arındırmışa benzemektedir. Portekiz ve Fransız KP’leri derin değişimler yaşamamış olmakla birlikte uluslararası likidasyondan yüzlerinin akıyla çıkmış hareketlerdir.
Bu tabloda temele oturtulması gereken faktör kapitalizmin yakın geleceğini bunalımların beklediği yolunda bir olgu ise, en fazla önemsenmesi gereken yön de sosyalist hareketlerin kimlikleridir.
Ancak Avrupa’nın öteki bölgelerinde sosyalist hareketin dinamizmini uzunca bir süredir kendi yerel motiflerinden devşiremediği ve devrimciliğin uluslararası dayanışmacılığın kıstaslarıyla sınandığı görülmektedir. Bu durumdan kurtulmaya ve devrimciliğini kendi özgünlüklerinde derinleştirmeye eğilimli siyasi hareketler mevcut olabilir; ancak böylesi bir yönelimin kendisini realize edebilmesi önünde sonunda kapitalizmin istikrar/bunalım salınımlarının sunacağı kanallara bağlıdır. Dünya kapitalizminin iç çelişkilerinin bu merkezler açısından da devrimci olanaklar yaratıp yaratmayacağını, ortaya çıkan veriler üzerine nasıl bir sosyalist politikanın inşa edilebileceği, bunun etki sahası… tüm bu sorular biraz da maddi gelişmeler yaşandıkça yanıtlanabilecektir… Şu anda, örneğin İskandinav ülkelerine ilişkin herhangi bir beklentinin hiçbir temeli yoktur; öte yandan özellikle Orta ve Kuzey Batı Avrupa açısından düşünüldüğünde “uluslararası dayanışmacı” etkinliklerle akraba bir motifin öne çıktığı görülebilir: Irkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı bir direnç, 70’lerin barış hareketinin yerini almaktadır. Bu direnç mevcut milliyetçi dalgaya karşı önemli mevzilerin korunmasını sağlayabilir, marjinalliğe itilen Marksizme toplumsal yankısı olacak bir politik kanal anlamına gelebilir.
Türkiye’nin yeri
Türkiye’nin bu çerçeve içindeki konumuna ilişkin çıkartacağım sonuçlar kestirilebilir. Ortadoğu Avrupa’lı -marksist için “dayanışmacılığa” tahvil edilecek bir olgudur; Türkiye’li marksist Ortadoğu’daki devrimci süreçlerin maddi olarak etkisi altındadır. Üstelik Ortadoğu’nun yönü belirsiz, ulusal/ulusçu motiflerle fazla bulaşık, pre-kapitalist yapıların devrede olduğu büyük devlet politikalarının sürekli sınıf gündeminden kaymalara yol açtığı bir “cadı kazanı” olması, Türkiye’de temellenen bir sosyalist harekete ciddi bir göreli avantaj da sunacaktır: Ortadoğu’nun Türkiye’deki sınıfsallığı etkilemesinden ziyade,Türkiye’deki sınıf mücadelesinin Ortadoğu’ya bir renk katması beklenmelidir.
Türkiye Avrupa’nın dengesiz kanadı Akdeniz kuşağının bir parçasıdır. Türkiye Avrupa’da sınıf mücadelelerini körelten “modernleşme”den nasibini belirli bir optimal bileşimle almış durumdadır: Modern sınıfların tüm toplumsal süreçlere damga vurabilecek bir gelişkinlikte, ama modernleşmenin devrimi öldüren etkisinden uzakta bir bileşimdir bu…
Ancak enternasyonalizme katkı sunacak bu avantajların gerçekleşmesinin tek yolu, Türkiye’de, yerel ideolojik derinliğe ve özgünlüklere ulaşabilen, ama yüzünü batıya dönmüş, işçi sınıfı temelli bir marksist öznenin muhalif dinamiklere damga vurmasıdır. Açıkçası, örneğin Kürt ulusal hareketi dünya sosyalist hareketi için yeni bir “dayanışma” motifidir. Bu çok da önemlidir, ama uluslararası sosyalist hareketin yeniden yapılanması açısından katkı sunması olanaksızdır.
Uluslararası bir reel politikanın doğmasına bu yazıda fazla bîr şans tanınmadı. Ancak önümüzdeki bir olasılık da sınırları daha daralmış, tekil ülkelere yansıyan merkezi önemi geçmiş deneylere oranla biraz daha düşük bir dizi bölgesel sosyalist reel politikanın şekillenmesidir. Yerel derinleşme gereği ile enternasyonal etkileşimin dengesi bu yoldan kurulabilir. Akla ilk gelen örnekleri sıralayabilirim: Küba’lı marksistlerin kendi yerelliklerine özgü devrimci mirasları, devrimci kökleri ve bunların üzerine bina edilmiş / edilmekte olan ideolojik yapılanmaları olsa olsa Karayibler’den başlayarak Latin Amerika’ya doğru uzanma gücüne sahiptir; bir. Sonra, uluslararası gelişmelerden Küba ile paralel biçimlerde etkilenen ülkeler yine esas olarak bu coğrafya üzerinde yer alıyorlar. Ülkeden ülkeye taşınabilecek bir devrimci atmosfer yaratılabilirse, bu da aynı bölge çerçevesinde vücut bulacaktır. Dahası, Küba için dayanışma ve yardım da özellikle Latin Amerika’yı sardığında işlevsel olabilecektir. Son olarak da Küba bu durumun farkındadır; dış politikasını bu coğrafyada yoğunlaştırmaktadır… Tüm bu öğeler anti-Amerikan bir ideolojinin belirleyiciliğinde pekala bir reel politika yaratabilir. Ama bu sözkonusu coğrafyanın dışında fazla yankı bulabilecek bir olgu olmayacaktır.
Karayibler’de olup bitenleri kavramaya çalışan Avrupa’lı marksistler için değil ama, Avrupa’lı sosyalist hareketlerin ortalaması açısından düşünüldüğünde, bu küçük adadaki devrimci kimliğe yönelik ilgi eski oryantalistlerin naif meraklarını çağrıştırır…
Bir ikinci önemli bölgesel yoğunlaşma ise Akdeniz kuşağında söz konusu olabilir. Böylesi bir gelişmenin ise, çeşitli ülkelerde “kılıç atan” sosyalist özneler olmaksızın ve bunların birbirleriyle bir iletişimleri gerçekleştirilmeksizin, kendiliğinden ortaya çıkması kesinlikle beklenmemelidir. Ancak şu an için teorik bir olasılık olan bu yoğunlaşma ete kemiğe büründüğünde, “bölgeselliğin” ötesine geçemeyecek olsa da çok geniş bir etki alanı yaratacak ve dünyanın hiçbir yerinde hiç kimsenin “merakı”nı uyandırmakla kalmayacaktır.