12 Eylül’den bu yana, sınıf mücadelelerinin sosyalistleri bugünkü netlikte davet ettiği herhangi bir dönemden geçmedik. Üstelik, bu davet, icabet etmememiz halinde türünün son örneği olmaya da adaydır.
Son onbeş yılda, sosyalizmin prestiji, solun güncel etkinliğini aşan bir parametre olmaktan giderek uzaklaşmıştır. Gerek solun 1980 iflası ve sonrasındaki zayıflığı, gerekse reel sosyalizmin çözülüşü, sosyalizmin reel bir almaşığı temsil etmekten uzaklaştığı yönündeki burjuva ideolojik propagandanın ciddi bir zemin bulmasını sağlamıştır. Sınıf mücadeleleri içinde müdahil bir konuma ulaşmamamız halinde, sosyalizm söz konusu propaganda karşısında tümüyle silahsız kalacak, Türkiye’nin gündeminden uzunca bir süre için düşebilecektir. İddialılığını temel olarak sınıfın harekete geçtiği konjonktürlerin devrimci potansiyeline dayandıran sosyalizmin kriz döneminde de iktidarı tehdit eden bir güce dönüşememesi, güncellik ve gerçekçiliğini gerek işçi sınıfı ve daha önemlisi öncü işçiler, gerekse bizzat sosyalist mücadelenin kadroları nezdinde yitirmesiyle sonuçlanacaktır.
Diğer yandan, Türkiye sosyalist hareketinin, sınıf mücadeleleri yeni bir evreye girerken “hazırlıksız” yakalanmış olduğunu saptamak gerekiyor. Kriz, Türkiye solunun toplumsal/siyasal süreçlerin analizinde hesaba katılması gereken bir harekete dönüşmesini öncelemiştir. Sosyalist hareket, henüz, sınıfın siyasallaşma sürecinin temel örgütleyici unsurları arasında yer almamaktadır. Dahası, sınıfın harekete geçmesi, sosyalist harekete yakınlaşması anlamına gelmemektedir. Aradaki mesafe, tümüyle nesnel dinamiklerin kapatamayacağı kadar büyüktür.
Krizin sosyalist harekete önemli olanaklar sunma potansiyeli elbette küçümsenmemelidir. Her kriz dönemi sosyalistlerin önünü şu ya da bu oranda açar. Toplumsal bir muhalefetin biçimlenmeye başlaması, sol söylemin alıcı tabanının genişlemesi, sol yapıların yeni insan kaynaklarına ulaşması vb. sosyalist hareketin silkiniş yaşaması için elverişli bir zemin yaratır. Ancak, bu zeminin bir dereceye kadar sosyalist hareketin etkinliğinden bağımsız olduğunun ve sınırlarının görülememesi kimi yanılsamalara da kapı aralar. Kriz döneminde etkinlik alanları biraz da kendiliğinden genişleyen sol yapılar, bu durumu politikalarının doğrulanmasının temel göstergesi olarak aldıklarında, çuvallamaları riski çok büyüktür. Ama daha da önemlisi, kitlelerin sol hareketin ön açıcılığına çok fazla ihtiyaç duymadan belirli bir hareketlenme içine girmeleri ile birlikte ortaya çıkan olanaklar, kendiliğindenci/nesnelci kurgulara da kaynaklık eder. Türkiye sosyalist hareketinin toplumsal süreçler bağlamındaki güçsüz konumu bu türden kurguları daha fazla davet ederken, örgütsel eksiklikler, sosyalist politikanın nesnelliğin sunduğu olanakların değerlendirilmesiyle sınırlandırılmasına yol açabilmektedir.
Tek başına nesnelliğin sunduğu olanakların devrimci bir siyasal hattı güçlendirmesinin hiç bir garantisi yoktur. Bunun da ötesinde, işçi sınıfının kriz koşullarındaki kendiliğinden radikalleşme ve politizasyonu, burjuvazinin sunduğu siyasal alternatiflerin birer birer tükenmesiyle birlikte sınıfın sosyalistlere mahkumiyetini kaçınılmaz olarak üretmez. Devrimci öncülük görevinin hakkının verilememesi halinde, sınıfın sol hareketle temasa geçen unsurları ne kadar kalabalık olursa olsun, ideolojik ve siyasal bir kopuşun zemini oluşamayacaktır. Öncülük görevi ise, sürecin her aşamasında sınıf nesnelliğini aşan bir politik etkinlik gereksinimine işaret eder. Sınıfın öncüsü, devrim anına kadar, sınıf hareketinden kendisini ayıran bir eylemliliği de örgütlemek durumundadır. Siyasal mücadelede boşlukların yaratılarak doldurulacağını hep söyledik. Sosyalist hareket, sınıf hareketiyle temas noktalarını zenginleştirmenin ötesinde, sınıfın devrimcileşme ihtiyacını yaratmak göreviyle karşı karşıyadır.
Baştan söylemek mümkün: Güncel görev, Türkiye’nin siyasal sahnesinde leninizme yer açmaktır. Bugünün dünyası ve Türkiye’sinde “leninizmden aşağısının kurtarmadığını” çok önceden dile getirmiştik. Ancak bu söylenen, pek doğal olarak ve daha çok içe dönük süreçlerde somutlandı. Önümüzdeki dönemde görevimiz leninist öncülüğün, toplumsal süreçlere müdahaleler içinde, bir iddia olmaktan çıkarılmaya başlamasıdır.
Bu yazıda, sınıf hareketi ile sosyalizm arasındaki ilişkilere, tarihselden güncele uzanan bir bağlam içinde ve temel olarak da güncel kriz sürecinde devrimci politikanın zeminini ayrıştırmak üzere bakmak istiyoruz. Belirli tarihsel gelişmelere yer vermekle birlikte, geçmişe dönük bütünsel bir bakışı yeniden üretmekten çok, bunları güncel kurgularımızın arka planını belirginleştirmek için kullanacağız. Dolayısıyla, yine tarihe baktığımız oranda, yeni bir şeyler söyleme iddiasında değiliz.
TÜRKİYE İŞÇİ SINIFININ TARİHİNE DAİR DEĞİNMELER
Türkiye sınıf mücadeleleri tarihine hangi amaçla yaklaşırsak yaklaşalım, bu ülkenin burjuvazisinin sınıfsal “bilinç” düzeyi karşımıza mutlaka çıkıyor. Türkiye burjuvazisinin dünyada yaşanan sınıf mücadelelerinden ders çıkarmak konusundaki ustalığı, özellikle, sınıfsal mücadelenin yürüyeceği kanalları ekonomik zemin izin verdiği oranda önceden belirlemeye dönük girişimlerinde somutlanmıştır.
Burjuvazinin siyasal gelişkinlik ve yetenekliliğinin temelinde Türkiye kapitalizminin istikrarsızlık üreten yapısı bulunmaktadır. Uluslararası sınıf mücadelelerinin deneyimi, bu temel üzerinde, burjuvazinin kendi sınıfsal bakışını işçi sınıfına oranla çok daha erken geliştirmesini sağlamıştır. Bu durum, işçi sınıfının oluşum sürecindeki örgütlenmelerinin neredeyse tümüyle burjuvazinin denetiminde olmasını, ekonomik/sendikal mücadelelerin dünya sınıf mücadeleleri tarihinin belirli bir dönem için klasikleşmiş deneyimlerine olan uzaklığı açıklamaktadır.
Türk-İş ve 47 çıkışlı sendikacılık, her dönemde, tabanın kendiliğinden ve özelde DİSK’in damgasını vurduğu mücadele kesitlerinde dış etkilenimlere de açık dinamizminin kabul edebileceği minimum nokta ile, iktidarla iyi geçinme kaygısının izin verdiği maksimum nokta arasında dengeleri kollamaya çalışmıştır. Bu çerçevede, sözgelimi 3 Ocak’da Genel Grev çağrısı yapan Türk-İş ile, 12 Eylül Hükümeti’ne Bakan veren Türk-İş arasında ciddi herhangi bir fark aramak anlamlı değildir.
Ancak, işçi sınıfı hareketinin siyasal iktidarı hedef almasını sağlayan devrimci bir boyut kazanmak doğrultusundaki eksikliklerini tümüyle burjuvazinin siyasal becerisine bağlamak fazlaca kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Belirli bir yerellikte, egemen sınıfın siyasal bilinç düzeyindeki gerilik, işçi sınıfının devrimcileşmesini kolaylaştırabilir. Bu, kapitalizm koşullarında sınıf mücadelelerinin ideolojik bir kopuşu önsel olarak varsaymadığı gerçeğini dışlamaz.
60’lara kadar, burjuvazi, bir potansiyele karşı çok somut olarak kurgulanan önlemler alabiliyordu. Ama, 1950’li yıllardan da başlatılabilecek dönemde, bir yandan sanayileşme süreci sınıfın saflarına yeni mülksüzleşmiş köylüleri artan sayılarda katarken, diğer yandan da ikinci kuşak işçilerin sayısında kayda değer bir artış yaşandı. Sınıfsallaşma dinamiğinin gelişimi, “idari” mekanizmaların bu dinamiğin kontrolünde yetersiz kalmasını da getirdi. 1960’lı yıllara kadar burjuvazinin neredeyse mutlak bir denetim altında tuttuğu işçi sınıfı, bu dönemden sonra gerek mücadelecilik, gerekse siyasallaşma anlamında önemli adımlar atmış, ancak bu gelişmeler ideolojik bir kopuşun ürünü olmadığı gibi sınıf hareketinin bağımsızlaşmasını da sağlamamıştır. 1960-80 döneminde, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki denetimi daha dolayımlı mekanizmalarla gerçekleşmiş, ama daha da önemlisi, burada “masa başı” planlarının yerini nesnel dinamikler almıştır.
Yukarıda tarif edilen süreçte burjuva siyasetinin 1961 Anayasası ile çizilen yeni çerçevesinin önemi yadsınamaz. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal hak mücadelelerinin buradaki dönüşümün temel zorlayıcı unsuru olarak görülmesi yanlış olacaktır. Ancak, olaya burjuvazinin siyasal mücadele bilinci açısından bakarsak, bu bilincin giderek daha soyut bir içerik kazanmasından söz etmeliyiz. Artık burjuva politikacılarının söyleminde geçmiş dönemlerdeki sınıfsal netliği göremeyiz. Dahası, bu netliğin ortadan kalkışı, politik bir tercihten ibaret değildir. Sınıf hareketinin gelişimi karşısında verilen somut politik refleksler, burjuva siyasetindeki dönüşümün tüm boyutlarıyla plan ve programlar dahilinde yürütülmediğini göstermiştir.
Sınıf mücadelesinin ve siyasallaşma düzeyinin Türk-İş’i ve benzer yapılanmaları aşması, siyasi yelpazenin uçlara doğru genişlemesine yol açtı. TİP’in sendikacılar tarafından kuruluşu ile başlayan ve DİSK’le devam eden süreç, sendikal mücadelenin sosyalistlerin müdahalesinden bağımsız olarak ister istemez siyasal boyutlar kazandığını gösteriyordu. Devleti karşısına almayan, ancak hükümetlerle de “iyi geçinmek” anlayışının ötesine geçen sendikal bilinç, güncel sınıf çıkarlarının toplumsal/siyasal düzeyde daha etkin bir savunusu için sosyalist aydınlara davet çıkardı. Böylece, TİP, işçi sınıfının dinamizmi ile toplumsal hareketlilik arasında sosyalist aydın dinamizmi aracılığıyla bir köprü oluşturabildi.
1960-80 döneminde, Türkiye kapitalizminin görece uzun bir zaman dilimine yayılan yapısal dönüşüm süreci ile örtüşen toplumsal değişme süreci, burjuva siyasetinin kitlesel düzeyde politizasyonu besleyen tarzda yeniden yapılanmasıyla bütünleşerek, sol için verimli bir iklim yarattı. Bu dönemde, ideolojik bir kopuşu zorlamayan sol, daha çok uçta konumlanışlar aracılığıyla toplumsal süreçlerden beslendi. Kitlesel beklentilerin sürekli artışı, burjuva ideolojisini aşamamakla birlikte düzenin dışında (ya da marjında) kalan sol odaklara kan verdi.
Çeşitli kanallardan gelişen “toplumsal atılım”ın işçi sınıfı açısından doruğu 15-16 Haziran’da yaşanırken, sınırları da ortaya çıktı. “Siyasal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştır” sözleriyle 12 Mart’ın gerekçesi olarak ifade edilen türden açılar, ya devrimci bir öznenin eşitsizliği bir sıçramanın zemini kılmasıyla aşılır, ya da burjuvazinin karşı-devrimci müdahaleleriyle kapatılır. Dönemin sol hareketinin aktivist kesiminin sınıf hareketine, görece güçlü sınıf bağlarına sahip olanların da devrim perspektifine uzaklıkları, ilk almaşığın güncelleşmesini olanaksızlaştırmıştır.
15-16 Haziran gibi 1978 yılı da, sınıf hareketinin siyasallaşma sürecinin önderlik yokluğu nedeniyle tıkanmaya uğradığı bir dönemeç oluşturmaktadır. 1978 yılını bir dönemeç noktası kılanın sınıfın eylemliliğindeki bir düşüş olmadığının altını çizmek gereklidir. Ancak, işçi sınıfının yenilgisi 12 Eylül sabahı ile başlamamış, CHP almaşığının tükenişi, güçlü bir devrimci alternatifin yokluğunda, sınıf hareketinin siyasal tıkanışı anlamına gelmiştir.
Burada, kısa bir geri dönüşle, DİSK’e ilişkin birkaç not düşmek istiyoruz. 12 Mart sonrasının DİSK’i, “ilerleme”nin belirleyiciliği altındaki döneminde, sosyalist hareket ile sendikal mücadele arasında Türkiye tarihinde kurulan en yakın bağın örgütsel zemini olarak da önemlidir. Sosyalist hareket ile sendikal hareket arasındaki bağların, örneğin bir Bulgaristan, ya da geçmişin Avrupa deneyimlerine kıyasla, her zaman son derece zayıf olduğu ülkemizde, DİSK’in özgül konumunun altını çizmek gerekiyor. Diğer yandan, sınıfın farklı kesimleri arasındaki eşitsizliklere yaslanan Türk-İş’in aksine, DİSK, sınıfın bütününe politik perspektif sunarak sınıfsal birliği pekiştirme işlevini görmüştür. DİSK’in sunduğu perspektiflerdeki gerilik ise temel bir sorun olarak tarif edilemez; sendikal bir yapılanma sınıfın nesnelliğini hiç bir zaman aşamayacaktır.
BAZI ARA SAPTAMALAR
Aynı zamanda bundan sonraki tartışmaya bir zemin oluşturmak üzere, güncel krize ve bu krizin tarihsel bağlamına ilişkin, bir kısmı tekrar içerecek bazı saptamalarla devam etmek istiyoruz:
Türkiye ekonomisinin yapısal nedenlerle girdiği kriz, en az iki yıl daha sürecektir. Ekonomik krizin yıkıcı sonuçları henüz tüm boyutlarıyla yaşanmamıştır. Dolayısıyla, toplumsal muhalefetin bugünkü düzeyi, nihai bir çözümlemenin dayanağı olarak alınamaz.
Ekonomik kriz ortamı, onu önceleyen siyasal kriz dinamiklerinin sürekliliğini sağlayacaktır. Kriz dinamiklerinin belirlenimi altındaki siyasal süreçlerin bugünden ve bütünüyle öngörülmesi, ilk olarak başlıbaşına krizin varlığı nedeniyle, ikinci olarak da sosyalist hareketin müdahalelerinin kilit bir önem kazanabilecek oluşundan dolayı mümkün değildir (elbette, iddiasını yitirmiş olanlar açısından ikinci neden gündemden düşmektedir).
Türkiye kapitalizmi, kriz sürecinde sınıf mücadelelerini zayıflatacak ekonomik olanaklara sahip olmadığı gibi, ekonomik krizin belirli bir vadede aşılması halinde bile, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin payına yoksullaşmadan başka bir şeyin düşmesi muhtemel değildir.
Türkiye kapitalizmi, 1978’e dek, 1971-73 dönemindeki kısa kesinti dışında, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yaşam standartlarında sürekli bir yükselişi besleyebilmişti. 1960-78 diliminde geleceğe dönük kitlesel beklentiler, sınıfsal mücadelenin arka planındaki önemli dinamikler arasında yer almıştır. Ancak, kitlesel beklentilerin artışı, politizasyonun ve sosyalizmin güncelleşmesinin bir ön koşulu değildir (hatta, aynı beklentiler, devrimci bir sıçramanın engeli haline bile gelebilir). İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yoksulluk koşullarında hayatlarını koruma gayretinin ötesine geçemeyebildikleri son derece doğrudur. Ancak burada belirleyici olan, göreli bir refahtan yoksullaşmaya giden sürecin niteliğidir.
-Kitlelerin 1980’li yıllardaki yılgınlık psikolojisi, yalnızca ekonomik sefalet koşullarına verilen bir karşılık olarak görülemez. 12 Eylül sonrasında işçi ücretlerinin düşürülmesi, sınıfın siyasal bir yenilgiye uğratılması sayesinde gerçekleştirilmiştir. İşçi sınıfının yenilgiyi kabullenmesi de, sınıf mücadelelerinin keskinleştiği kesitin alternatif bir hattı gösteren güçlü bir sol politik odağın yokluğunda yaşanmasının ürünüdür. Darbenin ciddi bir sınıfsal direnişle karşılanamaması, bundan sonraki süreçte burjuvazinin tüm inisiyatifi ele geçirmesini sağlamıştır.
-Türkiye’nin gündeminde, 1960-80 döneminde yaşanandan oldukça farklı bir siyasallaşma süreci bulunmaktadır. İleriye yönelik barutunu büyük oranda tüketmiş olan burjuvazi, toplumsal düzeyde yeni bir siyasallaşma sürecinin olumlu anlamda belirleyen unsurları arasında yer almayacaktır. 1980 sonrasında depolitizasyonda ısrar edilmesi, somut istikrarsızlık dinamiklerinin varlığının yanısıra, Türkiye kapitalizminin önünde 1960’lı yılların sanayileşmesi benzeri bir hamle nesnelliğinin bulunmamasından kaynaklanmıştır.
Depolitizasyon, yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Dünya kapitalizminin bunalımı, kitlesel depolitizasyonu, başta gelişkin kapitalist ülkelerde olmak üzere burjuva egemenliğinin sürdürülmesinin temel dayanakları arasına sokmuştur. Faşizm, çelişkilerin depolitizasyonu kırmaya başladığı çoğu yerde burjuvazi adına devreye sokulabilen tek politizasyon biçimi haline gelmiştir. Sermaye düzeni, karşı-devrimci nitelik taşımayan politizasyon dinamiklerini absorbe etmenin maddi dayanaklarını üretmek açısından ciddi yetersizlikler göstermektedir. İktisadi rasyonelin tekliği yönünde yürütülen ideolojik bombardımanın kaçınılmaz yan etkisi siyasi ayrımların işlevsizleştirilmesi olmuştur. Hem Türkiye’de, hem de dünyada “düzen partisi”nin bu kadar belirginleştiği bir başka dönem yoktur.
Türkiye işçi sınıfının 1980-94 dönemindeki mücadeleleri, ancak, 70’li yılların birikimi ile 1994 arasında görece zayıf bir köprü oluşturabilecek niteliktedir. İşçi sınıfı, siyasi yenilginin ağırlığı altında, 1989’a kadar, yaşam koşullarındaki artan kötüleşmeye rağmen oldukça sessiz bir dönem geçirdi. 1989-90 dönemi, siyasallık düzeyi son derece geri olmakla birlikte, en azından bir ölçüde, sınıfın üretimden gelen gücüne yabancılaşmamasını sağladı. Ama kriz sürecinde ciddi bir sınıfsal kavganın yaşanmaması, işçi sınıfının geçmişin mücadele deneyimlerinden de giderek uzaklaşmasına yol açacaktır.
Güncel gelişmeler, sınıfın mücadeleciliği konusunda olumlu ipuçları barındırınaktadır. Verilecek kavganın etkililiği ve dolayısıyla sınıf hareketinin geleceğine de uzanan kazanından üretme gücünün ölçütü, burjuvazinin Türkiye’ye biçtiği elbisenin ne ölçüde yırtılacağı olacaktır. Bugünkü krizin siyasal boyutları, Kürt dinamiğini dışarıda tutarsak, temel olarak burjuvazinin iç uyum problemlerinden kaynaklanmaktadır. Bugün için, söz konusu problemlerin arkasında ekonomik açmazlar ve çıkar farklılaşmaları yatıyor. Ancak, aynı kriz koşulları, önünde sonunda, burjuvazinin tek bir bütünsel (ekonomik, siyasal ve ideolojik boyutlarıyla) proje etrafında bütünleşmesini dayatacaktır. Böylesi bir projenin önündeki en önemli potansiyel engellerden biri sınıfın kavgasıdır.
SOSYALİST HAREKETİN MİSYONLARI
Sosyalist hareket, henüz, tabloda kendisine yer açma bakımından bir başlangıç noktasının çok ötesinde değildir. Zaten, leninist öznenin oluşum sürecinde kapitalizmin siyasi ve ideolojik çözülüşünü önceleyen bir “yer açma” faaliyetinin başlangıç noktasının çok ötesine geçebileceğini varsaymak doğru değildir. Sosyalist hareketin kendi faaliyet alanını kapitalist toplumun çıkışsızlıklarında tarif etmesinde özel bir sorun bulunmamaktadır.
Dolayısıyla, yazının başında değinmiş olduğumuz hazırlıksızlığı bir donanım ve güç eksiğine indirgemek yanlış olacaktır. Hazırlıksızlık, Türkiye solunun bir bütünlük olarak soyutlanması oranında açığa çıkıyor. Yoksa, sol içindeki farklı özne ve eğilimlerin kriz dönemine girişleri arasında önemli farklılıkların bulunduğunu da söylemek gerekiyor. Sözgelimi, BSA, krizden yararlanmayı düşünmek bir yana, varlığından nesnel olarak rahatsız olanların biraradalığını temsil ediyor. 80’li yılların sonlarında belki bir anlamı olabilecek eklektik birlik projelerini ancak bugün, o da tükenmişliklerinin kabulü sayesinde gerçekleyebilenler açısından, Türkiye kapitalizminin kriz sürecine girmesi, fazlasıyla “erken” bir gelişme. Bu nedenle de, BSA’cıların politik faaliyetleri (olduğu kadarıyla), duran ve perdeleri kapalı bir treni sallamanın ötesine geçmiyor. Aksi uçtan bir örneği ise, yıllardır kriz konjontürü analizi yapanlar oluşturuyor. Bu kesimdekiler de, girdiğimiz sürecin özgüllüğünü kavramak ve bunun bir adım ötesine geçerek dönemin devrimci politikalarını üretmek konusunda ciddi bir sıkıntı çekiyor.
Türkiye solunu bir bütün olarak ele aldığımızda, özellikle “psikolojik hazırlıksızlığın” altını çizmek gerekiyor. Açık ve örtük biçimleriyle marjinalizm, devrim ve iktidar perspektifini kriz koşullarında bile somutlayamama sonucunu vermektedir.
Bu koşullar altında, mütevazi hedeflere saplanmak solun önemli bir kesiminin düştüğü temel bir yanlış olmuştur. Sosyalist hareketin bugünkü eksiklerinin farkında olmakla, politikaları bu eksiklikler üzerine bina etmek arasındaki ayrımın silikleşmesine engel olunmalıdır. Sınıf mücadelelerinin “kenarında” konumlanmayı kabullenmek, sosyalist hareket açısından kendi ölüm fermanını imzalamaktan başka bir anlama gelmeyecektir.
Türkiye sosyalist hareketinin içinde bulunduğumuz dönemdeki siyasal misyonları iki temel eksen üzerinden tarif edilebilir. Birinci eksen, sınıfsal mücadele ve birlik süreçleri içinde, bu süreçlerin örgütlenmesine katkıda bulunan, sınıf hareketinin her an yanında ve önünde bir özne haline gelmek, sınıf ile mekan ve eylem içinde birlikteliği yakalamak olacaktır.
Ancak, sosyalist hareket, devrim perspektifini bu eksende yürüttüğü mücadelelerle güncelleştiremeyecektir. Sınıfın mücadeleye soyunmasının devrimci mücadeleye hazır olmasıyla bir ve aynı şey olmadığını yukarıda tartıştık. Düzen-içi tüm almaşıkların tükendiği noktada sınıfın sosyalizme yakınlaşmak yerine yenilgiyi kabullenmesi son derece muhtemeldir. Dolayısıyla, devrimci bir hattın ülke gündemine sokulması, sınıfın güncel bilinç düzeyini aşan bir siyasal etkinliğin ve hatta mücadelenin belirli evrelerinde sınıfı da nesne olarak alan bir siyasal dayatmacılığın örgütlenmesi, sosyalist mücadelenin ikinci ekseni olmak zorundadır. Bu da, ancak güçlü bir örgütsel odağın yaratılmasıyla sağlanabilir.
Mücadelenin iki ekseninin bu şekilde ayrıştırılmasının sosyalist hareket ile işçi hareketi arasındaki ilişkilerin doğru kavranışı için vazgeçilmez bir temel oluşturduğuna inanıyoruz. Söz konusu ayrıştırma sayesinde, sosyalizm mücadelesinin farklı bileşenlerinin yerli yerine konması mümkün hale gelmektedir. Bu nedenle, tartışmayı bir miktar daha açmak istiyoruz.
Türkiye işçi sınıfı, 5 Nisan’da açılan sömürü paketine tepkisiz kalmadı. Tersine, hükümeti özellikle özelleştirme girişimleri konusunda bazı geri adımlar atmaya da zorlayan yaygın bir hareketlilik yaşandı. Bu arada, sınıfın baskısı sendika bürokrasisini de belirli oranlarda sıkıştırırken, daha “mücadeleci” bir görüntü çizmek zorunda bıraktı. Ancak diğer taraftan da, 5 Nisan’da başlayarak 1 Mayıs’ta tepe noktasına ulaşan süreç, 70’ler sonrasının en kitlesel işçi bayramının ardından düşüşe geçti. Bir aylık mücadele dönemi, sınıf hareketinin zaaf ve eksiklerini bir kez daha gösterdi.
Çok kabaca çizilen bu tablo, kendi başına ele alındığında, ya sağ içerikli bir iyimserliğe, ya da sol içerikli bir kötümserliğe yol açacaktır. Öncülük misyonunu yerine koyamayan sağ bakış, sınıfın hareketlenmesini kendisi açısından yeterli görecek, düşüşün geçici olduğunu ve önümüzdeki dönemde benzer hareketlenmelerin yaşanacağını haklı olarak düşünecektir. Kitlenin hareketi içinde erimenin ötesinde bir perspektife sahip olmayanlar açısından elverişli bir toplumsal iklimin yaşandığı açık. Radikalizmini tek başına sınıfın bugünkü nesnelliğinden türetmeye çalışan sol kesim ise, aynı hareketliliklerde, siyasal geriliği ve kesintili hali görecektir. Dahası, işçi sınıfı, kendi eylemlilikleri içinde bir şekilde yer almaya çalışan sosyalist unsurlara henüz pek sıcak bakmamakta, yer yer hepten dışlayabilmektedir.
Türkiye sosyalist hareketi, sınıfın güncelliğine soğukkanlı bakabilmeli, abartılı iyimserlik ve kötümserliklerden kaçınmalıdır Sınıfa bakarken, olumlu ve olumsuzların bilançosunu çıkarıp hangi tarafın daha kabarık olduğunu saptamak hiç bir işe yaramayacaktır.
Türkiye’de, işçi sınıfı ve özelde büyük işletmelerde çalışan sanayi proletaryası belirli bir oturmuşluğa sahiptir. Bu oturmuşluğu bir nesnellik olarak kavramak gerekiyor. Yoksa, aynı nesnellikten hem olumlu, hem de olumsuz sonuçlar çıkarmak mümkündür. Sözgelimi, birinci kuşak işçilerin oranındaki düşüş ve toplumsal yapının değişim hızındaki yavaşlama sınıfı kuşatan ideolojik bağların güçlenmesine yol açmış, özellikle bir dönemin kır ve kent kültürleri arasında bocalayan ve sol hareketin etkinlik alanına bu sayede giren işçi tipolojisi sınıf içindeki ağırlığını yitirmiştir. Ama diğer yandan da, sınıf hareketinin kolay yön değiştirmesi ve küçük burjuva radikalizminin etkisine girmesi eskisi kadar mümkün değildir. Aynı şekilde, islami hareketin sınıf karşısındaki en önemli dezavantajı da sözü edilen oturmuşluktan kaynaklanmaktadır.
İşçi sınıfının oturmuşluğu ile güçlü sendikal yapılanmalar uyumlu bir birliktelik oluşturmaktadır. Sarı sendikalizmin gücü, tek başına devlet baskısıyla ve hukuki düzenlemelerle açıklanamaz. İşçi sınıfının sendikalarından (daha doğrusu sendikaların yönetim kademelerinden) en genel anlamda “hoşnutsuz” olduğu son derece açık. Ama bu hoşnutsuzluktan sendikal yapıları kökten değiştirecek bir dinamizmin türemesi hiç de kolay değildir. En önemlisi, bugün için, sınıfın geniş kesimlerinim örgütleyecek alternatif bir sendikal yapılanma, “reel” bir olasılık değildir. Devrimci sınıf sendikacılığının kitlesel bir zemine oturması, ancak, sınıf hareketinin ilk dönemlerinde mümkün olmuştur. Bizzat sendika kurma hakkının bir mücadelenin konusu olduğu dönemlerde bu mücadelenin öncülüğünü sosyalist hareketler yapabilmiş, öncü-sendika ilişkilerinin 20. yy.’ın sonlarına doğru “klasik” olmaktan giderek çıkmış olan çerçevesi bu türden dönemlerin ürünü olmuştur. Günümüzün sendikal yapıları ise, sendikal mücadelenin kapitalist düzen sınırları içinde kalma niteliğini çok daha ağırlıklı olarak yansıtmaktadır. İşçi sınıfının güncel taleplerinin karşılanması açısından bakıldığında, sosyalist hareketlerin sınıfa sunabileceği olanaklar gerçekten de sınırlıdır. Aksine, sınıfın somut mücadelelerinde sosyalistlerin “devreye” girmesi, çoğu zaman “işi zorlaştırmaktan” başka pek az şey getirmektedir. Çoğu sosyalist yapının sınıfın hareketlerine “yararlanmacı” bir tarzda yaklaşabilmesi, bu durumun temel nedeni değildir. Böylesi bir olumsuzluk vardır; ama sınıf hareketiyle kurulacak ilişkinin zemini doğru tarif edilemediği sürece, yararlanmacılık görüntüsü niyetlerden bağımsız olarak da açığa çıkmaktadır.
Sınıf hareketi ile sosyalizm arasındaki mesafenin oluşumunda 12 Eylül döneminin depolitizasyonu mutlaka hesaba katılmalıdır. Ama, üzerinde durmuş olduğumuz gibi, depolitizasyon olgusunun bir “özgüllük” olarak görülmesi yanlış olacaktır. Burada bir miktar daha açık bir formülasyona gidilebilir:
Depolitizasyon dinamiği, Türkiye tarihinin belirli bir dönemine damgasını vurmuş geçici bir dinamik olarak görülemez; bu dinamiğin tümden ortadan kalktığı bir nesnellik, devrimci durum dışında, yaşanmayacaktır. Kuşkusuz, sınıfın ve kitlelerin siyasallık derecesinde dönemsel farklılaşmalar görülecektir; ama siyasal (ve siyaset dolayımlı ideolojik) bağlanma dinamiklerinin toplumsal yapının belirleyici bir ögesi haline gelmesi gündem dışıdır. Politizasyon, bundan sonra, kapitalizmin yeniden üretiminin bir bileşeni olmaktan çok, toplumsal yapıda sınıf mücadelelerinin yarattığı çatlakları dolduran bir öge olabilecektir.
Sınıfın, devrimci içeriğinden bağımsız olarak, siyasallaşması, tam da bu çerçevede önem kazanmaktadır. Siyasallaşma, bugünün Türkiyesi’nde, düzen-dışına taşma potansiyalini daha başından içermektedir. Karşı-devrimci siyasallaşmayı tartışmanın dışında bırakırsak, sosyalizmin damgasını taşımayan siyasallaşma süreçlerinin bu ülkedeki sosyalist devrim mücadelesinin vazgeçilmez zeminini oluşturduğunu saptamak gerekiyor.
Sosyalist hareket, sınıfın siyasallaşma süreçlerine katkıda bulunmak zorundadır. Sınıf hareketiyle doğrudan temas alanlarının genişletilmesi bu hedef doğrultusunda zorlanmalıdır. Sınıfla eylemlilikleri içinde kurulan doğrudan bağların güçlendirilmesinin iki temel anlamı bulunmaktadır. Birincisi, sosyalist hareket, uygun araçlarını geliştirebildiği oranda, sınıfın birliğini güçlendirebilecektir. Özellikle sınıfsal dayanışmanın örgütlenmesinde sosyalist hareketin üstlenebileceği misyonlar bulunmaktadır. Türkiye burjuvazisinin temel politikasının sınıf hareketinin farklı bileşenlerini ayrı tutmak olduğu bir dönemde sosyalist hareketin aracılık edeceği sonuç alıcı dayanışma eylemleri kritik bir önem kazanacaktır. İkinci olarak, sosyalist hareket, sınıf nezdindeki imajını, kurduğu sorumlu ilişki tarzıyla da değiştirmeyi hedeflemelidir. Devrimci bir dönemeç noktası, sınıfın tümüyle dışında şekillenen bir odağın müdahaleleriyle alınamaz.
Bu söylenenler, siyasallaştırma ile devrimcileştirme sorunsalları arasındaki açının ortadan kalkması anlamına gelmiyor. Tam tersine ,sınıfın siyasallaşmasının önündeki nesnel engellerin aşılması, belirli bir noktadan sonra, devrimci bir siyasallaşma sürecinin örgütlenmesine bağlı olacaktır. Dahası, bu dar anlamda “yarının” bir sorunu da değildir.
Sosyalist hareketin sınıfla güncel siyasallık düzeyine tabi kalarak kuracağı bağlar, ya likidasyona yol verecek, ya da en iyimser bir ifadeyle devrimci bir sıçramanın önünde engel oluşturacaktır. Özellikle güçlü sendikal yapılarda örgütlü kesimlerle kurulan ilişkilerde hassas bir dengenin gözetilmesi gerekmektedir. Tek başına “sorumlu” tavır, yukarıda da tartıştığımız üzere, bu kesimleri devrimcileştirmek açısından son derece yetersiz bir temel olacaktır. Düzen-içi almaşıkların tükendiği noktada bu kesimlerin mücadeleyi sürdürmesi, ancak, mücadelenin “gerçekçi”liğini somut olarak gösterme gücüne sahip örgütlü bir siyasal odağın varlığına bağlıdır. Diğer yandan, yine değindiğimiz gibi, sosyalist hareketin yaptıklarından (ve yapmadıklarından) bağımsız olarak, sözü edilen kesimlerle kurulabilecek bağların da çok somut sınırları bulunmaktadır.
Türkiye sosyalist hareketinin gözünü dikmesi gereken en önemli kesimlerden biri, güçlü sendikal yapılanmalardan yoksun, işsizlik tehdidini çok daha yakından hisseden ya da işsiz kalmış, genel olarak zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmayan işçiler olmalıdır. İşçi sınıfının bu kesimi bütünsel bir hareketlenme potansiyelini çok fazla barındırmamaktadır. Bu kesimde yer alan işçilerin tümünün sınıf mücadelelerine katılması belki de ancak devrimci durumda mümkün olacak, bu durumda da bütünsel bir hareketlenmeden çok toplumsal kutuplaşma nesnelliği içinde yer edinen parçalı dinamiklerin bir toplamıyla karşılaşılacaktır.
Ancak, özellikle küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşlarının toplu halde bulunduğu ve ekonomik yaşamın belkemiğini oluşturduğu yerelliklerde ekonomik kriz koşullarının yol açacağı yıkım, işçiler ile yerelliğin emekçi ve küçük burjuva kesimleri arasında bir “kader ortaklığı”nın şekillenmesine ve ortak bir hareketlenme dinamiğinin oluşumuna yol verebilmektedir. Sosyalist hareket, bu türden yerel süreçlerde açığa çıkan örgütlülük boşluğuna yanıt üretebildiği oranda söz konusu dinamiklerden beslenebilecektir. Ayrıca, işçi sınıfının sözü edilen “en alt” kesimi, bir bütün olarak örgütlenmeye fazlasıyla uzak olsa da, tekil kazanımlar açısından önemli bir potansiyeli temsil etmektedir. Sosyalist bir siyasal hareketin şekillendirilmesinde söz konusu potansiyel temel bir önem taşıyacaktır. Diğer yandan, partili mücadele çerçevesinde güçlü bir örgütsel zemine oturan bir siyasal hareket, sınıfın aynı kesimini örgütlemeye dönük en elverişli ortamı ifade etmektedir.
Sosyalizm, kendi gündemini, kendi hareketiyle bu ülkeye dayatmak zorunda kalacaktır. “Siyasal hareket” boyutu bu işi görecektir. Kendiliğinden tepkiselliklerin ya sendikal yapılanmalar tarafından soğurulma, ya da örgütsüzlük duvarına çarpması, içinde bulunduğumuz kriz sürecinde, “öncü hareketi”ni öne çıkmaya zorlamaktadır. Sınıf hareketinin eşitsiz gelişimini ve siyasallaşma düzeyindeki düşüklüğü bir nesnellik olarak kabul etmek ve tüm eksiklerine rağmen önemsemek ne kadar gerekliyse, bu nesnelliğin değişiminde öncünün örgütlü siyasal dayatmacılığının da rol oynayacağını kavramak da en az o kadar gereklidir.
Böylece, sosyalist mücadelenin yukarıda tarif ettiğimiz iki ekseni arasındaki denge sorununa geldik. Bunların birbirlerini besleyeceği yeterince açık olmalı. Ancak, devrimci bir siyasal hattın inşasının gerektirdiği çıkışların sınıfın güncel eylemliliğinin siyasal çerçevesini aşan boyutlara sahip olması, “nereye kadar?” sorusunu gündeme getiriyor.
Siyasal dayatmacılığın sınırını çizen, sınıf nezdindeki meşruiyettir. Meşruiyet sınırları aşıldığında, dayatmacılık, sınıf hareketini pasifize ya da paralize etme doğrultusunda işlemeye başlar. Ama diğer taraftan da, meşruiyet, tek başına veri alınacak değil, aynı zamanda siyasal etkinlik aracılığıyla üretilecek olan bir şeydir. Sözü edilen sınırların açığa çıkarılması, siyasal etkinliğin bir parçasıdır. Dolayısıyla, yukarıdaki soruya verilebilecek soyut yanıtların işlevi sınırlı olacaktır.
Bu yazıda, sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasındaki ilişkilere, daha çok kimi soyut doğrular üzerinden bakmış olduk. İkinci yazımızda tartışmalarımızı daha somut hale getirmeye çalışacağız.