Zeki Ökten’in Ses‘i, 80 sonrası Türkiye toplumunun önemli bir gerçeğini perdeye aktarmayı deneyen ilk filmlerden birisi olma niteliğiyle, üzerinde durulması gereken bir sinema olayı. Ses‘ten başka bu sürece farklı yaklaşımları içeren Şerif Ören’in Sen Türkülerini Söyle‘si ve Sinan Çetin’in Prenses‘i ile birlikte, 80 sonrası döneme ilişkin değerlendirmelere edebiyat alanından sonra sinema da katılmış oluyor.
Aslında 80 sonrası döneme yönelik çalışmaların artışını, hem çok doğal hem de zorunlu sayılması gereken bir sürecin parçası olarak değerlendirmeliyiz. Çünkü her yeni dönem, geçmişe ilişkin “yeni” bir bakışla başlar. Her yeni dönem, yaşananların ışığında, tarihe mal olmuş, yakın (ve uzak) geçmişi “yeni” bir kalıba sokar. Yakın geçmişle hesaplaşılmadan yeni bir döneme başlanmasına hiçbir toplumda rastlanmıyor.
Ses asıl olarak altı yıllık hapislik yaşantısından sonra dışarıdaki dünyayı anlamaya ve iletişim kurmaya çalışan bir bireyin ilişkilerini yansıtmayı deniyor. En dikkate değer yanını ise, yıllarca içerde yatmış bireylerin iç dünyasına ve ruhsal yönüne, ek olarak da işkence olgusuna eğilmesi oluşturuyor. Bu yanıyla, toplumun önemli bir kesimi için yok sayılmayacak bir gerçekliğin etkilerini tartışıyor. Bu yüzden Ses‘in birtakım toplum gerçeklerinden en basit görünen sağlık sorunlarına kadar, doğrudan doğruya sıradan insanları ilgilendiren bir dizi sorun karşısında kayıtsızlıkların gözlemlendiği günlerde böylesi hassas bir olguya parmak basmasın, olumlu bir duyarlılık örneği olarak niteleyerek başlamak en doğrusu olur.
Ele aldığı gerçekliği doğrudan anlatmak ve yorumlamaktan çok, düşündürerek vermeye çalışan Ses genellikle sessiz, sakin bir film. Ses‘in “suskun” bir protesto denemesi, olması aslında içinde bulunduğumuz maddi koşullara da oldukça uygunluk gösteriyor. İşlenen temanın gergin ve tedirgin edici içeriğine karşın, birkaç sahnesi dışında genellikle dingin ve yalın bir anlatıma sahip olması ilginç bir yan olarak not edilmeye değer. İşkenceye karşı tutumu sorgulayan ve kısmen “öç almak” gibi tartışılır bir yaklaşımın kapısını açma yanlışına düşen bir filmin “temiz” kalabilmesi küçümsenecek bir başarı değil. Ses zaman zaman ürpertse de izleyiciyi sarsmayan, ağır ağır düşündüren bir film.
Ancak film üzerine yazılanların birleştiği gibi, filmin kendisine ilişkin tartışma yaratan en önemli yanı, belirsiz bir tutumun yansıtıldığı finali. Altı yıl sonra dışarıdaki yaşama ayak basan, “yitik” yıllarının simgesi olarak gördüğü insanın “Benden ne isliyorsun?” sorusuna hiç duraksamadan “gençliğimi” diye karşılık veren bir bireyin o insana karşı finaldeki kararsız belirsiz ve açık olmayan tutumu.
Burada Ses, işkence olgusuna el atmasıyla hakkettiği başarıya gölge düşürüyor. Zeki Ökten’in bireyinin isminin olmayışı, aile çevresine ve geçmişine kendisini içeriye düşüren olaylara, hatta bir iki kısa anlatım dışında içerde geçirdiği yıllara bile hiç atıf yapılmaması, geçmişi silik bir bireymiş gibi aktarılması, finaldeki tüm davranışlarını soyut bırakan ciddi bir eksiklik. Bu nedenledir ki izleyici, “gençliğini isteyen” bireyin finalde neden sallantılı bir tutum takındığı konusunda hiçbir ipucu alamıyor. Dolayısıyla isimsiz kahramanın sallantılı tutumunun neden değiştiği, doğruluğu yanlışlığı çağrıştırdığı çok kaba “kısasa kısas” motifinin neden somut insanlık ideallerine yakışmadığı karanlıkta kalıyor. Öç almanın işaretlerini taşıyan bu tutumun son anda terkedilmesi bile, bu soyut yaklaşımın içerdiği kararsızlığı ve belirsizliği silemiyor.
Ses in bu noktada üzerine düşeni yerine getirmesi, sadece düşündürme ve tartıştırma işlevleri söz konusu olduğunda mümkün. Gerçekten de Ses bireyin, işkencenin bıraktığı maddi ve psikolojik etkilerin yol açtığı tepkilerle kendi hümanizması arasındaki gitgelleri öne çıkarır ve aslında bu kararsız ele alış, genel bir eğilim olarak var olan farklı yaklaşımlardan kopuk değildir. İşkenceyi lanetlemekte herkes hemfikir olabilirken, genel olarak “şiddet” konusunda böyle bir fikir birliği bulunmadığı açıktır. İşte Ses bu farklılıkları açığa çıkarabilecek bir sorgulamayı içeriyor. En azından şöyle bir soru sorduruyor: ” Siz, bir dağın tepesinde, karşınızda öyle bağlanmış durumdaki o insanla başbaşa kalsanız ve o insanın kaderi tamamen sizin elinizde olsa ne yapardınız?…”
Ancak ben finaldeki bu belirsizliği, filmin değerini azaltmakla birlikte çok önemli bir kusur olarak görmüyorum. Başarılı bir film, kanımca her zaman doğru bir bakış açısına, başlı başına açık ve kesin bir mesaja sahip olmak zorunda değil. Sinemanın her şeyden önce görsel bir sanat olduğunu sanat ile siyaset arasında birebir özdeşlik kurmanın yanlış olacağını hatırladığımızda, içeriği bakımından “siyasal sinema” kategorisi içine sokulabilecek bir film bile, açık bir bildiri sunmadan da başarılı olabilir. Zaten Ses‘in açık ve net bir mesaja sahip olmasa da olumlu bir deneme olmasını işlenen temalara karşı izleyicinin beyninde tartışma yaratabilmesine bağlıyorum. Ses‘i öncelikle bu açıdan başarılı bir film sayıyorum. Hem bir birey olarak izleyeni izledikçe düşündüren, el attığı sorunları beyninde yorumlamasını ve yargılamasını motive eden, hem de toplumda açık bir tartışma zemini hazırlayan bir filmin, açık ve kesin mesajlar ileten filmlerden “daha değersiz” olmadığını düşünüyorum.
İkinci olarak, Ses‘in yıllarca içerde yatmış bireyin içerde geçirdiği yıllarına nasıl yaklaştığını ele almas,ı öncelikle tartışılmaya değer. Burada Zeki Ökten’in, “gençliğini isteyen” bireyinin bu yılları “yitik yıllar” olarak değerlendirmesin, 70li yıllar kuşağını “yitik kuşak” gören değerlendirmeler kadar fantezi saydığımı belirtmek istiyorum.
Ancak bunun yanında, içerde geçirilen yılların bu bireylerde bir “yaşanmamışlık duygusu” bıraktığı gerçeğinin de altını çizmek gerek. İçerdeki birey, bu yılları bir anlamıyla “yaşanmamış yıllar” olarak değerlendirir. Buna bağlı olarak, içerde yaşayan bir insanın dışardaki yaşama ve dışarının ilişkilerine özlemi giderek artar. Bunun altında yatan neden, belirttiğim bu yaşanmamışlık duygusudur. (Ne var ki bu duyguyu salt hapislik yaşantısına özgü bir olay olarak görmek de yanlıştır; çünkü içerde olsun dışarıda olsun her insan yaşanmamış bir şeylerin eksikliğini duyar ve bundan etkilenir.) Her bireyde aynı izler bırakması ve aynı derecede güçlü etkiler uyandırması söz konusu olmayan bu duygu, ancak bir soyutlama olarak anlam taşıyabilir. Çünkü o yıllar, katı yaşam pratiğine vurduğumuzda elbette yaşanmıştır; “eksik” yaşanmıştır, “sınırlı” yaşanmıştır, ama yaşanmıştır. Bu yılları “yitik yıllar” sayıp saymamak ise, asıl olarak bireyin yaşama değin tutumunu ve bakış açısını ilgilendiren bir ayrımdır.
Bu neyi içerir? Bir insanın geçmişi, deyim uygun düşerse, kendi “tarihi”dir. Yapılmasına şu ya da bu oranda katılmış olduğu toplum tarihinin tikel bir parçasıdır. Bu yılların içerde ya da dışarıda geçirilmiş olması bu gerçeği değiştirmez. Hatta bizde, son yılların cezaevleri gerçeğini gözönüne aldığımızda bu daha çok böyledir.
Geleceğe bakışımız bir anlamıyla geçmişe yaklaşımımızda yansıyacağı için, insanın kendi tarihini küçümsemesi ya da reddetmesi, kendi benliğini, varoluşunu ve gelişme sürecini, yani bizzat kendi yaşamının bir parçasını yaşamdan silip çıkarması anlamına gelir. Geçmişte yaşadıklarımızı tamamen yadsımak ve “yitik yıllar” olarak görmek, içerden çıktıktan sonra “kaybolmuş bir gençliği” aramak, bu anlamıyla kendi tarihinde bir kesinti yaratmak, kendini inkâra varır. Kendini inkâr, mutlak nedamet getirme biçiminde görünmek zorunda değildir. Doğrusuyla yanlışıyla geçmişine bir bütün olarak sahip çıkma tutumunu benimsemeyen, o “güzel” yıllardaki içten çabalarını “fesat kaynağı” olarak görme eğilimine biat eden insanların sağlıklı bir zeminde durmaları söz konusu olamaz.
Geçmişimizi ve bugünü anlamak sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek ve gerekli dersleri ayıklayarak geçmişi “aşmak” için ilk önkoşul, geçmişimize ve tarihimize eleştirel ama sevecen bir açıdan bakabilmektir. Geçmişimizi sevmeden kendimizi sevmemiz, bugüne ve geleceğe ilişkin insani, anlamlı ve umutlu bir değerler bütününe sahip olmamız mümkün olmayacaktır.
Yaşam, hapiste de olsa bizim yaşamımızdır. Dolayısıyla yaşamımıza bakış kendimize bakıştır. Hazır olmadığı bir hapislik yaşantısıyla kütlesel biçimde karşı karşıya kalan 70’li yıllar kuşağı, bir bütün olarak, ancak 80 sonrası çok yönlü bir “yalnızlık” sürecine girdikten sonra kendine bakabildi. Ancak ondan sonradır ki çok şeyi kendi beyniyle yargıladı, karar aldı ve uyguladı: Aslında bu bile, bizzat yaşamın dayatmasının ürünü olan önemli bir değişimdi. İnsanı kendi kendisi ile başbaşa bırakan, çoğun kendisiyle barışık olmayan insanların yoğun iç hesaplaşmalarını keskinleştiren, bunun yıpratıcı etkilerini derinden hissettiren, kişiliğin özünü zorlayan ve bazen tehlikeli sonuçlar doğurabilen bu çok boyutlu “yalnızlığı” aşabilmenin en radikal yolu, bireyin kendi beni üzerinde çok ciddi çalışmasıydı; ama bunu yapacak güç genellikle yetersizdi.
Ne kadar eksik ve sınırlı yaşanmış da olsa içerde “yalnız” geçirilen yıllar, aslında bireyin gelişiminde ve yaşama bakış açısında çok zengin bir deneyim ve birikim sağlama potansiyeline sahiptir. Gerçekten de hapislik yaşantısı, apayrı bir yaşam tarzı olarak, gerek bu insanlar, gerek sonraki kuşaklar için önemli ama henüz işlenmemiş ham bir dersler yığını bıraktı. Hapiste geçirilen bu yılları “yitik yıllar” olarak değil de, birey olarak gelişimimize ve yaşam çizgimize bir şeyler katan, biçim veren, zenginleştiren içerikte yıllar olarak değerlendirdiğimizde, bu yılları “sevgiyle anmak” hiç de anlaşılmaz olmaz. Ancak geçmişimize, yanılgılarımıza, acemiliklerimize ve başarısızlıklarımıza “sevgiyle” yaklaşmayı vurgularken, elbette bunu geçmişe dönmek için dayanılmaz bir istek ya da özlem duyduğumuzdan dolayı yapmayacak nostalji tuzağına düşmeyeceğiz. Ses‘in “gençliğini arayan” bireyi gibi gerçek yaşamda karşılığı olmayan hülyalar peşinde koşmayacağız. Sadece geleceğin yaşadıklarımız üzerinde yükselebileceğini düşüneceğiz.
Filmle ilgili üçüncü tartışmak istediğim konu, içerdeki bireyin altı yıllık uzaklıktan sonra dışarıya çıktığı zamanki ruhsal durumunu yansıtan, girdiği ilişkilerdeki “edilgen” tutumu. Ses bir bakıma, dışarıya çıkan insanın edilgen tutumunu, şaşkınlığın, yabancılığını ve izleyiciliğini, bu anlamıyla (yönetmenin kendi iradesiyle neyi nasıl vermek istediğinden bağımsız bir olgu olarak) geçmişte kalmışlığını yansıtıyor.
Bu olguyu, göze çarpan oyunuyla oldukça başarılı bir kompozisyon çizdiğini düşündüğüm Nur Sürer sanırım eksik yorumluyor. Bence içerden çıkan bireyin ruhsal durumu genel bir perspektif içinde tartışılmalı. Nur Sürer’in Yeni Gündem‘de filmin en çağdaş yanı olarak “kadının yol göstericiliğini yüklenmesi”1 temasının üstünde durması kanımca yanlış bir saptama olmakla birlikte tartışmayı kolaylaştırıyor.
Nur Sürer’in bu sözlerini okuduğumda, filmi izlerken dikkatimi çeken, ancak filmin akışı içindeki genel temayla birleştiremediğim için sıradan bir diyalog olduğu sonucuna vardığım bir bölümü hatırladım. Eski, terkedilmiş evlere çıkarlarken Zeki Ökten’in “gençliğini arayan” bireyi ile, “yol gösterici” Selmin arasında geçen bir diyalog.”Gençliğini arayan” bireyimizin “yol göstericisi “ne “benim kılavuzum sensin” dediği bu diyalog, tabii şimdi, Nur Sürer’in sözleriyle birleştirildiğinde anlamlı bir mesaj taşıyan sözler olarak görünüyor. Ancak bir bütün olarak filmin genel akışına yansıtılamadığını düşündüğümden ses ile görüntünün uyumsuzluğunu anlatan bir örnek.
Bunu söylerken kadın rolü ile ilgili herhangi bir yorumu çok daha kapsamlı çalışmaları hakeden bu konuyu, bu yazının sınırlı çerçevesi içine alamıyorum. Yalnızca toplumumuzun kadının yol göstericiliğine de sadece sinemada değil, toplum yaşamımızın her alanında belirli bir gereksinim duyduğunu belirterek geçmek istiyorum. Bunun yanında, Zeki Ökten’in “kılavuz” olmayı bırakmış isimsiz bireyinde hırs tutku ve coşku yokluğu da dikkat çekiyor.
Oysa hırs ve tutku hafifliğin ve hiçliğin felsefesini yapan Kundera’nın best-seller olduğu bir ortamda gerçekten az bulunur bir nimet. Ancak yine şu anda gerçek yaşamda, Ses’ in isimsiz bireyi ile Selmin’in simgelediği kişiler arasındaki ilişkileri belirleyebilecek olgular ağırlıkla bunlar değil.
İçerden çıkan bireyin izleyici ve edilgen tavrı da tuhaf ve abartılı gelebilir. Ama bu edilgen çizilmiş kişiliğin abartılı bir portre olduğunu sanmıyorum. Tam tersine, bu tutumda gerçeklik payı olduğunu, bu tür bir edilgenliğin yıllarca yatıp dışarı çıkan onbinlerce insanın ortaya koyduğu ortalama bir davranış tarzı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden bence Selmin rolünün Zeki Ökten’in isimsiz bireyinden daha atak olarak öne çıkması, özgün bir tarzda kadının rolünden çok, içerde yatan bireylerin 70’li yıllardan itibaren yarattıkları kendilerine özgü tipolojiden kaynaklanır.
İçerden çıkan bireylerin “değişmiş” yaşam karşısındaki yabancılığı, psikolojisinde ve davranışlarında içerili edilgenliği, köklerini çok yönlü tabular ortasında yaşamış, kişiliğini güçlü yapay zırhlarla baskı altına almış, hep bir yerlerden vahiy beklemenin kendilerini edilgen kılan çemberini yaramamış, edindiği yaşam terbiyesiyle kendi yaşamı üzerinde bile son karar sahibi olamamış ve en önemlisi kendisinin de bir “değer” olduğunu kavramamış bir insan tipinde bulur. Bu edilgenlik, tarihin öznesi olmaya soyunan “seçkin” insanların, kendi yaşamlarının bile öznesi olamadıkları bir ilişkiler ağının – elbette geçici- dramıdır. Kendi kişiliğine karşı son derece baskıcı, yıkıcı ve acımasız davranmış bir kuşağın böylesi bir edilgenliğe düşmesi şaşırtıcı değildir. Diyebilirim ki, yıllardır öncü olma iddiası ve misyonu ile hareket etmiş, davranışlarını bu inancın belirlediği bir kuşak için “kılavuz” ve kimlik arayışı bugün nesnel bir süreçtir. Selmin’i “gençliğini kaybetmiş” birey karşısında atak gösteren nedenleri buralarda aramak gerekir.
Bağlarken evet Ses yetersiz bir film sayılabilir ve kuşkusuz daha iyisi yapılabilir. Ama yeryüzünde daha iyisi yapılamayacak bir iş var mıdır? Gerçek yaşamda karşılığı bulunmayan böyle mükemmellik arayışları yerine, Ses’ in eksiklerini ve bu eksiklerini yaratan koşulları irdelemeye çalışmak daha akla yatkın bir yaklaşım olmaz mı?
Ses’i başarılı bir film sayıp saymamak, Ses’i yaratan maddi koşullardan ayrı düşünülemez. Türkiye sinemasının ürettiği az sayıdaki nitelikli filmlerden bazısına damgasını vurmuş yönetmen Ali Özgentürk’ün “Bugüne dek hiçbir yönetmen arkadaşımın kafasında tasarladığı filmi tam olarak gerçekleştiremediği kanısındayım”2 sözlerinin bu noktada aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum. İçeriğin zenginliğini ve mesajın açıklığının sınırlarını yalnız yönetmenin iradesi değil, ama yönetmenin de davranışlarını belirleyen ve koşullandıran maddi ortam çizer. Ayrıca sorulacak “87 Türkiye’sinde Arkadaş gibi bir film yapmanın maddi ve manevi koşulları var mıdır?” sorusunun bu açıklığı daha da pekiştireceğini sanıyorum. Türkiyede en nitelikli filmlerin ağırlıklı olarak 76-80 yılları arasında çevrilmesi, sıradan bir rastlantı değildir.
En temelinden iki faktörü, birincisi Arkadaş‘ın yapıldığı maddi ortam ile Ses ve diğerlerinin yapıldığı maddi ortamı karşılaştırdığımızda, ikincisi ise Ses’in oto-sansürünü dikkate aldığımızda, filme önemli bir hoşgörü payı ile yaklaşmanın, buna bağlı olarak da filmin tartışmaya teşvik eden yönüne daha fazla ilgi göstermenin gerekliliği ortaya çıkar.
Ses, günümüz Türkiyesinin psikolojik ortamında “sınırlılığı” anlaşılabilir bir filmidir. Bu “sınırlılığı” hoşgörü ile karşılayarak Ses‘e kayıtsız kalmayalım.