İsa’nın doğumu tarihçilerin insan uygarlığının katettiği mesafeyi tanımlarken bir ayrım noktası koymalarını sağladı ve tarih bu ayrım noktası ölçüt alınarak iki parçaya bölündü: Milattan Önce, Milattan Sonra. Başka bir ifadeyle İsa’dan Önce, İsa’dan Sonra.
Milat öncesi insanlığın kanlı ve karanlık yıllarını ifade eder. Milat sonrası iyiye, güzele, doğruya ve haklıya doğru atılan adımların sayılabilir hale geldiği bir dönemi ayrıştırmak için kullanılır.
Bu yazıya başlangıç olarak seçilen cümlelerin bunlar olması şaşırtıcı gelebilir. Bunun bir önemi yok. İnsan uygarlığının miladını İsa’nın doğduğu tarihe mal etmek gibi bir saflık gösterisi yapacak durumumuz yok. Amacım milat diye tasvir edilen şeyin ve öncesi-sonrası ayrımının ne ile açıklandığını gözler önüne sermek ve konumuza böyle bir ayrımla girmek.
Evet insanlığın bir miladı var; İsa’nın dünyaya gözlerini açtığı tarih değil bu. Ortaçağ karanlığının rahminden doğan o büyük aydınlıktan söz ediyorum. Yani Rönesans’tan… Yani “yeniden doğuş”tan…
Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da açılan bilim ve sanat çığırının adı olup temelinde matbaanın bulunması, Bizans’ın fethi sonrasında Avrupalıların Doğu’ya gidecek başka yollar aramaları ve yeni yeni ülkeler keşfetmeleri vardır. Ticaret hızla gelişmiş, gelişen ticaretle atbaşı giden sömürü ve talan, Avrupa’nın her alanda hızla ilerlemesine ve sanatçıların bilim insanlarının daha rahat koşullarda yaşamalarına olanak tanımıştır.
Konumuzla ilgili olan kısmı biraz açmak istiyorum.
Daha öncesinde bir biçimde “aydın” kategorisine sokulabilecek unsurlar ya kilisenin ya da devletin kanatları altında ve onların kesin kontrolüne girmiş durumdaydılar. Daha da önemlisi kilisenin “aydın”ları papaz, ruhani lider, din bilgini; devletin “aydın”ları ise vezir, komutan, devlet erkanı statüsünde var olabilmekte ve her biri altında olduğu kanatların birer “tereği” olarak özetlenebilecek “ayrılmazlık”, iç içelik haline mahkumdular.
Feodalitenin en iyi ve tipik örgütlenmesi olan üniversitelerin, üniversitedeki aydınların durumu da pek farklı değil; sadece bütünün parçası olma vasfı, devlet yahut kiliseyle arasındaki bağ biraz daha dolayımlı ve karmaşık o kadar (ilk bakışta bu vasıf üniversitedeki aydınların ilk elden “özgürleşen” aydın kesim oldukları gibi bir yargıyı akla getiriyor. Doğru değil. Tersine dini kurumlarla arasındaki göbek bağını koparmayı başaran üniversitedeki aydınlar, istisnalar bir yana, devlete bağımlı, devletten maaş alan, güdümlü aydınlar olmak fiilini bugüne kadar aşamamışlar ve burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren burjuva devletin vazgeçilmez ve güvenilir “kurmayları” olmuşlardır).
Üçüncü bir kategori olarak “halk tipi aydın” sayılabilir. Çok fazla değinmeyeceğim. Aşina olduğumuz bir şey çünkü. Örnek: Karacaoğlan, Dadaloğlu vs… Önemli not olarak, bu kategorideki aydınların geleneksel kültürü temsil ettiği ve oluşturduğu düşülebilir.
Sanatın alınan satılan ısmarlanan bir meta haline gelmesi; bilim kollarının ticari ve sınai, bizzat üretim/tüketim eylemini geliştiren “icatlar” ile sonuçlanması aydınların kilisenin ve devletin himayesinden kurtularak özgürleşmeleri sürecinde önemli kilometre taşları olmuşlardır.
Tekrar başa dönersek; Rönesans önce İtalya’da başladı. 14. yüzyılda hızlanan “yenileşme” 15.yüzyılda doruğuna tırmanmış ve özellikle resim ve heykelde billurlaşarak Bruneleschi, Donatello, Massacio, Giotta ve daha başka sanatçıların kişiliğinde kimliğini bulmaya; Ariosto, Tasso, Machiavelli gibi yazarların öncülüğünde yaygınlaşmaya başlamıştır. Ve Michelangelo, Rafaello, Tiziano İtalyadaki Rönesans sanatını en parlak noktaya taşımışlardır.
Fransız Rönesansı İtalya’dan sonra başladı. Bilimde araştırma ve eleştirinin doğması ve College de France’nin kurulması, hümanizm akımını tam anlamıyla geliştirdi. 15.yüzyılda Villon, 16.yüzyılda Ronsard, Marot gibi şairler; Montaigne, Calvin gibi yazarlar dönemin görkemini anlatmaya yeterlidir.
16.yüzyıl İngiltere’de de Rönesans fırtınasının ortalığı kasıp kavurduğuna tanıklık etti.
Rönesans Almanya’da daha çok felsefe ve bilim alanında kendini göstermiş, bu da hümanizmin en fazla Almanya’da serpilip boy vermesine yol açmıştır. Luther’in öncülüğünde gelişen ve dinde ıslahatı; kilisenin insanlar üzerindeki baskı ve tahakkümünü kırmayı ve onu Tanrı ile Kul arasından çıkarıp atmayı hedefleyen “reform hareketi”, Almanya’nın yıldızının hızla parlamasını sağlamıştır.
Rönesans, insan uygarlığının gerçek miladıdır. Rönesans ile birlikte bilim, felsefe, siyaset, kültür sanat ve bizzat insanın kendisi özgürleşip karanlığın tahakkümünden kurtulmuş ve insanlığın büyük yürüyüşünde sayılabilir adımları müjdeleyen yepyeni bir ufuk açılmıştır…
Örnekler sıralamak mümkün. Birkaçıyla yetinmek hem daha yararlı hem konumuz açısından hayati önem taşıyor. Sayıyorum:
Geleneksel örgütlenme modelleri hızla çözülmeye, değişip dönüşmeye ve yerlerini yeni tip örgütlenmelere bırakmaya başlamış, halk tipi aydın hızla bir ara tabakaya; sözlü ve geleneksel kültür ise bir “alt kültür” olmaya doğru evrilmiştir.
Öne fırlayan aydın kesim çözülen değişip dönüşen geleneksel yapıların içerisinden çıkmış ve halk ile arasındaki mesafe kısalmıştır. Başka bir ifade ile; devlet erkanı dinsel ideolojinin taşıyıcısı sanatsal ideolojik üretim ve faaliyeti kontrol altında tutulan ve “eğlendirmek uyutmak korkutmak” ile sınırlanan herhangi bir dalda ortaya koyduğu ürünleri sadece o dalın geçmiş birikimiyle değerlendiren ve kendi alanı dışında söz sahibi olmayan aydınlar, Rönesans ile birlikte bütün üretimlerini toplumsal olana göre ayarlayan ve toplumsal gelişmeyi hızlandırmak için bilim siyaset ve felsefeyle haşır neşir hatta sınıf mücadelelerine direkt olarak katılan insanlar haline gelmişlerdir.
Rönesans aydınlara sadece ilgili oldukları alanların değil, bizzat siyasetin de taşıyıcıları olma vasfını kazandırmıştır. Öyle ki aydınlar kendi alanlarından daha da fazla siyasete ve kendiliğinden gelişen toplumsal olaylara önderlik etme işlevine oturmuşlar ve asli faaliyetlerini resmen değil ama fiilen siyasetle tanımlamışlardır. Ne zamana kadar… Bu soruya yanıt vermeden evvel iki noktanın altını çizmek istiyorum:
1) Rönesans aynı zamanda burjuvazinin de toplumsal sahneye çıkışının miladıdır.
2) Sosyalizm Rönesans’ın en küçük çocuğudur. Bu iki sınıf yani burjuvazi ve proletarya ve toplumsal sistemler olarak kapitalizm ve sosyalizm insanlığın miladına işaret eder. Burjuvazinin doğuşu proletaryayı müjdelemiş ve bu iki sınıf insanlık tarihinde çatışan-çekişen son sınıflar olmaya doğru hızla evrilmişlerdir. Bu evrimin dönüm noktası şüphesiz bilimsel sosyalizmin ayakları üzerinde doğrulması ve ekonomiden politikaya, tarihten, bilim ve sanata varıncaya kadar baş aşağı duran insanlık tarihini bütünsellik içerisinde yeniden ve doğru olarak tanımlayıp efendi-köle ezen-ezilen sömüren-sömürülen ilişkisinin olmadığı bir dünyaya komünist topluma uzanan yolu göstermesidir.
Devrimciliğini çok kısa sürede bir köşeye fırlatıp atan burjuvazi ile onun yarattığı değerleri içselleştirip dönüştüren ve aşan, böylelikle insanlık tarihinde son devrimci sınıf olma özelliğine ulaşan proletarya arasındaki son kanlı kavga, yeni bir dönemi de açmıştır: Emekle sermaye arasındaki çelişkinin temel çelişki olarak ağırlığını gittikçe arttırdığı ve her şeye ama her şeye damgasını vurduğu “sosyalizme geçiş çağı”…
Yukarıdaki soruyu yanıtlamak şimdi daha kolay: Aydınların siyaset sahnesinde kapladıkları yer, Fransız İhtilali ile birlikte doruğa çıkmış, Fransız ihtilali aynı zamanda düşüşün başlangıcı olmuş ve bilimsel sosyalizmin doğuşuyla birlikte aydınların siyasal cazibeleri sönmeye yüz tutmuştur. Ve Ekim Devrimi aydınları büyük oranda kendi alanlarına yani ideolojik-kültürel üretime geri döndürmüştür.
Fransız İhtilali ve Paris Komünü ama özellikle Ekim Devrimi siyasal mücadeleyi, toplumsal olayları, örgütlü güçlerin, devrimci öznelerin önderliğinde sürdürmeyi, başarının biricik anahtarı olarak insanlığın hafızasına kaydetmiştir…
Çok önemli bir nokta daha var: Bolşevikler öznenin kendisini bir aydın hareketi haline getirmişlerdir. Daha açık ve yaygın ifade ile: Komünist Partisi bir aydınlar örgütüdür…
Pek çok şeyi atlamayı tercih ederek yazıldı yukarıdaki satırlar.
Amaç bundan sonrasına ışık tutacak tarihsel gelişmenin ana hatlarını ortaya koymaktı.
Boşlukların okuyucu tarafından tamamlanacağını umut ediyorum.
Aydın Kime Denir?
Aydın tarifi üzerine söylenenler toplandığında herhalde bir kütüphane kurmak mümkün olurdu. Biz çok önemli iki tanıma dikkat çekerek yolumuzu bulabiliriz diye düşünüyorum.
1) Aydın çağından sorumlu olan insandır
2) Aydın çağının tanığıdır
Bu tanımlar eksiklidir. Komünistlerin bu konuda söyleyecekleri, yukarıdaki her iki maddeyi de kapsayan ve aşan bir anlam taşıyacak:
Aydın sınıf aidiyeti ölçüsünde çağından sorumlu olan, sınıfsal konumuna göre çağına tanıklık eden ve çağındaki sınıf mücadelesinde taraf olan; bütün bu görevleri ideolojik üretimle yerine getiren, ancak bu üretimle nesnelliği değiştirmeye muktedir olamayan insandır.
Aydının açmazı ve onu vareden ana çelişki buradadır. İdeolojik üretim mutlak ve mutlak toplumsal bir zemine ihtiyaç duyar ve bu zemin tarafından belirlenir. İnsanlığın çocukluk evresinde, Antik Çağ’da sanatçı ve düşünürlerin yarattığı görkemli sanatsal-ideolojik değerler bugünkü gibi bir toplumsal zeminden beslenmemiş ve bu zemin tarafından belirlenmemiş tersine dinsel motiflerle (tanrıların insan suretinde resmedildiği insanlarla evlendiği hatta onları baştan çıkararak yarıtanrı çocuklar ihsan ettiği dinlerdir bunlar) mitlerle büyük ölçüde de kişinin hayal gücü ile vücut bulmuştur. Ancak eski Yunan ve Roma düşüncesinin temelinde hayatın hakkını vermek, insanca yaşamak, bu dünyanın “tek mekân”; hayatın ve insanın ise kutsal olduğu temaları vardı (Rönesans bu düşünceye tekrar dönüşü ve yeniden doğuşu ifade eder). Bu yüzden Antik Çağ’da yaratılan ideolojik değerler tekrarlanması ve taklidi mümkün olmayan ürünler haline gelmiş değiştirilemez bir özellik arz etmiştir. Daha da önemlisi bugünün aydınına bir çocuğun saf yalın düşünce ve eylemini miras olarak bırakmıştır.
Çocuklar haksızlıklara tahammül edemez. Çocuklar sevgide, kederde, oyunda, kavgada sınır tanımazlar.
Bu dünyada en zor iş çocuk olmaktır.
Aydının değiştirmeye muktedir olmadığı toplumsal nesnellik, onu bu nesnelliği değiştirmeye aday güç ve iktidar arayışlarına yöneltmiş, kişiliğini eritecek bu yönelimi kendinden önceki sanatsal-ideolojik değer ve estetik kaygıları soyutlama ve yeniden üretimle kurduğu gerçeklik sayesinde aşarak dengelemeye çalışmıştır. Sürekli bir gerginlik ve durmaksızın yeniden yeniden inşa edilmesi gereken iki ucu keskin bir denge…
Aydınlar siyasal olarak iktidarsız, ideolojik olarak doğurgandırlar. Ve doğum yapabilmeleri için siyasal olarak “döllenmeleri” şarttır.
Rönesans sonrası aydınların bütün ideolojik üretimi toplumsal bir zemine basmış ondan beslenmiş ve onun tarafından belirlenmiştir. İdeolojik üretimde bulunan aydının karmaşık bir faaliyeti vardır. Öncelikle toplumsal zemini tanıyacaktır.
Tanımak için bilimle siyasetle felsefeyle ilgilenmek gerekiyor…
O zeminden beslenmesi şart.
Beslenmek içinde bulunmaya zorluyor…
Ve bütün bunları yapmak demek; belirlenmek, bağlanmak, kısıtlanmak hatta kaybolmak ve körelmek demektir… Bir çocuk için cehennem azabı…
Aydının bir zorunluluğu daha var. İdeolojik-sanatsal üretimini kendinden önceki üretimle bağlantılandırmak ve sürekliliği garanti altına almak. Yani ikinci bir zemin. Bilmesi, içinde olması, beslenmesi gereken; belirlenmekten kurtulamayacağı sanatsal-ideolojik bir zemin… Aydının üretimine yön veren temel etkenler bunlardır.
Kısa bir geri dönüş yapmak gerekiyor. Rönesans ile başlayan ve Fransız İhtilali ile doruğa tırmanan siyasal-ideolojik-toplumsal süreç insanlığın o güne dek gördüğü en devrimci, en ilerici ve en sağlıklı meyveleri vermiş ve aydınlar “iflah olmaz” bir illete tutulmuşlardır: İlerici, devrimci olma zorunluluğu.
Bu genel hatlardan sonra ikinci bir aydın kategorisine geçmek gerekiyor. Ekim Devrimi’ni yaratan ve Ekim Devrimi tarafından yoğrulan bir aydın. Örgütlü mücadelenin taşıyıcısı ve üreticisi: Komünist birey.
İlk kategoride olduğu gibi burada da genel bir tanıma gitmek yararlı ve mümkün.
Komünist birey, sınıf kökeni ne olursa olsun, insanlığın yarattığı tüm devrimci değerlerden beslenip onlardan hız alarak; bilimsel sosyalizmin rehberliğinde, sorumlu olduğu ve tanıklık ettiği çağını değiştirmeye and içmiş ve doğal bir biçimde çağındaki sınıf mücadelelerinde taraf olan ve bütün bu görevleri örgütlü siyasal-ideolojik mücadeleyle yerine getireceğini bilen insandır.
Komünist birey tamamıyla toplumsal nesnellik tarafından belirlenmez. Nesnellikle ilişkisinde tek yanlı bir ilişki yoktur. Bir yandan nesnelliğin belirlenimi altındayken öte yandan onu değiştirmek ve dönüştürmek arayışındadır. Kendinden önceki siyasal-ideolojik miras ve değerlere (bunlar sınıflı toplum perspektifini aşamayan değerlerdir) mahkûm değildir. Tam tersine onlardan köklü bir kopuş gerçekleştirmiş ve yüzünü sınıfsız bir toplum yaratma ülküsüne dönmüştür.
Komünist birey aydın kategorisinde yer almakla birlikte, aydın kimlikten köklü bir kopuşu da simgeler.
Asli işi dünyayı değiştirmektir.
Sınıfsal kökeni, proletaryanın safında olmak dışında, yoktur.
Ancak örgütlü bir mücadelenin içerisinde, komünist kimliğini koruyabilir.
Dünyayı değiştirmek, nesnelliğe teslim olmamak için biricik yolu vardır:
Bağımsızlığını korumak…
Komünist bireyi daha anlaşılır kılmak ancak onun mücadele aracına, partisine bakmakla mümkün. Bu partiyi diğer partilerden ayıran bazı temel hususlar vardır. Sıralarsak;
-Burjuva sınıfından ve toplumun hemen bütün kesimlerini değişik derecelerde etkisi altında tutan, burjuva ideolojisinden bağımsızlık; bu bağımsızlığın siyasal ve örgütsel araçlarının yaratılması…
-Proletaryayı burjuvazinin tahakkümünden kurtarmak için kesintisiz bir mücadele yürütmek ve bunun ancak siyasal erkin alınması ve arkasından toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi ile mümkün olduğunu bilmek
-Geleceğin insanlarına ait değerleri bu günden örmeye ve içkinleştirmeye çalışmak.
Biliyorum yeterli değil. Yeterli olmasını beklemek kütüphaneler dolusu kitaba haksızlık etmek olur. Konumuzla yakından ilgili maddeleri seçmemin bir sebebi var. Ciddi ve ölümcül bir sebep.
Komünist Parti bağımsızlığını tek şey ile sağlayabilir: İdeolojik donanım. İnsanlığın uzun yürüyüşünde biriken evrensel değerler, bu donanımın en sağlam unsurlarını oluşturmakla birlikte, tek başlarına yeterli olmamaktadırlar. Ve Komünist Partisi kendi varlığının temelinde yer alan evrensel değerleri, yerel renklerle harmanlamak ve topluma siyasal araçlarla bunları özümsetmek zorundadır. Böylesi bir besleme mutlaka partinin karşı beslenme kanallarını yaratacak ve çevresinde bir ideolojik havuz meydana getirerek bağımsızlığını korumasını garanti altına alacaktır.
Komünist Partisi’nin çok ciddi bir zaafı vardır. Kendi başına ideoloji salgılayamaz. Evrensel değerlere bağlı ve toplumsal bir zemine basmakla mükellef yerellikle belirlenen ve onu evrensel değerler ışığında soyutlama ve yeniden üretimle tekrar kuran birinci kategorideki aydınlara ihtiyacı vardır partinin.
Geleneksel Sol olarak tabir edilen örgütlerin, aydınları daha çok kapsamasının nedeni hızını evrensel değerlerden almasıdır… Devrimci demokrat akımlar ise tüm ideolojik donanımlarını yerellikten devşirirler. Geleneksel Sol ile Devrimci Demokrasi arasındaki ayrım noktalarından biri de budur. Ve devrimci demokrasi Geleneksel Sol’a oranla baskı ve açılım dönemlerinde hızla erimiş ve kendi bağımsız kimliğini koruyamamıştır.
Yukarıda değindim aydınlar bilmek, beslenmek ve belirlenmek zorunda oldukları kendilerinden önceki sanatsal-ideolojik değer ve estetik kaygıların yarattığı ikinci bir zemine de basarlar. Ve bu zemin tekrar olacak evrenseldir.
Aydınların değiştirmeye muktedir olmadıkları nesnelliği değiştirmek için aradıkları siyasal güç, başka bir ifadeyle iktidar, partide; partinin değiştirmek fiilini hayata geçirmek için korumak zorunda olduğu bağımsızlığını garanti altına alan ideolojik üretim, büyük oranda, aydınlardadır.
Aydınlar, partinin etkinliğinin sıfırlandığı dönemlerde kimliklerindeki erozyonu önleyememiş; parti, aydınlardan mahrum kaldığı konjonktürlerde bağımsızlığını yitirmek tehlikesiyle yüz yüze gelmiştir… Yüz yüze gelmiştir diyorum, çünkü partinin kolektif yapısı, ortak ülkü ve insanlığın yarattığı değerler komünist bireyleri ayakta tutmuş ve parti böylesi dönemleri en fazla “marjinal kalma” bedeliyle atlatmayı başarabilmiştir.
Bu tür dönemlerde aydınların durumu ise daha vahimdir. Evrensel değerlerin tekrarı ve taklidi mümkün olmadığı, kendini besleyecek toplumsal zemin hızla çağdışı bir ideolojik atmosfere büründüğü ve “yerelleştiği” için aydınlar, kendi hayal güçlerine, efsanelere, mitlere hatta dinsel motiflere gömülmektedirler. Çok bilinen deyimle; fildişi kulelerinde inzivaya çekilmektedirler.
Aydınların partiye, partinin aydınlara ihtiyacı vardır…
Devlet ve Aydın
Rönesans ve onun yaratıcısı ve taşıyıcısı olan aydınlar özellikle Fransız İhtilali ile burjuva devletin (Paris Komünü ile dünyanın ilk işçi devletinin) önünü açmış ve tekelinde tuttuğu siyasal faaliyetten önce (bunu daha sonra yitirmiştir) ideolojik üretim alanında giderek kendisini de kapsayan ve aşan yeni ve devasa bir güç yaratmıştır: Devlet.
Devrimciliğini kısa sürede bir köşeye atan burjuvazi gericileştiğini anlamayan ve inatla evrensel değerlere sarılıp kanındaki ilericilik virüsü nedeniyle hızla proletaryaya doğru kayan aydınları, süratle kendi bünyesinden tasfiye etmiş ve ideolojik üretimini başka araçlar üzerinden sağlamaya başlamıştır. Bunda kapitalizm öncesi hakim sınıflarla üretim ilişkileri ve ideolojik kurumlarla barışmak ve onları kendine eklemlemek, önemli bir rol oynamıştır. Ailenin kutsallığı safsatası, kilise, eğitim kurumları, gazeteler giderek burjuvazinin ideolojik üretiminde ağırlık kazanan roller üstlenmiş ve çeşitlenmiştir. Aydınlar ancak bu rol çerçevesinde kendilerine bir yer bulabilmişlerdir.
Burjuva ideolojisi çarpık bir bilincin ve yanılsamanın üzerinde yükselmiş, bizzat burjuva devletin kendisi demokrasi, parlamento, sivil toplum örgütleri ideolojik yanılsamanın odakları haline gelmiştir.
Burjuva devlet ile aydınlar arasındaki barışık olmama hali, iki temel noktaya dayanır:
1) Burjuva devlet gericidir.
2) Aydın olmak ilerici olmaktır.
Aydınların kanındaki ilericilik virüsü ile burjuva devletin yapısındaki gericilik aydınlar ile burjuva devlet arasında bir kan uyuşmazlığına yol açmış ve bu alışverişi sağlayan damarların her iki tarafça koparılıp atılmasına neden olmuştur.
(Söz konusu kan uyuşmazlığı problemi sadece burjuva devlet için geçerli değildir; yerel ve ulusal olan her hareket ve motifle tabii ki zaman zaman devrimci misyonlar taşıyan ulusalcı hareketlerle ve bizzat devrimci demokrasiyle de vardır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri ve devrimci demokrat hareketler, aydınları ancak Komünist Partisi’nin yokluk koşullarında ve büyük oranda siyasal prestij ve otoriteyle kendisine çekmiş, bir dönem sonra söz konusu hareketler aydınlar tarafından aydınlar ise bizzat bu hareketler tarafından “zehirlenmişlerdir.” Sonuç her iki taraf için de yıkımdır. İki örnek: Çin deneyi ve kültür devrimi… İkinci örnek daha yakın: Kürt hareketi ve mülteci aydınlar topluluğu…)
Bir soru: Burjuva aydın kim?.. Öyle ya madem ortada böylesi bir kan uyuşmazlığı var, öte yanda burjuva aydın diye bir tipoloji duruyor; söylenen mi yanlış, yoksa burjuvazi hâlâ devrimci roller mi oynuyor?..
Ortada bir çelişki yok esasında. Söz konusu aydın tipoloji burjuva devletle barışık olan bir aydın kategorisini ifade etmiyor. Bu konuyu biraz açmak gerekiyor.
Burjuva aydınların küçük bir kısmı kendi sınıfının içerisinden çıkan, okumuş, kültürlü insanlardan meydana gelir. Söz konusu aydınlar daha çok burjuva sınıfa hizmet ederler ve “gıdalarını” burjuvazinin devrimci döneminde açığa çıkan evrensel değerlerden alırlar. Bu değerler onları ama şöyle ama böyle burjuva devlete karşı muhalif bir konum almaya iteler. Ve sıkça görüldüğü gibi sosyalist hareketin yükseliş dönemlerinde bu konum “ortanın solu’na” yahut sosyal demokrasiye tekabül eder. Ve kimi kopuşları da içerir.
Burjuva aydınların büyük kütlesini oluşturan kesim farklıdır. Ve “hırsızlık” ganimetidir. Bunu da açıyorum.
Burjuva devlet, burjuva aydın diye tabir edilen, yani burjuva ideolojisinin taşıyıcısı olan kategoriyi, bizzat yanılsama ve çarpık bilinçle kazanır. Söz konusu aydın tipolojisi devletin değil, devlet tarafından salgılanan ülkülerin, milliyetçiliğin, popülizmin, dinsel motiflerin, ilerlemeciliğin, reformculuğun ve en çok “zor kullanımı ile devletin yıkılmazlığı yalanının” kuşatmasıyla proletaryadan “çalınan” ve devlete değil ulusa hizmet ettiğini düşünen insanlardan meydana gelir. Eğitim kurumlarının, ailenin, devletin denetimindeki sivil toplum örgütlerinin, zor aygıtlarının bunda büyük bir rolü vardır. Ve burjuva aydın devlete değil, ulus adı altında bizzat burjuva sınıfa hizmet eder.
Burjuva aydınların büyük kısmını, proletaryanın ve sosyalist hareketin saflarından çalınan aydınlar oluşturur.
Ancak burjuvazi ve onun devleti toplumdaki ideolojik hegemonyasını bu aydınlar elinden değil bizzat proletarya ile iç içe yaşayan ve sürekli geçişkenlikler barındıran küçük burjuvazi üzerinden tesis eder. Burjuva ideolojisinin asıl taşıyıcısı küçük burjuvazidir. Aydınlar burjuva devlet için taşıyıcı ve üretici değil, salgılanan ideolojiyi inandırıcı hale getiren “paketleme” ve “cilalama” uzmanlarıdır.
Aydınlar ile devlet arasında en sıcak ilişki Büyük Ekim Devrimi sayesinde gerçekleşmiş ve evrensel değerleri yerel renklerle harmanlayıp zenginleştiren aydınlar ve bu değerlerin en kararlı en devrimci taşıyıcısı olan Komünist Parti, fethedilen siyasal iktidarın ortaya çıkardığı muazzam olanaklarla yeni bir düzeni inşa etmek üzere kader birliğine soyunmuşlardır.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşu yeni bir Rönesans’ı müjdelemiş açlıktan kıvranan mujikler ezmeden, sömürmeden, işgal etmeden kapitalizmin iki asırda ulaştığı; temelinde kan ve gözyaşı bulunan “uygarlık düzeyine” yetmiş yılda ulaşmayı başarmışlardır. Uzaya çıkan ilk insan… En çok kitap ve gazete okunan ülke… Parasız eğitim, parasız sağlık hizmetleri… Sıfır işsizlik… Evsiz insanın kalmaması… Ve bütün bunlar kanlı bir iç savaş, çok ama çok kanlı bir antifaşist savaşa rağmen…
Sosyalizmin inşası, sanat ve kültür hayatında yeni bir çığır açmıştır. Sadece Gorkiy, Mayakovskiy, Yesenin, Şolohov değil Nazım, Neruda, Ritsos, Brecht, Aragon ve daha nice isim, çağımıza damgasını vuran nice aydın, sosyalizmin büyük okulunda yetişmiştir. Bazıları zaman zaman tökezlemiş, hatta kimileri canına kıymıştır. Devrimin “romantizm dönemi” bitip zorlu, karmaşık ve inişli çıkışlı bir tarihsel kesit “sosyalist inşa dönemi” açılınca, pek çok aydın genel bir karamsarlık atmosferine yuvarlanmış ve örneğin Yesenin devrimin bu ateşli savunucusu bileklerini doğramıştır. Ama ne Yesenin ne de Mayakovski ölümlerinden sosyalizmi ve Stalin’i sorumlu tutmuşlar; tersine, yaptıklarını güçsüzlük olarak addederek, ailelerini ve ürünlerini sosyalizme, işçi devleti ve onun önderi Stalin’e emanet etmişlerdir.
Aydınların Rönesans’tan bu yana en fazla barışık ve uyumlu oldukları devlet, işçi devleti, bu ölçüde destekledikleri tek diktatörlük ise proletarya diktatörlüğü olmuştur.
Emperyalist-kapitalist kamp bunu gölgelemek için olanca gücüyle saldırmış ama bula bula “büyük yazar” ve aydın diye Soljenistin ve Kundera’yı bulmuş ya da yaratmıştır.
Sosyalizmin çözülüşü aydın kimliğinin yıkımı olmuştur. Bugün Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde kıpırdanmaya başlayan sosyalist hareketin öncüleri arasında çok sayıda aydın olması bir tesadüf değildir. Tarihin çarkı dönmeye ve Rönesans’tan bugüne yeniden yeniden ürettiği gerçeği üretmeye devam ediyor: Aydınlar ile sosyalist hareket aynı doğumun ürünüdür ve kaderleri ortaktır.
Ve Türkiye
Öncelikle genel hatlarına değinmek kaydıyla, Osmanlı tarihine, konumuz açısından bu tarihin son dönemlerine eğilmek gerekiyor.
Askeri örgütlenmesi, toplumsal örgüyü büyük ölçüde etkileyen bir feodal devlet olan Osmanlı İmparatorluğu, ekonomisini savaş ganimetleri ele geçirilen ülkelerin sömürülmesi ve vergiler üzerine temellendirmiş, üretime dönük yatırımlara, askeri malzemeler ve silah yapımı hariç hiçbir şekilde önem vermemiştir. Ve bu karakteri nedeniyle her türlü reform ve yenileşme hareketine karşı olmuş, tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı’da da gelişmenin en büyük düşmanı kitlelerin afyonu olan dine, “İslam felsefesine” büyük bir gayretkeşlikle sarılmıştır.
Osmanlı devletinin belkemiğini dini kurumlar oluşturmuş ve bu kurumlar yukarıdan aşağıya doğru tüm toplumu kuşatarak geniş halk yığınlarını afyonlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri feodal bir devlet olmaktan daha ileri bir düzene, kapitalizme geçmesini zorlaştıran bizzat yukarıda özetlediğim tablo olmuştur.
Tekrar aydınlara ve aydın hareketine dönüyorum. Bir tespitle: Osmanlı aydınlanma hareketi İttihat ve Terakki’ye kadar olan dönemde bir aydınlar hareketi olmaktan öteye geçememiştir.
Aydınlar hareketi dedim, çünkü söz konusu olan çeşitli halk kesimleri tarafından desteklenen bir hareket değil; sınırlı, dar bir çevrenin taşıyıcılığını yaptığı ve ilginçtir örgütlenme gibi bir perspektifi de bulunan bir azınlık hareketidir. Bu hareket kendini daha çok propaganda faaliyeti ile tanımlamış ve tanıtmış, eklektik bir ideolojik-siyasi hat ile Osmanlı’yı Batı uygarlığının düzeyine çıkarmayı hedef edinmiştir.
Aydın muhalefet, Osmanlı topraklarından, bu topraklarda yaşayan çeşitli ulusların barındırdığı ilericilik potansiyelinden ziyade, Batı’ya bel bağlamış, Avrupa’dan, özellikle de Fransa’dan çok şey ummuştur.
Bu hareketlerin taşıyıcısı olan aydınların belli başlı özelliklerine gözatmadan evvel tipik olan bir noktayı öne çıkarmak istiyorum. Osmanlı aydın hareketi bugünkü anlamda olmasa bile örgütlü bir güç oluşturmuş ve Osmanlı’nın en ciddi örgütüne İttihat ve Terakki’ye analık etmiştir. Osmanlı aydınları da Rönesans dönemi ve sonrası aydınları gibi yoğun bir biçimde siyasetle ilgilenmiş bütün üretimlerini bu merkez etrafında örmeye çabalamıştır.
1860’larda aydın muhalefeti Osmanlı İmparatorluğu’nun peş peşe girdiği savaşlardan yenik çıkması ve yüz binlere varan sayıda insanın bu savaşlarda yokolup gitmesi, hızla emperyalist ülkelerin kuklası durumuna gelen yöneticiler, pahalılık, süratli bir yoksullaşma ve her gün biraz daha büyüyüp genişleyen sefalet nedeniyle doğan huzursuzluğun, kendi siyasal varlığıyla çakışmaya başlaması sonucu, dar ve sınırlı bir hareket olmaktan çıkmaya ve kitleselleşmeye başlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun geç gelişmişliği ve çok parçalı yapısı aydın hareketini uzun bir süre toplumsal bir zemine basmaktan alıkoymuş, kendi içine döndürmüştür. Osmanlı aydını yalnız ve güçsüzdür. Tüm gıdasını Batı’dan almıştır. Ve daha da önemlisi çarpık bir bilince ve eklektik bir ideolojik donanıma sahip olmuştur. Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ulusal hareketleri desteklemesi, Osmanlı’nın büyük kesiminin Türk olmaması, Osmanlı aydın hareketini birleştirici olacağını düşündüğü (aslında parçalayıcı ve ayrıştırıcı olan) İslama yöneltmiş; bu yönelimin hızlandığı dönemlerde, “bağnaz ve yenileşme düşmanı” bir görüntü ortaya çıkmıştır. Toplumsal bir zemine kavuşamayışın altında yatan nedenlerden biri de budur.
Osmanlı aydın hareketinin tek amacı olmuştur: Batı uygarlığına ulaşmak, Osmanlı devletinin parçalanmasını önlemek. Osmanlı aydın hareketi ulusalcı, iddia edildiği gibi Türkçü bir hareket değil; ümmetçi bir karakter taşımış ve bütün çabasını çok parçalı milliyetler mozayiğini bir arada tutacağına inandığı “Osmanlı Ruhu’nun” gelişmesi üzerine kurmuştur.
Aydın hareketi için önemli sayılabilecek tarihler kimi dönüm noktaları var. En önemlileri şunlar:
a) l.Meşrutiyet Dönemi (1876/1880)
b) Kanuni Esasi’nin ilanı
c) Tersane Konferansı (23.12.1876/20.01.1877)
d) Mithat Paşa’nın İtalya’ya sürgünü (05.02.1877)
e) Meclisi Umumi’nin çalışmalara başlaması (20 Mart 1877)
f) Ruslar’ın savaş ilanı (24 Nisan 1877)
Tarihler halinde, üstelik çeşitli boşluk ve atlamaları göze alarak geçiyorum. Çünkü ayrıntılandırmanın olanağı yok. Hiç değilse bu yazıda. Ancak bir fikir vermesi için Meclisi Umumi’nin kimi kararlarına göz atmak yeterli.
-Seçmenlik yaşının 24’ten 21 ‘e indirilmesi.
-Seçimlerin tek dereceli olması.
-İktisadi kalkınma için altyapı hizmetlerinin, özellikle yol yapımının ve eğitimin önemine yapılan sayısız vurgu.
-Zayıf ve kesintili de olsa zaman zaman ileri sürülen laik düşünceler…
Ve benzerleri…
12 Şubat 1878’de “tatil” kararı alan Meclisi Umumi bir gün sonra Rus Ordusu ve İngiliz Donanması’nın İstanbul yakınlarına gelmesi üzerine Abdülhamit’in Yıldız Sarayı’nda düzenlediği toplantı sonrasında sürekli “tatile” gönderilmiş ve 1880-81 tarihlerinde Abdülhamit’in polis rejimi devreye girmiştir. Ve Meşrutiyet’in simgesi haline gelen Mithat Paşa bir komployla mahkum edilerek 1884 tarihinde Taif zindanında boğdurtulmuştur.
Abdülhamit’in polis rejimine karşı 1889’a kadar herhangi bir örgütlü muhalefet hareketi gelişmedi. 1889’da 5 Tıbbiye öğrencisi İshak Sükuti, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Hüseyinzade Ali; İttihadı Osmanî adında bir örgütün kuruluşunu gerçekleştirdi. Örgüt daha sonra İttihat ve Terakki adını alacak ve daha çok öğrenciler arasında yaygınlık kazanacaktır. Ancak ciddi bir varlık gösteremeden Sultan Hamid tarafından ezilecektir.
İttihat ve Terakki aldığı darbeye karşın varlığını sürdürmeyi başarmış ve 1906’da Makedonya’da ikinci kuruluşunu gerçekleştirerek hatırı sayılır bir örgüte dönüşmüştür.
İttihat ve Terakki burjuva ideolojisinin taşıyıcısı ve Osmanlı’nın ilk büyük örgütlü gücü olması nedeniyle önemlidir. Ve Osmanlı aydın hareketinde bir dönüm noktasıdır.
Kısa bir özetle bu bölümü noktalamak yararlı olacak.
Osmanlı aydın hareketi İttihat ve Terakki’ye kadar toplumsal zemine sahip olmayan dar ve sınırlı bir çevrenin Osmanlı’yı kurtarma operasyonu olarak varlık kazanmış ve öylece devam edegelmiştir. Siyaset alanında kimliğini bulmuş, eklektik bir yapı oluşturmaktan öteye geçememiş, kendini tanımladığı siyasal alanda kalıcı bir başarı kazanamamış ve daha çok siyasal faaliyeti yaygınlaştırmak, etkili hale getirmek için yöneldiği gazetecilik tiyatro, edebiyat alanlarında yeni bir dönem açabilmiştir.
Osmanlı aydını siyasal taşıyıcı olma rolünü İttihat ve Terakki ile birlikte yitirmeye başlamıştır. İttihat ve Terakki aynı zamanda Osmanlı aydınlarının niteliksel bir dönüşümle yeniden doğmalarına “analık” etmeye başlamış, ancak bu fiil daha aşağılarda değinilen nedenlerden ötürü yarım kalmıştır.
İttihat ve Terakki’nin bizzat kendisi de dağılan İmparatorluğu kurtarmak amacıyla Osmanlı Ruhu’na, ardından burjuva milliyetçiliğine sarılmış ve bu yönüyle kendinden önceki aydın hareketinin ideolojik temellerine oturarak, siyasal anlamda temsil ettiği burjuva sınıfın dışında, hatta karşısında yer alan hırstan gözü dönmüş asker-aydın zümrenin “darbeci-komplocu azınlık örgütü” görüntüsünü vermiştir.
Bu doğru değildir. Lider kadronun askeri feodal artıklar olmaktan kurtulamadıkları doğrudur ama yukarıdaki görüntü yanıltıcıdır. Tersine İttihat ve Terakki Osmanlı aydın hareketinden köklü olmasa da bir kopuşu simgelemiş ve çekişe-döğüşe kadrolarının büyük kısmını Kemalist harekete vererek yıllar sonra gerçek kimliğine kavuşmuştur: Burjuva Partisi.
İttihat ve Terakki gittikçe yarı sömürge bir konuma sürüklenen Osmanlı İmparatorluğu’nu dağılmaktan kurtarmaya çalışırken, Osmanlı devletinin kendi bünyesindeki halklara karşı sömürgeci ve baskıcı bir karakter taşıdığını ve bunun üzerinde yükseldiğini görememiş, bu halkların başlattıkları ulusal bağımsızlık hareketlerini, sonrasında işçi sınıfının ve sosyalistlerin eylemlerini kanla bastırmaya çalışmıştır.
İttihat ve Terakki köklü olmayan reformlarla, temsilcisi olduğu Türk burjuvazisinin çıkarlarını korumaya ve egemenliğini pekiştirmeye gayret göstermiş; bunu başaramayınca iktidardan alaşağı ettiği zümre gibi İslamiyet değil burjuva milliyetçiliğine sarılarak, Ziya Gökalp’in ve Turancılığın önünü açmıştır.
Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun batışını hızlandırmıştır.
Toparlarsak; Osmanlı aydın hareketi aydınlanmanın izinden gitmiş, aydınlanmacı meslektaşlarıyla aynı kaderi paylaşmıştır: Örgütlü bir güç tarih sahnesinde kendini bekleyen yeri alıp siyasal-toplumsal misyonlarına sahip çıkıncaya kadar emanetçi olmak ve sonrasında bayrağı devretmek.
İster devrimci yükselişini yaşayan burjuvazinin, ister proletaryanın öncüsü olsun; Rönesans ertesinde tarih sahnesine çıkan her örgütlü güç, kendi sınıfsal kimliğinden ayrı ve bağımsız olarak aydınları kapsayıp dönüştürmüş ve kendi örgütlülüğünü yaratan “yeni aydın” tipolojisini mayalamıştır. Bu mayaya uygun düşmeyen aydınları ise çeperine almış ve onları ideolojik üretimlerini gerçekleştirmek üzere ihtiyaç duydukları “siyasal döllenmeye” tabi tutmuştur.
Bu iç evrim ve mayalanma burjuvazinin tarihsel olarak devrimciliğini yitirmesiyle sadece proletaryanın öncüsüne, Komünist Parti’ye özgü bir hal almıştır.
Osmanlı aydın hareketi İttihat ve Terakki ile birlikte bu seyre girmiş ama İttihat ve Terakki’nin devrimci barutunun bir atımlık olduğu ve hızla gericileşmeye başladığı ortaya çıkınca evrimini tamamlayamamıştır. Bu evrim yahut çepere düşme fiili, ancak Kemalistlerin iktidarıyla mümkün olabilmiştir.
Aynı yazgıyı İttihat ve Terakki’nin kendisi de paylaşmış ve kendi niteliksel dönüşümünü gerçekleştiremediği lider kadrosu, feodal askeri düzenin artıkları olarak kaldığı için burjuva demokratik devriminin öncüsü olmayı başaramamış ve tarihsel rolünü Kemalizm’e devretmiştir.
Osmanlı Aydın hareketi Türkiye aydınlanma hareketinin İttihat ve Terakki ise siyasal örgütlülüğün miladı olamamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda İşçi ve Sosyalist Hareket
Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ile artan ekonomik-siyasi ilişkileri nasıl burjuva devriminin düşüncelerini Osmanlı’ya taşımışsa, buna koşut ve eşzamanlı olarak sosyalizm de imparatorluk bünyesindeki çeşitli uluslardan emekçiler ve aydınlar arasında yankı bulmaya başlamıştır.
Sosyalist hareket 1908’le birlikte iktidarı arkasına alan ve başlarda ticaret burjuvazisi olarak boy gösteren genç Türk burjuvazisinin Alman sermaye çevreleriyle el ele vererek serpilip palazlandığı, kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte kendi mezar kazıcısını, proletaryayı tarih sahnesine çıkardığı dönemde varlığını hissettirmeye başlamıştır.
Dönem İstanbul, Adapazarı, İzmir, Aydın, Bursa, Adana, Konya gibi belli başlı şehirlerde mensucat, gıda, mobilya, deri ve kimya sanayiinde çeşitli kuruluşların bankaların art arda açıldığı; vapur ve tramvay işletmeciliği ile demiryollarının gelişip yaygınlaştığı, buna paralel olarak proleterleşmenin hızlandığı ve işçi sınıfının hareketlendiği bir dönemdir.
Ancak işçi sınıfı hâlâ sayıca çok az, nitelik olarak lümpen ve tabii ki güçsüzdür. Buna rağmen ciddi bir sendikalaşma ve bununla elele giden bir siyasi örgütlenme faaliyeti içerisinde bulunmuş; sayısız grev, pasif ve aktif direniş gerçekleştirerek, üretimden gelen gücünü ve tarihin son devrimci sınıfı olduğunu doğar doğmaz kanıtlamıştır… İstanbul’da, Zonguldak’ta, Aydın’da, İzmir ve daha birçok şehirde jandarmalarla çatışmış “yıkıcı” eylemler gerçekleştirmiştir.
Daha pek çok şey sayılabilir. Gerekli görmüyorum. Çok önemli bir hususa değinmek yeterli.
İşçi sınıfı Osmanlı siyaset sahnesine “enternasyonalist” bir karakterle çıkmıştır. Bulgar, Rum, Ermeni, Türk ve daha başka uluslardan işçiler; “milliyetçilik” ve “ulusal bağımsızlık” rüzgârlarının imparatorluğu kasıp kavurduğu bir dönemde, yabancı sermaye ile kol kola gezen burjuvaziye ve onun üzerine saldığı kolluk kuvvetlerine karşı yekvücut mücadele etmiş, bu karakteriyle sosyalist hareketin yapılanmasına önemli bir katkı sağlamıştır (sosyalist hareketin de bu enternasyonalist karakteri işçi sınıfına taşımak yönünde büyük gayretler gösterdiği unutulmamalıdır).
Söz konusu olan gelişkin bir sınıf bilinci değil, pratik mücadele içerisinde kazanılan bir ruh halidir. Ve bunu öne çıkarılması gereken en önemli şey addediyorum. Önemli ve gurur verici…
Son bir not… Bu grev ve direnişler başarıya ulaşamamıştır. Bunda işçi sınıfının zayıflığı örgütsüzlüğü ve bir ayağının hâlâ köyde olması kadar sosyalist hareketin geç kalmışlığı ve geriliği de önemli rol oynamıştır.
Artık sosyalist harekete göz atma zamanının geldiğini düşünüyorum.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sosyalist faaliyetler 1908 öncesine kadar uzanmaktadır ve daha çok Rum ve Bulgar sosyalistlerinin ve kurulmasına onların önayak olduğu işçi komitelerinin varlığında somutlanmaktadır.
Giderek Türk işçileri de etki alanına girmiştir.
Önceleri farklı ulustan işçilerin, ayrı ayrı örgütlenmesi söz konusu iken; bu etki sayesinde ortak sendikalar kulüp ve dernekler kurulmuş ve işçi sınıfının birliğini sağlamak yönünde ciddi adımlar atılmıştır.
Aynı birlik sosyalist hareket için geçerli olmamıştır: Birbirinden ayrı ve bağımsız bir dizi dernek ve kulüp kurulmuş, 1910 yılına kadar “partileşme” gerçekleşmemiştir. 1910 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk sosyalist partisi Osmanlı Sosyalist Fırkası kurulmuştur. Hüseyin Hilmi’nin başkanlığını yaptığı parti bazı TKP yöneticilerinin siyasal hayatında bir başlangıç olmuştur.
2. Enternasyonal ile de ilişkisi olan Osmanlı Sosyalist Fırkası, bilimsel sosyalizmin değil milliyetçi akımların etkisiyle reformist ve uzlaşmacı bir hattın takipçisi olmuş, lider kadrosunu küçük burjuva unsurlardan devşirmiştir.
Kısa bir ara vermek ve olası savrulmaları önlemek için önemli bir not düşmek istiyorum: Sosyalist hareket ve örgütler işçi sınıfının bağrından fışkırmamışlardır. Proletaryanın öncü partisi; örgüt öncesi (İttihat ve Terakki bölümünde buna değindim) dönemde hızını Rönesans’tan alan yenileşmenin devrim ve reformların siyasal taşıyıcısı durumundaki aydınların, burjuvazinin iktidarı alması ve devrimciliğim yitirmesiyle birlikte boşa çıkmaları ve devrimci bir sınıf olan proletaryaya yakınlaşarak niteliksel bir dönüşüme uğramalarıyla vücut bulmuştur.
İşçi sınıfının partisi aydınlar tarafından kurulmuş, işçi sınıfının ideolojisi olan bilimsel sosyalizm, aydınlar eliyle ayakları üzerinde doğrultulmuştur.
Devam ediyorum…
Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın programı, aydınlar ve işçiler arasında partinin hızla gelişmesini, parti yayın organlarında sürekli hale gelen sosyalizm propagandası ve İttihat ve Terakki’ye yöneltilen sert eleştiriler ise etki alanının genişlemesini sağlamış Osmanlı Sosyalist Fırkası önemli bir güç haline gelmiştir. Ve Osmanlı Sosyalist Fırkası hükümet tarafından kapatılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı yılları İttihat ve Terakki’nin baskı ve terör yıllarıdır ve ancak mütareke döneminde sosyalist hareket günışığına çıkabilmiştir. Günışığına çıkış grevlerin direnişlerin yaygınlaştığı emperyalist işgalin kapıda beklediği ve ufukta bir ulusal kurtuluş mücadelesinin durduğu bir konjonktürde gerçekleşmiştir.
Bu dönem aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin de kendi kimliğini bulacağı bir dönemdir. Çünkü Rusya’da Bolşevikler “kılıç atmak” üzeredir.
Sonuç Olarak
Sosyalist hareket bu dönem bütün yönleriyle bir aydın hareketidir. Ve Büyük Ekim Devrimi’ne kadar reformist uzlaşmacı bir hat ile devrimci bir çizgi arasında bocalayıp durmuştur. Çünkü aydınlar henüz niteliksel bir dönüşüme uğramamışlardır. Hâlâ siyasal taşıyıcılık vasıflarını 1789’un çerçevesinde tutmaktadırlar.
Proleter devrimin gerçekleşeceği konjonktürü ve izleyeceği seyri, proletarya öncesi dönemin perspektifi ve siyasal yargılarıyla değerlendirmeye çalışmaktadırlar.
Ve hâlâ “burjuvadırlar.” Burjuvazinin devrimci döneminin ruhuyla hareket eden ama kendi somutluklarında burjuvaziye reddiyeler düzmüş burjuvalar.
Proletaryanın devrimci öncüsünü yaratacak olan kadrolar bu aydınlarla çekişip dövüşerek kendi kimliklerini oluşturmuş, bu reformist partilerin içerisinde “öncü örgütü” olgunlaştırmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki sosyalist ve işçi hareketi de bu evrensel yazgıyı paylaşmış diğer ülkelerin sosyalist partileri ve emekçi sınıfları gibi “büyük çatlamayı” beklemek zorunda kalmıştır.
Bu yüzden Osmanlı sosyalist hareketi siyasal öncülüğün; bu hareketin taşıyıcısı olan aydınlar ise Türkiye Sosyalist Aydınlanması’nın miladı olamamışlardır.
Çatlama ancak Ekim Devrimi ile gerçekleşmiş, Ekim Devrimi sosyalizme geçiş çağının; RSDİP, proletaryanın öncü partisinin; Bolşevikler yeni tip aydının yani Komünist Birey’in “evrensel miladı” olmuştur.
Bu büyük dönemecin Türkiye’deki uzantıları gelecek yazımın konusu…