Alman İdeolojisi’ne geçmeden önce, bu köşenin hangi beklentilerle gündeme geldiği üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Sosyalizm mücadelesinde klasiklere dönük ilgi her dönemde farklı motivasyonların ürünü olmuştur. Yenilgi ve sonrasındaki toparlanma dönemlerinde “klasiklere dönmek” geçmişle hesaplaşma, teori cephesini yeniden kurma kaygılarını yansıtır. “Olağan” dönemlerde kadro eğitim çalışmalarının bir bileşeni olmayı sürdüren klasikler, bunun dışında daha çok siyasal polemiklere “malzeme” olarak değerlendirilir. Son olarak siyasal mücadelenin belirli kritik konjonktürlerinde güncel gereksinimlerden hareketle belirli klasiklere başvurulabilir.
“Marksist Klasiklere Bugünden Bakarken” köşesi yukarıda sıraladığımız örneklerden hiçbirine tam olarak uymayacak. Kuşkusuz gerek kriz süreci ve bu süreçte sosyalist hareketin misyonları gerekse partinin giderek güçlenen bir siyasal harekete dönüşmesi, klasiklere bakışımızı önemli oranda etkileyecek. Diğer yandan sosyalizmin militanlarının marksist birikimle ilişkilerini tazelemek ve pekiştirmek, yeni militanların teorik eğitim sürecine katkıda bulunmak, bu köşenin hedefleri arasında yer alıyor. Ama klasiklere bakarken kendimizi ne somut güncel gereksinimlerle ne de bellek tazeleme ve temel düzeyde bir bilgilendirme hedefleriyle sınırlandıracağız. Marksist klasiklere “yeniden” bakarken hem siyasal örgütsel hattımızın teorik dayanaklarını evrensel marksist birikimle ilişkisi içinde bir kez daha belirginleştirmek, hem de bizzat bu birikimin içinde bulunduğumuz tarihsel süreçte teorik yeniden üretim faaliyetlerine ışık tutacak zenginliklerini gözden geçirmek istiyoruz.
Klasiklerin önemi, içerdikleri somut tezlerden çok (bunların önemsenmeyebileceği kuşkusuz düşünülmemeli) açığa çıkarılması gereken yöntemsel özlerinde yatmaktadır.
“Açığa çıkarılması gereken yöntemsel öz” ifadesini bir miktar açmakta yarar var. Gerek Marx ve Engels, gerekse evrensel mirası zenginleştiren diğer önemli marksistler tarihsel süreci kendi güncelliklerini ve sosyalizm mücadelesini çözümlerken kullandıkları yöntemin kendisini bir konu olarak almayı tercih etmemiş, en fazla kimi değinmelerle yetinmiştir. Yöntemin kendisi üzerine uzun ve içinden çıkılmaz tartışmalar, marksizme yeni solun pek de hayırlı olmayan bir armağanıdır. Bu alana hiç adım atmamak gerektiğini söylemiyoruz. Ama herhangi bir nesneye yaklaşırken kullandığımız yöntem o nesne ile ilişkimizden bağımsız bir forma sahip değildir. Farklı bilgi nesnelerine yönelik yöntemlerin farklılaşmasının yanı sıra, belirli bir nesneyle kurulan ilişkinin tarihsel gelişimi de yöntemsel farklılaşmalara yol açar. Kuşkusuz tüm somut yöntemsel yaklaşımların ötesinde bunlara da temel oluşturan bazı yasalardan (diyalektik materyalizmin yasalarından) bilgi edinme sürecinin en genel yasallıklarından ve edinilen bilginin niteliklerinden söz etmek mümkün ve anlamlıdır. Yine bu temelden hareketle somut yöntemleri tarihsel bağlamları içinde değerlendirmek de mümkündür. Ama belirli bir yöntemin gerçek anlamıyla kavranışının tek yolu onun uygulanmasından, daha doğrusu yeniden üretilmesinden geçer. Yeniden üretim basit bir tekrarın ötesinde, hakkında bilgi edinilen nesne ve onunla kurulan ilişkinin değişiminin de belirlediği bir süreç olarak görülmelidir. Dolayısıyla marksist klasiklerde aradığımız “yöntemsel öz”ü ancak onu kendi tarihselliğimizde yeniden üretirken açığa çıkarabiliriz.
Marksist birikimin kavranışının yolu da, onu bugüne taşımaktan ve bunu yaparken yeniden kurmaktan geçer. Marksizmin temel kavramları ve aralarındaki ilişkiler akademik bir incelemenin konusu haline getirildiğinde, parçası oldukları bütünlüğün en önemli niteliği olan dinamik yapısı kaçınılmaz olarak güme gidecektir. Bu bütünlüğü “dışarıdan” bakarak kavramak bu nedenle mümkün değildir. Marksizm, sözgelimi sınıf mücadelelerine ilişkin, pek çok şey söyler. Ama bunların anlamlı bir bütünlük oluşturması ancak belirli bir tarihsellik ve yerelliğin öncü ya da öncü adayı öznesinin sınıf mücadelesine müdahaleleri içinde sağlanabilir.
Tüm bunlar bir keyfiliğe, öznelciliğe kapı aralamıyor mu? Lafı çok fazla uzatmadan bunun gerçekten de mümkün olduğunu söylemek gerektiğini düşünüyoruz. Sosyalizm mücadelesinde “en doğru” siyasal ve teorik hatta olmanın “garanti”si olmaz. Dahası eldeki doğruların sürekli yeniden üretimi gereksinimi, bugün olmasa bile yarın yanlışa düşme riskini her zaman gündemde tutar.
Öznelciliğe düşmemenin garantisinin olmayacağını teslim ettikten sonra ondan mümkün olduğunca kaçınmak için yapılması gerekenler üzerinde durabiliriz. Herhalde ilk vurgulanması gereken siyasal pratiğin eğiticiliği olmalı. Ama siyasal pratik hele güncel siyasal faaliyetler kendinde bir eğiticiliğe sahip değildir. Pratikten ders almak ancak belirli bir teorik bakışın ürünü olabilir.
İşte tam da bu noktada, marksist birikimle kurulan ilişkinin ikinci yönüne geliyoruz. Bu birikimin her tarihsellikte yeniden kurulması gereksinimi bütünsellik ve süreklilik boyutlarının ihmal edilebileceği anlamına gelmez. Marksist birikim onu “kullanmak” isteyenlere yalnızca önemli olanaklar değil, aynı zamanda ciddi sınırlamalar getirir. Kuşkusuz bu sınırlamalar bütünsellik ve süreklilik boyutlarını önemseyenler için geçerlidir. Yoksa birikimin belirli parçalarını alıp diğerlerini iç huzuruyla red ya da göz ardı edenler, kendilerini pek de sınırlanmış hissetmeyeceklerdir.
Marksist klasiklere bakarken birikimin bütünselliğini ve sürekliliğini göstermeyi ve teorik açılımlarımızın bu bağlamda oturduğu yeri belirginleştirmeyi fazlasıyla önemseyeceğiz. Bu çaba teorik yeniden üretim faaliyetleri açısından da önem taşıyor. Birikimin sınırlayıcılığı keyfiliğe düşmeye bir direnç oluşturmanın yanında yaratıcılığı disipline ederken önünü açmak gibi pozitif bir işleve de sahiptir. Yaratıcılık yalnızca engin bir hayal gücünü değil üzerine basılacak sağlam bir zemini gereksinir. Mirasa bağlanmanın önemi buradadır.
Alman İdeolojisi ve Tarihsel Materyalizm
“İnsanlar şimdiye kadar kendileri hakkında ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. İlişkilerini, Tanrı hakkındaki, normal insan hakkındaki vb. tasarımlarına uygun olarak düzenlemişlerdir. Onların beyinlerinin ürünü olan bu tasarımlar ulaştıkları yüksekliklerden insanları egemenlikleri altına alacak kadar yücelmişlerdir. Yaratıcılar kendi öz yaratıklarının önünde korkuyla eğilmişlerdir. Öyleyse onları boyunduruğu altında ezildikleri kuruntulardan fikirlerden dogmalardan hayali yaratıklardan kurtaralım. Bu fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım.” 1
Yukarıdaki giriş Alman İdeolojisi’ni marksizmle yeni tanıştığı dönemde okuyanların çoğunu tuzağa düşürür. Tam “ne kadar doğru” diyecek oldukları sırada marksizmin kurucularının bu satırlarda dile getirilen düşüncenin karşısına dikildiğini kitabın asıl amacının da genç hegelcilerin bu “masum ve çocuksu düşler”iye hesaplaşmak olduğunu öğrenirler: “Bu cilt Alman halkının hoşlandığı düşlerle dolu uyuklamaya pek uygun düşen gerçekliğin gölgesine karşı yürütülen bu felsefi savaşın maskaralığını [açığa] çıkarmak ve onu bütün saygınlığından yoksun bırakmak amacındadır.” 2 3
Alman İdeolojisi, her ne kadar yazıldığı dönemde basılamamış ve “farelerin eleştirici kemirmelerine” bırakılmış olsa da, tarihsel materyalizmin oluşumunda kritik bir dönemece denk düşer”. Marx ve Engels bu kitapla birlikte idealizmle hesaplaşmalarını geri dönülmez bir noktaya taşımış, tarihsel materyalizmin üzerinde yükseleceği zeminin temel taşlarını yerli yerine oturtmuştur. Bundan sonrası tarihsel materyalizmin bütünsel ve sistemli şekilde kuruluşu, ekonomi politik çalışmalarının ürünü olmuş ama bu çalışmalar Alman İdeolojisi’nde ortaya konan temel doğrultularda herhangi bir revizyonu gerektirmemiştir.
Sözünü ettiğimiz dönemeci kavramak açısından “1844 Felsefe Yazıları”na başvurulabilir. Marx’ın bu yapıtında “yabancılaşma” kavramı merkeze oturur. İşçinin emeğinin ürününe yabancılaşmasından “insanın özü”ne yabancılaşmasına ulaşılır: “Aslında insanın türsel özelliğinin kendisine yabancılaştırıldığı önermesi bir insanın öbürüne ve her ikisinin insanın öz doğasına yabancılaştırıldığı anlamına gelir” 4 . Aynı kitapta özel mülkiyet, emeğin yabancılaşmasından türetilir.
Alman İdeolojisi ile birlikte insanın “özü” tarih dışı bir içerik taşımaktan kurtarılır ve toplumsal ilişkilerin bütünü olarak kavranır. Tarihsel materyalizm soyut bir insan kavramından hareket etmez. “Bizim hareket ettiğimiz öncüller (…) gerçek bireylerdir onların eylemleridir, onların maddi varlık koşullarıdır, hazır buldukları ve onların kendi eylemlerinden doğan koşullar gibi koşullardır” 5 .
İnsanların maddi varlık koşullarının temelinde üretim süreci bulunur. İnsanın kendilerini hayvanlardan ayırmaları, kendi geçim araçlarını üretmeye başlamaları ile başlar. Üretici güçlerin gelişimi toplumsal işbölümünün de gelişmesi anlamına gelir ve “(…) belirli bir tarza göre bir üretici faaliyette bulunan belirli bireyler belirli toplumsal ve siyasal ilişkilere girerler” 6 .
Toplumsal işbölümü gerek Alman İdeolojisi’nde gerekse tarihsel materyalizmin kavramsal çerçevesi içinde kritik önem taşıyan bir kavramdır. Tarihsel sürecin sürekliliği içinde ve çelişkileriyle birlikte kavranışı açısından toplumsal işbölümünün gelişiminin incelenmesi temel bir hareket noktasıdır. Maddi üretim ile zihinsel üretiminin ayrışması ile birlikte işbölümü, “gerçekten” işbölümü haline gelir. Bu ayrışma bilinç ile maddi pratik arasındaki üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini engellemeye başladığında çatışmaya dönüşecek olan çelişkiyi doğurur.
Burada tarihsel materyalizmin temel öncül ve tezleri üzerinde ayrıntılı şekilde durmayı gerekli görmüyoruz. Ama konu Alman İdeolojisi olunca mutlaka vurgulanması gereken bir nokta var. Marksizm tarihsel süreci gözlemlemekle yetinmez, bunu yaparken onu değiştirmeyi hedefler. Bu kadarı çok söylenir ve bilinir. Bundan daha önemlisi dünya hakkındaki doğru bilgiye giden yolun onun değiştirilmesinden geçmesidir. 11. tez yorumlama ile değiştirmeyi karşı karşıya koymayı değil, bunlar arasındaki karşılıklı bağımlılık içinde değiştirmenin belirleyici olduğunun altını çizmeyi hedefler. “(…) PRATİK materyalist için, yani KOMÜNİST için, sorun mevcut dünyayı devrimci bir biçimde değiştirmek, bulmuş olduğu duruma hücum etmek ve onu pratik olarak değiştirmektir” 7 .
Alman İdeolojisi’nde “İdeoloji” ve “Bilinç”
Alman İdeolojisi’nde sözü edilen “ideoloji”, temel olarak egemen ideoloji veya bir başka deyişle sömürücü sınıfların ideolojileridir. Egemen sınıfın düşünceleri aynı zamanda egemen düşüncelerdir. Ama bu “egemen”lik yalnızca egemen sınıfın siyasal iktidarı elinde bulundurmasından kaynaklanmaz. “Egemen düşünceler egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildirler, egemen düşünceler fikirler biçiminde kavranan maddi egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler (…)” 8 . Alman İdeolojisi’nin başında genç hegelcilerin düşüncelerine yöneltilen şiddetli itiraz burada en belirgin teorik dayanaklarından birine kavuşmaktadır. Gerçek (maddi) toplumsal ilişkileri değiştirme hedefini eksene yerleştirmeyen “bir sınıfı egemen sınıf yapan” ın insanların kafalarındaki yanılsamalar değil, ama bu yanılsamaların da kaynağında yer alan ilişkiler olduğundan hareket etmeyen bir “mücadele”, en iyimser deyimiyle “maskaralık”tan ibaret kalacaktır.
Burjuva ideolojisi ve sömürücü sınıf ideolojilerinin “yanlış bilinçlilik” biçimlerinden ibaret olmadıklarının Marx ve Engels tarafından yeterince net şekilde kavranmış olduğunu bir alıntıyla daha göstermek istiyoruz: “(…) işbölümü aynı zamanda tek bireyin ya da tek bir ailenin çıkarı ile aralarında, birbirleriyle ilgili bulunan bütün bireylerin kolektif çıkarı arasındaki çelişkiyi de içerir: Bundan başka bu kolektif çıkar yalnızca “evrensel çıkar” olarak diyelim ki, tasarının içinde mevcut değildir; ama her şeyden önce işin aralarında bölüşüldüğü bireylerin karşılıklı bağımlılığı olarak gerçekte mevcuttur” 9 .
İdeolojinin tarihinin bulunmaması da bu çerçevede yorumlanmıştır: “(…) maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini hem de düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların kendileridir. Yaşamı belirleyen bilinç değildir ama bilinci belirleyen yaşamdır” 10 . Marksizmin kurucularının ideolojilerin sınıfsal özünü fazlasıyla vurguladıkları, bu nedenle de ideoloji alanının karmaşıklığını gözden kaçırdıkları sıkça dile getirilen bir düşüncedir. Dünyaya onu değiştirme hedefiyle bakanlar açısından ise kimi sadeleştirmelere gitmek vazgeçilmezdir. Egemen sınıf ile onun düşünce (ideoloji ve siyaset) üreten temsilcileri arasındaki ilişkiler olağan dönemlerde gerçekten de karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu ilişkiler zaman zaman belirli karşıtlıklara, düşmanlıklara bile dönüşebilir. “Ama bu [egemen] sınıfın bütünüyle tehdit altında bulunduğu bir çatışma çıkageldi mi bu karşıtlık kendiliğinden düşerken, egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olmayacağı, bu fikirlerin bu sınıfın iktidarından ayrı bir iktidara sahip olacakları kuruntusunun da uçup gittiği görülür” 11 . Bu alıntı ideolojilerin sınıfsal özünün ne şekilde açığa çıkarılacağım öğrenmek için de okunabilir. Toplumun giderek daha net bir şekilde iki kampa bölündüğü devrimci süreçler kimin hangi tarafta olduğunu da netleştirir. Devrimci olmayanlar artık nesnel (ve çoğu kez aynı zamanda öznel) olarak karşıdevrimcidir.
Alman İdeolojisi’nde egemen ideolojinin karşısına komünist bilinç çıkarılır. Ama insanların düşüncelerini belirleyen maddi varlık koşulları toplumsal ilişkileri olduğuna göre komünist bilincin yığınsal bir güç kazanması olanaksız değil midir? Bu soru gerçekten de önemlidir. Sorunun özünü kavrayamayanların 19. yy.ın genç hegelcileri ile aynı kefeye oturması işten bile değildir.
Toplumsal bir devrimin önkoşulu üretici güçler ile üretim ilişkileri (Alman İdeolojisi’nde “ilişki tarzı”) arasındaki çelişkinin bir çatışma noktasına evirilmesidir. Bu çatışma olağan toplumsal ilişkilerin kesintiye uğramasından başka bir şey değildir. Böylesi bir konjonktürde egemen ideolojinin yeniden üretiminde de bir kesinti söz konusudur. Dolayısıyla komünist bilincin yığınsallaşması ancak özel bazı konjonktürlerde mümkündür.
Ama bu söylenenler sorunu çözmemekte yalnızca çözüme giden yolun ne şekilde açılacağını göstermektedir. Egemen ideolojinin toplumsal dayanaklarını belirli bir dönem için yitirmesi ya da bunların zayıflaması tek başına onun yerini komünist bilincin alabileceği anlamına gelmeyecektir. Unutulmamalı: İdeolojiler maddi toplumsal ilişkilerin ifadesidir!
Yığınların düşüncelerinin değiştirilmesi onların maddi varoluş biçimlerini değiştirmekten geçer. Bunun yolu da ancak siyasal bir devrim olabilir: “Yığın içinde (…) komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması [bir] zorunlu[luk] olarak kendisini oraya koyar böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle bir DEVRİMle yapılabilir; bu devrim demek ki yalnızca EGEMEN sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır ÖTEKİNİ DEVİREN sınıfa eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerinde kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur” 12 . “Tarihin dinin felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü eleştiri değil devrimdir” 13 .
Sınıfsal mücadelenin dışında, komünist bilincin yığınsallaşması bir yana bir anlamda işçi sınıfı bile yoktur: “Tek tek bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar” 14 . Proletarya da kendinden önce iktidarı ele geçiren tüm sınıflar gibi kendi öz çıkarını herkesin çıkarı olarak göstermek için ilk olarak siyasal iktidarı ele geçirmek zorundadır 15 .
Siyasal bir devrim öncesinde ancak devrim ideolojisinin var olan düzeni alaşağı etme isteğinin yığınsallaşması mümkündür. Siyasal devrimle birlikte başlayan toplumsal devrim süreci komünist bilincin yığınsallaşmasının yoludur. Ama tarihsel süreç burada noktalanmaz.
Komünizm, toplumsal işbölümünün, sınıfların ve bu arada işçi sınıfının ortadan kalkmasıyla başlayan döneme verilen isimdir. Komünizmle birlikte insanlığın “tarihöncesi” dönemi sona erer ve “tarih” başlar. Ne siyasal bir devrim, ne de toplumsal bir devrim süreci komünizmin yeterli bir önkoşulu değildir. Komünizmin önkoşulu tümüyle maddi koşulların olgunlaşmışlığıdır; en temel ifadesiyle kıtlığın ortadan kaldırılması yani üretici güçlerin belirli bir gelişkinlik düzeyine ulaşmasıdır. Komünizme geçiş ancak dünya çapında gerçekleşecek bir dönüşümle mümkündür.
Marx ve Engels komünizme ilişkin tasarımlarını belirli bir düzeyin ötesinde somutlaştırmaktan kaçınmış, daha doğrusu bunun boş ve yararsız bir çaba olacağına inanmışlardır. Komünizme ilişkin olarak söylenenler kapitalist ve genel olarak sınıflı toplumların niteleyici özelliklerinin bir antitezi olmasından öteye geçtiğinde spekülasyona girilecektir. Üretici güçlerin gelişiminin ve genel olarak insanlığın doğaya egemen olma sürecinin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasıyla birlikte ortaya ne tür toplumsal ilişkilerin çıkacağı ancak kehanetlerin konusu olabilir. Tarihsel materyalizm ise kehanetlerle değil gerçek tarihsel hareketle ilgilenir.
İşte tüm bu nedenlerle: “Bize göre komünizm ne yaratılması gereken bir DURUM ne de gerçeğin kendisine göre düzenlenmek zorunda olacağı bir ÜLKÜDÜR. Biz bugünkü durumu ortadan kaldıran GERÇEK harekete komünizm diyoruz” 16 .
Sonuç Yerine
Alman İdeolojisi, gerek ekonomi-politiğin temel kategorilerinin henüz formüle edilememiş, gerekse marksist devrim ve proletarya diktatörlüğü kavrayışların henüz olgunlaşmamış olması nedeniyle bir anlamda “tamamlanmamış” bir eser. Ama diğer yandan bugün bile güncelliğini yitirmeyen pek çok tartışmada doğru yolun bulunması için güçlü bir ışık kaynağı. Jacques Milhau Sol Yayınları çevirisinin başında yer alan sunuşunda Alman İdeolojisi’nin iki kez okunmasını öneriyor. Bu gereksinim çoğu klasik için geçerli olmakla birlikte Alman İdeolojisi için bizce de daha fazla geçerli. Marksizmin diğer klasiklerini okuduktan sonra yapılacak bir geri dönüş ilk okumada kaçırılan pek çok zenginliği gözler önüne serebilecektir.
Bu yazıda Alman İdeolojisi’nde yer alan tüm başlıkları tüketme kaygımız olmadı. Eserin güncelliğini yeterince hissettirebildiysek ve yeniden okunmasını motive edebildiysek amacımıza ulaşmış sayılabiliriz…
Dipnotlar ve Kaynak
- Marx K. Engels F.; “Alman Ddeolojisi”; Çev: Sevim Belli; Sol Yayınları ikinci Baskı Kasım 1987 Ankara; s. 29.
- a.g.y.; s. 30.
- Elbette ender olarak Alman Ddeolojisi’ni anlamayanlar genç hegelcilerin görüşlerini Marx ve Engels’e atfedenler olur. Ama bunu sosyalist mücadeleye katkıda bulunmaya çalışan bir aydın olarak Ufuk Uras’ın hem de ideoloji üzerine, marksizm iddiasını tasıyan bir çalışmasında yapması üzücüdür: “Marx’ın insanları kendileri hakkında kurdukları ve düzenledikleri kavramsal yapıların yönetimine karşı ayaklanmaya davet etmesi anlamlıdır.”(Uras U.; “ideolojilerin Sonu mu”; Sarmal Yayınları Birinci Baskı Mart 1993 istanbul; s. 47.) Uras’ın fazlasıyla eklektik, marksizm adına pek de övünç kaynağı olamayacak kitabına “Marksist Arastırmaları Destek Ödülü”nü veren jüri üyelerinin (Korkut Boratav, Haluk Gerger, Cem Eroğul, Kenan Somer, Alpaslan Işıklı ve Sadun Aren) bir bölümünün marksizmle ilişkilerinin sınırlı olduğunu biliyoruz; sanırız diğerleri de kitabı gereken titizlikle okumamış…
- Marx K.; “1844 Felsefe Yazıları”; Çev: Murat Belge; V Yayınları Birinci Basım Eylül 1986 Ankara; s. 82.
- Marx K. Engels F.; “Alman Ddeolo jisi”; a.g.y.; s. 37.
- a.g.y.; s. 43.
- a.g.y.; s. 49.
- a.g.y.; s. 79-80.
- A.g.y.; s 60.
- a.g.y.; s. 45.
- a.g.y.; s. 80-81.
- a.g.y.; s. 70.
- a.g.y.; s. 72.
- a.g.y.; s. 106.
- a.g.y.; s. 61.
- a.g.y.; s. 64.