Türkiye’de devrimci demokrasi için yeni bir tırmanma dönemi mi yaşanıyor? Ciddî bir kıpırdanma olduğu kesin. Bunun bir göstergesi, sayıları giderek artan yayın organları, diğeri de öğrenci gençliğin son dönem sergilediği dinamizm ve bu dinamizmin bir kez daha devrimci demokratlara kucak açmakta oluşu… 12 Eylül sonrasında sol harekette tümüyle birlikte siyaset dışına itelenen bu kesim 80 öncesi niteliklerine bugün ne ölçüde yakın, ya da önümüzdeki dönemde bu nitelikleri yeniden sergileyecek mi? Kesin ölçü vermek mümkün değil ama, şimdiden görünen, devrimci demokratların etkinliklerinde bir artma beklenebileceğidir. Bu artışın devrimci demokrasinin genel ve Türkiye’ye özgü kimliğinden kaynaklanan sınırları var; hem boylamasına, hem genişlemesine ilerlemenin tarihsel sınırları…
Bu yazının amacı, bu çerçevenin oluşma sürecine ve devrimci demokrasinin Türkiye’de yaşadığı serüvene eğilmek, yorumlamak… Güncel birkaç gözlem: 12 Eylül’ün yarattığı fiziki tahribat, yeni sol tepkiselliğiyle buluştuğunda, ortaya çıkan ürün devrimci demokrat hareketin daha az mücadeleci ve daha fazla liberal renklere boyanması oldu. Bu yöneliş karşıtı ile birlikte ve karşıtını belli bir zaman aralığıyla peşinden taşıyarak yaşanıyor. Geçmişlerini günah yığını sayan daha “demokrat” eğilimleri, “dimdik ayaktayız” haykırışlarıyla en ufak hesaplaşma yolunu kendilerine yasaklayanlar izliyor. Elbette, sivil toplumcu teori kırıntılarını aktivizmle birleştirme girişimleri de kendisini sezdirmeye başlıyor.
Nereye kadar? Bu sorunun yanıtı devrimci demokratların siyasal formasyonunda bulunabilir. Netleştirmek için bunun öğelerine tek tek göz atmak gerekiyor. Bir tanımla başlanabilir: Devrimci demokrasi burjuva devriminin ürünü Burjuvazinin statükocu karakteri nedeniyle kendi devrim sürecinde restorasyon ve durgunluk yaratma eğilimine karşılık, devrimci demokrat hareket devrimi tamamlamak tutkusuyla burjuvaziden organik bağlarını kopartarak bağımsızlaşan ve muhalefetini yükselten orta sınıf tepkisidir. Burjuvazinin öksüz bıraktığı demokrasi programını ilk devralanlar devrimci demokratlar oldu. Hareketin bu genel nitelikleri ve bilimsel sosyalizmle ilişkileri M. Çulhaoğlu’ nun elinizdeki kitapta yer alan yazısında işleniyor. Benim netleştirmek istediğim ise şu: Devrimci demokratlar ile sosyalistler, birbirlerinden nitel olarak çok farklı iki misyona sahipler. İlki bir eski devrimi tamamlama ile, diğeri kendine özgü ve işçi sınıfına malettiği bir gelecek projesi ile belirleniyor. Bu iki yolun çeşitli nesnelliklerde çakışması, kavşak noktalarında karşılaşması, ya da birbirlerine dönüşmeleri az rastlanır olgular değil. Ancak, bu somut ilişkiler bir teorik ayrıştırma gereğini ortadan kaldırmıyor. Ayrışmanın en olgun halininse ifadesini program düzeyinde bulması hedeflenmelidir.
Bu girişten devrimci demokrasinin tanımlayıcı ölçütlerini çıkarsamak mümkün. Birincisi, hareket burjuva devrim öncesinde kapitalist kuruluş hedefine, sonrasında sürecin olumsuz yan ürünlerine muhalefete yönelir. Bunlar, devrimci demokrasinin burjuvaziden organik bağımsızlığını yansıtıyor. Ancak organik bağımsızlık, siyasal ufkun yine burjuvazininkiyle sınırlandığını unutturmamalı. Üçüncü, olarak devrimci demokrasinin en genel anlamda orta sınıf tepkisi olduğu söylenebilir. “Bu tepki somutta hangi toplum kesiminde ifadesini bulacak” sorusunun yanıtı, eldeki her örnekte değişik görüntüler kazanabilir: Rusya’da önce aydın sonra köylü kesimler, bir dönem “kapitalist olmayan yol”u zorlayan ülkelerde yerel ulusal ve küçük burjuvazi devrimci demokrasiyi taşıdı. Kimi yerlerde öğrenci gençlik, kimisinde köylülük, özgün konjonktürlerde kısmen işçi sınıfları hareketin etki alanını oluşturdu… Burjuva demokratik hedefleri bütünüyle gerçekleştirmeyen bir düzenin dışına savrulan, egemen burjuvaziden bağımsızlaşan, burjuva ufkuyla sınırlı bir hareket. Eklenmesi gereken bir koşul da sosyalizmden etkilenmiş olmak. Gerçekten, devrimci demokrasi, ütopik sosyalizmin doğuşuna yaptığı katkıdan başlayarak, tüm tarihini sosyalizmle birlikte, ondan etkilenerek yaşadı. Önderliğinde devrimci demokratların ağırlıkta olduğu ve iktidar sonrası sosyalistleşen devrimci atılımlar ise bu ortak yaşantının en gelişkin örnekleri…
Türkiye’ye Bakarken
Türkiye’ye özgü dinamik süreçler ele alındığında da yukarıdaki ölçütleri kullanmanın anlamlı olduğuna inanıyorum. Geçmeden, genel bir açıklama yapmak gerekiyor: Türkiye’de devrimci demokrasinin bir tarihçesi yazılırken, dönüm noktası olarak sosyalist hareketle birlikte 60’ların başları alınmalı. 60 öncesinde her iki anlamda bir muhalefet hareketinin çok ciddi bir etkinliği olmadığı, 60’larda devralınan mirasınsa abartılamayacağı söylenebilir. Bu gelenek eksikliğinin ve birlikte doğuşun etkileri, yine Çulhaoğlu’nun yazısında ele alınıyor. Aşağıda, sürecin daha ayrıntı ve somut yönlerine değinilecek. Önce kısaca 60 öncesine göz atmak gerekli.
İttihat ve Terakki ile Kemalist hareketin iktidarın ele geçirilmesinin ardından bir demokrat muhalefet yaratamadıkları, ya da muhalefete akacak kanalların kendi içlerinden doğmadığı biliniyor. Bu bir yana, Kurtuluş Savaşı’nın Yeşil Ordu’su, devrimci demokratlık kıstaslarına çok yakın düşüyor. Yeşil Ordu Türk toplumunda iktidara yönelen burjuva sınıflarından kopuşu yaşıyor; temsil ettiği orta sınıf tepkisi, siyasal dengelerin çok oynak olduğu bir dönemde Kemalist hareket tarafından tehdit olarak algılanıyor; Çerkes Ethem hareketi Kemalist düzen projesinin dışına savruluyor. Eklenmeli; sosyalist düşüncenin etkisinin özellikle 17 Rusya’sının prestiji aracılığıyla bu dönem Anadolu’ da hissedildiği de biliniyor. Ama Yeşil Ordu Kurtuluş, Savaşı yıllarının ayrık bir çıkışını temsil etmenin dışında, ileriye hiçbir miras bırakma şansına sahip olamıyor. Bir nedeni, genel anlamda da ayrık bir örnek olmasıdır. Ne geçmişinde, ne yakın geleceğinde devrimci demokrat bir yükseliş gözlemlenmiyor; yenilgiye uğramış bir tekil girişimin geriye bir şey bırakması pek mümkün olamıyor. Bir diğer neden, Türk devrimci demokrasisinin Kemalizmden çok etkilenmiş olmasında aranmalı. Devrimci demokrasi ve sosyalizm daha ileriki tarihlerde yükseliş konjonktürlerine girdiklerinde Kemalizme sol yorum getirmekle sınırlı bir ideolojik şekillenme yaratabildiler. Bu arada, Yeşil Ordu hareketini demokrat niteliklerinden koparmayı hedeflemiş olan Kemalist tarih anlayışının da yoğun etkisi altına girmiş oldular. Türkiye’de devrimci demokrat yükseliş bir “sol Kemalist” yükseliş olarak geçmişindeki bu olguyu, tarihte yalnız bırakarak yürümüştür.
Tarihe bakarken izlenmesi gereken yöntem geçmiş dinamikleri bugüne gelen yola katkıları ölçüsünde değerlendirmektir. Bu, bir anlamda geçmiş nesnellik içinden tarihin mantığını, gelişme rotasını çıkarsamak oluyor. 60 sonrasında billurlaşan devrimci demokrasinin nüveleri kabu edilebilecek olgular arasında Çerkes Ethem yer almıyor, ama bir başka açıdan, kimi yorumcuların özelde devrimci demokrasi için değil ama, genel toplumsal muhalefet açısından Serbest Fıkra ve Demokrat Parti deneyimlerine önem verdiği biliniyor. Halk desteği görmek ve halk kitlelerini hareketlendirmek tek başına ilericilik ölçütlerinden sayılmamalı. Bütünüyle düzen içi, dinci ve sermaye yanlısı bu hareketlere 80 sonrası ideolojik yozlaşma sürecinde fazlaca prim veren devrimci demokratlar mevcut. Benzeri tahlillerin tek sonucu, bu devrimci demokrat kesimlerin mücadeleci özlerinin, sivil toplum güçlerini besleme hedefiyle likide edilmesi olabilir.
1960 öncesine ilişkin bir unsur da ordu içerisindeki gruplaşmalardır. Genç subaylar toplumun en duyarlı, en fazla arayış içindeki kesimleri olarak sivriliyor. Arayış, he rzaman yerleşik düzenin içerdiği eşitsizliklerden sorunlardan ama daha çok Türk devletinin dünyadaki güç ve prestijinin küçüklüğünden yola çıkıyor. Çözüm: Kemalist reformların”Ortodoks” ilke ve uygulamalarına geri dönüş… Yıllar boyu Türk ordusunun içerisinde sürüp giden bu kaynaşma burjuvazinin mevcut siyasal kurumsallaşmanın toplumun siyasal zenginliğini kapsayamadığını massedemediğini gösteriyor. Ordu içinden çıkan siyasal projeler yöntem olarak kaçınılmaz şekilde darbeciliği seçiyor. Bir devlet kurumunun parçası olan ve Osmanlı yenilikçilerinin “devleti kurtarma motifini sürdüren bu eğilimler, üst düzey devlet yönetimi ile ilişkiler aracılığıyla, düzenle organik bağlara sahipler. Yansıttıkları tepkisellik yasaların dışına kaçmakla birlikte, düzen dışı bir karakter almıyor. Sosyalist düşüncelerden de hiç etkilenmiyor. Devrimci demokratik sıfatını hak etmeyen bu hareketlilik, 1960 sonrasında ortaya çıkacak şekillenmeye devleti kurtarma düşüncesiyle, Kemalizmiyle, artı, öngördüğü yöntemle belli bir miras bırakmıştır. Darbecilik dışındaki benzer motifler 60 sonrası sosyalist hareketin başlangıcındaki “kalkınma yolu olarak” ya da “sosyal adalet yolu olarak sosyalizm” anlayışlarında da gölgelerini hissettirmişlerdir.
1960: Bir Dönüm Noktası
Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yer alan arayışlar açısından da 1960 bir dönüm noktası. Bu tarihten sonra subaylar, kendi dışlarında gelişmeye başlayacak bir devrimci demokrat birikimle bağları ölçüsünde anlam taşıyacaklar. Bu, bir yenilik, 60 öncesinde bulunmayan bir noktadır. Türk devrimci demokrasisine ideoloji ve mücadele yöntemi olarak katkıda bulunan subay arayışları 60’lı yıllarda da sürdü. Ama önemini yitirerek. Nicel olarak azalmalarından değil, başka toplum kesimlerindeki hareketlenmenin baskın çıkmasından dolayı.
1960, işçi, aydın ve gençlik hareketliliklerinin açılış tarihidir. Biliniyor, sendikacıların işçi partisi girişimi, bir aydın enjeksiyonuyla, sosyalist hareketin yetişme yurdu işlevi görecek olan TİP’e dönüştü. Bir diğer aydın kanalı D.Avcıoğlu’nun Yön dergisi ya da hareketi oldu. 27 Mayıs öncesi ordunun yedeği durumundaki gençliğin akademik düzeyde başlattığı örgütlenmeleri kısa sürede sol politik bir renk aldı. Oysa, gençliğin geçmişinin sosyalizm ya da demokratlıktan çok uzak, dinci ve Türkçü akımlarla açıklıkla damgalandığı da biliniyor.
60’lı yıllarda toplumsal süreçlerin farklı kesimler arasında bir akışkanlık kazanmasına tanık olundu. Aşağıda açılacak, demokrat arayışlar ordudan gençliğe kaydı; genç subayların önderlik misyonu sivil aydınlara geçti. Toplumsal muhalefet düzen içinden TİP’e aktı. Hareket kısa sürelerde Yön‘ den ve TİP’ten MDD’ye, sonra MDD’den gençlik aktivizmine ve darbecilikten gerillacılığa kaydı… Bütün bunlar bir on yıla sığdı.
Yön ile başlanabilir.
Yön hareketinin ideolojik belirleyici öğeleri ulusçuluk ve anti-emperyalizmdir. Hareketin çizgisi çok açık şekilde Kemalist mirastan kaynaklanıyor. Yön Kemalizme devrimci demokrat bir yorumla canlılık kazandırma misyonunu üstleniyor. Türkiye’de demokratik devrimin eksikli kalışını Kemalizmden sapmalara bağlayan bir iradeci tahlil, gene iradeci müdahalelerin sapmaları budayabileceği sonucuna ulaşıyor. Kemalizmin özüne dönüş, orduya dönüş anlamına da geliyor. İradecilik, zinde kuvvet “ilerici” subaylar aracılığıyla, darbecilik olarak somutlanıyor.
Bu Kemalizm yorumu, sosyalizm türlerinden biri olarak tanıtılıyor. Bu tür için Marksist dayanaklar aramak kesinlikle söz konusu değil; aksine herhangi bir ilişiğinin olmadığını anlatmak için pek çok dil dökülüyor. Yorumun bilimsel sosyalizmle ilişiği olmadığını en net gösteren tez belki de, sınıf analizinin Türkiye gerçeğine uymadığı, gündemde milli çıkarlar ve mücadeleler, somut olarak da anti-emperyalizm ve anti-feodalizmin yer aldığı görüşleridir. Yön için işçi sınıfının rolü vb. türü bir tartışmanın hiçbir anlam taşımadığı açıktır. Yön bilimsel sosyalizmi Batı Avrupa’ya özgü, Türk’e yabancı sayıyor, Türkiye’ye taşınmasını ise dogmatizm olarak değerlendiriyor.
Üç önemli nokta daha var: Birincisi, Kemalizmin özüne dönüş, Kemalist tarih tezlerinin sahiplenilmesi ve olsa olsa M.Kemal’i çevresinden soyutlayan iyiler-kötüler ikilemleri türetilmesine götürüyor… Yön, dış politikada -resmi tarih yorumlarının kısıtlayıcılığına rağmen-Sovyetler Birliği ile dostluk fikrine bağlanıyor… Bir de, darbecilikle de olsa Yön, Türk solunda 60’lar atılımını iktidar perspektifi ile süslemenin onurunu üstleniyor. Önceki sol restorasyon döneminin bilimsel sosyalizme yakın, ama baskı grubu sinikliği içindeki aydınlarına karşılık, Avcıoğlu ve Yön Dergisi Türk soluna iktidarı öğretiyor…
Ancak Yön‘ün bu onurunun mu, yoksa bir sonraki restorasyonun ideolojik atmosferinde önemli yer tutan Üçüncü Dünyacılık, milliyetçilik ve cephecilik görüşlerini doğurma günahının mı ağır bastığı ayrı bir tartışma konusu. Örneğin iktidarcı Yön, zinde güçlerin yanı sıra ortanın solu hafif meşrepliğini bile henüz netleştirmemiş İnönü’nün partisi ile cephe kurmaya çok hevesli görünüyor. Hedef ise, 27 Mayıs’tan sonra bir “karşı-devrim” sayılan AP iktidarı. İlginç değil mi, Türk soluna iktidar düşüncesi, genel seçim ve halkoyunu karşı devrimle özdeşleştiren tezler aracılığıyla giriyor… Ancak bu durum, Yön‘ün bir açmazına da işaret ediyor: Mevcut teorinin yapısına uygun tek kalıp olan popülizm, halkçılık, Türk halkında vücut bulma şansı olmayınca, “bir gün gelecek, anlayacaklar” şeklinde bir popüler dille yetindi. Kitlesi olmayan bir kitleselcilik söylemi gelişti. Uzun vadede ise sonuç, Yön’ün iddialı aydın çıkışının kendi kendisini popülizme iğdiş etmesi oldu. Türkiye soluna iktidar perspektifi ile beraber hem parlamentarist saplantıların reddi, hem de pek çok geriletici tohum birlikte düşmüş oldular.
Yön’den MDD’ye ve Sosyalizm-Devrimci Demokrasi
Geriletici tohumlar Yön hareketi MDD’ye dönüşürken filiz verdiler. Ve özellikle de solun bilimsel sosyalizme açık diğer kanadı TİP ile ilişkilerde ortaya çıktılar. Öncesinde Yön-TİP ilişkilerinde saygılı bir mesafelilik ağır basıyor, TİP’e yönelik karamsar bir bakış ve milliyetçi temelli uvriyerizm eleştirileri görülüyordu. Ama TİP’in de Yön ‘ün de belirgin program yönelişlerini ve farklı gelenekleri yansıtmaktan ziyade, tek bir muhalefet birikiminin değişik eğilimleri barındıran farklı şekillenmeleri olmaları, hatta TİP üyelerinin Yön‘ün misafir yazarları olarak sık sık imza atmaları, aralarındaki çatışmayı değil, genel bir uyumu vurguluyor. Bu görüntü Yön‘den MDD’ye geçilirken bozulmaya başlıyor.
MDD hareketinin Yön ile bir ayrılığı yok. Aynı ideolojik-politik platformu paylaşıyorlar. Mihri Belli’nin yazılarında işlediği görüşler Avcıoğlu’ nunkilerden pek farklılık göstermiyor. Ulusal, demokratik sorunlar, kalkınma, işçi sınıfı ayrımcılığına itiraz, anti-emperyalizm, anti-feodalizm, asker-sivil-aydın zümre, zinde güçler vb… İki noktanın yine de altı çizilebilir. Biri, Avcıoğlu’nun hiç “milli burjuvazi “den söz etmemesine, böyle bir kesime misyon yüklememesine karşılık, Çin deneyimini aktarmaktan pek hoşlanan M. Belli, gündemdeki adım için millî burjuvaziyi doğal müttefik ilan ediyor. İkincisi, ittifaka Avcıoğlu sınıflardan ziyade “güçleri” katıyor; Belli ise Marksizmle tanışıklığı, olduğunu kullandığı sınıf kavramları ile hatırlatıyor.
Devrimci demokrasinin “Yön dönemine” (1960-67) Doğan Avcıoğlu’nun, ” MDD hareketi” aşamasına ise M.Belli’nin uygun düştüğünü düşünüyorum. İkisi arasında yukarıda sözü edilen ideolojik köken farklılığını abartmaya gerek yok. Bir kişisel tarih farkı da var. Belli sosyalist hareketin içinden geliyor. 1950 öncesinde gençlik örgütçüsü olarak çalışıyor. TKP içinde bir önderlik mücadelesini kaybettikten sonra, yurtdışı kadroları “mülteci” diye aşağılayan ve aktivist bir söylemi ön plana çıkartan çizgi izliyor. Devrimci demokrasinin Yön dönemi aydın hareketi niteliğine, MDD dönemi ise gençlik eylemciliğine oturuyor. İkincisinin, Belli’nin gençlik örgütçüsü ve aktivist görüntüleri ile daha iyi uyuştuğu anlaşılıyor.
Bunların dışında Yön ve MDD, Türkiye’de gelişen kapitalizmi ve işçi sınıfının sinyalleri azımsanamayacak dinamizmini küçümsemekte kesinlikle örtüşüyorlar. Burada kimi değerlendirmelere değinilebilir: Birincisi 60’ların devrimci demokrasisi ile Kadro arasında kurulan paralellik. Yukarıda Kemalizm bağlamında bir mirastan söz edildi. Kadro ile benzerlik, Kemalizme “sol yorum” getirme anlamında elbette mevcut. Her iki çıkışı da Türk aydınının müdahaleci geleneğine kaydetmek, ancak siyasal misyon düzeyinde benzerliği fazla zorlamamak gerekiyor. 60’ların devrimci demokrasisi düzen dışına yapısal olarak savruluyor. Bir diğer değerlendirme için şu alıntı açıklayıcı: “…Sol Kemalistler, Kemalizmi Marksizme bir araç olarak kullanmak istiyorlar. (Bu bakımdan sol Kemalistlerin Marksist olmadıkları kanısına katılmıyorum.)”1 Devrimci demokrasinin bilimsel sosyalizmle aynı platformda eşzamanlı yükselişi ve bir yandan ayrışma yaşanırken, diğer yandan sosyalist düşüncenin ilki üzerindeki etkisinin de artması, politik ayrışmanın teorik düzeye yansımasını engelliyor.
Pratik ayrışmanın teorileştirilmesini zorlaştıran, daha doğrusu bulanıklaştıran bir etken daha var: TKP. Şöyle açılabilir: TİP kalkınmacılıktan, sosyal adaletçilikten ve parlamentarist eğilimlerden sosyalizme evrildi. Asıl olarak, bilimsel sosyalist eğilim ulusalcı-popülist Aybar eğilimine karşı mücadelede billurlaştı. Ancak köşe taşını MDD tezlerine karşı çıkartılan işçi sınıfı önderliği ve sosyalizminin savunusu, sosyalist devrim tezi oluşturuyor. Bunlar yaşanırken, Türkiye söz konusu olduğunda etkisiz ve neredeyse felç durumundaki TKP, MDD’ ye çok daha eleştirel bir tutum takındı. Bu taktik açısından, devrimci demokrasi-geleneksel sol ayrımının bir çıkış noktası oluşturduğunu sanmıyorum. Önemsenmesi gereken, TKP programının demokratik devrimcilik ve burjuvazi ile ittifak konusunda MDD’den hiç aşağı kalmadığı gerçeğidir. Aynı alana oynayan iki hareket, birbirlerini asıl rakipler olarak algılıyorlar. İşçi sınıfı dinamiğini ve sosyalist devrimi savunanlarla ilişkileri, yani programatik ayrım ikinci planda kalıyor. TKP’nin aşamalı devrimcilikte uzlaştığı MDD hareketini, “emperyalizmin ajanlığı” ile eleştirmenin ötesine geçememesi, bilimsel sosyalizm -devrimci demokrasi ayrımının teorik bir temele oturmasını engelleyen bir etken olmuştur.
Ancak Türk sol kamuoyunun, 1960 yükselişinden sonra aşamacı bir Marksizm yorumuyla tanışmasını sağlayan etkisiz TKP değil, Yön‘ den çok daha fazla sosyalizmin etkisi altındaki MDD’dir. Kemalizm, milliyetçilik, Üçüncü Dünyacılık ile Vietnam’ın ulusal kurtuluşçuluğunu, Latin Amerika’nın gerillacılığını karıştıran bir Marksizm!…
Geleneksel sol ile devrimci demokrasinin pratik ayrışması, önce yurtdışının, Belli’nin Türk Solu Dergisini ” CIA yayını” ilan etmesiyle, sonra da mutlaka belirleyici olarak da sosyalist devrim-MDD tartışmasıyla yaşandı. TİP’in Türkiye’de kapitalizmin bir olgunluk düzeyine ulaşmış olduğu, demokratik devrimin gündemden düştüğü tezlerine karşı, MDD’nin işbirlikçi burjuvazi ve feodal “mütegallibe” ittifakı modeli… TİP’in işçi sınıfı önderliğini bir başlangıç noktası almasına karşılık, yine darbe beklentileri… Devrimci demokrasi, ütopik sosyalizm ya da Narodizm örneklerinde olduğu gibi bilimsel sosyalist hareketi önceleyen ve ona özgün koşullarda farklı miraslar bırakan, ama sonuçta bilimsel sosyalizm tarafından tasfiye edilen bir harekettir. Böyle olmak zorunda; çünkü devrimci demokrasi tarihsel sınırlılık ve geri hedeflerle belirleniyor. Türkiye’de bu tarihsel ilişki bir dönem tersine döndü. Birlikte doğan iki eğilimden sosyalist parti, devrimci demokrasi tarafından çok ciddi boyutlarda likide edildi. Parti, gençlik örgütlerinden başlayarak erozyona uğradı. Devrimci demokrasinin hanesine en başta “örgüt likidatörlüğü” kaydedilmiş oldu.
Ama sınıfsallığı dıştalayarak, parti ve örgüt disiplinini pratikte reddederek yola çıkılınca, teoride korkunç bir eklektizmle ve sallantılı bir zeminde nereye kadar gidilebilir… Gençliği sosyalizmden çalan güç, bir çekim merkezi değil, olsa olsa merkez–kaç etkilerden kaynaklanıyordu. Merkez-kaç işlemeye devam etti: MDD kendi içinden önce Maoculuğu türetti. Sonra, bir sosyalist partinin binalarını, toplantılarını basacak denli hareketlenen bir gençliği, artık zinde güçlerin kitle desteği, yedeği olarak tutabilmek mümkün olamadı; aktivistler buna da bayrak açmakta gecikmediler. 68 kuşağı eski tüfeklerin denge hesaplarını serinkanlılıkla(!) karşılayamadı. Sonuçta, teoriden yoksun bir kopuş yaşandı.
Teorisizliğin su yüzüne çıktığı teorik(!) tartışma alanlarının başında Latin Amerika’dan ithal suni denge kavramı geliyor. Yine bu kitapta yer alan bir yazıda tepkici bir iradecilik devrimci demokrasinin tanımlayıcı yönlerinden sayılıyor. Suni denge kavramı bu iradecilikle ilişkili; öncü gücün tekil ve iradi çıkışının, yıkıldı-yıkılacak düzene karşı halkı ayaklandırıvereceğini varsayıyor. Suni denge, “sürekli bunalım” ile bir kavram çifti oluşturuyor. İkincisi, diğerlerinden daha derin değil: Madem ki Marksizmde devrim için nesnel koşulların gereğinden söz ediliyor ve “öncü savaşı”nın güncelliğiyle bu teoriyi birleştirmek gerekiyor; o halde nesnel koşul için “bunalımı süreklileştirmek” yeterli… Elbette, bunu Marksist klasik analizle çatışmaya düşmekten kurtarmak için kapitalizmi bunalım dönemlerine ayırmak ve III. bunalım dönemini yaşadığımızı söylemek zorunlu oluyor. Her biri yeterli ve gerekli manipülasyonlar. Gündemdeki adımın sosyalist değil, milli ve demokratik devrim olması ittifaklar sorununda daha esnek olunmasını gerektirecek. Ama MDD ve Yön‘ün sağa kaydırıcı aşırı esnekliği de kabul edilebilir bir şey değil. Öyleyse, milli burjuvazinin yerine köylülüğe daha fazla vurgu koymak gerekli. “Cephe” ise artık öncü örgütün isminde bile yer etmeli!… Köylülüğün destek vermesi için feodal sömürüden bol bol söz edilecek, “geri bıraktırılmıştık”, “komprador kapitalizm” gibi kavramlar da, herhalde düşmanın “bir avuç” olduğunu anlatarak güven vermeye yarayan oligarşi ile süslenecek. MDD sözcüğü 68’in radikal kopuşuna gölge mi düşürüyor? “Milli”nin yerine ulusal konulup, bir de halk sözcüğü ilave edilebilir. Teori, bundan ibaret…
Bir de reel sosyalizme bakış sorunu var. Yön‘ün resmi tarih tezlerini bir ” Sovyet dostluğu ” eklemesi yaparak sahiplendiği söylendi. Sıra, MDD’ye geldiğinde birkaç etken, reel sosyalizmle araya bir mesafe konmasını zorunlu kılıyor. Birinci nedeni, “resmi” geleneksel solun reel sosyalizmle yakınlığının MDD’de bir küskünlük yaratması. İkincisi ve daha önemlisi, bilimsel sosyalizmin teorik hattıyla milliyetçilik vb. ideolojilerin örtüştürülmesinin güçlüğü. MDD, Uzakdoğu, Küba ve Latin Amerika’dan “üçüncü yol”, “Ho Şi Minh tavrı” ve geleneksel çizgiye yönelik diğer konjonktürel eleştirileri de devralmıştır. Çin etkisiyle “modern revizyonizm” kavramı dokulara nüfuz etti. Bağlantılı ama farklı bir diğer etken de şu: Reel sosyalizmin dingin, hesaplı ve bütünlüklü çizgisinin, tepkisel gençlik karakteriyle ne uyuşması ne de bu formasyondaki kadrolar tarafından kavranabilmesi mümkün. Reel sosyalizme mesafeli tutum PDA ve bundan türeyen radikal kanatta ise tam bir anti-Sovyetizme dönüştü.
Devrimci demokrasi 12 Mart’a parçalanarak, ama kısa vadede zafer umudunu da yitirmeden geldi. Devrimci demokrasi, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a D.Avcıoğlu ile Yön‘ü, M.Belli ile Türk Solu‘nu ve cuntacılığı tüketti. Bu süreç içinde 70’lerde hüküm süren ve şimdilerde su yüzüne çıkan bir yanılsamanın tohumları atılmış oldu: “Pasifist geleneksel sol ile mücadeleci devrimci demokrasi…” “Kim daha radikal?” türü tartışmaları sevenler, elbette devrimci demokratlar oluyor. Geleneksel sol ise genelde bu tartışmayı ciddiye almamayı ve saldırıları “goşizm” “sol sapma” nitelemeleriyle yanıtlamayı tercih etti. İstisnaları yok değil. Geleneksel sol içi sol eleştirilerin kimileri kısmen, kendi dışlarındaki radikallik iddialarının etkisine girdiler. Yine 70’li yıllarda, geleneksel solun gençlik örgütlenmelerinde az da olsa bu iddialar karşısında eziklik duyan unsurlar ortaya çıktı. Bugün ise, belki de uzun süreli bir suskunluktan süratle sıyrılmaya başlayan gençlik hareketine fazla eleştirel davranmanın zamansız olmasından ötürü “sol radikalizm” kavramı ağırlık kazanıyor. Ayrıca tüm toplumsal sorunların gençliğin günah hanesine yazıldığı bir dönemde bu akıntıya karşı duran ve devamında devrimci demokrasiyi yedeğine almayı planlayan uç bir tutum da geleneksel soldan türemiş bulunuyor. Oysa devrimci demokrasiye karşı ne eziklik duymak, ne varlığını yadsımak, ne de “cephe” kurmaya çalışmak anlamlı. Türkiye’de geç de olsa, netliği bozucu yönler de barındırsa, bu iki kanadın ayrışması bir kez yaşanmıştır. Süreci geriye döndürmenin olanağı yok. Üstelik ayrışmanın temelini oluşturan dinamiklerin varlığı da sürüyor. Örneğin, devrimci demokrasinin yansıttığı tepkiselliğin öğrenci gençlikte vücut bulduğu artık bir gerçekliktir. Devrimci demokrasi ile ilişkilerinde geleneksel sol, hiçbir komplekse kapılmadan kendisi ile bu kesim arasında net sınırlar çizmeyi sürdürmek durumundadır. Farklı nesnel temellerin ve farklı misyonların varlığını vurgulayarak…
Ayrışmanın böyle bir sağlamlığa yaklaştığı tek konjonktür, solun genel bir yükselişin doruğunda olduğu SD-MDD tartışmaları dönemidir. Sosyalist düşüncenin yaygınlık kazandığı ilk yıllarda böyle bir tartışmanın eksiklikler taşımamasına olanak var mı? Örneğin SD savunusu yalnızca Türkiye’nin ekonomik yapısında temellendirilmiştir. Bunun kendi dar bağlamında doğru ve yeterli olduğu düşünülebilir. Ama genel bir teorik sistematik içinde çok da büyük anlam taşımadığını söylemek gerekiyor. Demokratik devrimin gündemden çıkmasını kapitalist ilişkilerin yaygınlık ve gelişkinliğine bağlamak, demokratik devrim stratejisini de feodal ilişkilerin varlığıyla açıklamak kadar ekonomizmle sakatlanmış bir mantık… Doğrusu şu ki, devrim siyasal bir olgu ve her devrimin merkezinde iktidar sorunu yer alıyor.Burjuvazi, kapitalizmi ulusal sınırları içerisinde her köşeye yaymayı becerememiş olsa da, siyasal iktidarını kurumsal olarak oturttuğu andan itibaren saf bir demokratik devrim tarihsel olarak gündem dışı kalır. Demokratik devrimlerin sonuna kadar ilerleyebileceği ve sosyalizmin ölçülerine mükemmel uyan bir zemini hazır edeceği, yalnızca bir ütopya. Bu, kapitalizme ve burjuvaziye hiç de hak etmediği bir tarihsel devrimcilik yüklemek oluyor; her üretim tarzının ancak kendi üretim ilişkilerini sonuna kadar geliştirdikten sonra silineceği şeklindeki eski formülü hatırlatıyor… Bu konuda son bir söz: Şubattan Ekime, 17 Rusya’sında demokrasi hedefi yerini sosyalizme bıraktı; 7-8 ay içinde Çarlık ülkesi kapitalistleşme sürecini tamamladığı için mi? Yoksa Bolşevik hareket Ekim’i sosyalist devrim saymakla bir yanılgıya mı düştü? Hiçbiri değil. Burjuva demokratik devrim, siyasal iktidarın merkezi sorun olması anlamında Şubat’ta tamamlamıştır. Geriye kalanlar ise, niceliği ne olursa olsun, yalnızca pre-kapitalist kalıntıdır. Sosyalizm -kolaylığını zorluğunu tartışmıyorum- bu sorunları geçerken çözer…
Radikallik tartışmasına dönelim. İşçi sınıfına güven duymayı ve sosyalist devrimi savunanların MDD’ciler tarafından “sağ sapma” ilan edilmesi olsa olsa demogoji olarak adlandırılabilir. Demokratik devrim tezi ve bu programın has sahipleri devrimci demokratlar, tarihsel olarak sosyalist hareketin gerisinde ve sağında konumlanırlar. Eğer radikallik darbecilik ya da gençlik hareketleri ile ölçülecekse, bunların da birinin yine pragmatik olarak sağ olduğu, diğerininse yalnızca bir görüntüyü ifade ettiği söylenmelidir…
Belirli konjonktürel ve yapısal nedenler devrimci demokrasiye iktidar olanağını açabiliyor. Ancak bu iktidarın ne yöne evrileceği yine çok sayıda etkene bağlı. Küba, devrimci demokratların iktidarı aldıktan sonra geleneksel solla bütünleştikleri bir örnek. Sandinistaları da muhtemel olarak bu yönde bir gelecek bekliyor. Bu yola girmeyen örneklerin uzun vadede övünülecek bir yanları kalmıyor. Türkiye’de ise devrimci demokratlar için benzer bir olasılık, olanaksız denecek kadar uzaktır. Türkiye sınıfsal gelişimi açısından, herhangi bir sınıfa organik olarak bağlanmayan güçlere iktidar yolu açmayacak ölçüde gelişkindir. İkinci olarak da, bir kitlesel hareketlilik ya da kitle duyarlılığı geleneğinin varolmadığı toplumlarda, devrimci demokrasinin popülizmini realize etme olanağı da bulunmuyor. Türkiye’de bu hareket dünya çapında benzerlerinin yükseldiği bir atmosferden beslenmişti. 1980’lerin sonuna yaklaşılırken artık böylesi bir genel dalga da gündem dışı. Uzun vadede en iyimser tahmin, devrimci demokrat muhalefetin bir dönüşüm anında sosyalist önderliğin yedeğine alınması olacaktır.
12 Mart Sonrası: Yükseliş mi Düşüş mü
Devrimci demokrasi için zinde güçler “teorisi” 27 Mayıs’ta tükenmeye haşladı. Gömülmesi için 12 Mart’ı beklemek gerekti. Sol cunta beklentilerinin çökmesi “asker önderliği-gençlik desteği” modeline de son verdi. Suni denge “teorisi” ise eşzamanlı olarak pratiğe dökülmeye başlıyor.
Şehir ve kır gerillası taktikleri bir teorinin uygulamaya geçirilmesi midir, yoksa daha az iradeci ve daha fazla dış-belirlenmiş bir süreç mi? Tek bir yönü vurgulamak haklı olmayacak. Ama Çayan’ın Kızıldere’de son bulan yaşantısının Kesintisizlerin uygulanmasından ibaret olduğu taraftarlarınca çok söylendi. Şimdi dikkatler tersi yöne çekilmeli. Devrimci demokrat gençlik MDD’nin bekleme odasından kendini dışarı attığında, Harun Karadeniz’in daha önceki dönemlerin sosyalist eğilimli gençliğini kastederek yaptığı bir belirleme bu kesim için de geçerlilik kazanıyor. Karadeniz, akademik taleplerle başlayan, ülke sorunları üzerine düşünmekten, çözümü bizzat aramaya yönelen bir gelişimin sonunda, tıkanıklığın ortaya çıktığını söylüyor. Tıkanıklık, toplumsal bir sınıfa önderlik etme yeteneği olmayan bir kesimin, sınıf öncüsünün misyonunu üstlenmeye sürüklenmesidir. Çözüm, gençliğin bir aydın kaynağı olarak sınıfın öncü örgütüne entegre edilmesinde ya da onun bir fonksiyonu olarak etkinliğini sürdürmesinde bulunabilir. Devrimci demokratların tıkanıklığı Avcıoğlu, Belli ve ordu yedekliği alternatiflerinin devirlerini kapatmasıdır. Hareket kendisini likide etmek ya da kendi ufku içerisinde mümkün tek güzergahta ilerlemek durumundaydı. Bir teorik tercihin pratiği mi, yoksa başka çıkar yol görülememesi mi? Doğası gereği kitle kendiliğindenliğine bağımlı ve popülist eğilimle sakat devrimci demokrasi için ikinci seçeneği, adını koymak gerekirse çaresizliği vurgulamakta hiçbir sakınca görmüyorum…
Dolayısıyla da Y.Küçük’ün devrimci demokrat bir dergide kendisiyle yapılan röportajda ” THKP-C Jakoben geleneğimizin parçasıdır” ifadesini teorinin ölçütlerinde anlaşılmaz buluyorum.2 Jakobenizmin, popülizm ve çaresizlikle en ufak bir ortaklığını bulmak mümkün değil. Daha önce çok söylendi, tekrar edilmesi gerekecek. Jakobenizmi geleneğimize dahil eden birincil özellik, örgütlü öncünün dönüştürücü müdahalesine tanınan önemdir. THKP-C’nin suni denge bozuculuğunu böyle bir dönüştürücülük mü sayacağız? Hem de aynı hareketin geçmişindeki, sosyalizmin çıkış yollarını tıkamaya yönelik eylemleri de unutmak pahasına. THKP-C’nin, demokrat bir geleneğe dahil edilmesi tek mantıklı tespit olarak gözüküyor. Hiç zorlamaya gerek yok. Devrimci demokratlar bu sıfatı kendi kendilerine takmaktan artık çekinmiyorlar. Çıkan dergilere gözatmak yeterli. Y.Küçük aydınlar ve siyasal hareketler üzerine çalışmalarını devrimci demokrasiyle mevcut ayrımları silikleştirme çabasına dönüştürecekse, bunun Türkiye’nin sosyalist birikimi açısından bir geri adım oluşturacağı bilinmelidir. Türkiye’de geleneksel sol devrimci demokrasiden ayrışmış bulunuyor. Ortak bir “açıda yeniden buluşmayı önermek, ileri değil geri bakmaktır. Sorunumuz geleneksel solu teorik düzeyde bozucu etkilerden arındırmak olmalı. Ayrışmanın sağlamlaştırılması ve Türkiye’de sosyalist bir önderliğin yaratılabilmesi için geleneksel solun demokrasici programları asıl sahibi devrimci demokratlara terketmesi gerekiyor. Marksist anlamda olmayan bir “parti” kavramının dahi yerleşiklik kazanmadığı bu kesimi Jakobenlikle ödüllendirmek, bir sağ taktik olarak görünüyor.
Çaresizlikle sürüklenilen bir yenilgi ve kısa süre sonra hareketin yeniden büyük bir yaygınlık kazanması… Ama yaygınlık, tıkanıklığın açıldığı anlamına yorumlanmamalı. Açılmadığını, yükselişin giderek sayısı artan parçalanmalarla birlikte yaşanması da gösteriyor. Teorik kısırlığın aşılması bir yana, cephe kökenli hareketler “yorum” tartışmalarından başlarını kaldıramıyorlar. Bölünmelerin gerekçesi her zaman Mahir’ci Ortodoksluk oluyor. THKO ise daha farklı etkilere açılıyor. Maocu ve Sovyetik eğilimlerin yanı sıra, kimi unsurlar da MDD yuvalarında kalıyorlar. PDA Maoculuğundan türeyenlerle birlikte devrimci demokrasi parçalı bir görünüm kazanıyor. 70’li yıllar boyunca egemen özellikler, istenildiği ölçüde kitleselleşememe, kalıcı kadrolar edinememe olarak beliriyor. Demokratik devrimcilik çok sayıda ve sahipleri tarafından uzlaşmaz olarak kabul edilen versiyona bölündü; Devrimci demokrasinin bütünü için yakın geçmişteki çaresizlik dar ve gündelik bir pratiğe hapsolmak şeklinde tekrar yaşandı. Güncele sıkışmak, hareketi iktidar perspektifinden adım adım uzaklaştırdı.
İktidar perspektifinin, Yön hareketinin olumluluklar hanesine yazılabileceğine inanıyorum. 70 direnişinin bu olumluluktan henüz kopmamış olduğunu düşünüyorum. 12 Mart döneminin ertesindeyse siyasal öngörü yeteneği bu perspektifle birlikte yitiriliyor. Artık öz-savunma refleksleri hem pratik, hem düşünsel olarak iktidar mücadelesinin yerini alıyor. Hareket kısa soluklu kadrolarla kitle kendiliğindenliğinin peşinden koşmaya hapsoluyor, ya da kalıcı ürünleri olamayan tekil eylemlere yöneliyor. Maocu Aydınlık hareketi ise bir diğer uçta, şovenizmden düzen partisi olmaya doğru evriliyor.
Bunalımdan iki önemli eğilim doğuyor. Birincisi teorik yapının ve siyasal programların tatmin etmediği kimi gruplaşmalar geleneksel sola daha yakın bir noktaya yerleşiyorlar. Ya daha sonra kesim değiştirmek üzere bu noktayı da aşıyorlar, ya da devrimci demokrasiden geleneksel sola kadro devşirilen sıçrama tahtaları haline geliyorlar. Bu geçişte önemli sorun geleneksel sol, reel sosyalizm, işçi dinamiği gibi konulardaki geçmiş saplantılardan arınmak oluyor. Kolaylaştırıcı etkeni ise, aşamalı devrim anlayışının ve programın değiştirilmesine gerek olmaması hazırlıyor. Diğer eğilim, bunalımın Yeni Sola ortam sunmasıyla açığa çıkıyor. Birikim Dergisi ve 80 yılına doğru boy gösteren Troçkist akımlar gözlerini teorik çözümsüzlük içindeki kesimlere dikiyorlar. Dev-Yol, Vatan Partisi, Rızgari çevresi ve Kurtuluş çevresinin kimi unsurları başta geliyor. Ancak yeni solun teorisizlik ve tepkisellikten rant alma çabasının ürün verdiği söylenemez. İç dengesizliklerin varlığı, anti-Sovyetik eğilim ve kurucu/yapıcı olmama özellikleri, ürün alınabileceği beklentisini beslese de, devrimci demokrasi-yeni sol izdivacının önünde en az iki kısırlaştırıcı etken duruyor: Devrimci demokrasinin yeni solun teorik gelişkinlik görüntüsünün cazibesine kapılmayacak ölçüde teori düşmanlığı ve anti-entelektüalizme saplanması; bir de bu tür söylemlere açık unsurların güncel politik mücadelecilikten en uzaktakiler olması. Böylelerinden, gerçekten “bir şeyler” çıkmıyor. Hatırlatılması gereken bir diğer gelişme 60’larda sesi duyulmayan Doğu kaynaklı bir hareketlenmenin de başlamasıdır. Türk solunda etkisi, hiçbir pratik yol göstericiliğe ışık tutmayan tartışmalar etrafında bir kör döğüşü yaratmak oldu. Bir de Türk solcularının kimileri için yeni bir umut kapısı doğurdu. Sonraki düş kırıklıklarıyla birlikte… 80 sonrasında aynı umut kapısının tekrar açıldığı biliniyor.
Yön ve MDD’nin bir zamanlar açıkça reddettiği işçi sınıfı önderliği ise, bugün neredeyse önkabul olarak benimsenmeye başlandı. Aşırı köylücü Maocu çevreler dışında 70’lerde Mihri Belli’nin kendisi dahi işçi sınıfını artık tartışmadı. (Bugün Saçak Dergisi bile önderlik sorununu halletmiş(!) gözüküyor.) MDD’den radikal kopuşu simgeleyen Çayan’ın işçi sınıfına “ideolojik” önderlikten fazlasını layık görmeyen modeli, böylece has MDD’ciler tarafından bile sollanmış oldu. Radikallik derecesinin, mangalda bırakılan kül artıklarına göre tespit edildiği bir dönem başlamıştı artık. Siyasal yelpazede sıralanmanın, ittifaklar sorununda belirleneceği dahi unutuldu. TİP’in de 78 yılından başlayarak sosyalist devrim çizgisinden kopuşundan sonra ittifaklar tartışması ayrıntı ve somut durum tahliline ilişkin bir sorun haline dönüştürüldü. Cephe merakı, “olmazsa olmaz” varlığını sürdürdü. İttifaklar konusunda sağ eğilimler ve aşamalı devrim konusunda da tam bir uzlaşma sağlanınca, ayrılık nedenleri slogan tartışmasına dönüştü…
12 Eylül’e gelirken teorik kapasitesi ve pratikte yetenekleri çok sınırlı yaşanan toplumsal çözülüş sürecini yönlendirebilmekten uzak üniversite gençliğinin dinamizmini ve taşra tepkiselliğini yansıtan yaygın ve iktidarsız devrimci demokrasi, iflasa gerçekte pek yakındı. Eylül, iflasın noktasını koymuş oldu.
80’den Sonra: Sessizlik ve Tekrar
Devrimci demokratların 80’li yıllarda yeni bir çözümsüzlüğe düşmesi, yeni sola bir şans daha verdi. Güncel pratiğin oyalayıcılığını da yitiren devrimci demokratlar, bir de 12 Eylül rejiminin kapsamlı fiziksel ve ideolojik kuşatması altında kaldılar. İnkarcılık ya da yönü belirsiz arayışlar yine inkârcı ve amorf yeni solun sivrilmesine yol açtı. Yeni sol Türkiye’de belki de Aybar popülizminden beri ilk kez bir dönemin egemen “sol” söylemini belirleyecek düzeyde güç kazandı. İki kanal açıldı. Biri, yeni solun sınır tanımaz reddi miras tutumunun devrimci demokrat aktivizme de cephe alması oldu. Sivil toplumcular birkaç yıl önce etkilemeye çabaladıkları gençlere ikamecilik, acelecilik, teröristlik suçlamalarını yöneltmekte duraksamadılar. Bir ahlaki düşkünlük olarak görülmesi gereken bu tutum, rejimin depolitizasyon hedefiyle paralel bir işlev görmeye başladı. Diğer kanal, devrimci demokrasinin kendi içerisinde benzer eğilimlerin serpilmesi ile açıldı. Bugün “yürek-ateş” çığırtkanlığıyla sivil toplumculuğu bir arada sergileyenler, ya da Troçkizme transfer olanların varlığı biliniyor.
Yeni solun 70’lerde devrimci demokratları cezbedememe nedenleri bir süre sonra yine geçerli hale geldi. Sivil toplumculuk çabuk sönen bir moda olarak kaldı. Yine de Türk solcusunun siyasal öngörü yeteneklerini biraz daha körelten bir etki yarattığı da gerçek. Bir örneği güncelliği süren türban tartışması: Sol, İslamik hareketin düzeniçiliğini, sivil toplumcu bir saf demokrasinin yanında hiç önemsemeyebiliyor. M. Belge ve D. Perinçek gerici militanlara “özgürlük savaşlarında” destek vermek üzere panellerden açlık grevlerine koşuşturuyorlar. Önemli olan bu isimler değil elbette önemli olan, 1986-87 devrimci demokrasisinin “demokrasi” saplantısının, geçmişine oranla, mücadelecilik yönünü törpüleyecek denli daha fazla olması…
Devrimci demokrasinin çözümsüzlüğünden rant isteyen ikinci akım, yeni solcularla düzenin sınırında dolanan Kemalist-Maocu Aydınlık oldu. Gazetelerinde devrimci demokratları fotoğraflarıyla birlikte ihbar etmeyi sol-içi mücadelenin yöntemi kılmış olanlar, yeni giysileriyle Ortodoks Marksizmi savunarak ortaya çıktılar. İki kez, partileşmek yoluyla toplayacakları parsayı kapatmak istediler. Gayet doğal olarak partileşme projelerinde isimleri M.Ali Aybar ile birlikte anıldı. 70’lerde sessiz sedasız kendi grup partilerini ilan etmiş olan Aybar ve Perinçek fraksiyonlarının 80 ‘lerde “blok parti” ya da “birleşik sosyalist parti” girişimlerinde öncülüğe soyunmalarının gerekçesi, devrimci demokratların bol ürün alacakları bir sahipsiz tarla saymalarıdır…
Ardından Türk sol tarihinde eşine az rastlanır bir Troçkist-anarşist-yeni solcu karma dergi ortaya çıktı. Yine bir partileşme projesi ve yine radikal bir söylemle. Ancak genel anlamda yeni solun 86-87 Türkiye’sinde treni kaçırdığı anlaşılıyor. Devrimci demokrasi, olağanüstü bir sığlık sergileyen yayın organlarıyla siyasete dönüyor. Bunlardan tümünün öğrenci hareketliliğini başköşeye yerleştirmesi şunu gösteriyor: Hareket bir kez daha kendini asli olarak gençliğe, gençliğin içten ve kendiliğinden dinamizmine bağlamaktadır. Bu kendiliğindenliği en iyi yansıtanların en güçlü olmalarını doğal karşılamak gerekiyor. Gençlik söz konusu olduğunda geleneksel solun ancak daha uzun vadede şansı olabileceği kabul edilmelidir.
Başka sesler de var: Tarihin tüm yenikleri, devrimci demokrat yığına hitap etmek istiyor. Ama başarılı olanın sosyal-demokrasi olduğu görülüyor. Üstelik eski CHP’den farklı olarak devrimci demokratları içine almakta pek gönülsüz davranmasına rağmen… Sosyal-demokrat liderlerin tüm hakaretlerinden, daha da önemlisi sağ politikalarından hiç gocunmayan devrimci demokrasi, birkaç yıl önce, “yeter ki, politika olsun!” diyerek girdiği sosyal demokrasinin içerisinde pratik olarak konum değiştirmektedir. Devrimci demokrasi üzerinde ancak marjinal etkide bulunabilecek görece yeni bir gelişmeden daha söz edilebilir: Büyük ölçüde yeni solun zorlamasıyla gündeme gelen feminizm çevrecilik gibi dar perspektifli akımlar. 60 ve 70’lerde devrimci demokratların çeşitli kesimlerindeki Latin Amerika, Çin ve Afrika ulusal kurtuluş rüzgârlarının toparlayıcı etkisi, yeni dönemde pek cılız kalacak gibi görünüyor. Bunların bıraktığı boşluktan sivil toplumcu bir demokratlık çerçevesinde içeri sızabilecek eğilimler yine politik mücadelecilik özelliğini geriletmeye yarayacaklar.
Sıralanan bütün eğilimler birer tekrardan ibarettir. Devrimci demokrasi 68 doruğundan bu yana, aynı hastalıkları benzer biçimlerde tekrar tekrar üreterek sürekli iktidarsızlaşma yaşıyor. Geleneksel solun kabul etmesi gereken bir gerçeklik de bu iktidarsız yükselişin işçi sınıfı içinde de artık bir departman edinmiş olduğudur. Bu yer aracılığıyla, devrimci demokratların yapısal disiplinsizliklerini sınıfa da taşımaktan geri kalmıyorlar. Bu ilişkinin sınıfın doğuştan niteliklerince tersine çevrilmesi beklenmemeli. Devrimci demokrasinin tersine çevirebileceği alan geleneksel sol ile olan güç ilişkilerinde aranmalı. Teori, politika, kadrolaşma vb. olarak bütünüyle farklı bir geleneksel sol güç kazandığı ölçüde, devrimci demokratları etkisi altına alabilecektir. İdeolojik etkilenme, teorik hitap vb. yollar değil, pratik bir yol göstericilik, nesnel olarak bir çekim merkezi rolü oynamakla devrimci demokrasinin bir revizyona sokulabilmesi olanağı mevcuttur. Kesinlikle kısa vadede değil. Zira ilk önce bu etkiyi yaratacak olan geleneksel solun kendi tam “bağımsızlığını” kazanması gerekiyor. Bağımsızlık ise, programında sosyalizm perspektifinin, her tür aşamacılığın yerini almasından geçecek.