Kürt devrimci demokrasisi, 1984 sonrasında yaşanan süreçlerle Türkiye’de oldukça önemli bir siyasi hareket haline geldi. Burjuva siyasi partilerinin kendi siyasal-ideolojik konumlarını endeksledikleri bir “siyasal sorun” olacak kadar gelişen bu hareket, gelişiminin bir evresinde ulusal tarihin ve kültürun (eğri ya da doğru) taşıyıcısı olan Kürt aydınlarını da içine aldı. Taşıdıkları ulusal kültür ve tarihsel mirasın siyasi ifadesi olarak görmeye başladıkları PKK’ye karşı geçmişte çelişkili tepkiler göstermiş olan bu kesim, artık PKK’yi Kürt tarihinin bir parçası ve onun mirasçısı olarak görüyor.
Genel olarak Kürt tarihi olarak adlandırılabilecek olan bir “hafıza” bugün “Kürt mucadeleleri” tarihi olarak adlandırılıyor ve değerlendiriliyor. Bunun siyasi gerekçeleri elbette ,ama “tarih bilinci” açısından doğruluğu çok tartışmalıdır. Elbette ortada bir tarihsizliğin ya da tarihsel kopukluğun olduğu söylenemez, ancak bir tarihsellik içerik ve öz itibariyle çarpıtılmaktadır.
Kürt vilayet(ler)inde yaşanan ayaklanmaların tarihi 17-18. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu ayaklanmaların siyasi-toplumsal nedenleri çok çeşitlidir ve önemlice bir kısmının “ulusal”lıkla bağlantılandırılması mümkün değildir.
Mezopotamya ve Anadolu’nun tarihi yazılacaksa burada “Kürtlerin tarihi” türü bir altbaşlıkla yer alabilecek olan söz konusu tarihsel olaylar, bu anlamda bir Kürt ulusal hareketi tarihi kapsamı içinde kolay kolay yer alamazlar.
Diğer yandan bilimsellikten bir parça ödün verip siyasete daha fazla bükersek, sözünü ettiğimiz tarihsel olaylar dizisi aynı zamanda Kürt ulusunun şekillenme sürecindeki zaaflar başlığı altında da değerlendirilebilirler.
Bu yazı, 17. yüzyıldan 1938’e kadar olan dönemi ele alarak Anadolu ve Mezopotamya’da siyasal ve toplumsal yapıyı şekillendiren önemli tarihsel gelişmeleri değerlendirmek amacını taşımaktadır. Bu olaylar marksist anlamda bir Kürt ulusunun değil ama bugün siyasal harekette temsil edilen Kürt ulusal kimliğinin tarihine ilişkindir ve bir yönüyle Kürtlerin uluslaşma sürecini engelleyen ve bastıran bir dizi toplumsal dinamiği ortaya koymaya yöneliktir. Yazımın taşıdığı bir de kötü niyet var. Kürdistan’da varolan ve varolmuş olan mülk sahibi sınıfların hiçbirinin “uluslaşma” dinamiğinin “istikrarlı ve sürekli” taşıyıcısı olmadığını göstermek 1 .
17. yüzyıl ile 1938 arasında Kürdistandaki siyasi ve toplumsal gelişmeler konusunu ele almaya başlamadan önce bu çalışmaya temel teşkil eden kimi konumları hatırlatmak istiyorum. Bu konumlar Sosyalist İktidar Partisi’nin Kürt sorununa ilişkin analizlerini anlamak için gereklidir.
1. SİP, sömürge tezini benimsememektedir. Bilindiği gibi bu tez Türkiye solunda kemalizmden kopuşun turnusol kağıdı olarak dayatılır ve Kürdistanın T.C.nin sömürgesi olduğunu ifade eder.
2 SİP, Kürt sorununu ulusal temelinin ötesinde Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişiminin bir ürünü olarak ortaya koyar. Bu açıdan Kürt sorununu ve ulusal baskıyı kapitalist sömürü ve zulmün bir biçimi olarak görür. Kürt sorununda Türkiye kapitalizmi ve devleti dışsal bir dinamik olarak değil, sınıflar mücadelesinin Kürt sorununu da kapsayan zemini olarak yerlerini alırlar.
3. Bu yönüyle bizim için Kürt sorunu çeşitli yönleriyle bir emekçi dinamiğini ifade etmektedir ve Kürt devrimci demokrasisi bugünkü konumlardan bağımsız olarak anti-kapitalist bir yönelime girmek ya da teslim olmak gibi bir ikileme oturmaktadır.
Bu yazı fazlasıyla tarihsel (hatta “tarihi”!) bir konusu olmasına rağmen bu konumların da söz konusu tarihsellik içindeki temellerine yönelecektir. Bu temellerin elbetteki en önemlisi yukarıda yer alan bir cümlede özetlenmektedir: Kürdistan’da varolan ve var olmus olan mülk sahibi sınıfların hiçbirinin “uluslaşma” dinamiğinin “istikrarlı ve sürekli” taşıyıcısı olmadığını göstermek. Bunun bir yönuyle burjuva demokratik devrimle ilintilendirilmiş anlamıyla uluslaşma dinamiğinin olmadığı, ya da zayıf ve inişli çıkışlı olduğu anlamına geldiği açıktır.
Sonuç bölümünde bu noktaya geri dönmek üzere Kürt vilayet(ler)inde siyasal toplumsal yapının gelişimine geçelim.
Aşiretler, mirlikler, tarikatlar
19. yüzyılda merkezi Osmanlı iktidarı, mirlikleri dağıtarak yerel bürokrasi araçılığıyla merkezi otoriteyi sağlamlaştırma girişimlerine başlayana dek Kürdistan’da siyasal-toplumsal örgütlenme aşiretler üzerinde yükselen mirliklere dayanıyordu. Aşiretlerin temel birimler olduğu bu dönem boyunca mirlikler aşiretler üstü bir yapı olarak birleştirici bir kurum olurken, aynı zamanda da aşiretler arası sorunlarda otorite olarak devreye giriyordu.
Aslına bakılırsa merkezi iktidarın güçlü olduğu dönemlerde mirliklerin güçlü olması pek mümkün olmuyordu. Boyle zamanlarda aşiretleri birleştiren bir güç olmaktan çok, aşiretler arası çatışmaları sınırlandırarak, bir anlamda “Osmanlı bürokrasisi” yerine geçen mirlikler İran,, Rusya gibi diğer emperyal güçlerle oluşan gerginliklerde duruma göre merkezi iktidar karşısında güc kazanıyor ve derebeyliği denilebilecek bir konuma daha fazla oturuyorlardı.
Kürt illerinin Osmanlı yayılmacılığının (ve diğer bölgesel güçlerin) işgal yolları üzerinde olduğu açıktır. Bunun anlamı “işgalciliğe” dayanan bir Osmanlı siyasal/ekonomik yapılanmasına paralel olarak varolan aşiretler siyasetidir (aşiretçi siyaset). Aşiretler siyaseti dediğim ,Kürdistan vilayetlerindeki toplumsal yapının bir niteliği olduğu da unutulmamalıdır. Aşiretler temelinde bir toplumsal yapının tarihsel olarak negatif anlamları marksistler açısından çok açıktır.
Bir, kapalı ekonomi yani kapitalist pazarın yokluğu; iki, aslında (bir)in bir alt başlığı olarak ücret ilişkisinin yokluğu; üç, küçük kapalı topluluklar olarak aşiretlerin istikrarlı bir birliğinin yokluğu; dört, bunlara paralel olarak da dil ve “ırk” birliğine sahip olan Kürtlerin onları bir ulus olarak birleştirecek bir toplumsal-ekonomik dinamikten yoksun olmaları.
Elbette bütün bu söylediklerimiz 19. yüzyıla kadar olan dönem için geçerlidir. 19. yüzyıldan sonra ise toplumsal-ekonomik yapıdaki belli değişikliklerden çok dış dinamikler ve siyasal gelişmeler bu tabloyu değiştirmiş; çelişkili-zayıf bir uluslaşma dinamiğini gecikmiş olarak doğurmuştur 2 .
Emirliklerin dağıtılması
Kürt vilayetlerindeki siyasal yapıyı değiştiren süreç Osmanlıdaki reform hareketlerine denk duşer 3 Soz konusu reform hareketlerinin ilk akla geleni olan Tanzimat ,bu vilayetlerde çok sınırlı bir sonuç almıstır. Tanzimat reformlarının önemlice bir kısmının imparatorluğun zayıflığından kaynaklandığı ve Avrupalı güçler tarafından dayatıldığı düşüncesi bu dönemde özellikle müslüman halk arasında yaygın bir görüştür. Doğruluk payı da yüksektir. 19. yüzyılın başında Kürt vilayetlerinde yapılan siyasal düzenlemelerin bir kısmı hıristiyan azınlıkların korunmasına yönelik olmuştur. Bu ilk reform süreçlerini islami siyasi ve toplumsal düzeni yok etme girişimleri olarak değerlendiren kesimler ağırlıklı olarak dini nitelikte tepkiler vermişlerdir. Konumuz açısından soz konusu reform süreçlerinin asıl önemi, merkeziyetçi idari yapıyı güçlendirmeye yönelik düzenlemeleri de gündeme getirmeleridir. Kürt vilayetlerinde yukarıda andığımız Emirliklere dayalı yapı buradan başlayarak çözülmek istenmiştir 4 . 1847 yılında Bedirhan Beyin 5 Cizreye yollanan güçlü Osmanlı ordusu karşısında teslim olmasına kadar süren gelişmeler, merkezi yapının güçlendirilmesine yonelik girişimlere gösterilen tepkiler olmuştur 6 19. yüzyılın ikinci yarısı merkeziyetçi siyasal yapının güçlendirilmesi anlamında başka sorunları gündeme getirmekle birlikte emirliklerin büyük ölçüde etkisizlestirildikleri bir dönem oldu. Kimi emirlerin bölgeden uzaklaştırılmalarını da içeren bir dizi uygulama sonucunda emirlikler ortadan kaldırılmış ve Osmanlı bürokrasisi bölgeye yerleştirilmişti.
Ancak, Osmanlı bürokrasisi emirliklerin doldurduğu yeri uzunca bir dönem dolduramadılar. Aşiretler arası sorunlar arttı. Emirlerin yokluğunda merkezi siyasi yapı bu sorunlarla başa çıkamıyordu. Toplumsal yapının aşiretler halinde parçalanmışlığı, vilayet yönetimi ve onun bir parçası olan bürokrasiyi etkisizleştiriyordu.
Şeyhler: Boşluk dolduruyor
Emirliklerin ortadan kalkmasıyla birlikte aşiretler arasında birleştirici olacak bir toplumsal siyasal kurumlaşma ihtiyacı ortaya çıktı. Dinsel yapı boylesi bir boşluğa doğması muhtemel olan bir kurumdu 7 . Diğer yandan, şeyhlerin bir anlamda emirlerin yerini almaları Kürdistan’daki dinsel kurumlaşmanın da şekil değiştirmesi anlamına geliyordu.
Bu noktada Nakşibendiliğin 19. yüzyıl boyunca bolgedeki gelişimine bir göz atmak gerekiyor. 19. yüzyıla gelinceye kadar bölgede asıl ağırlığı olan tarikat Kadirilikti. Önemli pek çok ailenin mensup olduğu bu tarikat kurallarında halifelik babadan oğula geçiyordu ve halife atamak gibi bir pratik yoktu. Bu da Kadiriliğin özellikle emirliklerin ortadan kalkmasıyla doğan siyasal boşluk göz önüne alınırsa, otoritesini sınırlıyordu.
Nakşibendiliğin 19. yüzyıldaki gelişimi ise büyük ölçüde 1811 ile 1827 arasında onlarca halife atayan Mevlana Halid adındaki bir din adamına bağlıdır. Mevlana Halid’in atadığı halifeler arasında “diğer etnik kokenlerden eşit sayıda halifenin yanısıra 30 Kürt” 8 halifesi de vardır. Bu dönemde Nakşibendiliği seçen ve Mevlana Halid’in halifeleri arasında yer alan çok sayıda Kadiriye mezhebi şeyhi olduğu bilinmektedir.
Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında Kürdistan vilayetlerine egemen olan ekonomik güvensizlik ve toplumsal dağınıklık ortamında şeyhler hızla siyasal onem kazanmışlardır.
Bir ara sonuç: Din ve ulusalcılık
Şeyhlerin daha sonraki dönemde daha çok Avrupa kaynaklı milliyetçi düşünce ve hareketlerin yakınında tuttukları yerin kaynağı da, bu dönemdedir. Siyasal otorite büyük ölçüde merkeziyetçi Osmanlı bürokrasisine bağlanırken, gerçek toplumsal otorite şeyhlik merkezinde ifade edilen bir dinsel kurumlaşmaya bağlanmıştır. 20. yüzyıl Kürt ulusalcıları da şeyhleri büyük ölçüde aşiretler ötesi birleştiricilikleri nedeniyle başvurmuşlar onları yanlarına almaya çalışmışlardır. Emirlikler ne kadar burjuva ulusalcılığına yakın ve yatkın olarak görülebilirse, şeyhler çevresinde oluşan hareketler de o kadar yakın ve yatkın görülebilirler.
Bolgede uluslaşma dinamiğine sahip etnik gruplar, Kürtlerin yaşadığı bölge bir ulke olarak aslında birden çok etnik nÜfusa aitti. Ermeniler, Araplar, Türkler, Kürtler… Bunlar içinde Türkler merkezi batıda olan bir burjuva devrim sürecine endeksli bir uluslaşma dinamiğini temsil ederlerken, Ermeniler de özellikle ekonomik hayattaki konumları ile önemli bir diğer uluslaşma dinamiğini ifade ediyorlardı. Kürtlerin bu ortamda rekabetin ayrı bir tarafı olmaktan çok, bu dinamiklerin yarattığı toplumsal/ekonomik etkiye karşı direnç gösteren bir taraf olduklarını görmek gerekir.
Bu bağlamda 19. yüzyılın sonundan Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar yaşanan süreçte Ermeni ulusalcılığı dinsel farklılığın da etkisiyle Kürt aşiretleri ve şeyhleri için önemli bir düşman olarak tespit edilmiştir. Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e kadar “Türk” siyasetçileri bunu iyi değerlendirmişlerdir 9 . Abdülhamit tarafından çeşitli Kürt aşiretlerinin devlet tarafına çekilmesi ve ayrıcalıklı kılınması ile oluşturulan Hamidiye alayları Kürtlerin tarihi açısından önemli bir gelişmedir. Merkezi devletin “kanlı numaralan”ndan biri olarak tarihe (ve tabii ki Türkiye burjuvazisinin dolaplar acendasına) geçmiştir. Hamidiye Alayları (ya da aşiret alayları) şu amaçlarla kurulmuştur: Kürt aşiretlerini yeniden “kazanmak”. Merkeziyetçi siyasal yapının güçlendirilmesi ilkesinin daha esnek bir biçimde uygulanmasından başka birşey değildir bu. Bu amaçla atılan adımlar Kürdistan vilayetindeki toplumsal yapıya uymadığı gibi aslında merkeziyetçiliğin yıpranmasına da neden olmuştur ve merkeziyetçiliği güçlendirmenin daha “yerelci” yöntemleri bulunmak zorunda kalınmıştır.
Ermeni ve Rus tehdidine karşı silahlı gücü pekiştirmek, toplumsal tabanı genişletmek… Din sorununun da iyi kullanılması ile Kürtler “kader ortağı” oldukları Osmanlı’ya yeniden bağlanmışlar; Ermeni kıyımlarında rol almışlardır 10 . Hamidiye alaylarının, bu hedefler büyük ölçüde yerine getirilirken, bazı “yan etkileri” de oldu. Günümüzdeki koruculuk politikasına benzer yan etkilerdi bunlar. Alaylara dahil olan aşiretler devlet için büyük “yararlılıklar” gösterirken, diğer yandan ayrıcalıklarını diğer aşiretler aleyhinde kullandılar. Bu da devletle yıldızı kolay kolay barışmayan “düşman aşiretler” ortaya çıkardı.
Yine de, Hamidiye alayları Osmanlı otoritesi açısından genel olarak iyi kullanıldı. Kürt aşiretleri bölündü, Ermenileri sindirmek ve yok etmek için uygun ve daha sonra yeni bir Ermeni sorunu haline gelmeyecek bir araç bulunmuş ,vb…
Savaş sonrası durum
Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlerin durumu farklı yaklaşımlar içinde tartışılan bir konu. Mustafa Kemal’in Kürt sorununda “halkların kardeşliği” formülünü nasıl geliştirdiğini anlatan, o dönemde bağımsız olarak varolduğu kurgulanan bir Kürt ulusal hareketinin penceresinden konuya bakan Kürt devrimcilerine kadar çok çeşitli kesimler bu alanda kapsamlı çözümlemeler yapıyor.
1918 yılında Kürt aşiretlerinin Osmanlının dağılma sürecine nasıl yaklaştıkları konusundaki sorular aslında bu tartışmanın özünü oluşturuyor.
Bir, Kürt aşiretleri Osmanlının dağılma surecinden ayrı ve bağımsız bir devlet çıkarma umudu ve isteği ile davrandılar mı? Bu soruya mutlak bir cevap vermek yerine soruyu yanıtlarken elde tutmamız gereken verileri sermekte fayda var.
Ortadoğu ve Mezopotamyanın İngiltere, Almanya gibi emperyal güçlerin çeşitli nedenlerle ilgi alanı içinde olduğu doğrudur. Her ne kadar bu saptama geleneksel milli paranoyalarımızın (şimdilerde medyatik) temelini oluştursa, özellikle 1. Savaş sonrası emperyalist diplomasiyi bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Uluslararası alanda sosyalist bir ülkenin siyasi ve askeri ağırlığını henüz koymamış olduğu bir dönemde emperyalist paylasım savaşı sonrasında bölgede yapılan her türlü düzenleme de bu şekilde açıklanabilir 11 . Bu söylenen elbette ki iç dinamikleri yok saymaya dönük değildir. Ermenilerin, Arapların, Kürtlerin oluşturduğu bir bölge dinamizmi elbette vardır. Ama bu sayılan dinamiklerin hareket tarzları çoğunlukla emperyalist diplomasiye (olumlu ya da olumsuz olarak) endeksli olmuştur.
Kürtlerin bu süreçteki konumu nedir?
Milliyetçi düşünce ve hareketlerin çok sınırlı olduğu ve genel siyasetin daha çok dine ve hatta halifeye endeksli olduğu Kürtlerde, Osmanlının dağılma sürecinden bağımsız bir Kürdistan’la çıkma fikrinin pek rağbet gormediğini (en azından konjonktur nedeniyle) söyleyebiliriz.
Genel olarak bölge dinamikleri Anadolu’nun doğusunda Kuzey Kürdistanı da kapsayan bir alanda Ermenista’nın kurulması doğrultusunda işlemektedir. Emperyalist diplomasinin de buna yatkın olduğu göz önüne alınırsa özellikle Kuzeydeki Kürt aşiretleri için sorun bağımsız Kürdistan’dan once bu projeyi de engelleyecek bir Ermenistanın önüne geçme sorunudur 12 . Osmanlı ile oluşturulan istikrarsız statukoyu bile kaybetmeye yol açacak bir Ermenistan tehdidi Kürt aşiretlerini halifeye ve daha sonra onun temsilcisi ve kurtarıcısı olarak görünen Mustafa Kemal’e yaklaştırmıştır 13 .
Kürt toplumunun iç dinamikleri
Kürt aşiretlerinin bağımsızlıkçılık meselesindeki konumu ve emperyalist paylaşım savaşı sonrasındaki hareketleri konusu elbetteki emperyalist diplomasi başlığına indirgenemez. Bu çerçevede Kürt ulusalcılığının durumuna ve Kürt toplumundaki siyasal-toplumsal egemenlik odaklarının konumuna bakalım. Yukarda aşiret yapısı ve bunun anlamı hakkında yazdıklarımızda kısaca değindik. Kürdistan’da ulusalcılığın toplumsal temelleri oldukça zayıftı 14 . Merkeziyetçi siyasal otoriteye karşı dağınık ve parcalanmış tepkileri ulusal hareket adıyla anmayacaksak, uluslaşma “dinamiği” daha çok siyasal etkileşimlerden ibaretti. Milliyetçiliğin taşıyıcısı olan kesimler mevcuttu. özellikle devlet bürokrasisi içinde yer alan Kürtler ile büyük kentlerde eğitilmiş seçkinler arasında milliyetçi düşünce ve örgutlenmenin yaygınlık kazanabildiği görülur. Ancak Kürtlük temelinde oluşturulan pek çok örgütlenme de ilk dönemde tam olarak bağımsızlıkçı öğeleri öne çıkartmadılar. Kürt Teali Cemiyeti bile ilk dönemde daha çok kültürel-toplumsal hedefler peşinde görünuyordu. Aşiret yapısının getirdiği dağınıklık, aşiretler arasındaki gerginlikler vb. milliyetçiliğin tabanının oluşmaması anlamına geliyordu. Halifeye bağlılık ve dinsel ortaklıklar da Kürt aşiretlerini bir Türkten çok bir Osmanlı olarak gördükleri Mustafa Kemal’e yaklaştırdı.
Bütün bunların sonucunda Türkiye burjuvazisinin belirgin bir siyasal oturma ve ekonomik istikrar yaşamasına dek sürecek olan ve bir dizi ayaklanmayı da içeren bir dönem başladı. Kürt ulusalcılığının bir taraftan genişleyen bir taban bulurken bir taraftan da sahip olduğu sınırlar nedeniyle aradığı çıkışı gercekleştiremediği bir dönem oldu bu.
1. Savas sonrasında Kürtlerin hareketi hakkında bu kadarlık bir analizden sonra Cumhuriyet döneminde Kürt ayaklanmalarına ilişkin değerlendirmelere girmek istiyorum.
1938’e kadar süren ayaklanmalar
Koçgiri, Ağrı, Şeyh Sait ayaklanmaları Cumhuriyetle birlikte başlayan ve 1938’e kadar süren Kürt ayaklanmaları sürecinin parçalarıdır. 1938 ile birlikte bu süreç bıçak gibi kesilmiş ve Kürt hareketi içinde “feodal önderlikli ulusal hareket” dönemi olarak adlandırılan bu dönem kapanmıstır. Bunun nedenlerine daha sonra değinmek üzere sozkonusu döneme ilişkin çözümlemelerimize girelim.
Öncelikle bu ayaklanmaların genel olarak aşiret ayaklanmaları çizgisinin uzantısı olduğunu söylemeliyiz. Bu anlamda bu ayaklanmalar, Osmanlı devletinin yerine kurulan yeni cumhuriyet içinde bir hizip olan Kürt ulusalcılığının hareketlerinden çok dağınık Kürt toplumunun parçalı tepkileri olmuştur. Bruinessenin sözleriyle “Belki Ağrı ayaklanmasının dışında ,hemen her durumda önderlik, geleneksel Kürt seçkinlerinin elindeydi ve katılım aşiret ayaklanmalarının genel çizgisini izliyordu. Siyasal partiler, ya da örgütler yalnızca Şeyh Said ve Ağrı ayaklanmalarının hazırlıklarında önemsiz roller aldılar. dönemin Kürt siyasal parti ve örgütlerinin kentli asker ve aydın üyelerinin sayısı oldukça azdı ve kitle desteğinden yoksundular” (Bruinessen; age; s. 188).
Peki bu ayaklanmaların nedenleri neydi?
Birincisi, Cumhuriyet ve ilk yıllarında Kürtleri Mustafa Kemale bağlayan önemli bir bağ zayıfladı. Halifenin temsilcisi olarak ortaya çıkan Mustafa Kemalin din konusunda izlediği yol özellikle Şeyh Sait ayaklanmasına da temel oluşturan tepkilere yol açtı. İkincisi, Kemalist yonetim, devletin ideolojik temeline ilişkin yeni projelere yönelmiŞti. türk milletinin keŞfi ve milliyetcilik ilkelerinin öne çıkartılması Osmanlı kimliğini ve bu kimliğin birarada tuttuğu kesimleri kaçınılmaz olarak dışa itiyordu. “Ne mutlu türk vatandaşıyım diyene!” cümlesini henuz keşfetmemiş olan burjuva siyaseti ulusal baskının çeşitli biçimlerini de gündeme getiriyordu. Şeyh Sait ayaklanması 15 da dahil bütün ayaklanmalar bu yönleriyle tam anlamıyla ulusalcı olmasalar bile ulusal baskıya karşı gelistirilmislerdi 16 . Üçüncüsü, her köklü siyasal dönüsüm döneminde ortaya çıkması kaçınılmaz olan bir durumdu. Bölgedeki siyasal yapı bir kez daha bir sarsıntı yaşamanın eşiğine gelmişti. özellikle dini temeller üzerinde otoritesini kurmuş olanlar ve bu otoritenin altındaki toplum kesimleri tepki göstermeye başladılar. Ayaklanmaların feodal niteliği bu dinamikten kaynaklanmaktadır. Dördüncüsü, Cumhuriyetin kuruluşunu da içeren bir dizi gelişmeyle birlikte oluşan bolgesel statukoya ilişkindir. Sınırların yeniden çizilmesi ile birlikte özellikle İran-Türkiye, Irak- Türkiye biçiminde göçebelik yapan ve hayvancılıkla uğraşan aşiretler yerleşikliğe zorlandılar. Bu belli bir sure için ekonomik yıkımı da gundeme getiriyordu.
Ayaklanmaların sonu
Kürt ayaklanmalarının başarısızlık nedenleri üzerinde genel olarak durmak ve 1938’den sonra aynı nitelikte ayaklanmaların yaşanmamasının toplumsal-siyasal nedenlerine girmek istiyorum. Kürt ayaklanmalarının başarısızlığının en önemli siyasi-toplumsal ve askeri nedeni, aşiret yapısıdır. 15 yıla yayılan bir sure içinde bir dizi ayaklanma yaşandığı halde, bunların ortak bir zamanlamayla ve sağlam bir örgütlenme ile yapılması mümkün olmamıştır. Kürt aşiretleri farklı farklı ayaklanmalarda tavırsız kalmış ya da devlet tarafında yer almıştır.
Kocgiri tipik bir örnektir. Coğrafi yayılımı açısından da Kürt illerindeki diğer aşiretlere karşı çoğu zaman ilgisiz kalmıs olan Kocgiri aşireti, devletle karşı karşıya geldiğinde büyük ölçüde yalnız kalmış ve ezilmiştir.
Askeri açıdan da aşiret yapısı bir dizi dezavantaj yaratmıştır. Ayaklanmaların çoğunda organizasyon bozuklukları Cumhuriyet ordusunun ayaklanmayı bastırmasını kolaylaştırmıstır. Aşiretler Kemalist rejim tarafından da iyi maniple edildiler. Farklılıkları iyi kullanan ,Kürtleri bölmeye dönük politikaları başarıyla uyguladı.
Bütün bunların sonucunda isyanlar kendi iç zaaflarının otesinde Türk devletinin askeri gücüyle bastırıldı.
Uzlaşma: Kürt feodallerinden Anadolu burjuvazisine
Zorla bastırılan isyanlarda etkili rolleri olan yerel önderler sürgün ve baskılar yoluyla sindirildi ya da etkisiz kılındı. 1940’lara gelindiğinde batıda düzenin büyük ölçüde oturduğu da gözonüne alınırsa cumhuriyet rejiminin siyasal baskıyı arttırması da kolaylaşmıştı. Nakil ve asimilasyon politikaları, ulusal temeli en azından siyasi sonuçları bakımından zayıflattı.
Rejimin oturması; bolge haritasının uluslararası diplomasi içinde belli bir kesinlik kazanması gibi gelişmelerle birlikte, ilk dönem Kürt hareketine esas ivmeyi veren motif ortadan kalktı. çözülen Osmanlı devleti içinde biraz da fırsatçı bir konum edinmiş olan Kürt ulusalcılığı geri düşmüş oldu.
Diğer yandan Türkiye burjuvazisi baskıyla yetinmek; Kürt isyanlarına neden olan feodal temelle tam boy bir karşılaşma içine girmektense onunla uzlaşmayı, onu massetmeyi tercih etti. Bunu basardığı ölçüde Kürt hareketini de yenmis oldu. Bu surecte asiret sefi yeni toplumsal görevler üstlendi. Kapitalizme geçiş ve kapitalist yapıyla bütünleşme konusunda bir tur tampon mekanizma haline geldi. Aşiretlerin fazla üretim yapmaya başlamaları tüccar ve çerçi ile daha fazla ilişki kurmalarını sağladı. Diğer yandan tüccarın aracı fonksiyonu ve değerin bir bölümüne el koyması aşiret yapısını çözecek olan kapitalist birikimi de geciktiriyordu 17 . Yine paralel bir biçimde kredi mekanizmaları, devlet desteği gibi araçlar doğulu hakim sınıfların batılı hakim sınıflarla bütünleşmesini kolaylaştırdı 18 .
Sonuç olarak
Buraya kadar aktardıklarımız, uluslaşma süreci başka ulusların gelişimi ile bastırılmış ve geciktirilmiş olan Kürtlerin 20. yüzyılda sınırlı ve çelişkili bir biçimde oluşturdukları ulusal hareketleri anlatmaktadır.
Bu tarih Cumhuriyetin toplumsal ve siyasal oturma dönemi ile birlikte kapanmaktadır. Siyasal gelişkinliği ve ileri temsiliyetine karşın toplumsal ve ekonomik geriliği ile karakterize olan Cumhuriyet burjuvazisi bu oturma dönemini daha guvenli ve oportunist yöntemlerle gercekleştirmiştir. Kürt feodallerinden yeni burjuvalar yaratmak ve bunu yıkıcı ve “çözücü” yöntemlerle değil de, sürece yayarak yapmak bu yöntemlerin bir boyutudur. özellikle 1950lerde olusan yeni dunya konjonktürü, Türkiye burjuvazisine doğulu mülk sahibi sınıfları kendisine bağlamak daha doğrusu burjuvalaştırmak fırsatını vermiştir.
Bu şekilde burjuvalaşan sınıfları “işbirlikçi” olarak adlandırmak kesinlikle yanlıştır. Bu anlamıyla işbirlikçi olmayan bir milli Kürt burjuvazisi mevcut değildir, olmamıştır.
“Ulusal Sorun Tezleri” yazı dizisinin ilk bölümü Kürt toplumunun Osmanlıdan bu yana yaşadıklarını bir bölumüyle anlatmaya donuktu. Kapitalist sömürü ve zulmün, Kürtler üzerinde yoğunlaşması ve Kürt emekçi sınıflarının siyasal hareket içine daha doğrudan biçimlerde girmesi ele aldığımız dönemin sonrasındadır.
Yazı dizisinin ikinci bölümü bu konuyla başlayacak. Kürt solunun ortaya cıkışı ve gelişimini değerlendirecek. özellikle Türkiye solu içinde ve Türkiye solunun bir hizibi olarak geliştiği dönemin temel özelliklerini değerlendirecek. 12 Eylul sonrası gelişmeleri ve guünümuzde Kürt devrimci demokrasisini uçüncü bölumde ele almayı düşünüyorum.
Dipnotlar ve Kaynak
- Belki de bu yüzden, Kürt ulusal hareketi adlandırmasına uygun bir hareketin yıllardır kalıcı ve samimi öğesi yalnızca Kürt devrimci demokrasisi olmuştur. Devrimci demokrat bir hareketin ulusallık koordinatlarında tanımlanmasıysa hiçbir şekilde kalıcı olmayacak bir durumdur. Diğer yandan emperyalizmin ayak oyunlarının ve Kürt aydınlarının sosyalist sistemin çözülüşüyle iyice sağa kayması bugün cılız bir burjuva ulusalcılığı oluşturuyor. Ama sözkonusu burjuva ulusalcı hareketin de T.C. içinde bölgeciliğe dayalı bir “iç siyaset” odağı olmaktan başka bir derdi yoktur. Bu yönüyle cemaatçi Alevi liderleri ile sendika ağalarının siyasal ikbal peşinde koşmalarından (siyasal anlamda) bir farkı olmayan söz konusu burjuva dinamiğin de ulusalcı olmaktan çok “bölgeci” olduğu söylenebilir.
- Burada sözü edilen “uluslaşma dinamiği”nin bugün varolan Kürt devrimci demokrasisi ile ilişkisi çok dolaylı ve yalnızca siyasal-ideolojik-kültürel bazda kurulabilir. Uluslaşma, ulus ulusal pazar sözcükleri ile ulusal baskı ulusal hareket gibi sözcüklerin aynı kavramdantüremekle birlikte farklı toplumsal zeminlere oturabileceklerini düşünüyorum. Açıkçası uluslaşma, yalnız başına “ulus”, ulusal pazar gibi kavramlar doğrudan doğruya burjuva demokratik devrim süreci ile ilintilendirilmelidir. Bu kavramlar gerçekten de son tahlildeburjuvaziye ait olan bir dinamizm; burjuvazinin belirlediği bir gelisme içinde yerlerine otururlar. Ulusal sorun, ulusal baskı, ulusal hareket kavramlarının ise en azından belli tarihsellikler içinde bu çerçevenin çok dıŞına çıktığını düşünüyorum. Bu yaklaşımın marksizmin ulusal soruna ilişkin yaklaşımlarının ilk olarak şekillendiği 19. yüzyıl çözümlemelerinde bulunamayacağını peşinen belirteyim. Gerçekten de 19. yüzyıl marksizmi ulus kavramını büyük ölçüde burjuva demokratik devrimi çerçevesi içine oturtmuş ve burada çözümlemiştir. Bu yüzden de uluslaşma süreçlerine ve bunlara paralel olarak ortaya çıkan ulusal hareketlere küresel boyutta ele alınan bir burjuva demokratik gelişim içinde yer tanımışlardır.Ulusal baskının ,doğrudan doğruya burjuvazi elinde bir kapitalist sömürü silahı haline getirildiği emperyalizm çağında bu yaklaşımın sınırlarına varılmıştır. Lenin ve Stalin’in Ekim devrimi ile birlikte en gelişkin halini alan ulusal sorun çözümlemeleri bizim çağımızda ulusal soruna bakışımızda temel aldığımız büyük katkılar olarak ortaya çıkmıstır.II. Enternasyonal-Emperyalist bunalım (marksistlerin buna ilişkin siyasal çözümleme ve kararları 1907-1912 arasında yoğunlaşıyor) -1. Cihan Harbi-1917 çizgisi içinde ulusal sorun çözümlemelerinin gelişimini ayrı bir yazıda ele alacağımı giriş bölümünde belirtmiştim.Ama “Ekim devrimi ile birlikte en gelişkin halini alan ulusal sorun çözümlemeleri”ne bir örnek yazmadan edemeyeceğim. Stalin’den: “Bu durumda ulusların kendi kaderini tayin hakkının eski burjuva demokratik yorumu (ki bu yorum marksistler tarafından da -bizzat bolşevikler tarafından paylasılmıştır -T.K.) bir düş oluyor devrimci anlamını yitiriyordu. Besbelli ki bu koşullarda, ulusal baskının ortadan kaldırılması ve küçük ulusal devletlerin bağımsız duruma getirilmesi sözkonusu bile olamaz.Ezilen milliyetlerin emekçi yığınlarının kurtuluşunun ve ulusal baskının ortadan kaldırılmasının emperyalizm ile bağları koparmadan “kendi” ulusal burjuvazisini devirmeden ve emekçi yığınların kendilerinin iktidarını gerçekleştirmeden düşünülemeyeceği açık seçik belli oluyordu.Bu Ekim devriminden sonra daha da açık olarak anlaşıldı.” (Stalin J.; Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu; Sol Yayınları; s. 91)
- Bkz. Bruinessen; Martin Von, Kürdistan Üzerine Yazılar; İletişim Yayınları 1992; Osmanlı Reformları ve Kürt toplumuna etkileri; s. 126.
- “Kürt vilayetlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na dahil edilmelerinden sonraki idari yapıları, İmparatorluğun öteki bölgelerinden farklı olmuştur. Çoğu vilayet, merkezden atanmış valiler yerine, kendilerine Osmanlı ünvanları verilmis hakim Kürt aileleri tarafından gerçekten de neredeyse bağımsız olarak yönetiliyordu. Kürt emirlikleri, yani küçük bölgesel devletler böylece sağlamlastırılmış, merkezce tanınan bazı ailelerin öbür aileler üzerindeki iktidarı arttırılmıstı. (…) Bazı emirlikler daha 17. ve 18. yüzyılda merkezin denetimi altına alınmıştı; ne var ki, merkezi yönetim 18. yüzyıl boyunca güçten düştükçe bazı Kürt aşiret reisleri de kendilerini Anadolu’daki derebeyleri gibi, birer bağımsız hükümdar konumuna getirdiler.Bruinessen; Martin Von Kürdistan Üzerine Yazılar; İletişim Yayınları1992; Osmanlı Reformları ve Kürt toplumuna etkileri; s. 126.
- Bedirhan Bey ayaklanması Emirliklerin bölgede oluşturdukları yapı ve bu yapının merkezi siyasal yapının zaafları ile ilişkisi açısından anlamlı bir örnektir. Bu konuda kısa ve özlü bir değerlendirme için bkz. Bruinessen; Martin Von, age;s. 130-131
- 19. yüzyılın ilk yarısında daha çok OsmanIı-Rus savaşlarının yarattığı otorite boşluğuna oturan ayaklanmalar da bir bakıma bu çerçevede değerlendirilmelidir. Süphesiz bunlar Bedirhan Bey’in sahip olduğu güce ve etkiye sahip olmadılar. 1806-1812 savaşları sonrasında 1815’de başlayan isyan dalgası 1830’un ardından gelen Mir Mehmet ayaklanması sözünü ettiğimiz olaylara örneklerdir.
- Dinsel otoritenin birleştiriciliği konusu günümüzde de geçmişte de fazlasıyla abartılmıştır. Özellikle islami kesim buna felsefi ve ideolojik bir gereklilik olarak bakarken, kimileri de bunu tarihsel bir gerçeklik bir “olgu” olarak fazlaca önemsemişlerdir. Konumuz özelinde bakarsak bu ikinci yaklaşımın sahiplerinin “yanıldıklarını” söylemek gerekiyor.Birincisi, dinsel kurumlasma alternatif bir toplumsal otorite olamaz. Din kaynaklı (biçimli demek daha doğru olur) otorite özellikle feodalizm döneminde diğer siyasal-toplumsal otorite odaklarına alternatif olmak bir yana onların ortağı ayrılmaz bir parçası olmuştur. Burjuva devrim sürecinde dinsel otoritenin feodalitenin bir parçası olarak karşıya alınmasından kaynaklanan kimi sürtüşmeler yaşanmışsa da, özellikle bizim ülkemizde cumhuriyet döneminde bu sürtüşmeler yeni bir uzlaşmayla sonuçlanmış ve dinsel otorite odakları (elbette toplumsal hayatta da bunun karşılığını yakaladıkları ölçüde) siyasal otoriteyle bütünleşmişlerdir (burjuva sınıfının bir parçası olarak). İkincisi, yukarda söylenene benzer bir biçimde toplumsal parçalanmışlık ve eşitsizlikler dinsel kurumlarda da muadilleri olan farklılaşmaları yaratmışlardır. Kürt toplumu, aşiretlere bölünmüş olduğu dönemde, dinsel olarak da fazlasıyla parçalanmıştı: Alevilik,sunnilik (safii ve hanefi), yezidilik, ehl-i hak… Öyle ki, 1920’lerde Kürt toplumunu bir millet olarak birleştirme amacıyla ortaya çıkan “jön-Kürtler” birleştirici öğelerden birisi olarak Kürt halkının ilk ve bağımsız dini olarak gördükleri yezidiliğe yönelmişler daha sonra islamdakarar kılmışlardır. Ömer Laçiner’in Bruinessen’in kitabına yazdığı önsöze de değinmeden edemeyeceğim. Laçiner iki saptama yapıyor: “Bu dini ve kutsi gerekçeler Arapların Osmanlı devletinden kopuşlarına meşruiyet sağlamış; ama öte yandan öteki ulusları etnik toplulukları birleştiren ortak dini değerler, özellikle tarikatlar aracılığıyla kurulmuş bağlar, devleti “Misak-ı Milli” sınırları içinde ayakta tutma mücadelesinin ortakça verilmesinin en önemli faktörü olmustur. “… aralarında yer yer çatısmaya da varan gerginlikler yaşandığı halde neden o topluluklar ötekileri dıştalayan, düşman veya rakip addeden bir iç dayanısma duygusunu – milliyetçiliğin bir önemli yanını gelistirmemis -ki örneğin Batı’da tipikti bu-ama buna mukabil milletleri yatay kesen bir mezhep, tarikat ortaklığı gibi üst-kutsal değerlerin bilgisi millet bilincinden çok daha güçlü etkili bir aidiyet bilinci verebilmistir. Laçiner’in bu ifadelerinin ilk çağrıştırdığı toplumumuzun sorunlarını “maneviyat eksikliğine” bağlayan dinci gericilerin söylemleri… Laçiner yazdığı önsözde 20. yüzyıl öncesinde bölge halklarını birarada tutan () dinsel bağları fazlaca önemsemekte ve hatta utanmasa “özlemektedir.” Dsgalci feodal hükümdarların yüzyıllar boyunca Mezopotamya, Anadolu ve Dran’ı kanla suladığı sanki doğru değilmiş gibi; sanki aşiret savaşları dinsel soykırımlar hiç olmamış gibi “ötekileri dıştalayan bir iç dayanışma duygusu”nun gelişmediğini söyleyebilmektedir. Daha da ileri gidip. “Ortadoğu halklarının yeniden birleşmesi” sorununun çözümü için bir reçete “düşünebilmektedir”:”Düne kadar kutsalı ve kutsalda görmek istediği gücü din ve devletin birlikteliğinde, dini önderler ve en üst iktidar katında arayan, kendisini ise itaat ve kulluk ödevinin pasifliğine bırakan Ortadoğu halkları, bu şemayı tersine çevirerek kutsal, yaratım ve yaptırım gücünü bizzat kendilerinde somutlayacak özgün (gerçekten öyle! -T.K.) bir demokratik dönüşüme yönelemezler mi?” Bu yazıyı yazarken notlarımda yeralan bu cümleleri okuduğumda aklıma su tür bir olasılık geldi. Acaba bunları yazarken Ömer Laçiner, Avrupa ve Amerika’da yasayan kimi ressam ve müzisyenlerimize özenip “yaratıcılık arttırıcı” kimyasallara mı “yöneldi”?
- Bruinessen; age; s. 50
- Bu yüzden onları suçlamak çok akıllıca olmasa gerek. Temsil ettikleri sınıfın Türkiye burjuvazisinin ve yavaş yavaş onun bir kolu haline gelmekte olan Osmanlı feodalitesinin çıkarlarına uygun olanı yapmışlardır. Büyük Fransız devriminde, 1848 sürecinde Avrupa burjuvazisini proleterleri “kandırdıkları” için suçlamak nasıl imkansızsa (proleterleri kandırıldıkları için suçlamak daha anlamlıdır) burada da Kürt aşiretleri üzerinde kanlı dolaplar çevirenleri suçlamak pek mümkün değil.
- Ermeniler hakkında “aile sohbetlerinde” de çok sey dinledim. Elazığ’lı olan anneannem Ermeni komşularını hep sevgiyle anardı. Onların çok becerikli, “sanat sahibi” insanlar olduklarını söylerdi. Daha sonra oturdukları evlerin pekçoğunun Ermeni evi olduğu da dinlediklerim arasında. Anlaşılan Rusya ile yapılan savaşlar sırasında Anadolu’da büyük kıyımlar yapmış olan Ermeni milliyetçileri Elazığ’a kadar ulaşmadıkları için ne Ermeni kıyımlarını, ne de Ermeni milliyetçilerinin yaptığı kıyımları gözleriyle görmemiş. Ermenilerin gerçekleştirdiği bir katliamın ürünü olduğu söylenen bir toplu mezarın geçtiğimiz onyıllarda televizyon kameralarına yansıtıldığı Erzurum doğumlu olan babam ise, ailesinden dinlediği şu cümleyi aktarmıştı: “Ruslar girdiğinde Ermeniler öldürüyordu, onlar çekildiğinde Türkler…” Ortadoğu ve Balkanların; Asya’nın ve Akdeniz’in halkları bir “koyup” üç alanları yüzyıllardır tanıyor…
- Sevres anlaşması komünizmin gölgesinin dünya üzerine yavaş yavaş düştüğü bir dönemde yapıldı. Ama Osmanlı, İngiliz, Rus, Alman Amerikan vb. emperyalistlerin paylaŞım kavgasının sonuçlandırıldığı bu ara aşamada işçi sınıfı hareketinin bir taraf oluşturabildiği söylenemez. Bugün Sevres tartışmaları da benzer bir dönemeçte yapılıyor işçi sınıfı çizgisinin kolay kolay belirleyici olamadığı bu tartışmalarda kimileri Sevres’i sanki emperyalist paylaşım savaŞının bir parçası onun doğal bir uzantısı değilmiş de “Türk düsmanı” (Alman düşmanı vb.) bir katakulliymiş gibi değerlendirirken kimileri de emperyalist diplomasiye “demokratik” ve “hürriyetçi” anlamlar yüklemeye kalkışıyor. Kürtler açısından söyleyelim, Sevres’in Kürt halkının bağımsızlığı ve özgürlüğü gibi bir çerçeveyi oluşturduğunu söylemek için bağımsızlık ve özgürlüğün ne olduğunu bilmiyor olmak gerekir.
- Kürdistan’ın güneyinde yer alan aşiretlerin emperyalist diplomasinin Osmanlı karşıtı kanadına daha sıcak bakmaları bu sorunun bu bölgeler için gündemde olmamasıdır.
- Milliyetçi akım ve örgütler kitle desteği anlamında çok güçlü değillerdi. Sevres görüşmelerinde daha fazla Türk’lerden yana çıkan Abdülkadir, İstanbul’daki loncalarda ve Kürdistan’ın kuzey illerinde daha fazla destek buldu. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi; c. 6.; Kürt Ayaklanmaları)
- Aşiret yapısının milliyetçiliğin gelişimi açısından olumsuz bir zemin olması hakkında görüşler için bkz. Beşikçi; İsmail, Doğu Anadolu’nun Düzeni; E Yayınları, Temmuz 1969; s. 103)
- Seyh Sait’in dinsel kimliği nedeniyle ayaklanmayı bütünüyle dinsel tepkiciliğine indirgemek ve “irticai” nitelikte bir ayaklanma olarak görmek doğru değildir. Yazının ilk bölümlerinde Kürt vilayetlerinde tarikatların gelişimi ve oturdukları siyasal-toplumsal misyonları değerlendirmiştim. Şeyhliğin büyük ölçüde emirliklerin dağıtılmasından sonra aşiretler üstü bir konuma yerleşmesi onun ek toplumsal-ekonomik roller üstlenmesini de sağladı. Beşikçi, emirliklerle şeyhlerin konumunu karşılaştırırken, Mirlik döneminde emek karşılığı ödenmeyen artıürünün emirin elinde kaldığını ve seyhlik döneminde bu oran düşerken, şeyhin artı-ürün’ü ticari sermayeye ve toprak mülkiyetine dönüştürdüğünü yazıyor. Bunun bir karşılaştırma olarak anlamlı olabileceğini ama şeyhlerin burjuvalaşmaları ya da “burjuva” nitelikli ayaklanma önderleri haline gelmeleri anlamına gelmediğini düşünüyorum. Özellikle ticari sermayeye dönüşme çok sınırlı ve belirleyici olmayan bir süreç çünkü. Diğer yandan, ayaklanma da Seyh Sait önderliğinin en belirgin anlamı dinin toparlayıcı bir motif olarak “kullanılması”dır. Şeyh Sait ayaklanmasına ilişkin tavır ve değerlendirme konusunda TKP’ye yöneltilecek eleştiriler de ayaklanmanın niteliğinden çok ayaklanma karşısında dönem komünistlerinin politik tavrı noktasında odaklaşmalıdır. Ayaklanma çelişkili öğeleri barındırmakta ve sınıfsal bir belirsizlik tasımaktadır. Bu belirsizliği çözmek komünist hareketin basarabildiği ölçüde görevidir. Bu görevi yerine getirmek için de, elbetteki TKP’nin ayaklanmanın “irticai” bir ayaklanma olduğu yönündeki saptaması temel alınamazdı.
- Bruinessen’in bu duruma getirdiği bir tanımlama var. Bütünüyle benimsediğim için değil ama özellikle belli dönemeçleri iyi açıkladığı için aktarıyorum: “uluslaştırmaya karşı etnik ulusçuluk”.
- Beşikçi; i. age; s. 138. Beşikçi Doğu’nun şehirlerinde yerleşen yeni burjuvalarla feodal ağaların aynı kişiler olduğuna dikkat çekiyor (age; s. 121).
- age; s. 163