Görmek, göstermek fiilleri ve bunlardan türeyen kavramlar ideoloji dünyasında sıkça başvurulan araçlar. Bu dünyanın diğer yüzünü ise iletmek fiilinden türeyenler oluşturuyor. Çağımızın giderek bir iletişim dünyası olduğu “gerçeği” alışık olduğumuz ideolojik girişlerden. Bu yazıda görmenin, göstermenin belli ölçülerde tükendiği, iletmenin ise yalıtma ile birlikte gittiği yakın zamanlar üzerinde durulacak.
Bakmak ve görmek… Birincisi bir edim, çaba. İkincisi ulaşılan edinilen, sonuç. Yaşam süresince bakıp da görülenleri göz önüne getirdiğimizde bu iki sürecin çoğu zaman doğrusal ve birebir şekilde işlemediğini görürüz. Görmek bakmaktan etkilenmekte, aynı görme nesnesi her zaman aynı görüntüye yol açmamaktadır. Örnek olarak toplumsal sorunların trafik, anarşi, gecekondular vb. maddeleri ile anlatılıp, nüfus artışının suçlu gösterildiği tipik açıklamayı sınıfları temel alan diğer açıklama ile karşılaştırabiliriz. Aynı toplumsallığa bakıldığı halde görüntüler niyete ve bilgiye bağlı olarak farklılaşmıştır. Bunun biri edimin (bakmak) koşullarına diğeri yöntemine ilişkin başlıca iki nedeni sayılabilir.
İlkinde nesnenin sunulduğu şekil, kompozisyon ve bu kompozisyon içinde algının seçiciliği geçerlidir. Nesneleri diğerleriyle etkileşimleri, ilişkileri içinde tanımladığımız ölçüde doğal olanı budur. Kömür madende cevher halinde, onu çıkarmaya çalışan madencinin ellerinde, alnında is lekesinde, ton başına fiyat biçerek satanın elinde, ısınmak için yakıldığı sobada farklı görüntülere bürünmüştür. Bu görünümleri çoğaltan ise bakan öznenin niteliğidir.
İkinci neden ise nesnenin kendisinden çok onun algılanırken temsil edilmesi ile, ifade araçları ile ilintilidir. Başka bir deyişle iletimiyle. Gerçeklik farkına varılıp kavranırken belli bir çerçeveden, sınırlardan, süzgeçten geçmekte, alıcıya geldiğinde bu çerçeve, süzgeçler ters çevrilmekte, böylece somut-soyut-somut döngüsü kurulmaktadır. Algının sınırları vardır: İnsan kulağının ses olarak algılayacağı titreşim aralığı, bunun fiziksel bir örneğidir. Toplumsal olana gelince, burjuvazinin her türlü aykırı sesi ayıklamaya, bastırmaya çalıştığı kapitalist toplumdaki algı, bilgi sınırlığı verilebilir.
Görmek, göstermek ve sınırlılık… İlk bakışta oldukça çelişkili. Ancak şu temel gerçekleri hatırladığımız ölçüde anlaşılır. Kavramlara varmak için kullanılacak araçlar, ve bu kavramların işleyişi bunu kullananlara göre, söz konusu toplum olduğu takdirde toplumsal ölçekte belirecektir. Kapitalist toplumda egemen sınıf burjuvazi egemenliğini sürdürmek için kendi sınıfsal çıkarlarını genelin, toplumun çıkarları gibi sunacak, sözü edilen yere gerçekliğin baş aşağı çevrilmesi ile varılacaktır (Marx’ın Alman İdeolojisi’nde söylediği gibi). Yani yanılsama ile…
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, yanılsamanın nesnel bir temele sahip olmasıdır. Yanılsama bilginin elde edilmesine ilişkindir. Bu nedenle bilginin kaynaklandığı yer, ortam, tarihsellik ve bilginin düzenlenme, sistemleştirilme süreci yanılsamanın da seyrini gösterecektir. Her şeyden önce yanılsama/başaşağı olma bilinçli bir çarpıtma, düzenlemenin ötesinde nesnenin en küçük parçasının, doğasının bilgisinde kendini duyurur. Nesne ile taşıdığı bu içsel bağ dolayısıyla bunu organik bir oluş, zihinsel yansımasını ise organik biliş/kavrayış olarak adlandırabiliriz. Organik olan belli bir nesneyi diğerlerinden ayırtetmemizi, tanımamızı sağlayan temel niteliklerdir. Renk gibi kaynama noktası gibi, özgül ağırlık gibi fiziksel özellikler, üretim sürecindeki konumlarına göre tanımlanan sınıflar buna örnek verilebilir. Burada odaklanılan nokta nesnenin kendisidir. Bu nitelikler değişmez değildir, ancak bunlarda izlenecek değişiklikler o nesnenin de değişmesi anlamına gelecektir.
Nesnelerin tikelliğini değil de bunların aralarındaki ilişkiyi ifade eden duamı ise kompozisyon, buna karşı gelen biliş düzeyi de sentetik olarak nitelendirilebilir. Buna ilişkin olarak, renklerin bir tabloda bir araya gelmesi, farklı maddelerin bileşik, karışım oluşturmaları fiziksel; çatışan sınıfların oluşturduğu toplum yapısı ise ekonomi politik örneklerdir. Sayılan bu iki düzey birbirinden bağımsız değildir. Bir olgunun diğeriyle kurduğu ilişki diğer taraftan onun özelliği olmaktadır. Oksijen yanmayı sağlar, tikel/organik olan bu niteliği sağlayan diğer atomlarla kurduğu ilişki, sentetiktir. Burjuvaziyi burjuvazi yapan emek gücünün sömürüşüdür, diğer bir deyişle tanınmasını, ayırt edilmesini sağlayan temel nitelik toplumsal kompozisyondaki yeri, üretim sürecinde diğer nesnelerle/öznelerle olan ilişkisidir.
Bu iki düzey arasında çift yönlü bir etkileşim vardır. Nitelik değişince nesnenin diğerleriyle kurduğu ilişki değişecektir. Çürük tahta çivi tutmayacak, yapıyı oluşturamayacaktır. Bunun tersi de geçerlidir, çürük şeftali yanındaki tazeleri de çürütecektir.
Bunun biliş düzeyindeki ideolojik yansımasına gelince: Farklı koşullar, görmenin değişmesinde anlatıldığı gibi, verili bir özelliği işlevsiz kılabilir. Güncel bir örnek düzenin yeni keşfi: Geçtiğimiz “nevruz” kutlamalarıdır. Yeşil-sarı-kırmızı renkleri değişmediği halde güç dengesi, koşullar, hesaplar değiştiği için düzenin aynı renklere tepkisi, meclis açılışında bu renkleri taşıdığı için kürsüden alaşağı etmeye çalıştığı Leyla Zana’ya gösterdiğinden farklı olmuştur. Öncüller aynı iken çıktılar farklı yöndedir: Birinde hıyanet belgesi, diğerinde milli renkler… Kurgular arasındaki farklılıklar nedeniyle. Savaş sırasında sergilenen ikiyüzlü hamaset de başka bir örnek. Cesetleri bekleyen niteleme saflarına göre “leş” ya da “şehit” olmak durumudur. İşin içine sinen apaçık bir taraf tutma, öznelliktir. Biçilen sonlar acımasız, insafsızdır, çünkü taraflar farklı olmanın ötesine düşmandır.
Algılamak, kavramak özneye göre belirmekte, değişmektedir. Toplumsal çerçevede farklı yaşam koşullarına, dolayısıyla farklı çıkarlara sahip olan öznelerin, sınıfların bakışları da, elde ettikleri görüntüler de farklılık taşıyacaktır. Bakış ve elde olunan görüntü yelpazesi özneye içkindir, diğer bir deyişle organiktir. Senirkent faciasında yaşamını yitiren kent yoksulları burjuvazinin gözünde, sözünü sakınmadan söyleyen Akşam gazetesi yazarının söylediği gibi düzensizliğin, sorunun kaynağı, sorumlusudur. Burjuvazi için bu en başından itibaren böyledir. Toplumun geneli için pek de kabul edilir olmayan sınıfsal meram, toplumsal görünmenin pek katlanılır olmadığı bir günde itiraf edilmiştir sadece. Görüntü bolluğu içinden seçilen de bakanın konumuna göre değişecektir. Kriz döneminde işsizliği, yoksullaşmayı gören işçi ile şirket/banka karını katlayan burjuva aynı nesneye bakmakta farklı, zıt sonuçları görmektedir.
İşte görüntünün çıkışı ve algılanması evrelerinde işleyen bu süreçleri ideoloji olarak adlandırabiliriz. Gerçekten de görme/görsellik ile ilgili terimlerin ideoloji alanında sıkça kullanıldığını biliyoruz. Geleceğe ait kestirimlerden/yönelimlerden söz edilirken vizyon, görünen, aynanın içindekiler vb. benzetmelere başvurulur. Eleştirmek için ise kör, atgözlüğü, miyop benzetmelerine. Öznel ve nesnel temellere sahip olan ideolojik süreç için biliş düzeylerinde olduğu gibi birbirinden kopuk olmayan iki düzey (organik ve sentetik) söz konusudur. İdeoloji dünyayı anlama ve anlamlandırma çabası olduğu ölçüde hem nesnel hem öznel, hem dünyayı oluşturan malzeme hem de bu malzemenin dizinidir. Değişmek ve değiştirmek için anlamak ve anlatmak gerektiği ölçüde de ilgisiz kalamayacağımız ciddiye alınması gereken bir alandır.
Bu iki düzeyin işleyişi fiziksel olanı da içeren sınıfsal temellere sahiptir. Egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir aynı zamanda. Tıpkı söz konusu düzeylerde olduğu gibi egemenlik de iki düzeyde belirmektedir ilk olarak, sınıfsal sömürü toplumsal ilişkilerin hücresinde, üretim ilişkileri içinde organik olarak yerleşiktir. Sömürü olgusu, artık değerin üretimi bunu anlatmaktadır. Diğer taraftan kapitalist toplumda üretim değişim içindir. Değişim sürecinde üretilen değerin görünümü de değişmekte, ters yüz edilmekte, sömürü gerçeği doğallaştırılmaktadır. Meta fetişizmi bunu çok güzel özetlemektedir. Burada dikkat edilecek olan organik kavrayışın daha teorik bir çerçevede, felsefi bir temelle dillendirilmesi, daha çok pratik alana konu olan sentetik kavrayışın ise ideolojik, siyasi terimlerle anlatılmasıdır. Emek ürünü olan metalar değişim değeri olarak pazara girdiklerinde metaların emek gücü ürünü olduğu gözardı edilmekte, sosyal olarak kazandıkları değerlerin doğal taşıyıcısı oldukları kabul edilmektedir. Düzenin genelde işleyişi yukarıdaki iki süreci birbirinden koparıp karşı karşıya getirmek şeklindedir. En başından itibaren içiçelik taşıyan bu iki sürecin aralarındaki bağıntı yeniden üretilirken, baş aşağı çevrilmektedir. Artık değerin üretimi ve meta dolaşımı süreçlerine dönerek bu gelişimi izleyebiliriz. Burjuvazi için aslolan kar için üretimdir. Karı sağlayacak olan ise metanın fiyatı ile emek gücüne ödenen arasındaki fark artık değer sömürüşüdür. Üretimi sağlayacak olan emek gücü ise pazar koşullarında toplumsal olarak kendini yeniden üretmesi için gerekli olan ücreti almak için, değerini yükseltmek için mücadele edecektir. Burada emeğin karşılığı olarak sunulan ücret olgusu sömürüyü gerçekleştiği temel ortamda gizlemekte, ideolojinin organik kısmını oluşturmaktadır. En basitinden başlarsak işçi sınıfının yaşamsal gereksinimlerinin sağlanması iki sınıf arasındaki güç dengesi ve üretim koşullarındaki değişimlerle belirlenmektedir. Burjuvazinin sömürü oranını artıran yeni üretim tekniklerinin uygulaması veya kar kitlesini elde edemediği için üretimin sekteye uğradığı kriz dönemleri, işsizlik ve sosyal hakların gaspına yol açacaktır. Üretici güçlerdeki değişimlerin, piyasadaki dalgalanmaların maliyeti işçi sınıfına fatura edilmeye çalışılmaktadır. Sonuçta emek gücü ürettiği değerin piyasadaki seyrine, güç ilişkisine, kompozisyonuna tabi olmakta, değerin üretimi, kaynağı değere, sonucuna bağımlı kalmaktadır. Sentetik olarak adlandırabileceğimiz bu süreç üretim araçlarının özel mülkiyeti ile beliren sömürü sürdükçe, üretimin amacı değişmedikçe böyle kalacaktır.
Teknolojik gelişmelerin iki sınıf için taşıdığı anlamlar farklıdır. Toplumsal eşitsizlikler, sömürü sürdükçe de farklı kalacaktır. Toplumsallığı, üretimin genişleyerek yeniden sürmesini sağlayan etmen kuru laf yığını, sahtekarlık örtüsü değildir. Bunun nesnel bir temeli vardır. İdeoloji belli kırılmalarla da olsa sınıf mücadelesi sonuçlarının işlendiği genelleştirildiği bir alandır. Sınıf mücadeleleri sonucunda elde edilen iktisadi, sosyal, siyasal kazanımlar bunların kazanıldığı yerellik ve tarihselliğin ötesinde tüm dünya işçilerinin (belli kırılmalara uğrasa da) kazanımları hanesine yazılmış, sınıfsal güç ilişkilerini, kompozisyonunu da değiştirmiştir.
Ancak bu kazanımların uzun dönemli garantisinin olmadığını, kalıcı olmadığını anlamak için, işçi sınıfının özellikle ikinci paylaşım savaşı sonrası dönemde komünizmi ensesinde hisseden kapitalist ülkelerde elde ettiği sosyal hakların, “refah devleti” uygulamalarının bu tehdidin ortadan (şimdilik) kalkmasıyla YDD olarak adlandırılan politikalar çerçevesinde nasıl bir bir geri alındığını hatırlamak yeterlidir. Bunlar kalıcı değildir, çünkü temel ilişki (organik olan) değişmemiştir.
Bu kazanımların savunulması önemli bir gündem maddesidir, tek başına amaç değil. Çünkü iktidara, siyasal mücadeleye tercüme edilemeyen kazanımların ömrü piyasada belirlenmekte, alıcısı olmayınca da piyasadan çekilmektedir.
Yukarıda aktarılan yaşanan dönemin içinde önceki dönemlere ait kabullerin, beklenti ve kestirimlerin kendini duyurmasıdır. Bir anlamda güç ilişkilerine bağlı olarak belirlenen bilgi kalıcılaştırılmaya, genelleştirilmeye çalışılmaktadır. Değişimi değişimin koşullarını göz ardı eden bu kavrayış şekli sentetik (ilişkilere bağlı) olanı organik (değişmez, temel) saymaktadır. Bu iki düzlem arasındaki yer değiştirmeler sıkça başvurulan bir ideolojik yöntem demetidir. Sömürü sürdükçe dünün izleri bugün içinde varlığını sürdürecektir. Cinsiyet ayrımcılığının sosyal, tarihsel temelinin göz ardı edilip biyolojik açıklamalar aranması, emek piyasasındaki rekabetin kimi zaman yıkıcı hale gelmesi ile hemşerilik, dinsel bağlılıkların sınıfsal bağlılıkların önüne geçirilmesi, kapitalist dünyanın düşman kardeşleri ulusal devletlerin aralarındaki rekabetin geçmişten ödünç alman ulusal düşmanlık öğeleriyle ayakta tutulmaya çalışılması buna örnek verilebilir. Sonuçta burjuvazi gerici bir sınıftır ve bunu ilericilik bayrağını elinden bırakmadan yapmaktadır. Burada en büyük yardımcısı sık sık toplumun önüne diktiği gerici kurgular, kavrayışlardır. Kazanç iki türlüdür: İleriye gitmemek için, iktidarını kaybetmemek için gericilik (muhafazakarlık), toplum çıkarlarını temsil etme iddiasını inandırıcı kılmak, kendi özgürlüğünü sağlamak için aynı öğelere yaslanmak (liberalizm). Bir parça danışıklı dövüşe benzeyen bu durum burjuvazinin içinden ilerici, bağlaşık, demokrat, makul yüzler üretilmesine neden olmaktadır. Bu iki yüzün birliği görülmedikçe de bu beklenti sürecektir.
Burjuvazinin ürettiği “ilericilik”lere çeşitli örnekler verilebilir. RP ve İslamcı siyaset için üretilen gerici-laik kutuplaşması buna iyi bir örnektir. Bu gerilimi ayakta tutacak, tırmandıracak her girişim ikili bir işleve oturacaktır. Hangi tarafı seçerseniz seçin neticede burjuvazinin temel istekleri açısından hiç de farklı olmayan iki taraftan birine yönelecek, politize olacaksınızdır. Oyuna girmek önemli çünkü kurguyu, rollerin dağıtımını belirleyen, ideolojik hegemonya sahibi burjuvazidir. Böylelikle bir taraftan toplumsal destek sağlanmakta, diğer taraftan işçi sınıfının bölünmesi sağlanmaktadır. Burada sosyalistlerin yerinin, demagojik içeriğin ötesinde gerici sınıf burjuvaziyi karşısına alan ilericilik olduğu eklenmeli.
Yine organik, sentetik ayrımına dönecek olursak, siyasetin kaçamayacağı uğraklardan birinin güncele müdahale etmek olduğu saptamasıyla başlayabiliriz. Ancak teorinin griliğine karşın özenilen pratiğin yeşili bazen şirazesinden çıkabilmektedir. Bunun bir örneği daha önce sözü edilen burjuvazi içinde yapılan demokrat, ilerici keşifleriyle verildi. Bir diğeri, belki de daha kalıcı olanı taktik adımları ana yürüyüş sayarak solun, sosyalizmin kimliksizleşmesi, ciddiye alınırlığını yitirmesidir. Salt pratiğe müdahale etmek, taraf tutmak sentetik bir yaklaşımdır. Sentetik, geçici olan bu adımın asıl, organik, kalıcı sayılması ise bir yanılma, yanıltmacadır. Tıpkı ideolojik yanılsamalarda işlevli olan iki sürecin birbirine karıştırılması gibi. Örnek olarak İslamcı siyasetin kimi adımlarına bunların toplumsal sonuçlarına büyük bir kitle ile karşı çıkmak, bunun sonrasında sınıf içinde karşı çıkılan tercihe yakın duranlara uzak kalınması, bunların dışlanması verilebilir.
Türban sorunu salt simgesel anlatımı ile böyledir. Yanlış iki türlüdür, sahte bir gerilimle sınıf içinde ayrım yaratılmakta, beslenmektedir. İkincisi genel bir gündemin peşine takılarak kitleselleşme beklentisi yaratılmaktadır. Genel hedeflerin topluma ulaşmada, kitleselleşmedeki yeri inkar edilemez, ama bu hedeflerin sınıfsal bir içerik taşıması da aynı ölçüde önemlidir sosyalist bir hareket için. Ayrıca benzerler için de benzer olmak ne kadar genel, ilk elden kabul edilir şeyler söylenirse söylensin devrimci bir siyaset için hiç de istenir bir durum değildir. En basitinden burjuva siyaseti sahte ayrımlara dayansa bile, lafız düzeyinde farklı olsa da “düşman” öznelere ihtiyaç duyar. Halihazırdakinden farklı olanı hedefleyen sosyalistlerin ise bunun altını çizmeleri gerekir, hesaba katılır olmak, güç toplayabilmek için. Düzenin şu anda yaşadığı ideolojik, siyasal açmazlardan en önemlisi aktörleri arasındaki ayrımın demagojik anlamda bile sağlanamamasıdır. Özelleştirme konusunda yorganın kılıfı dışında farklı şey söyleyen var mıdır? Dış politika hakkında politika bile üretilmemekte, üretilenler oldubitti sonrası yapılan değerlendirmeler, meşrulaştırmalarla sınırlı kalmaktadır. En son Kıbrıs’taki yürüyüş, cenaze töreni ile tırmandırılmaya çalışılan gerilimde de böyle olmuş. “Bu işte PKK’nin parmağı var” argümanı klasikleşmiştir. Tek tipleşmeyi getiren de bir anlamda tek tipleşmenin getirdiği ataleti önlemek için düzenin sıkça başvurduğu kriz yaratma, yakıcı gündem yaratma yöntemidir. Duyarsızlaşma ile birlikte istenen tepkiyi oluşturacak uyarı eşiği de artmaktadır. Bu nedenle artırma oyunu yükselerek oynanmaya devam edecektir. Giderek sıradanlaşan gündem maddelerini sıralamak bunun için iyi bir fikir verebilir: Kardak kayalıkları krizi, Çeçen direnişçilerin feribot kaçırma komedisi, su sorunu çevresinde koparılan gürültü, ısıtılıp ısıtılıp kaldırılan Çekiç Güç. Bu konuda önemlice propaganda yapan RP’nin oylamada “son seferlik” deyip onay vermesinin ardından Erbakan’ın serzenişi oldukça samimidir: “Bunca yıl iktidarda olup da bunu kaldırmayanların bir kaç aylık RP iktidarına yüklenmeleri haksızlıktır.”
Tüm bunlarda eşiği yükseltecek şey krizin ta kendisidir, ve bu kriz çevresinde tavır almamak siyaset dışı kalmakla eş anlamlıdır. Belki de YDH’nin balon gibi şişirilip sönmesinin ardında da bu basit kuraldan habersiz görünüp “liberal demokratik” orijinal çıkışlar üretmesinin payı vardır. Demokrasilerde tercihler boldur ama konu dış politika olduğunda seçilecek pek bir şey yoktur, çünkü birisi doğrudan doğruya düşmanın tarafıdır. Bu açıdan dış politika gündeminin faşist ve İslamcı hareketlerin güçlenmesinde önemli ‘payı olduğu söylenebilir. Bu da sürekli yetişeceği treni arayıp duran Türk burjuvazisinin bahtına çıkandır. Neredeyse tüm dünyayı tutan Türk coğrafyasıyla iştahlar kabartılmış Azerbaycan petrol taşıma projesinde zarar edilmiş, Avrupa derken sanayileşmede hiç de ufuk açıcı olmayan yükümlülüklerle Gümrük Birliği’ne razı olunmuş, Orta Doğu’da güç olmaya çabalarken en iyi müttefik İsrail kalmıştır. Layıkıyla doyurulamayan dışsal beklentilerin sonu hüsran ve öfkedir ve bu öfkeyi yabancı dillere tercüme edemeyen Türk burjuvazisi içe oynamayı seçmiştir. Din konusunda takınılan tavır gibi burada da güçsüzlük/yetinme ile ulaşamama/öfke kutupları iki tarafı da besler görünmektedir. Yeterince örneklenen ilki, milli maç sonraları caddeleri dolduran, kurşun saçan lümpen, faşist güruhla renklenmektedir. Diğeri için ise düzenin kendi soluna biçtiği “Avrupalı” görünümlü sosyal demokrasi verilebilir. Siyasette tükendi, bitti yargılarını vermek kolay değildir. Siyasal özneler uzunca bir dönemi, metabolik gereksinimlerini en aza indirmiş “dormant” bakteriler gibi sessiz sedasız beklemeyle geçirebilirler. Bu nedenle, sosyal demokratlar bitti demek için erken. Ancak bu yola girerken yaptıkları tercihler oldukça temelli, demagoji düzeyinde bile olsun toplumu politikadan uzak tutacak çerçeveye “bizim günümüz geldi” iyimserliği ile sarılmışlar, siyasal atılım namına “limon sıkma”, “köprü sattırmama” gibi arkası gelmeyen reklamcı incileri üretmişler, GB-Çekiç Güç-ABD konularında sırasıyla halkçılık/ekonomik bağımsızlık, milliyetçilik, siyasi bağımsızlık gibi ilkeleri çiğnemişlerdir.
Madımak Oteli’nde 37 kişinin yakılması sonrası soğukkanlılığını kaybetmeyen dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’nün aslında görevini yaptığını söylerkenki sükuneti de siyasal insaf, hırs ve vicdan açısından incelenmeye değer.
Tüm bu aktarılanlar, içine pek girilemeyecek, girilse de pek fazla yarar sağlanamayacak gündem maddelerini, sentetik bir süreci anlatmaktadır. Buradan çıkacak tipik bir yaklaşım, kurtlar sofrasında insafa yer olmadığını öğrenmiş, enerjisinin zamanının çoğunu emek piyasasında (hatta olursa dış piyasalarda) iyi bir pay kapmak için harcayacak, bir de şu toplumsal maliyetler, parazitler, süprüntüler olmasa gelişmiş ülkelerin yanına (birinci lige) çıkılacağına harbi harbi inanan, bireysel yaşamdaki teknolojik donanımı yaşamın özü sayan (cep telefonu, bilgisayar, CD fetişizmi) kafa emeğiyle geçinen aydın adayıdır. Toplum yaşamı “asacaksın şunları” sloganı ile, ekonomi çapına göre “Kapalıçarşı esnafı, borsa analisti, döviz tasarrufçusu” gözüyle miyop içinde, siyasal olan ise her şeyi indirgediği bir iki sorun için dillendirilen “ya bitecek ya bitecek” mantığıyla yürütülmektedir. Ancak bu tipolojiden herşey olur da siyasi olunmaz. Klasik anlamıyla aydını üretecek bu katman (daha çok kafa emeğini kapsamaktadır) bu haliyle depolitize olurken düzenin kirli yüzüyle bütünleşmekte, işbölümü içinde varlığını, organik olanı korumaktadır.
Bu bir havaleci mantığıdır. Sendikaların, DKÖ’lerin devrimci siyasetten kopartılmalarında/uzak tutulmalarında önemli bir yere sahiptir. 1 Mayıs’ı piknik gibi kutlayacak Bayram Meral’ler, KESK mitinglerinde öğrencileri konuşturmayan yöneticiler, KESK kurultaylarında yurtseverleri yönetime sokmamak için ortaklaşa davranan “sosyalistler” (ÖDP ve EP) bu mantığın örnekleridir. Bu şekilde toplumsal olgular, bireyler arasındaki bağlar koparılmakta, sorunlar ve çözümleri ayrık, birbirini görmeyen kompartımanlara bırakılmaktadır. Ayrık olmak, kendi çıkarları ile çevrelenmiş olmak kapitalist toplumdaki bireyin organik gerçeğidir aynı zamanda, “homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) sözündeki gibi. Bu çerçevenin sonuçları itibariyle düzen için de önemli maliyetleri vardır. Artık yerelliği, hatta bireyi aşan vaatlerle yurt çapında politika üretmenin imkanı kalmamaktadır. Parlamenter siyaset giderek bireysel yatırıma dönüşmekte vurulan yerden kolay kolay ses gelmemekte, daha şiddetli uyarılar faşist/İslamcı aktörlerin sahneye daha sık davet edilmesine yol açmakta, ideolojik hegemonya büyük ölçüde zorla takviye edilmekte, tatbikat kurşunu yerine sahici mermi kullanılmakta, en huzurlu günler bile “diken üstünde” yaşanmaktadır. Düzen merkezini kaybetmiş, irili ufaklı uçlara bölünmüştür.
Bu çerçevenin yeni ve farklı olduğu söylenebilir. Özellikle düzenin kurulma ve yerleşme yılları (1930’lar ve 1960’lar) ile karşılaştırıldığında bu doğrudur. Gerek ekonominin kurulma ivmesi, bunun getirdiği toplumsal dinamizm gerek dünya kapitalizmi ile tam entegrasyon yaşanamaması, iç pazara yönelik üretimin uygulandığı bu dönemlerde toplumsallığın, politizasyonun önü açıktır. Solun güncele müdahale edebilmesinin ses getirebilmesinin şartlan daha olumludur. Elbette sayılan fırsatların sosyalist siyaset için maliyetsiz getirilen olduğu söylenemez. Bu dönemin kalıcı bir kavrayışa içselleştirilmesi sınıfsal olanın yeterince vurgulanmaması (işçi sınıfını kabul etmek için 15-16 Haziran gibi büyük hareketlilikler, soyutlamanın yerine “kör parmağım gözüne” somutlukları gerekmiştir), örgütsel sürekliliğin sağlanamaması, aşamacı/ uzlaşmacı siyasetler önemli maliyetlerdir.
Yüzümüzü tekrar bugüne çevirdiğimizde buz tabakasının ardında bambaşka bir hikayenin sürmekte olduğunu görürüz. Bu, artık suyun yüzündekilerin ulaşmayı, su yüzüne çıkarmayı göze alamayacakları, bir anlamda gözden çıkardıkları bir dip akıntıdır. Bu toplumun süprüntüleri, paryalarıdır. Cephelerde dökülecek kanı, taşeronlarca sömürülecek canı dışında pek bir önemi ve değeri yoktur düzen için. Bu, yerinden, yurdundan, toprağından sürülen, köyü yakılmış Kürt köylüsüdür. Bu, gerici ideolojiler, sendikasızlaştırma, sosyal haklardan ve işinden olma tehditleriyle çevrelenmiş işçi, işsizdir. Son 15-20 yılda öylesine kapsamlı ve şiddetli toplumsal yıkımlar olmuştur ki artık bunlar anlatılmaz anılmaz olmuştur. Belki de hiçbir zaman cinayetler bu kadar sessizce işlenmemiş belleklerde iyice yer etsin diye bu kadar seslendirilmemiştir! En son ölüm oruçlarında devrimci grupların, ve ölüm orucundaki devrimci tutsakların akrabalarının dışında önemlice bir toplumsal tepki gelmemesi düşündürücüdür. Medya, burjuvazinin karnından konuşan, topluca havlayıp topluca susan köpek sürüsü gibidir sanki. Bu anlaşılır bir şey, ancak kendiliğiyle ve medyanın mesajları ile çevrelenmiş toplumu düşündüğümüzde yakıcı bir görevi koymakta önümüze: Sosyalist siyaset ulaştığı kesimleri, işçi sınıfını ciddiye almalı, güncel olanın ötesinde (dışında değil, güncelin yeniden üretilmesi anlamında), ikirciksiz, aşamasız talepler ve yorumlarla gitmelidir. Toparlayacak olursak, ideolojinin hiç de ayrık olmayan organik ve sentetik gibi iki temel alanı vardır. İçinde bulunduğumuz emek mobilizasyonunun kararsız bir hızda yaşandığı, faşizmle desteklenen depolitizasyon günleri gündeme bir şekilde eklenmeyi sentetik bir müdahaleyi zorlaştırmaktadır. Sentetik olan temelde yaşananların gölgesidir. Önümüzde duran gölgelerin ardındakine, var olanın üzerine daha çok eğilecek, sorgulayacak, sorgulatacak olan organik müdahalelerdir. Belki de ilk söylenmesi gereken şeylerden biri ülke ekonomisinin veya SSK’nın nasıl/neden zarar ettiği (“kirli savaş” mı? “Çalışmadan devletin kesesinden yiyen işçiler ve aileleri” mi?) sorusu değil kimin zarar ettiğidir. Çünkü sosyalist siyaset bilinçli olarak yürütülen bir sınıf mücadelesidir, ve sınıf kavramı “kim?” sorusuyla başlar…