1980 sonrası burjuva siyaset ve ideoloji alanının yapılanmasının temel zemini liberalizm, bunun emekçi sınıflara izdüşümü ise depolitizasyon ve örgütsüzlük olmuştu. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün sınıf mücadelesini küllendirmesi ve otoriter yapıyı yeniden inşa etmesinden sonra liberalizm ve depolitizasyon çifti yeni krizlerin önünü alacak, krizin kapitalizmin içsel mekanizmalarından kaçınılmaz yeniden üremesi ise Türkiye’nin dünya kapitalizmine eski dönemlerde olduğundan daha eşit, daha fazla söz sahibi bir kimlikle eklemlenmesi sayesinde engellenmiş olacaktı.
Türkiye kapitalizminin bu rotada attığı adımlar her cephede yenilgiye uğramıştır. Yaşanan krizin total, düzenin her hücresini saran bir yaygınlıkta olmasının kaynağı da budur. Dünya kapitalizmiyle basit bir taşeronluk ve jandarmalık işlevinin ötesine geçecek tam boy bir eklemlenme ne Avrupa Birliği’ne giriş, ne Körfez’de etkinlik, ne Türki devletlerin kontrolü, ne de Kürt dinamiğinin burjuvalaştırılarak hamiliğini üstlenme projelerinde başarıya ulaştı.
Liberalizm ve depolitizasyon ana projenin iflasa gittiği süreçte sahibini de silahsızlandıran bir unsur haline gelmiştir. Türkiye toplumunun politizasyonu ve devrimci dinamiklerin yeniden doğuşu koşullarında Türkiye kapitalizmi, siyaset ve ideoloji üretimini teslim edeceği kapsayıcı düzen güçlerini de kurutmuştu. Düzen, siyasal üstyapı kurumlarının merkezine oturması öngörülen burjuva partilerinin bıraktığı boşluğu medya, kontr-gerilla, yer yer burjuva sınıfının doğrudan üyeleri aracılığıyla doldurmaya uğraştı. Bu tabloda Kürt devrimci dinamiğinin boy atması devletin şiddet aygıtına kaçınılmaz biçimde özel bir önem kazandırıyordu. Sivil ve tanımlı/meşru burjuva kurumlarının prestij yitirdiği süreç içinde, burjuva devletinin illegal şiddet kolu aşırı bir şişkinliğe ulaştı.
Öznesiz restorasyon
Düzenin kurumları arasında yaptığı görev bölüşümü keyfi değil işlevseldir ve belirli bir yerleşikliği olan toplumsal ve hukuksal meşruiyet kıstaslarının sürekli biçimde ihlal edilmesi, düzenin toptan meşruiyetini zedeleyecek bir gelişmenin önünü açar. Türkiye’nin restorasyon gereksinimini kavramanın ana halkası bu meşruiyet kaybıdır. Siyasal partilerin ve “hukuk devletinin” tanımlı kurumlarının yerine, öne çıkan ve insiyatifi ele alan kontr-gerilla merkezleri olunca sürecin bu yönde akması kaçınılmazdı.
Restorasyon ise liberalizm ve depolitizasyon üzerinden kişiliksizleştirilmiş siyasal partilerden değil, düzenin yapılanmasında hiyerarşinin merkezi noktasını işgal eden unsurlardan gelmiştir. MGK ve kontr-gerillanın strateji merkezine indirgenebilecek olan bu unsurların, restorasyonun takvimlenmesi söz konusu olduğunda ana tercihleri, devrimci dinamikler başta olmak üzere tüm kriz dinamiklerinin tasfiye edilmesi, ya da denetim altına alınmasının “ertesi” olacaktı. Ancak verili yapılanma bu görevlerin altından kalkamamış, öte yandan meşruiyet kaybının maliyeti dayanılmaz boyutlar kazanmıştır.
Cem Boyner’in siyasal çıkış denemesi, sosyal-demokrasinin birleştirilme ve ıslah edilme girişimi, kontr-gerillanın halkla ilişkiler sözcüsü sayılması gereken Mahir Kaynak’ın ideolojik ve siyasal mücadele boşluklarının doldurulması gereğine yaptığı vurgular düzeltme ihtiyacının işaretleri sayılmalıdır.
Ancak tüm bunların önüne geçen etken, kriz sürecinin belirli bir aşamasında ortaya fazla sayıda, her biri belirli bir güç sahibi, her biri giderek düzenin ortak programı yerine kendi özgül çıkarlarını birinci sıraya yazan burjuva öznenin çıkması olgusudur. Bu gelişmeyle beraber Türkiye burjuvazisi kriz dinamiklerini tasfiye ya da kontrol etme program ve yeteneğini yitirmiş, farklı öznelerin kendi cenahlarından planladıkları müdahalelerin sentezi olarak “kriz yönetimi” egemen olmuştur.
Kriz yönetimi belirgin bir komuta merkezinden üzerinde burjuva konsensusunun sağlandığı bir programının uygulamaya konulması değil, reflekslere dayalı, gündelik ve çok başlı bir tarzdır. Türkiye’nin sahip olduğu sınıfsal ve siyasal gelişkinlik ile dünya çapında taşıdığı önemin, böyle bir yönetimi uzun süre kaldıramayacağı açıktır. Özellikle RP’nin iktidar ortağı olduğu günden bu yana Cumhurbaşkanlığı’nda simgelenen merkezi devlet bürokrasisi, medya, Genelkurmay, Refah, polis aygıtı uyumsuz bir koalisyon oluşturur hale gelmişlerdir. Bu uyumsuzluğun önemli bir ayağı da İslamcı gericilik ile laisizmin çekişmesinde karşılık bulmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan başlayarak burjuva üstyapısında bu iki öğe, burjuva sınıf egemenliğinin iki eğilimi olarak her zaman birlikte varolmuşlardır. İki karşıt eğilimin aynı sınıf egemenliğinde içerilmesi pekala mümkündür. Ancak şeriatçılık ile laisizmin iki eğilim olmaktan çıkarak, aktif birer öznede temsil edilmeye başlanması ve birlikte iktidarı paylaşmaları, iktidardaki ağırlıklarını da kendi özgün programları doğrultusunda üstyapıyı çekiştirmek üzere değerlendirmeleri krizi süratle derinleştirmiştir.
Kriz yönetimi aslında krizden çıkılamadığının ve ülkenin de yönetilemediğinin tescili olmuştur. Restorasyon esas itibariyle bu duruma bir müdahale, bir anti-kriz programdır. Öncelikle ve görünürde devletin mafyatik illegal şiddet örgütlenmesinin tasfiyesine yönelmesi, konunun demokratikleşme, temizlik gibi çarpık kavranışlarını beslemiştir.
Susurluk tartışmalarının Refah’ın etkinliğini sınırlama girişimleriyle birleştirilmesi bu açıdan bakıldığında rastlantı olmaktan çıkmaktadır. Restorasyon programı ise saf haliyle, yine bu dönem siyasal çıkış yapmayı deneyen Hüsamettin Cindoruk’un parti programında yansıtılmaktadır. Ancak Cindoruk’un programındaki demokratikleşme, kurumların saygınlığının iadesi, başkanlık sistemi, hukukun üstünlüğünün sağlanması, laisizm vb. öğeler ile partisinde yer bulan Tevfik Ertüzün ve Necdet Menzir gibi faşistler, restorasyon sürecinin ana sorununa da çarpıcı biçimde işaret etmektedir. Demokratikleşme programının temsiline faşistleri ortak etmeye mahkûm Türk burjuva siyasetinin, dört dörtlük bir restorasyon programını hayata geçirmeye gücü ve olanağı yoktur.
Susurluk’ta dönmeye başlayan çarkın bir türlü kurumsal ve kalıcı adımlar üretmemesi bu açmazdan kaynaklanıyor. Demirel’den Yılmaz’a, Ecevit’ten Baykal’a, Erbakan’dan generallere, Anayasa Mahkemesi başkanlığından Çiller’e kadar herkesin birlikte ortak oldukları kontr-gerilla eksenli yapılanmadan “temiz”, saf restorasyoncu ve güçlü burjuva özne çıkması olanaksızdır. Dolayısıyla yukarıda sözü geçen tüm burjuva temsilcileri restorasyonu uygulamaya sokmak ile kendilerini ve angaje oldukları ekipleri aklamak arasında gidip gelmektedir.
Bu arada restorasyon süreci de aksak topal, ama burjuvazinin esas muradına uygun biçimde yol da almaktadır. Tamamiyle tasfiye edilemese de, düzenin toplam meşruluğunda gedik açan ve burjuva liberalizminin gözünde cerahate dönüşen kontr-gerilla kolunun gücü sınırlanmıştır.
Düzenin meşruiyet ve otoritesinin temsil edildiği Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay kirlenmeden muaf tutularak aklanmıştır. En azından şimdilik ve bizler yeterince girişken davranamazsak…
Refah’a belirli sınırlar çizilmesine katkı verdiği ölçüde, özel olarak Çiller ve ekibinin kurban edilmesinden vazgeçilmesinde bir sorun çıkmayacağı anlaşılmaktadır.
Son Ecevit karşıtı muhalefet çıkışında olduğu gibi sosyal-demokraside birliğin sağlanması için cepte bir dizi kozun saklı tutulduğu mesajı verilmiştir.
Ordu dış politikadan başlayıp her meselede bir “merkez siyasi parti” olarak tavır ve ağırlık koyma meşruiyetini elde etmiş, kriz yönetiminin uyumsuz öğelerinin bu ağırlık altında kontrol altına alınmaları imkanı belirmiştir.
Ancak tüm bunlar bir anti-kriz program olmaktan hala uzaktır. Açıkçası yaşanan kriz böylesi kapsamlı ve riskli bir yükün altına girebilecek özne de bırakmamıştır.
Kriz ve sol
Verili durum sol’dan bakıldığında devrimci olanakların en geniş olduğu evrede bulunduğumuz anlamına da gelmektedir. Nesnellik “elinden geleni” yapmıştır: Krizin düzenin değişik öznelerini ve kurumlarını parçalanma aşamasına getirdiği bir evreyi mantıksal olarak izlemesi gereken devrimci kriz olmalıdır. Ancak bu evreye geçişin nesnel, devrimci özneden özerk süreçlere havale edilmesi mümkün değildir. Yine içinde bulunduğumuz konjonktürün eksik unsuru, düzeni bütünsel bir tehdit altına alacak bir devrimci kaynamadadır.
Restorasyon çabaları ile anti-kriz bir program arasında var olduğu yukarıda söylenen mesafe, devrimci bir kaynama faktörünün tabloyu tamamlaması halinde tereddütsüz kapanacaktır. Böylesi koşullarda mülk sahibi sınıflar, devrimci olanakları kapatmak adına, siyasal öznelerinden herhangi birinin emekçi cephesine karşı sallayacağı kılıcın arkasında cephelerini yeniden konsolide edeceklerdir. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Türk ve Kürt solu açısından sürece nasıl bir perspektifle yaklaştığı bu noktada kritik önem kazanmaktadır. Sol restorasyonun karşı-devrimci özünü ihmal ederek, aynı sürecin hukuk devleti ve biçimsel demokrasi söylemine, liberal ve sivil toplumcu vurgularına takılıp kalabilir. Bu yanılgıya düşenler ve adayları bellidir; ve ne yazık ki, bu kanat yalnızca reformist kesimleri değil, bir dizi devrimci demokratı ve kimi Kürt devrimcilerini de kapsamaktadır.
Bu bir yanılgıdır, çünkü gerçekleşmesi olanaksız bir sürece siyasal yatırım yapılması anlamına gelmektedir. Buna göre demokratikleşme adım adım işleyecek ve buna uyumlu bir demokrasi söylemi ile ana akıntıya tutunmayı beceren siyasal hareketler bir sonraki döneme avantajlı gireceklerdir. Bu plan gerçekçi değildir, Türkiye’nin önündeki restorasyon sürecinin bugüne kadar izlediği ivme hız kazandığı takdirde, bundan solun uzun vadede önünü açacak değil, tam tersine solu etkisizleştirecek sonuçlar çıkacaktır.
Bu işin analiz tarafıdır. Ancak asıl önemlisi Türkiye solunda devrimci kimliğin erozyonuyla ilgilidir. Derin bir kriz içindeki ülkede burjuvazinin krizi atlatması olasılığı üzerinden kendi açılımını planlayan yaklaşımlar devrimci olmaktan çıkmış demektir.
Restorasyonun Susurluk sonrası, özellikle 1997 başından itibaren aldığı formda bir kitle hareketliliğinin de yer tutması, demokratikleşme beklentisini besleyen nesnelliği oluşturuyor. Kitle hareketliliğinin önünü açan düzenin temel dayanağı, burjuva özneler arasında yaşanan kilitlenmenin yumuşatılması için devreye farklı basınçların girmesi gereği olmuştur. Bu tercihin kaynaklandığı burjuva özneler yalnızca liberal medya değil, orduyu, sermaye sınıfının kendisini, vb. de kapsıyor. Yine bu yönelimin denk düştüğü toplumsal taban, yani hareketlenmesi öngörülen kesim ise esas olarak soldur, emekçilerdir. Yalnız konulan kaydın emekçilerin ve solun sınıf kimliğiyle hareketlenmesine ilişkin olduğu görülmektedir. Basıncın sınıfsal niteliği proleter değil, orta sınıf olmalıdır. Oyunu bozan komünist ve devrimci demokrat hareketler, eylemliliği emekçi mahallelerine taşımış, emekçi kitleleri de kısmen kent merkezlerine yönlendirmiştir. Ancak oyun belirli ölçülerde bozulsa da, senaryonun tepetaklak edildiğini iddia etmek aşırı iyimserlik olur.
Üstelik devrimci demokrasi cephesindeki kavrayış aynı dönemde süratle devrimcilik kriterlerini aşmıştır. Bugün devrimci demokrasi içinde klasik popülizm, bir yanda mevlüt okutmaya, öte yanda “sivil yurttaş inisiyatifi” parodisine, bu parodinin “ısrar ediyorum” türü apolitik sloganlarına kadar düşmüştür. Reformizmin süpürgeciliğine bir de bunların eklenmesi yalnızca üzücü değildir. Bu gelişmenin önü, komünist ve devrimci kişilikli çıkışlarla daraltılmalıdır. Tersi durumda restorasyonu kendi çatlaklarını kapatmak yönünde bir türlü beceremeyen burjuvazi, solun devrimci inadını pek kolay çatlatmış olacaktır.
Kürt hareketi ise heterojen yapısının ve ideolojik belirsizliklerinin bedelini her kritik evrede olduğu gibi şimdi de ödemektedir. Kürt hareketi bir yönüyle ve kimi refleksleriyle restorasyoncu/sivil toplumcu cenahın sıradan parçası olma sinyali vermekte, başka yönleriyle ise ordunun bağımsız insiyatif alma olasılığını fazla önemser bir görüntü sunmakta, dolayısıyla bu insiyatiften ilerici bir yönelimin çıkabileceği beklentisine kapılmaktadır.
Solun, kent yoksullarının mahallelerindeki gösterilerle, kent merkezlerindeki komünist gösteriler dışında toplam görüntüsü, liberal restorasyon ya da burjuva demokratikleşme yönelimlerinin soldan eklentisi olmak biçimindedir. Doğaldır ki, komünist hareket bu görüntüyü kabul etmeyecektir. Ancak bu ideolojik reddiyenin ötesinde, komünist hareket ve devrimci odaklar hem bu görüntüyü bozma yönünde solun içinden mesaj vermeyi başarmalı, hem de genel eylemliliğin yönünü etkileyecek bir toplumsal kapsayıcılığa doğru kendilerini sıçratmanın yolunu bulmalıdırlar.
Burjuva düzeni soldan toplumsal basınç devşirme politikasını kolay kolay göze alamaz. Türkiye’nin yakın tarihinde benzeri bir yönelime 12 Mart çıkışına CHP dalgasında rastlanıyor. Ancak, adı üzerinde ucu CHP’ye, yani oldukça sağlam bir adrese bağlanan bu basıncın devamı da iyi programlanmıştı. Solun elindeki çeşitli toplumsal mevzilerin, en önemlisi de DİSK’in “düşürülmesine” varıncaya kadar… Bugün ise, düzenin parçalanma yaşayan özneleri, “bir de bunu deneyelim belki kilitlenme çözülür” psikolojisiyle hareket etmektedir. Bu durum, hem egemen sınıfın bütünü açısından oldukça ürkütücüdür, hem de devrimci hareketimiz açısından değerlendirilmesi mutlaka gerekli boşluklara işaret etmektedir. Düzenin karşı önlemleri zayıf, yeterince muhkem olmayan ataklarını, komünistler kontr-ataklarla karşılayabildikleri ölçüde, önümüzdeki evrede devrimci hareket güçlü toplumsallaşma olanakları yakalayabilir
Yukarıda reformizm ve popülizmin krizin içinden geçtiği konjonktüre yönelik perspektifleri eleştiriliyordu. Yerine konulması gereken perspektifin nasıl bir somut zemine oturacağına son paragraflar işaret ediyor. Sol, restorasyoncu olmadan, restorasyonun liberal/sivil toplumcu ya da darbeci kanatlarına angaje olmadan, boşlukları emekçi sınıflar zemininde ve devrimci bir içerikle doldurma şansına sahiptir. Bu yolda adım atıldığı ölçüde risk de alınacağı doğrudur. Restorasyonun demokrasi kırıntılarının alanı daralacak ve keskin kılıçlar parlayacaktır. Ancak yine yalnızca bu yolda güçlü adımlar atılması halinde düzenin krizinin devrimcileşme olasılığı vardır. Bu olasılığa zayıf halka topraklarda mutedil gelişmeler üzerinden varılacağı düşüncesi ahmakça olacaktır. Zayıf halkanın işçi sınıfı sıçramayla devrimcileşir, zayıf halka bir toplum sıçramayla devrimci duruma girer, yine bu toprakların devrimci öncüsü sıçramayla toplumsallasır. Alınacağı düşünülebilecek olan “risk” yeterince güç kazanamama ve devrimci bir atılım imkânının düşman sınıf tarafından boğulması oluyor. Bu sınıf mücadelesinde bir yenilgidir. Herkesin mutabık kalacağı üzere mücadelede yenilgi riski her zaman vardır. Kazanmak ise yenilgiyi de göze almadan olanaksızdır…
Gericiliği sosyalizm durdurur
Peki solun toplumsallaşma, ama devrimci bir kimliği derinleştirerek toplumsallaşma imkânları nasıl şekillenecek? Solun, ideolojik ve siyasal mücadelesini üzerine bina edeceği temel rota nasıl tanımlanmalıdır?
Türkiye solu, düzenin kendi siyasal sahnesinde sergilenen alternatifler arasında seçme yapma imkânına sahip olmadığı gibi, bu alternatiflerin arkasında yapılan yığınaklara eşit mesafede de duramaz. Somut olarak, bugün toplumun gündemini belirleyen temel eksenlerden en önemlisi laisizm ile şeriatçılığı karşı karşıya getirmektedir. Türkiye solu bu ekseni son derece titiz biçimde değerlendirmek durumundadır.
Kaçınılması gereken birinci hata, yukarıda söylendiği gibi ham haliyle bu alternatiflerden birine yaslanmaktır. MGK kararlarının yanında saf tutan sendika bürokrasileri ile bu kararların mantıksal sonucuna gözü kara ilerleyip darbe çağrısı çıkartan Perinçek güruhunun konumu bellidir. Bunların zaten sol ile bir ilintileri kalmamıştır.
Gerçekten Meral, Budak, Perinçek üçlüsünü sol sayamayacağımıza göre, solda asıl yanlışın liberalizmde, sivil toplumculukta olduğunu saptamak gerekir. Darbe karşıtlığıyla tanımlanan bu tepki, sözel düzeyde istediği kadar anti-şeriatçı olabilir. Şeriatçılığa, dinci gericiliğe ve diğer karşı-devrimci dinamiklere karşı demokratizmin pratiğinin, yalnızca “dolaylı ve ilan edilmemiş destek” anlamı içerdiği yeterince kanıtlanmıştır. Çok değil, bundan on yıl kadar önce inanç ve ifade özgürlüğü adına İslamcıların çeşitli şovlarının serbest bırakılmasını savunan, 163. maddenin kaldırılmasını destekleyen demokrat solculuğun kaderinin ne olduğu bellidir. Bugün dinci gericilerin, darbe karşıtlığını ve demokrasi havariliğini kendi kimliklerine kaydeden manevraları ilgi çekicidir. Şeriatçı hareket altını oyup hegemonyasının sarsılmasına katkı koyduğu liberalizmi şimdi sonsuz bir pragmatizm ile istismar etmektedir. Demokrat solun göreceği fonksiyon siyaset alanında nesnel olarak gericiliği rahatlatmak yönünde olacaktır.
Bu dengelerin varlığında devrimci hareket Türkiye halkının karşısına dinci gericiliğin önünü kesme gücüne sahip tek odak olma iddiası ile çıkmalıdır. Sol bu iddiasını sergileyebildiği ölçüde laisist cephenin yeniden tanımlanması da imkân dahiline girer. Anti-kapitalist bir odağın eline yakışmayacak ölçüde modern burjuva devletine ait olan laisizmin “sahibinin” ötesinde ilericilik üzerinde bir tekel kurmuş durumdadır. Bu tekel kendisini burjuva modernizmi zemininde değil, emek değerleri üzerinde tanımlayan bir ilericilik ile kırılmalıdır.
Bu hedefin popülist kavranışları demokratizm ve liberalizmle eşleşmeye mahkûmdur ve bir işe yaramayacaktır. Cepheleşmenin netleşmesi ve derinleşmesi aynı zamanda sınıfsallaşması anlamına gelecektir. Egemen sınıfın, solun verili cepheleşme karşısında bölünmüş olmasını tercih edeceği bellidir. Solun bir kesiminin darbeciliğe, bir bölümünün ise sivil toplumculuğa yatkınlık gösterdiği bir tablo, mücadelenin sınıf eksenine oturmasının önündeki en kayda değer engeli oluşturacaktır. Dolayısıyla komünist hareketin vereceği ideolojik kavganın bir boyutu da mutlaka yüzünü solun içine dönecektir. Asli boyut ise her cephede dinci gericiliğin karşısına dikilmektir.
Devrimci ve komünist hareketin gericiliğin karşısına emekçi ilericiliği ile dikilmesi, burjuva dünyasındaki kamplaşmaları yeniden biçimlendirmenin kanalını açmalıdır. Kriz sürecinde laik, modernleşmeci vs. ideolojik bağlanmaları tarafından giderek daha fazla belirlenmeye açılan odakların ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Laisist-şeriatçı kamplaşmasının yerine adım adım, sol değerlerin merkezinde durduğu bir yeni tablonun alması, yukarıda sözü edilen düzen kurumlarının “parçalanması” eğilimini körükleyecek, süreci hızlandırmanın ötesinde solculaştıracaktır.
Türkiye solunun önünde bir yeniden yapılanma dönemi açılmaktadır. Bu dönemde bugün reformizmin mührü altındaki kesimler, kapitalist konsolidasyonun hükmü altında bir mevki edinme hayali ile bizzat bu konsolidasyona taş koyma ikileminin karşısına gelip dayanacaklar. Gecikmiş bir devrimcilik-reformizm gündemi yeniden canlanacak. Öte yandan aşırı iniş-çıkışlı grafikler çizmekten yorgun düşen devrimci demokrasinin bir bölümünün karşısında tam boy bir popülizme teslim olarak sağa kaymak ciddi bir olasılık olarak şekillenmiştir. Ancak bu ideolojik geri kayışın barış içinde ve devrimci yönelimlerin önünü açmadan yaşanması mümkün değildir.
Komünist hareket ise solun yirmi yıla yakın süre sonra bir kez daha menzile giren toplumsallaşma olanaklarını tepmeyecektir.
20 Nisan 1997