Önümde üç kitapçık. Üç manifesto iddiası. Her birisi “yargı” ile ilgili. İlki bir savunma metni. İkincisi “yargı”nın zirvesinden dünyevi meselelerin nasıl göründüğüne ilişkin uzun bir söylev. Sonuncusu, siyasi bir davada iddia makamının “esas hakkında görüş”ü.
İlki oldukça iyi bir kağıda, yazarının cümle kuruşundaki özgünlükler dışında, özenli bir redaksiyon sonrasında basılmış. Haziran 99 tarihini taşıyor. Üzerinde “Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi” yazıyor. Ötekinin kapağı albenili içi ise daha özensiz. Baro Gündeminin eki olarak verilmiş. Sami Selçuk’un 1999-2000 Adli Yılı Açış Konuşması’nın metni. Sonuncusunun kapağı “renksiz”. İçerde önem verilen yerler hem koyu harflerle basılmış, hem de altı çizilmiş. Yazarının tarzına uygun düşüyor; insanların görmediklerini gözlerine sokmakta bir sakınca görülmemiş. Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi’nde görülmekte olan kapatılma davasında söz sırası bir kez daha kendisine gelen Vural Savaş, kendi olanaklarıyla bastığı kitabında Türkiye Cumhuriyeti’nin ne kadar büyük tehditlerle karşı karşıya olduğunu anlatmak için bu tehditleri gözümüze gözümüze sokuyor.
Üç kitapçıktan ikisini daha önce okumuştum. Kürt sorununa ilişkin bu yazıyı kaleme alırken bir kez daha (ve Vural Savaş’ın “manifestosu”nu ekleyerek) gözden geçirdim. Açıkçası bunu kimseye önermem. Üç metni ardı ardına okuyan bir kişinin kişilik bölünmesine uğrayacağını ve geçici bir süre de olsa çevresinde olup bitenleri algılayamayacağını düşünüyorum.
Her şeyden önce, aşağı yukarı aynı dönemde kaleme alınan bu üç metinde aynı ülkenin, aynı devletin, aynı düzenin hikaye edildiğine ikna olmak neredeyse olanaksızdır. Çünkü birisi, “Türkiye farkında olmadan büyük bir demokratik dönüşüm çağına girdi” derken, bir diğeri “cumhuriyetin demokrasiyle kavga eden bir yalnız kovboya dönüştüğü”nden dem vuruyor, en sonuncusu ise devletin telefonları, yemek salonlarını, yatak odalarını, hatta mümkünse banyoları dinlemekten vazgeçemeyeceğini, vazgeçtiğinde başına korkunç şeyler geleceğini sayfalar boyunca anlatıyor. İnsanın cebine mikrofon yerleştirerek tehdit altındaki devleti ve özellikle Vural’ı rahatlatası geliyor.
Ancak daha önemli olan, her üçü de “devlet”i anlatan bu metinleri yazanların Türkiye’de “sınıflar” diye bir şeyin varlığından habersiz görülmeleridir. Vural Savaş’ı mazur görebiliriz; böyle şeyleri farkedemeyecek kadar meşgul olduğu anlaşılıyor. Oysa diğerleri için böyle bir durum söz konusu değildir. Bir tanesi, uzun bir süre son çeyrek yüzyılın en özgün ulusal dinamiklerinden birisinde birinci dereceden rol oynamıştır. Bu dinamiğin siyasi ve ideolojik açıdan bütün bulanıklığına rağmen, bir yoksul köylü temeline oturduğu genel kabul görmüştür. Zaten, bu topraklarda sınıflararası eşitsizliklerden en fazla nasibini alan bölmelerden birisini oluşturmaktadır Kürtler.
Sami Selçuk ise, bir konuşma olarak “uzun”, bir yazılı belge olarak “kısa” manifestosunda çok okuduğunu kanıtlamaktadır. Okurken karşılaştığı “vecize”leri not defterine kaydederken başka şeyleri kaçırsa bile, “sınıf” kavramıya mutlaka tanışmıştır.
Lakin, 21. yüzyıla girerken “demokrasi ve özgürlük” aşkının karşısında sınıf dinamikleri, sınıf çelişkileri duramamaktadır.
Halbuki Selçuk, konuşmasına “tüylerini diken diken eden” bir gerçeğe işaret ederek başlamaktadır: 1989 verilerine göre 1 milyar kişi açlıkla pençeleşmektedir. Üstelik bu bir doğal afet de değildir. Çünkü Selçuk, kazancı bazı ülkelerden kat kat daha fazla olan kimi zengin ailelerden de söz etmektedir.
Böyle bir giriş, Yargıtay Başkanı’nın bir eşitlikçi rüzgar estireceği umudunu yeşertmektedir, ancak ilerleyen bölümlerde bir tek “eğitimde fırsat eşitliği”ne duyduğu özlemi hissedebiliyoruz 1.
Bundan sonrası, özgürlüklere ayrılmıştır; düşüncelerin, kültürel kimliklerin özgürlükleri… Selçuk bunlara ilişkin her tür kısıtlamaya karşıdır. Aslında konuşmacıya göre bu kendisinin görüşleri değil, çağımızın dayattığı gerçeklerdir. Bunu kabullenmeyenler tarihin şamarını yiyeceklerdir. Hiçbir şeyin “doğru” olarak sunulamayacağını ileri süren Selçuk bu konuda çok iddialıdır.
Dolayısıyla, Selçuk’un manifestosu, bir özgürlük manifestosudur ve herhalde “eşitlik” meselesinin önemli olup olmadığı, “özgür” bireyler tarafından kararlaştırılacaktır!
Özgürlükçü Sami Selçuk, herhangi bir vecize aktarmasa da, manifestosunu hazırlarken, muhakkak ki Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi’nin yazarı Abdullah Öcalan’dan esinlenmiştir. Her iki yazar da “çağımızın gerçekleri” deseler de, Türkiye Cumhuriyeti’ni masaya aynı konular üzerinden yatırmış, çağımızı aynı başlıklar üzerinden ele almış, hatta bazen aynı noktalara yoğunlaşmışlardır. Elbette üslupları çok farklıdır. Bir de, Kürt liberalleri tarafından büyük bir heyecan uyandırmakla beraber, Sami Selçuk doğrudan Kürt sorununu referans göstermemektedir. Sadece “insan yanakları kızaran bir yaratıktır” diye başladığı bir paragrafta “kültür, dil ve kimliğe saygı” talep etmektedir 2. Bu bölümün Kürtlerle ilgili olduğu açıktır. Sami Selçuk’un Kürtlerle ilgili ayrımcılık karşısında en azından yanaklarının kızardığı anlaşılmaktadır.
Bunun ötesi kurcalanmamalıdır. Bir çağcıl entellektüel olarak ne kadar parlak olursa olsun, Sami Selçuk’un koskoca Cumhurbaşkanı’nın önünde açık açık Kürtlerden söz etmesi herhalde beklenemezdi.
Bu kadarı yeter!
Nitekim devlet de, Kürtler de mesajı almış durumdadır…
Evet, Öcalan’ın Savunmasında dile getirdiği düşünceler ile Sami Selçuk’un konuşması arasında ciddi paralellikler vardır ve Fazilet Partisi’nin kapatılması için uğraş verirken Sami Selçuk’a da yanıt yetiştirmeye çalışan Vural Savaş’ın bu paralelliği keşfetmemesi son derece ilginçtir. Bunun için gelişkin dinleme aygıtlarına ihtiyaç olmadığı bariz olduğu için, Türkiye’de devlet örgütlenmesinin, iki önemli bürokrat arasında “bölücülük” konulu bir mücadelenin ortaya çıkmasına izin vermeyecek kadar kökleştiğini düşünmekten başka çare yoktur.
Benim açımdan “demokratik cumhuriyet” açılımının ne kadar gerçekçi olduğu, düzen cephesinde nasıl bir karşılık bulacağı önem taşıyor. Bu nedenle bu açılım ile Sami Selçuk’un manifestosu arasındaki uyumun ne kadar etkili bir “güç” oluşturacağına yanıt arıyorum. Gözüktüğü kadarı ile Öcalan, Selçuk’un konuşmasını desteklemekle birlikte, şimdilik “sınırsız demokrasi” türü laflardan hoşlanmayan ve kontrollü giden daha etkili çevrelerin yaklaşımını önemsemektedir. Zaten savunmada ortaya atılan “demokratik cumhuriyet”e zemin oluşturan koşulların adım adım ve dikkatli bir biçimde askerler tarafından oluşturulduğu birkaç kez vurgulanmaktadır. Örneğin,
“Ordu bugün demokratik şamanın karşısında bir tehdit değil, tersine sağlıklı aşama yapmasının ve işlemesinin teminat gücü durumundadır” 3. [ÖCALAN Abdullah]
Açıkçası Öcalan Selçuk’tan daha “gerçekçi” gözükmekte ve cumhuriyetin kendisini savunma refleksi üzerinden “kendine özgü bir demokrasi” anlayışına sahip olacağını kabullenmektedir. Sami Selçuk ise, ırkçı Ku Klux Klan’ların “sokakta yürüyüş yapma hakkı”nı bile kısıtlamayacak “aşkın bir demokrasi” tarifi yapmaktadır 4. Ona göre örneğin Ku Klux Klan’ları ortaya çıkartan “kötü düşünce”, demokrasi ortamında yalnızlaşacak ve kaale bile alınmayan bir ayrıntı haline gelecektir. Selçuk hiç kuşku yok “radikal sol” için de aynı şeyleri düşünmekte, ama şimdilik söylememektedir. Dolayısıyla ideolojilerin, siyasal örgütlenmelerin hangi toplumsal dinamiklerden beslendikleri ile pek ilgili değildir, o “demokrasinin aşırılıkları sınırsızlığıyla terbiye edeceği”ne inanmaktadır!
Vural Savaş’ın ikna olmadığı mesele de zaten budur. Savaş, devlet ve demokrasi düşmanlarına özgürlük verildiğinde işin nerelere kadar gideceğinden emin olamamaktadır. Devlet düşmanı örgütlere bazı gelişmiş batılı ülkelerde özgürlük verilmesini, o örgütlerin “marjinal” olması ile açıklamaktadır 5. Halbuki burası Türkiye’dir. İç ve dış düşmanların haince emelleri sonsuza kadar sürecektir.
Vural Savaş’ı kaygılarıyla başbaşa bırakarak konumuza dönüyorum. Sevgili okurlarımıza sabır dileyerek, Öcalan’la Selçuk’un nasıl bir “demokrasi”de buluştuklarına bazı örnekler vermek istiyorum.
İdeolojiler bitti; “yaşasın”!
20. yüzyıl sonlanıyor. Umarım, 20. yüzyılla birlikte başka şeylerin “sonlandığı”na ilişkin edebiyat da sonlanır. Çünkü yeni bir milenyuma girerayak tarihi ve ideolojiyi bitirme merakı giderek yaygınlaşıyor.
Tarihin sonunu bir kenara koyuyorum. Marksizme karşı daha kapsamlı bir saldırının ürünü olmasına ve tarihin mantığından umudu kesenlerin felsefi arayışına denk düşmesine rağmen…
Ancak konumuz açısından “ideolojilerin sonu” son derece önemli. Her şeyden önce “ideoloji kötü bir şey”! Örneğin Öcalan, birçok yerde PKK’nin ideolojik davranmış olmasını eleştiriyor ve bu durumun aşılmakta olduğunu vurguluyor. İdeolojiler ortadan kalkmıyor, ama siyasal davranışın önüne geçen dogmalar olmaktan çıkartılıyor, etki alanları azaltılıyor.
Selçuk ise Öcalan kadar ihtiyatlı değildir ve ideolojileri, demokrasiyle bağdaşmadıkları için lanetlemektedir 6.
Ancak ideoloji söz konusu olduğunda hem Selçuk’un, hem de Öcalan’ın özellikle titiz oldukları bir mesele vardır, o da Atatürk’ün düşünce ve eylemi. Her ikisi de Atatürk’ün ideolojik kalıplara sokulmasından yana değildirler.
Peki, kemalizmin başlıbaşına bir ideoloji olmaması ile, Atatürkün siyasal tercihlerindeki ideolojik temelllerin gözardı edilmesi arasındaki ayrımı bulanıklaştıran ne olabilir?
Anlaşıldığı kadarıyla hem Selçuk, hem de Öcalan, çağdaş toplumların totaliter (ideolojik anlaşılabilir) bir yapıdan çoğulcu-demokratik bir yapıya doğru evrildikleri kanaatindedir. Ve bu evrime direnenler etkisizleşecektir!
Üstelik her ikisi de bizzat sözcüğü seçerek, siyasal pragmatizmi övmektedir. Dolayısıyla, çağdaş toplumlarda ideolojik yaklaşımlar yerini, demokrasiye duyulan özlemin ifadesi olarak, pragmatik tercihlere bırakmaktadır!
Tam da burada her iki konuşmacının bu ideolojisizleştirme operasyonuna yakışmayan bir başka ortaklığına daha değinmeden geçemeyeceğim: Öcalan konuşmasının giriş bölümünü, “Yaşasın Demokratik Cumhuriyet” diye bitirmiş, Selçuk ise, daha yalın bir biçimde “Yaşasın Türkiye” sloganını tercih etmiştir. Bu tür hamasi davranışların “çağcıl” olmadığını herhalde bizzat Selçuk da kabul edecektir.
Otoriter cumhuriyetle başladık
Selçuk ve Öcalan, Atatürk dönemi cumhuriyete “otoriter” sıfatını yakıştırmaktadır. Marksizme yabancı kavramlar olmakla birlikte, burjuva demokrat sınırlar içerisinde bu değerlendirmeye katılmak mümkündür. Ancak bu cumhuriyetin daha sonra “demokratikleşmesi” denilen olgu, bizim alışkanlıklarımızı ciddi bir biçimde zorlamaktadır. Çünkü, bir burjuva devrimi, geçmiş düzenin yarattığı engelleri ortadan kaldırdığı oranda “demokratik”tir. Bu anlamda otoriter-demokratik cumhuriyet sistematiği, hiçbir burjuva diktatörlüğünün tarih içindeki seyrini açıklayamaz.
Ancak Öcalan ve Selçuk bu konuda son derece ısrarcıdır. İktidarın sınıf karakteri veya toplumsal yaşantıya dönük müdahaleleri ile ilgili olmadıkları için, “çokseslilik ve çok kültürlülük” üzerinde durmayı tercih etmişlerdir. Her ikisi de bu anlamda hem 20’lerde, hem de 30l’arın başındaki çok parti denemelerini içten bir demokratikleşme çabası olarak değerlendirmekte ve “yazık oldu” demektedirler. Burada Öcalan’ın bir fazlası vardır ve “iyi düşünülmemiş-hedefsiz” Kürt isyanını ilk deneyimin başarısızlığında önemli bir faktör olarak görmektedir 7. Kısacası Cumhuriyet kendisini korumak zorunda kalmış ve demokratik gelişmeyi ertelemiştir.
Burada Vural Savaş’ın kulakları çınlamış olsa gerek!
Zıtların birliği…
Sami Selçuk, Marx’ı hiç sevmemektedir. Lakin, kendisini pek “diyalektik” bulduğu kesindir. Ancak eklektizmin tipik sonuçlarından birisi olarak, Selçuk diyalektiği ve tez-antitez-sentez mekanizmasını “ortalama”cılık olarak algılamaktadır. “Demokrasi”, değişik düşüncelerin iyi yönlerini biraraya getiren kapsayıcı bir sistem olarak görülmektedir. Örneğin marksizm ve liberalizmin yanlışları ortaya konarak yeni sentezlere ulaşılmaktadır; her düşüncenin uçları dışlanarak yalnızlaştırılmaktadır 8. Selçuk güçlü bir demokrasinin bu “ayıklama” mekanizması ile oluşacağı kanaatindedir.
Öcalan ise savunmasında çok açık konuşuyor ve kendi diyalektiğini şöyle sergiliyor: “Devlet-PKK karşıtlığı, Demokratik Cumhuriyet sentezine, zaferine yol açar” 9.
Benzetmek gibi olmasın ama, bu aynı zamanda Garbaçov diyalektiğiydi… “Ortak Avrupa evi”, sosyalizmle kapitalizmin olumsuzluklardan “arınma”sı anlamına gelecekti. Sonra bir baktık ki, Avrupa sosyalizmden arındırıldı, Garbaçov’un payına da kapitalizm övgücülüğü ve “ileride sosyalizmin yine gündeme geleceği”ne ilişkin bir inanç kaldı. Öcalan bu açıdan da önlemini almışa benziyor ve savunmasının birçok yerinde faşizmle birlikte ele aldığı reel sosyalizm deneyinin izlerinin silinmesinden sonra sosyalizmin, çağın sorunlarına yanıt oluşturacağına ilişkin bir inancı koruduğunu belirtiyor 10.
Diyalektik düşüncenin zaferi diyemeyeceğim. Yıllardır Kürt hareketinin kendisini bir “özne” olarak tarif etmekte zorlandığını düşünüyordum bu konuda çok sayıda yazı kaleme aldım. Özne olamayanların açtığı alanda karmaşık bir ideolojik mücadele verilir. Belki bunu bir hegemonya mücadelesi olarak da adlandırabiliriz. Türkiye solu bu mücadelenin önemli bir etabını kaybetmiştir.
Bundan sonra yazacaklarım, diğer etapların kaybedilmesinin önüne geçmeye ve giderek Kürt dinamiğinin bir nesne olmaktan çıkışının nasıl mümkün olacağına dönük düşüncelerden oluşacaktır.
Özne… Nesne…
Sosyalistler siyaseti ilkeler üzerinden yaparlar. Bilindiği gibi, Sosyalist İktidar Partisi son üç yıldır “Sosyalizm Programı”nın siyasal pratiğe temel olarak kamuculuk, aydınlanmacılık, ve anti-emperyalizm üzerinden taşınacağını, enternasyonalizm ve halkların-emekçilerin kardeşliğinin bu ilkeler üzerinden anlam kazanacağını söylüyor.
Bu vurgu, kısıtlı bir zaman dilimine ait olmayan, büyük ölçüde kalıcı nesnel temellere sahip olan şu başlıklara ilişkin bir konumlanış zorunluluğuna da işaret etmekteydi: Özelleştirme, dinci gericilik ve emperyalizme bağımlılık…
Sosyalist İktidar Partisi, bu başlıklarda yakalanacak olan bütünlüğün, anti-kapitalist bir zemine mahkum olduğunu düşünüyor ve düzendışı güçleri tek tek bütün başlıklarda net bir tavır almaya çağırıyordu. Bu tavrın çarpıtma ve manipülasyonlara kapalı olması, düzen güçlerinin çekim alanına girmemesi için, bir başka açık “ilke” daha ortaya konuyordu: Sermaye düzeninin bütün parti ve kurumları karşısında ideolojik-siyasal-örgütsel bağımsızlık.
İşte bu çağrının muhataplarının başında Kürt emekçileri ve bu emekçi tabanı temsil iddiasındaki siyasi oluşumlar geliyordu. Türkiye’de siyasal mücadelenin bu başlıklarda ortaya çıkacak gerilim ve saflaşmalar üzerinden devam edeceği, bu konularda net bir tavır geliştiremeyenlerin “özne” olmaktan çıkacağı hatırlatılıyordu.
Bu bir iddia veya SİP’in öznel yaklaşımı değildi. Türkiye’nin, bölgenin, dünyanın gerçekliğiydi. Özelleştirme konusunda açık tavır geliştiremeyen bir parti veya hareket ya siyaset alanının dışına çıkacak, ya da başka öznelere bağımlı hale gelecekti. Dinci gericilik ve emperyalizm konularında da aynı şey geçerliydi.
Kürt dinamiğini temsil iddiasındaki özneler ise bu düşünceyi hiç beğenmediler. Onlara göre, Türkiye’de siyaset “Kürt sorununa ilişkin tavır” üzerinden şekillenmekteydi. Diğer başlıklar buna bağımlıydı.
Zaman zaman çeşitli kurumları ziyaret eden Kürt analarının “kirli savaş sona ersin Türkiye’nin her bir sorunu çözülecek. İşadamının, esnafın, işçinin…” diye başlayan son derece içten ve kızılamayacak söylemi, bir siyasi hareketin bütün konumlanışlarına hakim olunca işin içinden çıkılamaz hale gelindi.
Bazı patronlar, Avrupa Birliği, zaman zaman ABD, kimi durumlarda islami gericilik, “sol”dan daha duyarlıydı. Onlar “Kürt kimliği”nin tanınması gerektiğini söylüyorlardı. Sosyalistler ise, Kürt hareketini bu unsurlara karşı mücadeleye çağırarak, hesapları altüst ediyor, “bölücü”lük yapıyordu. Onlara “Kürt sorunu”nun her şeyi belirlediği anlatılmalıydı.
Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, Türkiye’de sosyalistler ve devrimciler Kürt hareketiyle birlikte birçok başlıkta biraraya geldiler. Alanlara çıktılar, mücadele ettiler, işbirlikleri yaptılar, platformlar kurdular. Bu aynı zamanda bir diyalog süreci olarak da anlam kazandı. Ve bu diyalog sürecinde Kürt hareketine, “Kürt kimliği”nin özelleştirmelere karşı mücadeleyle, üniversitelerdeki yobaz saldırılara karşı koyuşla, NATO ve diğer emperyalist örgütlenmelere karşı çıkışla şekilleneceği her fırsatta hatırlatıldı. Birçok örnekte, “gündemi saptıracağı” gerekçesiyle bu görüşlere soğuk yaklaşıldı. Bazen siyasi nezaket sınırları zorlanarak yaklaşımlarımızın “münasebetsiz” bulunduğu da ileri sürüldü.
“Kürt kimliği” diye bir başlığın havada asılı duracağı sanıldı.
Kürt sorunu kesinlikle bitmemiştir. Lakin, artık “bağımsız” bir Kürt dinamiği yoktur. En azından hakim ton olarak yukarıdaki başlıklarda net bir tutum alınmaya başlanmış ve düzenin egemen yaklaşımlarıyla buluşulmuştur. Bu tutuma itiraz edenler, eğer eski muğlak çerçeveyle devam ederlerse, tarihsel anlamda tasfiye olacaklardır.
Kürt dinamiğinin burjuva ve emekçi-sol eksenlerde parçalanmakta ve kendisine farklı cephelerde yer açmakta olduğu bilinmelidir.
Kopuşlar, ılımlı yaklaşımlarla gerçekleşemez. Demokratik cumhuriyet reddiyecileri kendilerini aşmak durumundadırlar. Bir geleneğe sahip çıkmak, ama onun belirsizliklerini gözle görülür bir biçimde ortadan kaldırmaktan başka çıkış yolu yoktur.
Türk ve Kürt marksistleri bu konuda ellerinden geleni yapmak durumundadır.
Solun sorumluluğu…
Kürt hareketi bir yerlere geldi. Bu yerin nasıl adlandırılacağını zaman gösterecek. Tıkanma, yol ayrımı, parçalanma, dönüşüm vb… Bu veya benzer tanımlamalardan hangisinin baskın çıkacağı şu ana kadar ortaya çıkan gelişmelerin bilimsel bir süzgeçten geçirilmesinden çok, sürecin bundan sonra nasıl bir seyir izleyeceğine bağlı. Bugünden söylenebilecekleri daha sonraki bölümlere bırakarak, solun Kürt hareketinin yaşadıklarında ne kadar etkili olduğuna değinmek istiyorum.
Solun Kürt hareketinin 15 yıllık siyasal pratiği karşısında bolca hata yaptığını söylemekte bir sakınca yok. Bu hataların her birisini “koşullar”la açıklamak da devrimcilere yakışmaz. Ancak bir şeyi kabul etmek de gerekiyor: 12 Eylül tarafından toplumsal mücadeleler alanının dışına çıkartılan solun yeniden ayağa kalkmaya çalıştığı bir dönemde, Kürt hareketinin Türkiye’de burjuva iktidarın karşısına ciddi bir sorun olarak çıkması ve bu özelliğini uzunca bir süre koruması, birçok “hata”yı davet eden bir nesnellik yaratmıştır.
Bu nesnelliğin etkisi üzerinde uzunca bir süre duruldu. Ulusal bir dinamiğin, kağıt üzerinde de olsa, sınıfsal çelişkilere yaslanmak durumunda olan “sol”a göre çok büyük bir ağırlığa sahip olması elbette birçok sorun yarattı. Bunlar çok tartışıldı. Ancak, bu olumsuzluklar içerisinde özellikle bir tanesi, bırakın yakın geçmişi, bundan sonra da başımızı ağrıtacağa benzemektedir.
Kürt hareketinin solun çok sınırlı etkisi olduğu dönemlerde ciddi bir açılım geliştirmesi, zaten omurgasızlığından şikayet ettiğimiz Türk aydını ve sol siyasetçisini tam anlamıyla deforme etmiştir.
İlkesizliğin enternasyonalizm veya usta politika sayıldığı bu dönemin etkisi sanıldığı gibi basit değildir. Her şeyden önce, Türkiye solunda “güç politikası”nın önemi yıkıcı ölçülerde abartılmıştır. Uzun bir süre 12 Eylül’ün kuşatılmışlığını hisseden, düzene, adaletsizliğe, eşitsizliklere dönük öfkesini yatıştıramayan, ama daha da önemlisi marksizmle güçlü ve kalıcı temas noktaları kurmakta zorluk çeken solcular için, Kürt dinamiği bir çıkıştı. Onlara göre PKK, “güç politikası”nın bu topraklardaki önemini kavramıştı.
Güç politikasının ideolojik ve siyasal mücadeledeki önemi konusunu belki başka bir yerde tartışmakta yarar var. Hiç kuşku yok, büyük bir önem taşıyor, ancak siyasal hedef, ve ilkeler ve programı önemsizleştirecek bir pragmatizmin prim yapmasına neden olduğu da muhakkak.
Dolayısıyla, zaten ilkelerle işi pek olmayan Türk solcusunun sihirli formülü bulduğu bir dönemdi bu. Doğrultuda, siyasal üretimde ve teoride tutarlılık çok da fazla önemli değildi. Tarih güçlü ve başarılı olana karşı bağışlayıcıydı…
Ancak bununla kalmadı. Kürt dinamiğinin “ulusal karakteri”nden hareket eden bazı sol örgüt veya aydınlar, sosyalist mücadelenin bazı yasallıklarının bu dinamik açısından geçerli olmadığını ya söylediler, ya da bu konuda marksizmi pek takmayan bir siyasal üslup geliştirdiler.
Zaten titrek ve güvensiz hale gelen Türkiye solu, “işbirlikçi” veya “şoven” damgasını yememek için, bildiği az sayıdaki “ilke”yi de bir kenara koydu.
En miyop gözlerin bile rahatlıkla farkedeceği kimi tıkanma noktalarına işaret edenler, Kürt hareketinin sınırsız özgürlüğünü kısıtlamakla itham edildi. Biraz daha inatçı olanlar ise, siyasetten anlamıyorlardı, “PKK taktik bir açılım içerisindeydi, aslında neler oluyordu neler…”
Bu tutumun Türk solu içerisindeki fanatikleri arasında başka konularda pek “titiz” ve “burnundan kıl aldırmayan” unsurların da olduğunu hatırlayacak olursak, sorunun hangi boyutlara geldiğini görebiliriz 11.
Türk solunda ne yapacağını bilmeyenlerle, bir şey yapmayı düşünmeyenler zamanlarını büyük ölçüde Kürt hareketine mazeret üretmek veya iman tazelemekle geçirdiler.
Böyleleri bugünkü durum karşısındaki suskunluklarını, ancak İmralı’dan yapılan bir konuşmaya olmadık anlamlar yükleyerek veya bütün olup bitenlerin taktik icabı olduğunu gösteren bulgulara rastladıkları zaman bozuyorlar.
Yazık…
Kürt hareketinin yaşadığı tıkanmada solun sorumluluğunu onu yalnız bırakmasında arayanlara da yazık…
Uzun bir süredir solun dışında varsayılan bir partinin milliyetçi çizgisi ve ÖDP’nin bazı unsurlarındaki mesafeli tutumun dışında Türkiye solu Kürt hareketini ne zaman yalnız bıraktı?
Bir takım ayrıntıları tartışmıyorum, Türkiye solunun Kürt hareketine karşı en büyük günahı, kendi işlerini yapamaması; kendisi olmamasıdır. Bunun dışında sol bütün işlerini bırakıp “kirli savaş”a karşı şu veya bu araçlarla mücadele etse, “ey emekçiler bugün sofranızdan çalınan ekmeğin, cebinizde açılan deliğin, gittikçe şişen ilaç faturalarının tek bir nedeni vardır, o da Kürt kimliğinin tanınmamasıdır” diye propaganda yapsa, herkes kendi örgütsel yapısını bir kenara koyup HADEP’e omuz verse, hiç bir şey değişmezdi.
Kürt dinamiğini rahatlatacak ve bu tıkanıklıktan kurtaracak olan, solun kendi nesnelliğinde ve olabildiğince sınıf eksenli bir biçimde yükselişe geçmesiydi. Bu olmadı; Kürtler sola, solcular da kendilerine kızacaklarsa, bu olmadı diye kızmalıdırlar.
Bunun dışında söylenecekler saçmalıktır.
“Barış”a dair…
Bu yazı Kürt hareketinin nasıl bugüne geldiğini ele almak amacını taşımıyor. Bugün gelinen noktayı ve özellikle bundan sonrasını tartışmak için ise, “ihanet” veya “teslimiyet” gibi kavramları bir kenara bırakmak gerekiyor. Doğrudur, “demokratik cumhuriyet” açılımı ile birlikte yürütülen politikalar ve bu politikaları savunurken dile getirilen düşünceler, hiçbir sınır tanımamaya başlamıştır. Ancak, hem doğru teşhis koymak, hem de bu tıkanmadan devrimci hareket adına mümkün olan en fazla enerjiyi yaratarak çıkmak için “yeni politika”ların “yeni”liğini fazla abartmamak gerekiyor.
Özellikle “koşulsuz barış” meselesi üzerinde fazla durmamakta yarar bulunuyor.
Çünkü, bu savaş bitmek zorundadır. Bugün “onursuz barış istemeyiz” diyenler de, bunu daha önce neden düşünmediklerini kendi kendilerine sorup, “barış”ın bir an önce elde edilmesi için uğraş vermelidirler. Çünkü; kirli savaş devam etmektedir. Ama daha da önemlisi, “barış” olmaksızın bugünkü tıkanmadan devrimci dinamikler adına bir şeyler çıkartma olasılığı kalmamıştır.
Demokratik cumhuriyet açılımının alternatifi “barış politikaları”nı terketmek değildir. Başkaları adına “mücadele” talep etmekle ilgili olduğu için etik problemler taşıyacak olan bu tavır, siyasal açıdan da zararlıdır.
Türk ve Kürt emekçilerinin “barış”a şiddetle ihtiyacı vardır. Bugün gelinen noktada tersini savunmanın olanağı kalmamıştır. Türkiye sosyalist hareketinin “demokratik cumhuriyet açılımı” ile paralel düşebilecek tek konumlanışı da zaten budur: Barış!
Savaşın sürmesi, Kürt emekçilerinin devrimci alternatiften daha da uzaklaşmalarına neden olacak; milliyetçi ve şoven unsurların güç kazanmasını sağlayacak; devrimci bir siyasal önderliğin yokluğunda Kürt sorununda eksen kaymasına yol açacak; Türk ve Kürt sosyalistlerinin elini kolunu bağlayacaktır.
Sözün kısası, Kürt hareketinin içine düştüğü duruma kısa yoldan “devrimci” reçeteler yazarak çözüm getirmenin anlamı yoktur.
Savaş yıkıcı bir şeydir. 15 yıl süren bir savaşın, çok büyük bir yıkım getirdiği unutulmamalı, hatta sınıfsal dinamiklerin üzerini örten, onu kurutan bir yanı olduğu hesaba katılmalıdır.
Kürt emekçileri, savaş yükü sırtlarına bindiği sürece, bırakın devrimcisini, herhangi bir düzlemde siyasete taşınamayacak durumdadırlar. Yıllardır “tıkanma” dediğimiz şey de zaten budur. Bu tıkanmadan sadece demokratik cumhuriyet açılımının çıkacağı ise, elbette doğru değildir.
Böyle olmadığına, başka açılımların da mümkün olduğuna geçmeden, “barış” meselesinde biraz daha yol almak gerekiyor.
“Barış”, siyasi mücadelede kendi başına özel bir dinamik hiçbir zaman olamadı. Çünkü barış, her durumda savaşla veya savaş tehdidi ile birlikte varoldu. Savaşın ise “bir siyaset düzlemi” olduğu hep söylenegelmiştir; ama o aynı zamanda biriken çelişkilerin patlamasıdır da…
İşte savaşa neden olan bu çelişkilerin üzerini örten bir savaş ya da barış stratejisi olamaz. Savaş ya da barış stratejisi diyorum, çünkü, Kürt hareketi savaş döneminde de kendisini ortaya çıkaran çelişkileri örtmüştür. Bugün demokratik cumhuriyet açılımına itiraz eden devrimci demokrat birikimin farkedemediği de zaten budur.
Bu konuya daha geniş bir zaman dilimine yayılan ve uluslararası devrimci hareketin bütününü etkileyen bir başlık üzerinden açıklık getirebiliriz.
Bolşeviklerin Ekim Devrimi’nden hemen önce “barış” propagandasını siyasi faaliyetin ön sıralarına çektikleri bilinir. Devrimden sonra da, “barış” Sovyet politikasında her zaman başat bir rol oynadı. Ancak bolşevikler 1950’lere kadar “barış”a hiçbir zaman kendinden menkul bir değer yüklemediler.
Devrim öncesinde çok açık ki, savaşın getirdiği yıkım ile daha da yoksullaşan, savaşın öldürücü nefesinin yanısıra, açlık ve soğuğu da iliklerine kadar hisseden Rus emekçilerine “barış” propagandası yapılırken, bu propagandanın havada kalmamasına özen gösteriliyor, çok somut bir “iktidar alternatifi” işaret edilerek “barışa da, ekmeğe de, toprağa da, işe de bu iktidarla kavuşulacağı” anlatılıyordu.
Devrimden sonra da “barış” politikaları devam etti. Ancak artık daha başka bir bağlam söz konusuydu. Emperyalist kuşatmaya karşı Sovyet iktidarını korumak.
Tek ülkede sosyalizm tartışmalarına burada girmenin bir anlamı yok. Ancak, bilinmeli ki, “barış” politikalarının sosyalistlerin elinde en fazla anlam kazandığı kesitlerden birisydi 1920’li yıllar ve o zamanlar bu politikaların uygulanmasında ustalık vardı.
30’lara doğru devam ettiğimizde “barış”, tek ülkede sosyalizmin savunulmasının yanısıra, bütün Avrupa’yı tehdit etmeye başlayan faşizme karşı mücadele eksenine de oturmaya başlıyordu. Bu dönemde de “barış”, kendi başına bir hedef olarak ortaya çıkmıyordu. Örnek olsun, Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde Alman ve İtalyan yayılmasına karşı, yalnızca “barış”ı değil, “savaş”ı da bir politika olarak öne sürmüş ve İngiltere ile Fransaya birkaç kez ortak askeri operasyon teklif etmiş, bu ülke egemenlerini Çekoslovakya ve Polonya’nın savunulması için silah kullanmaya ikna etmeye çalışmıştır. Açıkçası savaştan önce bir anti-faşist koalisyon oluşsa, cesaretle harekete geçse, Avrupada bir-iki halk cephesi deneyi daha ortaya çıksa, elbette “barış” fikri geriye çekilecek ve faşizme karşı mücadele bayrağı açılacaktı. Olmadı… Faşizmin defterinin dürülmesi korkunç bedeller ödenen bir savaşa kaldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında ise “barış” mücadelesi anti-kapitalist bir eksene kaymış ve Avrupanın bir bölümünde sermaye egemenliğinin sona ermesi için askeri-siyasi-diplomatik her tür araç kullanılmıştır.
Kısacası 1950’lere kadar, “barış”ın içine yerleştiği başka bir politik çerçeve vardır. Sovyetler Birliği’nin “barış” politikaları bundan sonra da devam etmiş, ama savaş sonrasında giderek “otonom” hale gelmiştir. Zaten Sovyetler Birliği’nin siyasal ve ideolojik mücadele alanından çekilmeye başladığı bir dönemdir bu ve bir bütün olarak bakıldığında, çözülüşün temelleri de bu dönemde atılmaya başlanmıştır.
“Barış”ın andığımız dönemde aldığı özgül biçim “yumuşama”dır. “Yumuşama”nın ise yerleştirilebileceği bir perspektif açıkçası hiç olmamıştır. Ancak geçici bir soluklanma, toparlanma amacıyla gündeme gelebilecek olan bu politika, sıkışınca “kapitalizmi barışçı rekabet koşullarında altetmek” biçiminde gerekçelendiriliyordu. Ve çoğu kez, soldan gelen eleştirilere “savaş çığırtkanlığı” etiketi yapıştırılıyordu. Oysa ortada savaş-barış ekseninde bir tartışma, bir yol ayrımı yoktu ki!
Sorun, “barış politikaları”nın nasıl bir bağlama yerleştirildiğiydi.
Açıkçası, böyle bir bağlam hiç olmadı ve “barış”, statükonun korunmasına dönük çabaların adı haline geldi. Oysa, 1950’ler, 60’lar ve sonrasında statükocu olması gerekenler emperyalistlerdi, gericilerdi. Değişim fikrini uzun süre bu güçlere teslim etmek, devrimci dinamiklere ve bu arada Sovyet halklarına afyon etkisi yaptı.
Peki “barış” mücadelesini nasıl olur da devrimci bir bağlam içerisine yerleştirebilirlerdi?
Bu sorunun basit bir yanıtı var: Barışın değişimi korumasını sağlayarak!
İki kutuplu dünyada barış mücadelesi, emperyalist ülkelerin her tür kurtuluş mücadelesine yönelik askeri müdahale tehdidini bertaraf edici bir niteliği koruduğu sürece anlamlıydı. Belki böyle başladı. Ancak, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketinin “iktidar”dan vazgeçmesi, dolayısıyla belli bir başlıkta bu ülkeler burjuvazisini rahatlatması, mücadele alanı olarak azgelişmiş ülkelerin ve sosyalist ülkeler topluluğunun ön plana çıkmasını sağladı. Emperyalizm sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyondan vazgeçmiyor, Sovyetler Birliği ise, sömürgeciliğin son kalıntıları üzerinden Asya’da, Afrika’da ilerici iktidarlar yaratmaya çalışıyordu.
Oysa Asya ve Afrika’da sömürgeciliğin çözülüşü, yalnızca dünya devrimci dinamiklerinin ürünü değildi. Daha doğrusu, dünya kapitalizminin tarihsel gelişimine uygun düşen bu çözülüş, Sovyetler Birliği tarafından mantiki sınırları dışına çıkarılmaya çalışılıyor; Mozambik, Yemen, Angola, Afganistan, Etiopya gibi ülkelerde sosyalist yönelime giriliyordu.
Hiç kuşku yok 60’lar ve 70’lerde azgelişmiş ülkelerde ulusal kurtuluş ile toplumsal kurtuluşun birleştiği çok sayıda örneğin ortaya çıkışı, küçümsenemez bir olguydu. Bu ülkelerin acılı halkları açısından açlığın, işsizliğin ve cehaletin belinin kırıldığına tanık olundu. Avrupalı sosyalist ülkeler, zamanla dejenere olsa da, bilim insanlarını, askeri, siyasi, teknik danışmanlarını, sanatçılarını bu ülkelerin gerçekliği ile tanışmaya, dayanışmaya gönderdi. Küba’nın siyasal liderliği Angola ve Etiopya’daki enternasyonalist mücadele geleneğinden çok büyük dersler çıkardı. Dahası, Sovyetler Birliği, beş kıtada yüzlerce üsse sahip Amerikan emperyalizminin askeri otoritesini bu” genç” ülkelerdeki deniz üsleriyle az da olsa dengelemeyi başardı.
Lakin, kapitalizmin hayati merkezleri birer mücadele alanı olmaktan çıkıyorlardı. Mücadele “üçüncü dünya”da ve sosyalist ülkeler halkları üzerinde bir hegemonya mücadelesine dönüştü. Bir bakıma, tek kale maçtı bu.
Ve bu maçta Sovyetler Birliği gelişmiş kapitalist ülkelerdeki örgütlü kamuoyunun Sovyetlere karşı bir askeri maceraya girişilmesini engelleyeceğine ve üçüncü dünyanın herhangi bir bölgesinde ABD-Sovyet çatışmasının gündeme gelmesine karşı koyacağına inanmıştı.
Bunda dünden razı Avrupa’daki komünist partileri, Sovyetler’in de onayıyla “barış” mücadelesine özel bir ağırlık vermeye ve sınıfları kesen yatay bir barış hareketinin oluşumuna yardımcı olmaya başladı.
Artık “barış” kendinde bir mücadele konusu haline geliyordu. Daha da vahim olanı, Sovyetler Birliği de emperyalist sisteme karşı mücadelenin barışçı bir ortamda kendi lehine sonuçlanacağına, en azından aleyhine sonuçlanmayacağına ilişkin bir inançla, siyasal-ideolojik mücadeleyi değil, silahlanma yarışını önemsiyordu. Hesaba göre Sovyetler’in nükleer ve konvansiyonel silahlarda dengeyi sağlaması ve koruması ile batıdaki barış hareketleri birleştiğinde, uluslararası ortam sosyalizmin uzun vadeli çıkarları açısından uygun hale gelecekti.
Barış hareketi, tam da bu dönem Sovyetler’in kontrolünden çıkmaya başladı. Çünkü andığımız dönemde birçok bölgesel savaşa karşın, NATO ile Varşova Paktı arasında bir savaş hali söz konusu değildi ve barış hareketi kendisine “silahsızlanma” temasını seçmek durumunda kalmıştı.
Dolayısıyla Sovyetler Birliği, biraz da kendi yardımlarıyla yaratılan “barış hareketi”nin hedefi olmaya başlıyordu. Örneğin 1970’lerin hemen başlarında doğrudan emperyalist ülkelere karşı duran “barış hareketi”, 70’lerin sonundan itibaren kesinlikle eş düzeyde olmasa da, Sovyetler’e dönük de eleştirel, en azından mesafeli bir konumlanış içerisine giriyordu. Tamam ABD emperyalist bir güçtü, ama nükleer silah silolarının üzerindeki kızıl yıldızlar, bu silahların Avrupalı orta sınıflar üzerindeki ürkütücü etkisini kesinlikle azaltmıyordu.
Kısa bir süre sonra, Avrupa’daki ideolojik-siyasal mücadele alanını büyük ölçüde terkeden sosyalizm, kendisini emperyalizmle mücadelede sadece silahlarla korunur vaziyette buluyordu. Ve o silahlar yıllarca ABD emperyalizmine karşı geliştirilen barış-silahsızlanma sürecinin kaçınılmaz sonucu olarak yavaş yavaş caydırıcı etkisini yitiriyordu!
Sovyetler Birliği bu büyük ideolojik-siyasi-askeri silahsızlanmaya dayanamadı ve bununla paralel giden ekonomik durgunluğun ardından hızla çözülme sürecine girdi.
Barışı, soyut bir kavram olarak ancak statükocuların savunabileceği, sosyalizmin ise pek ender olarak statükocu olabileceğini gösteren hazin bir öyküdür bu…
İşte Kürt hareketi, bu hazin öyküyü, daha küçük bir ölçekte bir kez daha yaşamıştır.
“Militan demokrasi” ve barış
Vural Savaş’ın Sami Selçuk’a yanıt yetiştirirken sahip çıktığı bir kavram var: Militan demokrasi. Bunu “kendisini savunan” demokrasi olarak açıklıyor. Aslında herhalde bu bir temenni değil. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti, askeri darbelerden soluk aldığı dönemlerde zaten hep “militan bir burjuva demokrasisi” olarak varoldu. Hani burnundan kıl aldırmayan cinsten…
Örnek olsun, dünyanın pek az ülkesinde uçak kaçırma, işgal vb. eylemlere Türkiye’deki gibi yaklaşılmaktadır. Devletimizin klasik yaklaşımı “pazarlık yok”tur ve bu tür eylemlerde pazarlık başlamışsa eğer, bilin ki bir operasyon yürürlüğe girmiştir.
Ürkek ve kırılgan sermaye iktidarı, “hak verilmez alınır”ı tersine çevirmek için sanki bir tarihsel misyon üstlenmiş gibidir. Hakkı isteyenler önce ezilir veya yok edilir, sonra bir ölçüde de olsa, o hak verilir!
Bunun konumuzla ilgisi ise şudur:
Türkiye’de devlet benzerlerinden farklı olarak hiç “barış” dememiştir. Bir başka “militan demokrasi” İsrail dahil olmak üzere, ulusal sorunun açık muhatabı olan ülkelerde, siyasal iktidarlar “barış” arayışı içerisindedir. İrlanda Cumhuriyet Ordusu’na karşı son derece acımasız ve sert davranan İngiliz hükümetleri bile “barış” çağrıları yapmışlar, “teröristlerle masaya oturulmaz” söyleminin dışına çıkabilmişlerdir.
Ve ilginçtir, hem FKÖ hem de IRA en geri dönemlerinde bile “barış”a kendi politikalarında başat bir yer vermemişlerdir. Çünkü “barış” mevcut statükodan yana olanların politikasıdır. FKÖ ve IRA’nın söyleminde ise “bağımsız devlet” veya “bağımsızlık” talepleri vardır.
FKÖ ve IRA örnekleri (ki bu örnekler başka nedenlerle dünya devrimci hareketinden çok şey götürmüşlerdir) üzerinde fazla durmak istemiyorum. Varmak istediğim şey şudur: Kürt hareketi, mevcut statükonun değişimini isteyip de “barış”ı başat bir politika haline getiren (90’ların başından itibaren) benim bildiğim tek harekettir.
İşte bu duruma sanıyorum biraz da Türkiye burjuvazisi neden olmuştur. “Barış” kavramı, şu anda gelinen noktada bile “vatan hain”liği ile özdeşleştirilmiş, kısacası statükocu düzen, sorunu yok saymanın daha akıllıca olduğunu düşünmüştür.
Bu ilginç durum Kürt hareketinin “militan barış” politikasına zemin hazırlamış, ancak “barış” mücadelesi hangi koşullarda olursa olsun bağımsız ve kendinde bir olgu olarak kalamayacağı için, iflas etmiştir.
Şu andaki açılımın “barış” kısmı pek önemsizdir. Artık Kürt hareketinin, en azından PKK’nin politikası, burjuva düzenine entegre olmaya dönüktür (bazılarının ileri sürdüğü gibi bu politika bir eklemlenmeyi hedeflememektedir).
Barış mutlaka…
Daha önce de vurguladım, bugünkü kesitte barışın en kısa sürede elde edilmesi son derece büyük önem taşımaktadır. İdamın kaldırılması, siyasi tutuklu ve mahkumların özgürlüklerine kavuşması, “barış” için bu düzenin ödeyeceği tek bedel olsa bile…
Evet bugün “onurlu” barıştan söz etmenin siyasi bir anlamı kalmamıştır. Çünkü süreç geri dönüşü olmayan bir noktadadır ve daha fazla zarar vermesinin önüne geçecek faktörlerden birisi, kirli savaşın hızla sona ermesidir.
Kürt siyasetinin de soluk alma ihtiyacı vardır. Katıldığım bazı panellerde “siz ilkelerden bahsediyorsunuz, acaba karnı doymayan, yaşam güvencesi olmayan insanlar ilkeli politika geliştirebilirler mi” sorusuyla karşılaştım. Bu tavır yalnızca “mazeret” üretmekle ilgili değil. Ortada böyle bir gerçeklik var: Kürt insanı ve onlarla birlikte Kürt siyaseti yorgun düştü.
Ancak iş siyasi mücadeleye gelince yukarıdaki yaklaşımın nelere malolacağını hepimiz biliyoruz. “Hele bir huzura erelim” beklentisi içindeki Kürt yoksulunun huzura ermesi mümkün olmamakla birlikte, bir kez daha düzen içinde stabil hale gelmesi pek muhtemeldir. Dolayısıyla bu süreci tersine çevirecek olan acil siyasal açılımların gerçekleştirilmesi gerekir.
Açılımın ana hatları
Türkiye sosyalist hareketi oldukça karmaşık bir durumla karşı karşıyadır. Yıllarca yanlış bir düşman tanımı yapan Kürt hareketi, şimdi de yanlış bir “dost” tanımı yapıyor. Gelişigüzel ve her tür sınıfsal temeli yokedilerek kullanılan TC, Misak-ı Milli, kemalizm vb. kavramlar nasıl Kürt siyasetini hızla etkisizleştirdiyse, şimdi de demokratik cumhuriyet, ortak ulus vb. kavramlar onu hızla ortadan kaldırmaktadır.
Israrla düzeni değil de devleti hedef tahtasına yerleştiren bu siyaset tarzı, şimdi “düzene güç verme” çağrısı yapmaktadır.
Bunların bir yerden sonra önemi yoktur. Düzen siyasetinin cilveleridir. Ancak Kürt sorunu olduğu yerde durmaktadır.
Uzun bir dönem “başka sorunları üst belirleyen bir Kürt sorunu” olduğunu ileri süren ve buna başkalarını da ikna eden bir özne, şimdi aslında böyle bir sorunun olmadığını söylemektedir. Sorun, oldukça cüretli bir biçimde “tek bir ulusun kaynaşması”na bağlanmıştır. Dolayısıyla son Kürt isyanının aynı zamanda nihai isyan olduğuna veya olacağına ilişkin bir niyet, bir kararlılık göze çarpmaktadır.
İşte Kürt dinamiğini ısrarla Türkiye işçi sınıfı hareketi ile yanyana düşürmeye çalışan sosyalistler, bu kez dramatik bir biçimde sorunun özgün ve ayrıksı yönlerine vurgu yapmak durumundadırlar. Hem mücadelenin güncel gereksinimleri açısından, hem de programatik hedefler bakımından bu vurgu zorunludur.
İster belli özneler “biz artık düzenle barışıyoruz, bu barış bizi tek bir ulusta kaynaştırıyor” desinler; isterse Türkiye işçi sınıfı hareketinin yükselişi, halkları emekçi kimliğinde birleştirsin, Kürt dinamiği ayrı renk ve bileşenler taşımaya devam edecektir.
Ortada geç kalmışlığın şiddetini ve aşırılıklarını içinde barındırmış, ama bu nedenle yoğun yaşanmış bir uluslaşma dönemi vardır. Hiç kimse Kürtlerin bu açıdan 80’lerde, 90’larda kaydettiği önemli mesafeyi yok sayamaz. Ve hiçbir kaynaşma, boyun eğme retoriği bu mesafeyi büsbütün kapatamaz.
Ama daha da önemlisi, devrimci mücadele aynı zamanda bir politik kültürle ilgiliyse, Kürt emekçileri bu açıdan da her daim etkisini sürdürecek bir özgünlüğe ulaşmışlardır.
Örnek olacak, Kürt kimliği eğer devrimci bir dinamiğe yar olacaksa, hiçbir biçimde (ve hiçbir kesitte) küçük ölçekli politikaya hapsedilemez. Bu açıdan ortak mücadele kültürümüzün halkçı yönünü büyük ölçüde Kürt siyasetinde bulacak, bu yönü güçlendirmek için çaba göstereceğiz.
Tam da burada “ortada bir yıkım var, bu yıkımın ardından sağlıklı, diri unsurlarla birlikte, onları solun organik parçaları haline getirerek başlayalım” yaklaşımı son derece tehlikelidir. Bu tür bir yönelim zaten kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır, çıkmaktadır. Ancak, Kürt sol siyasetçisi, son 15 yılda alışkın olduğu “büyük ölçek”e mümkün olduğunca sahip çıkmalıdır. Yorgunluk ve hayal kırıklığının, siyaseti “kaynaşma” noktalarına taşıması pek muhtemel olsa bile…
Bu anlamda korkarım akılsız Türk solcusu daha önceki fetişleştirme döneminin ardından şimdi inkarcı bir döneme girecek ve tutunacak yeni dallar arayacaktır. Açıkçası, Kürt dinamiğini değerlendirmeden, onun bütüne katacağı ayrıksı, özgün renkleri korumadan nereye tutunacaklarını merak ediyorum.
Benzer bir tablo programatik hedefler açısından da söz konusudur. Marksizmin ve reel sosyalizm deneyinin ulusal sorunun çözümü konusunda bize sunduğu bir miras var. Kimileri bu mirasın temel ilkesi “ulusların kaderlerini tayin hakkı”nı kendilerine benzettiler. Açık söylemek gerekirse, bu ilke şu anda hiçbir şey açıklamıyor, tek başına bu ilkenin bir şey açıkladığı ise, zaten hiç görülmemişti!
Dolayısıyla, bugün ağızından her kim ki, “ulusların kaderlerini tayin hakkı”nı düşürmüyorsa, bilinmelidir ki, ya söyleyecek şeyi yoktur, ya da bir siyaset cambazına dönüşmüştür.
Hele hele, “ne yapalım `ulus, demokratik cumhuriyet istiyor” diyerek lafa başlayanlar Murat Belge, Mehmet Altan hatta Taha Akyol’un “elitist zorbalar” üzerine yazdığı bir çuval dolusu makaleden fazla etkilendikleri için devrimci mücadeleden afaroz edilmelidir.
Sınıf temeli güçlü dinamikler ortaya çıkmadan, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” üzerine edebiyat yapmanın bir anlamı kalmamıştır. Bu türden bir faaliyeti ABD Dışişleri müşteşarlarına veya NGO’lara gönül rahatlığıyla bırakabiliriz.
UKTH aşkına Avrupacılık, UKTH adına liberalizm… Kimse kusura bakmasın.
Kürt sorununda sosyalist açılım bundan böyle, bu eğilimlerle ancak kendi perspektifi ile somut siyasal bağlamda çakıştığı ölçüde buluşabilir. Burada bir yenilik vardır. Daha önce Kürt hareketi tarafından geliştirilen bir dizi siyasi açılım, sosyalist hareketin perspektifi ile uyumsuz olmasına rağmen belli düzlemlerde sahiplenilmiştir.
Buradaki değişikliğin nedeni değilse bile, anlamı şudur: Kürt emekçilerinin veya bir devrimci kanal olarak Kürt dinamiğinin meşru temsilcisi artık yoktur.
Kürt sorunu bir kez daha ortak mücadele-ortak örgütlenme zeminine doğru kaymaktadır. Bu herhangi bir öznel tercih olmanın ötesinde, Kürt siyasetinin geldiği nokta itibariyle kaçınılmazdır da. Dünyanın hiçbir yerinde ana gövdesi “ortak kimlik ve ortak mücadele” diyen bir ulusal harekete “ayrı örgütlenme-mücadele vaazı” verilemez. Gerçi bu konuda istekli solcular ortalıkta dolaşmaktadır, ancak onların yapabileceği bir şey yoktur. Önümüzdeki dönem, ortak örgütlenme arayış ve deneylerinin değer kazanacağı açıktır.
Ortak mücadele-örgütlenme Kürt hareketinin ideolojik bir sarsıntı geçirmesi anlamına da gelecektir. Çünkü, mücadelede ve örgütlenmede ortaklık örtüsüz bir emekçi kimliğine ve belirgin bir sosyalizan yönelime sahip olmak durumundadır. Ayrı örgütlenme, nihayetinde vektörel bir açılım ortaya çıkartırken, ortak örgütlenme birbirine kenetlenmiş iki paraleli andıracaktır.
Dolayısıyla, şimdi ortak mücadele-örgütlenmenin güncel sorunlarına girilmesi gerekmektedir. 15 yıl boyunca “ayrı” olmayı yaratıcı bir ürüne (1995 yılı sonlarındaki “blok” deneyi dışında) taşıyamayan, bu konunun teorik ve siyasal açılardan hakkını veremeyen solun, hızlı hareket etmesi ve ortak mücadele kültürünü, bileşenleri kişiliksizleştirici hale getirmeden, beslemesi gerekmektedir.
Ortak mücadele-örgütlenme sanıldığı gibi hazır reçetelerle veya süreç kendi haline bırakılarak hayata geçmeyecektir. Sosyalist Cumhuriyet’te Birlik adını verdiğimiz süreç “tek bir program”ı zorunlu kılmaktadır ve gerçek birleştirici güç bu teklik olacaktır. Ancak örgütsel modeller ve sosyalist iktidarımızın “birlik”i nasıl hayata geçireceği konusu oldukça titiz bir tartışma ve hazırlık gerektirmektedir. Onca yıl bu konular bir kenara itilmiştir ve şimdi somut model diye “demokratik cumhuriyet” tuhaflığı “model” olarak ortaya atılmaktadır.
Sosyalist Cuhuriyet’te Birlik, eğer sözünü ettiğim başlıklarda etkili bir çalışma yapılırsa, demokratik cumhuriyet tuhaflığını dengeleyecektir. Yarattığı bütün heyecana rağmen demokratik cumhuriyette bir gelecek yoktur. Çünkü demokratik cumhuriyet bugünkü statükoya verilen addır. Bu nedenle her geçen gün daha da açık bir biçimde ortaya çıktığı gibi askerler, ikinci cumhuriyetçiler ve DC’yi ortaya atan özne aşağı yukarı aynı şeyleri söylemektedirler. Ve dahasına hazır olun, ÖDP’li özgürlükçü sol, HADEP ve İP Kürt sorununda giderek aynı şeyleri söylemeye başlamışlardır. Her üç partinin de bir biçimde CHP2ye dönük projesi olduğu hesaba katılmalı ve “olmaz öyle şey” denmemelidir! Ahmet Taner Kışlalı’nın cenazesinin camideki etabında son atılan slogan “yaşasın demokratik cumhuriyet”tir ve bu tarihe küçük bir not düşülmelidir.
Restorasyon sürecini “iyi” okuyan Öcalan, restorasyon sürecinin “asi çocuğu” özgürlükçü solu ve sadık askeri İP’i aynı noktaya doğru çekmektedir.
Peki sol bundan ibaret kalabilir mi? Avrupacı, sivil toplumcu bir çizgiyle, ne yapacağını bilmeyen politikasız devrimciler (bu grup konuşamayanlar ve sadece konuşanlar diye ikiye bölünmektedir) solun temsil sorununu çözebilirler mi? Bu kesimlerin dışında kalanları şansı ne kadardır?
Aydınlar bundan ibaret kalabilir mi? “Türkiye biraz rahatlasın, Avrupa’da yarar var”, “toplumsal uzlaşma ülkenin önünü açar” diyen aydınlara “siz ne yapıyorsunuz” diyecek bir birikim yok mudur? Bunlara karşı koyduğunu sanan “apolet tutkunu” aydınlar, askerlerin peşinde aynı Avrupacı çizgiye yamandıklarını, bir de üstüne faşizan bir lekeyle kirlendiklerini farketmeyecekler mi?
Kürt hareketi bütünüyle Demokratik Cumhuriyet’çi kalabilir mi? Yeni dünya düzeni ile barışık bir burjuva çözüme itiraz edenleri bir kez daha “hain” diye damgalayan bir siyaset tarzı devrimci Kürtler’in içine sinecek mi? Yoksa, bu dönem bu tarz ile bu tarza çocukça ve çıkışsız bir tepki üretenlerin geçmişe öykünmesi ile kayıp mı edilecek?
Bu sorulara verilecek yanıtlar var. Önümüzdeki haftalarda bu kapsamlı yanıtların ne olduğu görülecek. Türk ve Kürt emekçileri bu düzene mahkum edilemeyecek. 1 Kasım 1999
Dipnotlar ve Kaynak
- SELÇUK Sami; 1999-2000 Adli Yılı Açış Konuşması, Ekim 1999, Baro Gündemi Eki, sayfa 6.
- a.g.e., sayfa 26
- ÖCALAN Abdullah; Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi; Mem yayınları, Hziran 1999, sayfa 97.
- SELÇUK Sami; a.g.e., sayfa 21.
- SAVAŞ Vural; Fazilet Partisi, kendi yayını, 1999, sayfa 35.
- SELÇUK Sami; a.g.e., sayfa 12.
- ÖCALAN Abdullah; a.g.e., sayfa 41.
- SELÇUK Sami; a.g.e., sayfa 19.
- ÖCALAN Abdullah; a.g.e., sayfa 67.
- a.g.e., sayfa 149.
- Sosyalist Politika’nın Eylül 1999 tarihli 22. sayısında İlhan Kamil Turan “Soğuk Bir Yazı” başlığını attığı çalışmasında bu unsurların bir bölümü için oldukça “ağır” ifadeler kullanıyor. Önemli bir bölümü “sosyalist örgütlenmeler”in içinden gelen bu unsurlar daha da fazlasını hakediyorlar. Şimdi Öcalan için apoloji üretmekle iştigal eden bu kişilerin “açık”ta kaldıklarında ne yapacaklarını merak ediyorum. Kürt hareketi için gerçekten bir şeyler yapan (ve bu arada hata yapmayı da göze alana) onca aydın veya siyaset adamına yönelik vefasızlığı gördükten sonra, karikatürlerin başına nelerin geleceğini kestirmek hiç güç olmuyor.