Başlıktaki “Kürt hareketi” tamlamasından esasen kimlerin kastedildiğine dair herhangi bir kuşkuya yer yok. Kestirmeden gidersek Türkiyeli Kürt nüfusunun siyasal tercihi, 3 Kasım 2002’de açık arayla DEHAP’ı işaret etmişse, kısaca “Kürt hareketi” derken, DEHAP-HADEP adlı parti/partiler ile bunların mirasçısı veya sürdürücüsü oldukları Kürt siyasi geleneği kastedilmek durumundadır. Ancak başlıktaki özet ifade söz konusu gelenekte siyasetin çöküşünü saptıyor ve bu durumda ortaya iki soru çıkıyor:
Bir; Kürt hareketinde aşağıda ele alacağım siyasetin çöküşü olgusu, hareketin adresinde bir kaymaya, değişime yol açacak mıdır, yani “demokratik cumhuriyetçilik” akımının güncel alternatifi var mıdır?
İki; aynı olgu bir toplumsal konum ve dinamik olarak Kürt faktörünü önemsizleştirecek midir?
Bu sorulara verilecek pozitif yanıtlar, başlıktaki saptama ile tutarlı olurdu. Oysa hayat bundan ibaret değil. Aşağıda açımlamayı deneyeceğim tablodan kendi payıma çıkartabildiğim yanıtları hemen söyleyeyim. Kanımca, Kürt siyasetinde mevcut geleneğin yaşadığı siyasi tıkanma mutlak hale gelmiştir, ancak bu tıkanma siyaset üretiminin çöküşü anlamına gelse de, örgütsel, kültürel ve kitlesel boyutlarıyla bu geleneğin buharlaşması söz konusu olmayacaktır. Öte yandan Kürt siyasetinde yine Kürt kimlikli başka bir adresin ortaya çıkmasını şimdilik çok zorlaştıran bir ortam mevcuttur. 1999’dan bu yana ne derece direngen bir karaktere sahip olduğu kanıtlanan liderlik kültü ya da “Öcalan vesayeti” başlı başına, yeni adreslerin serpilmesinin önünde engel oluşturmaktadır.
Sübjektif, ancak oldukça kritik önem taşıyan bu faktörün yanı sıra objektif faktörler de var. Kürt ulusal kimliğini veri alan ve farklı sınıfların bir arada durmalarını temin eden dönemin sonuna gelinmiştir. Bu açıdan tabir caizse “uzatmalar oynanıyor.” Bundan sonraki evrede, Kürt kimliği baki olmakla birlikte, karşımıza farklı sınıfları temsil eden siyasal yapı veya eğilimlerin çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.
Gelenek, Kürt dinamiği ile ilgili külliyatında bir yenileme yapmalıdır. Bu yazının da bu açıdan bir yeri olacağını umuyorum. Gerekli hale gelen yenilenme, mevcut Kürt hareketinin Kürtlerin “ulusal çıkarlarını” temsil yeteneğini yitirdiğini esas almalıdır.
Hemen üç başlıkta örnekleyebilirim:
Bir: Avrupa Birliği. Temel sloganı “Yaşasın Avrupa” olan bir siyaset olmaz! Hele AB yolu artık Diyarbakır’dan Lefkoşa’ya kaymışsa!
İki: Temel gündem maddesini uzun süre “idam kalksın” talebine indirgeyen bir siyasetin, idam kalktıktan sonra kendini yenilemesi çok güçtür. Çünkü bu çizgide, mantıken “idam mahkumunun özgürlüğü” gündeme gelmelidir ve bu somut talebin gerçekçi olmadığı açıktır! Bilindiğini sanıyorum, bu gündem açılmış bulunuyor. “Siyasi mahkum” kavramının çöpe atılmasını, demokratik bir talep olarak doğru bulabiliriz, ama burada somut bir konudan bahsediyoruz ve bu somut konuda Türkiye’de adım atılmasının mümkün olmadığını söylemek için özel bir yetenek taşımak gerekmiyor.
Üç: Temel siyasetini dil ve kültür taleplerine oturtan bir hareketin, artık TRT’de kaç saat Kürtçe yayın yapılacağını ya da Kürtçe kurs fiyatlarının ucuzlatılmasını tartışması gerekir. Bunlar gerçekçi olabilir, ama herhangi bir motivasyon sağlamayacaktır. Dahası bu eksende bir siyaset ayakta duramayacaktır.
Ben Kürt hareketinde bu sayılanların dışında bir siyasal üretim göremiyorum… Kürtlerin hak ve talepleri bunlardan ibaret olabilir, bunca yıllık mücadelelerden, ağır bedellerden elde edilen ürün budur ve bütün bunlar makuldür derseniz, ya ben bu yazıyı yazmayı hemen keseyim, ya da böyle düşünen okumayı bıraksın! Kendi payıma, ülkemizdeki Kürt dinamiğini gelişme ufku olmayan AB, idam ve anadil başlıklarına indirgemeyi kabul etmeyeceğim.
Haksızlık ettiğimi düşünenler, eğer ağızlarını bozmazlarsa, biliyorum, Kürt hareketinin “devletin demokratik dönüşümü” şeklinde özetlenebilecek köklü bir perspektife sahip olduğunu söyleyeceklerdir. Biraz acımasız olabilir, ancak üç noktadan hareketle bu itirazı geri çevireceğim:
Birinci olarak, Türkiye’de burjuvazinin dışındaki kaynaklardan yükselen “demokrasi mücadelesi”nin yüzde doksanı boş laf ve hayalden oluşur.
İkincisi bu “köklü perspektif” siyasetin özünü betimlemek için değil, soranlara yanıt olsun diye uydurulmuştur. Soran ister “sokaktaki adam” olsun, ister burjuva siyasetçi veya kurumları, ister solcular…
Ve üç; devletin demokratik dönüşümü programının içinde ne var, diye bakarsanız, yukarıdaki üç maddeye geri dönmek zorunda kalırsınız. Durup etrafınıza bakarsanız, AKP’nin ve liberal burjuvaların elinde çok daha kapsamlı bir reform programı olduğunu bile fark edebilirsiniz!
Burada kimi yanlış anlamaların önünü hemen kesmek isterim. Hatırlanacaktır, Gelenek, Öcalan’ın 1999 tarihli “demokratik cumhuriyet” açılımına solda en ağır eleştirileri yönelten taraf olma iddiasındadır. Ancak eleştirilerin en ağırını yöneltirken bile, ucuzluklardan sakınmayı başardığımızı söyleyebiliyoruz. Bugün de, benzer biçimde, “mevcut Kürt hareketi artık Kürtlerin ulusal çıkarlarını temsil etmiyor” derken, ne bir ihanetten söz ediyoruz, ne de yalnızca düşünsel bir alanla kendimizi sınırlı tutuyoruz. Bir nesnel konum olarak Kürt dinamiği sadece ulusal karakter taşıyan bir etabın sonuna gelmiştir. Mevcut hareket de, bu nesnellik karşısında ister istemez, sınıfsal tercihler geliştirmektedir ve modern sınıf mücadelelerinin yasası hükmünü icra etmektedir: Çağımızda mülk sahibi sınıflar ulusal çıkarların kararlı temsilcisi olma ehliyetine sahip değildir. Emperyalizm dönemi, işçi sınıfına, parçası olduğu ulus ve ülkenin değerlerini ve çıkarlarını temsil görevini de yüklemiştir.
Özetle bugün Kürt hareketinin temsil ehliyetini tartışmak gerekli hale geldiyse, eleştirimiz herhangi bir ucuz suçlamadan çok daha derinlikli bir zemine ayaklarını basıyor: Kürt hareketi, zaman içinde değiştirdiği, ama özellikle, uzun süre ertelediği ve belirsiz tutmayı başardığı (veya belirginleştirmekten bucak bucak kaçtığı) sınıf karakterine kavuşmaktadır. Yeni sınıf karakteri, mülk sahibi sınıflara aittir.
Kürt toplumu söz konusu olduğunda kendi kendine yeterli, “içe kapalı” bir sınıfsal oluşumdan söz edilemez. Dolayısıyla karşımıza Kürt ulusal çıkarlarını, örneğin burjuva bir yorum getirerek savunan bir hareket çıkmamakta, değişim hem Türk mülk sahibi sınıflara, hem de emperyalizme doğru bir yönelimi de içermektedir. Bu noktada bir kendini inkar süreci başlar ve ulusal temsiliyet biter.
Peki sonra ne olacak? Kürt dinamiğinin konjonktürel olarak önem arttırıp azaltması mümkündür, ama buharlaşması beklenmemelidir. O halde temsiliyet, çözüm isteyen reel bir sorun olarak ortada kalır. Türkiye işçi sınıfının ve komünist siyasetin bu soruna yanıt oluşturma yükümlülüğü var. Komünizm, ülkemizde üzerinde yükseldiği başka karakteristiklerin yanı sıra Kürtlerin çıkar ve taleplerini de temsil sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Kürtlerin çıkar ve talepleri, işçi sınıfı için dışsal bir dayanışma veya ittifak başlığı değil, kapsanması gereken bir enerji kaynağı olarak görülmelidir. Gelenek’in siyasal bir takvime bağlı olmaksızın, genel bir yönelim olarak yaptığı benzeri formülasyonlar, şimdi yenilenmeli ve bugünün geçerli perspektifi olarak somutlaştırılmalı, partili mücadelede pratiğe taşınmalıdır.
Bu çalışmanın temel yaklaşımını anlatabildiğimi sanıyorum. Şimdi sadede gelebiliriz.
Bir değişim sürecinden söz ettim. Burada Abdullah Öcalan’ın pozisyonu önemli ve ben de oradan devam edeceğim.
Ancak “siyasetin sonu” derken abarttığımı düşünenler için uzunca bir alıntı yapmak zorundayım. Üstelik ciddi bir yazıyı okurken biraz gevşemekte yarar var:
“Hamilelik döneminde anne adaylarının yoğun tempoda spor yapmaları, beraberinde bazı riskleri de getirebiliyor. Anne adaylarının yapabilecekleri en ideal spor ise yürüyüş. ‘sporum.gov.tr’de, gebelik döneminde yapılabilecek sporlar konusunda bilgiler veriliyor ve hamile kadınlara, bol bol yürümeleri tavsiye ediliyor. Anne adaylarına, yürürken fazla zorlanmamaları, herhangi bir sinyalde yürüyüşe ara vermekte tereddüt etmemeleri öneriliyor. Anne adaylarının, deniz veya havuza girmeden önce ortalama vücut ısısının 38 derece civarında olacağı belirtilerek, vücut ısısından düşük sıcaklıktaki deniz veya havuz suyunda yüzmemeleri gerektiğine dikkat çekiliyor. Çok düşük ısıdaki suda yüzmenin anne adayında kasılmalar meydana getirebileceği üzerinde durularak, hamilelerin hızlı kulaç atmamaları ve kelebek stilde yüzmemeleri hatırlatılıyor. Anne adayları için en ideal yüzme stilinin sırtüstü olduğu ve yüzerken nefesin kontrol edilerek, suyun yüzdürmesine izin verilmesi isteniyor.”1
Hamile kadınların sağlıklarını elbette hafife almıyorum. Hatta Özgür Politika gazetesinin böyle bilgiler içermesine de ses etmiyorum. Sadece şöyle düşünüyorum: 2003 yılının “Öcalan’a özgürlük yılı” ilan edildiği, misyon sahibi bir gazeteye yukarıdaki haber ya muzip bir sayfa editörü tarafından sokulmuştur, ya da ortada derin bir siyasal tıkanma vardır.
Aşağılayarak biçilen misyon ve sonrası
Üç buçuk yıl önce demokratik cumhuriyet açılımı ile ilgili bir niteleme aradığımda, Kürt hareketinin “yüzünü sağa dönmesi” ifadesini kullanmıştım. Bu ve benzeri yorumlara “yok canım bu taktik” yanıtı verildiğine çok rastladık. Öcalan’ın kendisinin “hayır bu bir taktik değil” demesine rağmen. Bu kısır tartışmaya girmeyeceğim. Zaten geldiğimiz aşamada sağa dönük yüzlerden değil burjuvalaşan bir hareketten söz etmeyi öneriyorum.
Öcalan’a gelirsek, 1999-2003 döneminde ana doğrultuyu saptamaya yeterli bir külliyat ortaya çıkmış, yayımlanmış bulunuyor. Mümkün olan en kısa özetle, demokratik cumhuriyetçilik şu yollardan geçiyor:
Birinci aşamada tarihsel bir Kürt kısır döngüsü saptanıyor: “Kürtler isyan edip haklarını arasa, bir tür acı sonuç oluyor; aramasa, yerinde dursa, daha da kötü olan başına geliyor.” 2
Aynı çizgide bir diğer aktarma: “(…) öyle bir ortam oluşturuldu ki, Kürdüm demek, kendini yapayalnız bulmak, önündeki tüm gelişme yollarının kapanmasını görmek ve hatta her tür tehlikeyle karşı karşıya gelmekle özdeş sayıldı. Kürtlük tam başa bela oldu.” 3
İkinci aşamada “kendini aşağılama” başlıyor: “Kürtler ne yeni bir dinin mensupları, ne de başkalarının toprağında ve mülkünde gözü olan bir güçtür. Gelişmiş politik istemler de diyemeyeceğimiz, ilkçağlarda olduğu gibi kültürel varlıkları çerçevesinde kendilerini özgürce ifade etmekten öteye bir talepleri yoktur. Olsa bile, bunlar korkulacak çapta değildir.” 4
Kürtlerin mücadelesinin korkulacak bir yanı olmadığını söylemek “kendini aşağılamanın” rafine bir ifadesidir. Aynı işlemin çok daha az siyasi ve oldukça halk işi ifadeler kullanılarak yapıldığını biliyor ve konuyu saptıracağı için örneklemeye gerek durmuyorum.
Üçüncü bir aşamada, her nasılsa, kısır döngü ve kendini aşağılama düzlemlerinden tarihsel misyona sıçranıyor: “Tarihin Kürtlere olanaklı kıldığı eşsiz rol, her parçanın demokratik çözüm yoluyla bulunduğu ülke ve devleti demokratik uygarlığa çekmektir… Kürt sorunu milliyetçi çağın yaklaşımlarıyla ve yöntemleriyle çözümlenecek bir sorun olmaktan çıkmıştır.” 5
Neden böyle olduğunu bilmiyoruz ve anlamıyoruz. Nasıl oluyor da, kimsenin, yani herhangi bir diğer halkın, egemen sınıfın veya düzenin çıkarlarını zedelemesi mümkün ve söz konusu olmayan, mücadelesi yalnızca dönüp kendini vuran bir halk evrensel bir misyonla donanıyor Söylenmiyor ancak böyle bir misyonun varlığını kabul etmemiz isteniyor. Orada da durulmuyor ve bir tür vahiy hissi uyandıran misyon kişisel savunmanın da açıklaması haline geliyor: “Hiç kimse beni, halk tanımaz ve kardeşlik bilmez Türk şoven zihniyeti ile az savaştığım için suçlamasın veya bilinen barış ve demokratik uzlaşı tavrını öne aldığım için teslimiyetçi veya boyun eğmeci sanmasın. En büyük direniş bu yeni tavırda gizliydi.” 6
Bir noktayı, büyük direnişin bizim göremeyeceğimiz kadar iyi gizlendiğini kabul edebilirim!
Ancak sorunu teslimiyet, boyun eğme gibi terimlerle tanımlamak uygun olmayacaktır. Meselenin can damarı, siyasetin teslimiyetçi olmasında değil, siyasetin kendi kendisini yok etmesindedir. Kürtlere atfedilen misyonun açıklanabilir olmayışı da bununla ilgili. Öyle ki, tıkanmayı verili Kürt platformunun içinden çıkan diğer seçenekler de çözebilme gücünde görünmüyor. Sola bakıldığında iki yol göze çarpıyor. PKK’nin bağrından kopan birincisi, PKK-Devrimci Çizgi adıyla kendini duyurmuştu ve silahlı mücadelede ısrarla ayırt ediliyordu. Bana kalırsa bugün herhangi siyasal bir geleceği bulunmuyor. Diğeri ise işçi sınıfı vurgusuyla farklılaşıyor ve en fazla Fıratta Yaşam gazetesi ve Kürt Solu dergisinin temsil ettiği kolektife denk düşüyor. Burada da Türkiye işçi sınıfının bütünlüğünden ayrı, tanımlanabilir bir Kürt işçi sınıfı bulunmadığı için yolun sonuna çabuk geliniyor.
Bu yazıda daha fazla üzerinde duracağımız sağ kulvara gelince, kısa erimli varlık nedenlerinin daha zengin göründüğünü kabul etmeliyiz. Sağın kalifiye yayın organı Serbestî, meraklısına bol malzeme sunmaktadır. Elbette bu kulvar adı geçen dergiden ibaret değildir ve Kemal Burkay’ın KSP’sinden Abdülmelik Fırat’ın (DBP’yi devralması ve seçimlere girme hakkıyla birlikte yola devam etmesi mümkünken bu olanağı tepen) birlik partisine, Şerafettin Elçi kesiminden çeşitli aydın çevrelere uzanmaktadır. Kürt sağının ulusal kimliğe yaptığı milliyetçi vurgu, yalnızca siyasal program düzeyinde tartışılmamalı. 1999’la birlikte önce, Kürt sağının alanı, demokratik cumhuriyetçilik tarafından işgal edilmiş, sağ alansız kalmıştı. Kısa süre içinde, demokratik cumhuriyetçiliğin Kürt kimliğini lafzen de olsa geri çekmesi sağa bir açılım kanalı armağan etti. Öcalan “ilkel milliyetçiliği” reddederken, sağ Kürt kimliği bayrağını, yer yer bağımsızlık özlemlerini devralacaktı.
Ama bu alan bir siyasal güce yataklık etmedi. Bir yandan demokratik cumhuriyetçi platformun kitlesellik açısından gösterdiği istikrar ve yerel yönetim mevzileri, diğer yandan da diplomatik gerilemesini çeşitli denge politikaları ve patron derneği türünden burjuva açılımlarla frenlemesi bu noktada rol oynadı.
Bir diğer boyut ise, Kürt sağının, sınıf karakteri gereği, güç kaynaklarını kendi toplumunda aramakla yetinmemesidir. Sağın emperyalizme, Güney Kürtlerinin kurumsal siyasal gericiliğine ve Türk liberalizmine dönük eğilimi doğal ve kaçınılmazdır. Bu yolda, Türkiye’de Kürt dinamiğinin tarihinde hiç görülmedik ölçüde bir “dış kaynak” arayışı ortaya çıkmaktadır. Geçmiş Kürt isyanları sırasında emperyalist bağlantıların varlığı hep tartışılmakla birlikte, genel olarak Kürt dinamiği uzun süreli uluslararası müttefik bulamamış, özellikle Türkiye damarı daha fazla ayaklarını kendi toprağına basmıştır. Bugünkü sürecin sonucu Kürt milliyetçiliğinin, bu anlamda Kürt kimliğine yabancılaşmasından başka bir şey olmayacaktır.
Gerek demokratik cumhuriyetçiliğin gerekse Kürt milliyetçiliğinin yaşadığı siyasal tıkanmayı iki açıdan tartışmaya devam edeceğim. Biri siyasal içeriğin giderek gericileşmesi olmaktadır. Yukarıda gündem yitiminin Kürtlerin çıkarlarını sahipsiz bıraktığını söylemiştim. Gericileşme bunun ötesinde Kürtlerin çıkarlarıyla taban tabana zıt bir tablo yaratmaktadır. Bu boyutta bazı temalar üzerinde duracağız: Irak Savaşı, siyasal ittifaklar, kimlik sorunu yani Türkiye partisi-Kürt partisi ikilemi…
İkincisi ise 3 Kasım 2002 seçimlerinden çıkan AKP hükümetiyle bağlantılı. Görünen o ki, AKP dönemi burjuva demokratik tedrici adımlara angaje olan Kürt siyasetlerinin altlarındaki toprağı oyacaktır.
Emperyalizmden yana olmak
Burada söz edeceğimiz konu AB tartışmalarından farklı. AB teslimiyetçiliğinin ABD yanlılığına götüren yolda önemli bir durak olduğu doğrudur. Ancak Türkiye’nin AB üyeliğini savunurken, aynı bugün Kıbrıs muhalefetinde olduğu gibi, iç dinamikleri sayesinde demokratikleşemeyen baskıcı bir düzenin kaynağı ne olursa olsun “sarsılması” gerektiği söylenebilmekte, düşünülebilmektedir. Hiç kuşkusuz AB üyesi herhangi bir ülkede burjuva demokratik normlar daha gelişkin olacaktır. Aynı yüzyıllar önce uzak kıtalardan gelen sömürgecilerin, yağmaladıkları halklara, kesinlikle daha ileri bir kültürü temsil eden tek tanrılı Hıristiyanlığı taşımaları gibi!
Her neyse, konuyu dağıtmadan ABD’ye ve Irak Savaşı’na gelelim. Bu noktada kimi tanıkların ifadelerine başvuracağız:
“Serbestî: Yani diyorsunuz ki, ‘ABD’nin müdahalesi Kürtlerin yararınadır’. Doğru mu anlıyoruz?
Naci Kutlay: Yararınadır, demiyorum. ABD’nin nasıl müdahale edeceği önemlidir. Amerika müdahale ettiğinde eğer yeni bir istikrarsızlığa neden oluyorsa, o ayrıdır. Ama demokratik yollar açılırsa, demokratik bir mekanizma getirecekse o ayrıdır.” 7
Eski TİP’li Naci Kutlay HADEP Genel Başkan Yardımcısıdır.
“ABD müdahalesi bir şiddeti içereceği için prensip olarak biz buna karşıyız. Ancak bizim karşı olmamız hiçbir şeyi ifade etmez… Bu şiddet içereceği için baskıyla sonuç alınmaya çalışacağı için, tasvip etmemiz doğru değil. Ama pratik sonucunun Kürtler için yararlı olacağı bir durumdur.” 8
Osman Özçelik de HADEP’in genel başkan yardımcısıdır. Eş düzeydeki önemli sorumlulukları en azından bu partinin kuruluşundan beri sürdürdüğünü biliyorum.
Hatırlanacaktır aynı partinin genel başkanı Murat Bozlak’ın verdiği bir demeç üzerine Aydınlık dergisi fırtınalar koparmıştı. Bozlak bu röportajda esas olarak, ABD’nin Irak’a müdahalesinin önüne geçilemeyeceğini belirtiyor ve operasyonun veri alınmasının siyasal açıdan gerçekçi olduğunu kaydediyordu. Resmi çizgi budur ve bu kuşkusuz utangaç bir ABD yanlılığıdır. Görüldüğü gibi başka parti yöneticileri ABD müdahalesinin Irak’ta demokratik mekanizmaların önünü açabileceğini ve Kürtlere yarar sağlayacağını dile getirmektedirler.
Bu çizgi KADEK kaynaklı değerlendirmelerde de mevcuttur. HADEP’i resmen bağlamayan Özgür Politika ve Özgür Gündem gibi yayın organlarında ise çok daha açık bir Amerikancılık yapılabilmektedir. Eski DEP genel başkanlarından, günlük gazetenin sahipliğini ve Sürgünde Kürt Parlamentosu çalışmalarında parlamento başkanlığını üstlenmiş önemli bir isim, Yaşar Kaya’ya da kulak verelim:
“Yatıştırmacılığın Eski Dünya yorgunu havarilerinin kafası fazla basmıyor. İster dalga geçin ister geçmeyin Amerika’nın kendini koruma amaçlı harekatı, nicedir kralların ve diktatörlerin baskısı altında ezilen ve militan mollalarca yanlış yönlendirilen Araplara ve İranlılara da yarayacak. Teröristler ve destekçi devletler bizi, siyasi özgürlüğün her bir insanoğlunu güçlendiren bir akım olduğunu keşfedecek insanlara demokrasi götürmeye zorluyor” 9
Devam ediyorum. Feridun Yazar da bir diğer eski genel başkan. Yazar’ın aşağıdaki görüşlerini HADEP’den ayrı düştüğü bir dönem dile getirdiğini belirtmeliyim. Ancak bana kalırsa, Yazar bu sayede resmiyetten uzak, dobra dobra konuşuyor; sırtında yumurta küfesi olmadığından başkalarına da tercüman oluyor: “ABD’nin bu konudaki müdahalesini haklı buluyorum… ABD müdahale etmelidir ve Kuzey Irak’ta Kürtlerin statüsü mutlaka belirlenmelidir.” 10
Bu kapsamda son olarak, görüş sahibinden değil okurlardan özür dileyerek yontulmamış bir sağcıdan daha alıntı yapacağım: “Tamam, ABD’nin saldırganlığını, emperyalistliğini hepimiz yadırgıyoruz da, bir de ABD’siz bir dünya düşünün, ne olurdu” 10
Sinirlerimize hakim olalım. Aslında ortada Irak Kürtlerinin Saddam diktatörlüğünden kurtulması dışında bir argüman bulunmuyor. İyi de, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın bölünmüşlüğü düşünülürse Irak Kürtlerinin selametinin bizimkileri bu derece ilgilendirmesini yalnızca “milli bağlar” ile açıklayabilir miyiz? Türkiye Kürtleri adına birileri, yeter ki Güneydeki soydaşlarımızın yaşam koşulları biraz düzelsin diye düşünüyor olabilirler mi?
Zannetmiyorum. Ancak bir an için bu ekseni kabul etsek bile, uluslararası siyaset konusunda oldukça görgülü olan Kürt siyasetçilerinin, savaş, işgal ve Irak’ta Kürt bölgesinin fiili özerkliğinin ilerleme kaydetmesi hallerinde Türkiye’de neler olacağı konularında hiçbir şey anlamadıklarını düşünemeyiz. Kim Türkiye’de militarizmin yükseleceğinden ve egemen güçlerin refleks olarak Kürtler üzerindeki basıncı artıracağından kuşku duyabilir?
Peki Türkiye Kürtleri ne istiyor olabilirler? Ya KADEK’in nasıl bir perspektifi olabilir? Örneğin Irak Kürtlerinin demokratik federe cumhuriyetinde paralel bir yapının iki iktidar partisi, Barzani’nin KDP’si ve Talabani’nin KYB’sinin koalisyon iktidarı karşısında ana muhalefet rolünü üstlenmesini umuyor olabilir mi? Bu olasılık da zayıf görünüyor, çünkü herkes Türkiye’nin de gözlemcilik yaptığı Washington anlaşmasının ve Ankara süreci olarak anılan mutabakatın ilgili hükümlerini bilmektedir. Buna göre Güney Kürtleri PKK’nin önünü kesmek konusunda Türkiye’ye güvence vermişlerdir. Kaldı ki, Türkiye işini başkalarının güvencesine bırakmayacağını açıkça ilan etmekten ne zaman geri durmuştur ki? Hele Irak sınırları içinde önemli bir askeri yığınağı süreklileştirmiş ve uluslararası alanda meşrulaştırmış durumdayken…
Meselenin Güney Kürtlerinin sıhhat ve afiyetinden ibaret olmadığını gösteren başka bir nokta daha var. HADEP’in anti-emperyalist ve barışçı bir tutum almamasının tarihi son ayların Irak gündemiyle başlamıyor. 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin Afganistan operasyonu güncelleşirken HADEP, EMEP, ÖDP ve SİP ortak mitingler düzenlemek için bir araya gelmişlerdi. HADEP sözcüsü Ahmet Türk, ortak basın toplantısında konuyu ABD-karşıtlığından Türkiye devletinin militarist eğilimlerine, dünyanın emperyalistler tarafından yeniden biçimlendirilmesinden Kürt gündeminin üzerinin örtülmesine kaydırmıştı. Mitinglerin yasaklanmasını takiben düzenlenen eylemlerde HADEP’in temsilini sağlamak elbette mümkün olmamıştı.
Geriye Kürt Amerikancılığını açıklama gücüne sahip tek gerekçemiz kalıyor. Bu kesimler “siyasal inisiyatifi” tamamen yitirmişlerdir. Yelkeni şişirebilmenin tek yolunu esmekte olan rüzgarı yakalamak olarak görmekte, kendi ellerinde bir çift kürek bile kalmadığını ise iyi bilmektedirler. Gemileri yakmayı ise tümden unutmuş durumdadırlar. Ortadoğu’da rüzgar Washington’dan esmekte ve Türkiye’de Kürt siyasetçileri ABD yanlılığında, yarışa girmektedirler. Zaman zaman ABD’nin demokrasi getireceği fikirleriyle, olmadı, yine ABD’nin Türkiye’yi de dizginleyeceği umuduyla renklendirmektedirler yaklaşımlarını…
Bu noktada Öcalan’ın kurgusunu hatırlamakta yarar var. Öcalan’ın “Kürt döngüsü” ve “zararsız Kürtlük” tezlerinin Türkiye egemen güçlerini rahatlatacağı düşünülebilir. Ya da en azından bu tezlerden Türkiye’ye yönelik uzlaşma mesajları çıkmaktadır. Ancak bu ricattan sonra birden bire icat edilen büyük misyon bir çuval inciri berbat ediyor. Türkiye egemen güçlerinin bu misyon iddiasına gülüp geçmeleri mümkün değildir. Öcalan Kürt misyonunu Ortadoğu’nun bütününe ve elbette Irak’a da yaymıştır.
“(…) Irak’ın eski ve mevcut haliyle fazla gitmeyeceği, demokrasiye doğru evrim göstereceği kaçınılmazdır. Ama mevcut güçlerin konumu bununla çelişkilidir. Fakat gelişmeler rejimi de, karşıtlarını da demokratik çözüme zorlayacaktır. Dolayısıyla güneyin Parti ve cephe çalışması demokratik gelişmenin motor rolünü oynayabilir. Klasik otonomici yaklaşımın da tutmadığı, tutmayacağı görülüyor.” 11
Türkiye egemen güçlerinin son cümleye bakıp “ha bu mücadeleden zarar gelmez” demeleri beklenmemelidir. Dikkatli bir göz, Öcalan’ın ilk savunmasında işaret ettiği bir yaklaşımı örtük olarak burada da bulacaktır. Yukarıda Misak-ı Milli’nin güncellenmesi, uluslararası diplomaside Güney Kürdistan veya Kuzey Irak denen, Musul-Kerkük diye özetlenen bölgenin Türkiye’ye ilhakını Kürt hareketinin kolaylaştırması türünden fanteziler sezilmektedir. Ama Türkiye egemen güçlerinin Irak’ta “demokratik gelişmenin motor gücü” olmaktan söz eden bir parti ve cephe çalışması perspektifini dinledikten sonra, sürekli tahrik durumuna geçmemeleri imkansızdır.
Üstelik “tahrikçiler” bir tek o da değil!
“Serbestî: Kürtler kendi iradeleri dışında, dört parçaya bölünmüş durumda; kardeş dört ayrı parça. Belki siyasi olarak bugün bu dört kardeşin birleşmesi zor. Ancak bu kardeşlerin birbirlerini daha iyi anlaması için ortak bir alfabe hayati bir önem taşımaktadır. Bunun gerçekleştirilmesi için de siyasi bir kudrete ihtiyaç var. Latin alfabesi konusunda siz ne düşünüyorsunuz?
Sami Abdurrahman: (…) en uygun alfabe Latin alfabesidir. (…) Irak Anayasası bizi bu konuda engelliyor. (…) ‘Bu parçalanmaya yol açar’ diyerek bu talebimizi reddettiler.”12
Türkiyeli sağcı Kürt dergisinin sorularını yanıtlayan Sami Abdurrahman Kürt özerk devletinin başbakan yardımcısıdır. Düpedüz Türkiyeli Kürt sağı Güney’de “siyasi kudret” tanımlamaktadır. Türkiye egemen güçlerinin, “nasılsa hepimiz Amerikancıyız” deyip olup bitenlere gönül rahatlığıyla sırtını çevirmesi mümkün mü?
Hal böyleyken, tekrarlıyorum, Kürt siyasetinde artan ABD taraftarlığının birtakım siyasi mülahazalara bağlanabileceğine inanmak için neden yoktur. Açıkçası böyle bir varsayım, Kürt siyasetçilerinin aklına yönelik ağır hakaret kapsamına girer. Tekrar ediyorum, demokratik cumhuriyetçi olsun, milliyetçi olsun, sözünü ettiğimiz Kürt siyasetçileri, siyasetin abc’sini inisiyatif geliştirmeyi unutmuş bulunuyorlar. Tek çare olarak rüzgarı koklamayı biliyorlar. Ne çare ki Ortadoğu’da rüzgar tek yönden esmiyor!
Bu başlığı DEHAP müttefiki solcu parti ve çevrelere değinmeden nasıl kapatabilirim? Bu arkadaşlar kendilerini aldatmaktadır. İttifakın, gerek partner partinin siyasetini gerekse tabanını anti-emperyalizme ve barış mücadelesine kazanacağını umanlar, Aralık ayında gerçekleştirilen mitinglere HADEP’in katılımına baktıklarında kendileriyle dalga geçildiğini anlamışlar mıdır acaba? Mesele HADEP tabanıyla ilgili değildir, kuşkusuz. ABD’nin Irak senaryolarının dışında kendisine bir rota çizemeyen bir siyasetin, barışa karşı aktif olması nasıl mümkün olabilir ki? Savaşa karşı alanlara çıkan taban ise aslında merkezinin siyasetinden kopmaktadır. Sol müttefiklerin bu tabana yönelik mesajı ortadaki derin yarılmanın üzerini örtmekten ibarettir.
Demokratik Cumhuriyeti oy da kurtarmadı
Daha önce Komünist gazetesinde yazdım; DEHAP zor olanı başarmış ve sayılar itibariyle ulaştığı seçim başarısının bütün kamuoyunda tartışmasız başarısızlık olarak görülmesi sonucuna varmıştır. Burada meselenin özü kesinlikle beklentilerin aşırı yüksek tutulmasında değildir. Seçim kazanma beklentisine bu denli yatırım yapılmasının da nedeni olmalıdır.
Benim burada vereceğim yanıt bir kez daha siyasal tıkanma veya siyasetin çöküşü olacak.
Ancak yeri gelmişken tekrarlamak isterim, demokratik cumhuriyetçilik bu siyasetsizliğine karşın kitlelerden oy almaya devam etmektedir. 1999’da HADEP’in Türkiye genelinde aldığı yaklaşık bir buçuk milyon oy ve 4,75 oy oranının 2002’de DEHAP ile 2 milyona dayanıp 6,23’e çıkması değil, özellikle işaret etmek istediğim. 1999’da HADEP’in genel ortalamanın üzerinde oy aldığı iller arasında yalnızca Hakkari’de bir oran gerilemesi söz konusu. Ancak yüzde birden daha az bir gerilemeye karşın oyların yarısına yakınını alan DEHAP, HADEP’in birinci parti konumunu sürdürüyor.
2002’de birinci olunan il sayısı 11’den 13’e çıkıyor.
Oy oranlarının arttığı iller sadece HADEP’in kendi ortalamasını aştığı iller değil. Nüfusun neredeyse tamamının veya büyük çoğunluğunun Kürt olduğu bölge ile komşu sayılan ya da geçen yıllarda önemli göç alan iller dışında, İzmir, İstanbul, Kocaeli, Bursa, Ankara, Samsun gibi ülkenin önemli merkezlerinde DEHAP oranı artıyor.
İşte bu oy başarısı, derin bir siyasi yenilgiye eşlik etmiştir. Herhalde sadece düzen partisi olmamak gibi bir vasıf sayesinde bu seçim sonuçlarından muazzam bir siyasal ağırlık türetilebilir, oluşan parlamento üzerinde ağır basınç oluşturulabilir, egemen güçlerin ensesinden kriz nefesi eksik edilmezdi… Buradan kaçış vardır, temel nedeni de siyasetsizliktir.
Dolayısıyla şu anda oy artışı siyasal anlamda değerlendirilemediğine göre, demokratik cumhuriyetçiliğin kitle desteği ve seçim performansına ilişkin olumlu beklentilere sahip olmak için elde şunlar kalmaktadır (hiçbiri bana makul görünmüyor):
Bir; bu hareket hangi siyasal üslubu ve aracı benimserse benimsesin, kitle desteği almaktadır. Geçmişten gelen bu verinin devam edeceğini varsayan iyimserler olabilir!
İki; bir üst cümle için de açıklayıcı gücü olan “lider kültünün” yine gelişmelerden ve siyasal içerikten hiç etkilenmeksizin süreceği umulabilir. Elbette bu beklentinin temelleri zayıftır.
Üç; burjuva partilerin Kürt kitlelerine yabancılaşmış hallerinin süreceği varsayılabilir. Konunun bu partiler için yaklaşılması ve işlenmesi zor boyutları vardır, ama bizzat Kürt siyaseti bu zorlukları ortadan kaldırmak için elinden geleni yaparak uzlaşmacı bir kimlik resmederken, kimse sırtını böyle bir beklentiye dayayamaz!
Dört; Türkiye’nin demokratik dönüşüm geçirip Kürt kimliğinin siyasal meşruiyetini ve legalitesini tanıyacağı umulabilir. Gerçekten AB reformlarının bu sonucu vereceğini sanan saflar olabilmektedir!
Beş; Kürt nüfusunun artış oranının Türkiye ortalamasından yüksek olmasına bel bağlanabilir!
Artık açık konuşabilirim: HADEP-DEHAP’ın önümüzdeki dönem kitle desteğini arttırarak sürdürmesi için ben ikna edici bir neden bulamadım.
Öte yandan AKP faktörü Kürtlere yönelik de ilginç bir mesaj içermektedir. HADEP-DEHAP oylarının ülke ortalamasını geçtiği 22 il arasında AKP’nin birinci parti olduğu il sayısı 7’dir. Bundan daha önemlisi, DEHAP’ın birinci parti olduğu 13 ilin 10’unda ikinci sırada AKP görülüyor. DEHAP’ın 2. geldiği iki ilde ve 3. geldiği illerden üçünde AKP yine birinci.
Bu veriler, önümüzdeki süreçte demokratik cumhuriyetçi Kürt hareketinin oy kaybetmesi halinde, AKP’nin Kürtlere yeni seçmen adresi olacağını gösterir niteliktedir.
Düz sayılardan hareketle varılan bu sonuçlara içeriden bir değerlendirmenin eklenmesinde yarar olacak. HADEP Genel Başkan Yardımcısı Kutlay’ın yorumlarının kimi örgüt verilerini de kapsadığını düşünebiliriz.
İlk saptama, yüksek oy alınan bölgedeki kentli ve kırsal oy dağılımına ilişkin:
“Sosyolojik değişimler köylülüğün hızla tasfiye olduğunu gösteriyor. Ayrıca köylü vatandaşlarımızın niteliğinde de değişim var. İnceleme konusu. Bu haliyle bile köylerde oylarımız azalmadı, hatta arttı. Ancak kentlerde ya azaldı ya da az bir ölçekte arttı. Beklemediğimiz bir sonuçtu bu.”
Kırsal oylarda istikrar liderlik kültüne kolayca bağlanabilir. Kentlerde sınıfsal faktörler ve ideolojik arayışlar daha fazla rol oynayacaktır.
İkinci olarak, bu saptamanın nedeni yerel yönetimlerde başarısızlık olarak telaffuz ediliyor:
“Önemli bir noktaya geliyorum; belediyeleri partimizce yönetilen kentlerde başarılı olamadık. Bu kentlerde oturanlar belediyelerden hoşnut değil ve bu nedenle yeniden HADEP ya da DEHAP’a oy vermeye istekli değiller.”
AKP’nin özel olarak yerel yönetimlere dair göreli avantaja sahip olduğu da biliniyor.
Üç; Kutlay da AKP’nin nefesini hissediyor:
“AKP’nin Karadeniz ve İç Anadolu’da yüzde 40’ın üstünde oy almasına karşın Doğu ve Güneydoğu’daki oyları yüzde 30 civarında. Bölgedeki bu rakamlar bile azımsanamaz. DEHAP’la yarışan parti oldu.”
Dört; oylardan ziyade somut ilişkilerden çıkarsanabilecek bir sonuç olarak, yerel burjuvazinin ulusal değil sınıfsal davrandığı söylenmektedir: “Doğu ve Güneydoğu’daki, bazılarınca Kürt sermayesi diye anılan sermaye DEHAP’a sıcak bakmadı. Anadolu sermayesi paralelinde AKP’ye yardım etti.”13
Tam da bu veri okumakta olduğunuz yazının ana tezleri açısından önem taşıyor. Gerçekten gözlem doğruysa, yani hiçbir zaman Kürt hareketine tam olarak kazanılmamış olan yerel mülk sahibi sınıflar, demokratik cumhuriyetçiliğin bütün çabasına karşın, daha şimdiden yeni adreslerini AKP’de buluyorlarsa, siyasal üretimsizlik ve tıkanmanın sonuçları berraklaşıyor demektir.
Beşinci olarak da, bu kez batı metropollerindeki Kürt nüfusta uzaklaşma saptanmaktadır:
“Bölgedeki Kürt oylarında beklenenden az da olsa bir artış oldu, oysa göç eden Kürtlerin yerleştikleri kentlerdeki oylar artmadı. Adana Mersin ve İzmir’deki Kürtlerin ancak üçte biri DEHAP’a oy verirken bu oran Bursa, İstanbul ve İzmit’te dörtte bire hatta beşte bire indi.” 14
Metropol Kürtlerinde temel sınıf karakterinin emekçi sınıflar olduğunu varsayabiliriz. Batıda emekçi atmosferini daha fazla solumanın karşılığı, kuşkusuz sınıfsal temalara, Kürt kimliğinin ötesindeki siyasal tutumlar ve ideolojik seçişler olacaktır. Buradan, demokratik cumhuriyetçiliğin sadece yerel burjuvalara değil işçilere de yaranamadığı sonucu çıkar. Elbette her ikisi şimdilik birer eğilimden ibarettir ve bu eğilimler abartılmamalıdır. Ancak DEHAP-HADEP açısından negatif göstergelerin düzeltilmesinin mümkün olup olmadığı sorulabilir. Zaten bizzat bu partinin yönetiminde sorgulandığı anlaşılan bu konuya dair, okuyucu benim yanıtımı tahmin etmekte zorlanmayacaktır…
Türkiye partisi olmak
“Türkiye’nin bir handikapını anımsatmalıyım, yüzde 10’luk seçim barajı HADEP ve DEHAP’ı Türkiye partisi olmaktan alıkoyuyor. Bu da Türkiye ve partimiz için önemli bir olumsuzluk.” 15
Bu kadar basit değil. “Türkiye partisi” kodlamasını seçim barajına bağlamak demek, oyların bölgelere göre yaygınlaşmasının ve toplam sayının yükselmesinin verili anda mümkün olduğu anlamına gelir.
Bu siyasi hareketin bulduğu destek Kürt oylarıyla sınırlıdır. 1995 ve 2002 ittifaklarının bir değişim getirmediği görülmüştür hatta 1991 seçimlerine SHP listelerinden katılmanın da sonuçları aynı yöndedir.16 Peki “verili anda” oy yapısı değişebilir mi? Oy tabanı Kürt nüfusun ötesine yayılabilir mi?
Böyle bir değişim için parti ile “Kürtlerin çıkarları” arasındaki özdeşliğin belli oranda kırılması, bir ideolojik ve siyasi kimlik kazanılması gerekir. Bu propaganda teknikleri ile ilgili bir konu değil, tamamen yapısal bir meseledir. Kısaca “söylemekle” olmaz!
Daha önemlisi, kanımca ulusal bir “siyasi hareket” için böyle bir dönüşüm yaşayabilmenin yolu kapalıdır. Ulusal kimliği temsil eden kurumsallık, eğer parti değil de bir tür baskı grubu, “sivil toplum kuruluşu” olsa, durum farklı olabilirdi. Böylesi bir durumda, kurumun ürettiği “hizmetler” hem daha iradi olarak farklılaştırılabilir, hem de işin içinde “iktidar” hedefi olmadığı için sorun yakıcı olmazdı. Genel olarak siyasi hareketlerin dönüşüm yaşamaktaki zorlukları Türkiye burjuva siyaseti çok örnekledi. Değişmek isteyeni de ne başkaları bırakıyor ne kendi yapısı benimsiyor! Bambaşka bir örnek, MHP merkezinin sokak çeteleri, ihale mafyası ve kontr-gerillanın cephe örgütü olmaktan çıkmak istemediğini kim söyleyebilir. Ama bu eğilim hem diğer burjuva parti ve kurumları tarafından hoş karşılanmamıştır, hem de “töre” denen yapısal karakter direnmiştir.
Özetle yukarıdaki ifade, konunun baraj kaldırıldığında bir “handikap” olmaktan çıkacağını anlatıyorsa, geçersizdir. DEHAP-HADEP’in Kürt kimliğinin ötesinde çeşitli toplumsal sınıflardan, ideolojik eğilimlerden, siyasal tercihlerden oy alabilecek bir özelliği bulunmamaktadır. AB’ciliğin de burjuva demokrasisinin de sahipleri var… Üstelik “babasına bile güvenmemeyi” amentü haline getirmiş Türkiye egemen güçlerinin, Kürt kimliği kökenli bir Türkiye partileşmesini, yani ideolojik ve siyasi anlamda kapsayıcı ve meşru bir nitelik edinme sürecini kenardan seyretmeleri mümkün değildir.
Ancak bu tartışmada, gördüğüm kadarıyla yaklaşık yüzde 90 oranında takiyye içeriyor. Aslında Kürt siyaseti Kürt partisi olmaktan şikayetinde ve ideolojik-siyasi kimliği belirgin bir ülke partisi haline gelmek konusunda kararlı değildir.
Hatırlayacaksınız, Osman Özçelik HADEP genel başkan yardımcısıdır ve konuya Türkiye Cumhuriyeti hukuku açısından yaklaşmaktadır:
“Bu büyük ölçüde yasalardan kaynaklanan bir durumdur. Gerçek demokrasilerde, bir etnik yapıya, bir sınıfa, bir zümreye, bir toplumsal gruba veya herhangi bir dini inanca dayalı siyasal partiler kurulabilir. Ancak Türkiye’de bu Anayasayla yasaklanmıştır. Sadece Türk etnik yapısından söz edilebilmekte, onun dışındaki iddialar siyasi partilerin kapatılmasına neden olur.”17
Bu bir kararsızlık halidir ve HADEP yöneticileri arasında derin görüş ayrılıkları söz konusu değilse, açıkça takiyye yapılmaktadır. Murat Bozlak, ben bildim bileli, genel başkanlığını yürüttüğü partinin Kürt partisi olmadığını söyler.
Ancak bir ara sonuç olarak söyleyelim, yöneticilerinin bir kısmı yukarıdaki alıntıda olduğu gibi düşünen bir partinin dönüşüm geçirmesi zaten mümkün olamaz.
Peki Özçelik’in hukuki argümanları yeterince açıklayıcı mıdır? Yani Kürt siyasetinde “Türkiyelileşme” perspektifi18 sadece bir mahkeme ifadesinden mi ibarettir?
Böyle olduğunu düşünmüyorum. Tersine Öcalan’ın demokratik cumhuriyet rotasının da şekillenmesiyle birlikte, Kürt-bazlı siyasetin aşılması niyeti, takiyye olmanın ötesinde bir perspektif unsuru haline gelmiş, içine oturtulabileceği bir çerçeve oluşmuştur. Bulunduğu ülkeleri ve başta Türkiye’yi demokratikleşme yoluna sokan Kürt misyonu, bir yandan siyasal yapının (Özçelik’in dilediği yönde) alt-kimliklere açılmasını sağlayacaktı, öte yandan da bu demokratikleşme sürecinde alt-kimlik vurgusu yumuşak (belki de diyalektik) bir geçişle zayıflayacak, giderek alt-kimlik önemsizleşecekti. Modeli ben böyle anlıyorum.
Daha önce çeşitli defalar ele aldığımız için dönmeyeceğim, ama özetle Türkiye kapitalizminin böyle bir dönüşüm yaşama olasılığı için “az” bile denemez. Tek kelimeyle sıfırdır! İkinci Cumhuriyetçi liberal Türkiye tasavvuru, bir gelecek projesi olarak irrasyonel ve sürrealisttir. Demokratik cumhuriyeti ise projenin gerçekçiliği açısından değerlendirmeyi bırakıp, sadece ve sadece gündelik bir siyasal faktör olarak ele aldığımızda anlamlı bir iş yapmış oluruz.
Türkiye partisi fikrine dönersek ve kafa karışıklıklarını atlarsak, burada artık Kürt kimliğinden bir uzaklaşma, yabancılaşma eğiliminin içerildiği söylenmelidir.
Ancak Kürt siyasetinin bu yolu kendi başına kat etmesi imkansızdır. O halde yol hangi duraklardan veya kimlerin arsasından geçebilir, ona bakalım…
Türkiye Partisi olmak için güçlü bir katalizöre ihtiyaç var. Burjuva dünyasında bu misyonun aday sayısı sınırlıdır: ANAP’ı aklına getirenler bu partinin yamalı bohça halinin hep Kürt kimliğinden kaçtığını, salınımlarının ancak faşist BBP’ye kontr-gerillacı DYP’ye yönelik olabildiğini unutmamalıdırlar. Tarihi boyunca kimi Kürt açılımları olan bu parti, hiçbir zaman Kürt hareketinin kimlik transformasyonu için omuz vermeyi gündemine almamıştır. 3 Kasım yenilgisinden sonra bir yeniden yapılanmada böyle bir olasılığın önem kazanması için de neden görülmüyor. Tersine, bu yazının yazıldığı sıralarda genel başkanlığa adaylığını açıklayan Pakdemir’li başka bir işaret veriyor:
“Seçim yenilgisini tartışan ANAP’ta partinin baraj altında kalmasının tek başına krize bağlanamayacağı vurgulanırken, Abdullah Öcalan’ın idam kararının uygulanmaması yenilginin önemli nedenleri arasında sayıldı. ANAP Genel Başkan Vekili Ekrem Pakdemirli, yapılan saptamaları şöyle sıraladı: (diğer nedenleri geçiyorum – AG) (…) Apo’nun asılmaması ANAP’a olumsuz yansıdı.”19
Keşke Öcalan’ı assaydık diyen bir genel başkan vekiline sahip olmak ANAP açısından “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” sloganının özeleştirisi değilse nedir?
Seçim öncesi ittifak görüşmelerinde SHP’nin son anda tutum değiştirdiğini HADEP kaynakları dillendirmişti. Aynı değişim SP’de de görülmüştü. Yine ANAP gibi, Erbakan’ın partileri Kürtlere değil, sağa doğru esneme gösterir.
Sosyal-demokrat diye CHP’ye dönük beklenti taşımak da mümkün olmadığına göre, geriye AKP kalıyor. “AKP’nin Kürt Misyonu” ara başlığını birkaç sayfa sonra açacağım. Şimdilik Tayyip Erdoğan’ın televizyon ekranlarına yansıyan bir “vatandaş diyaloğunu” hatırlatmakla yetineyim. Bir gezi sırasında Kürt vatandaş Erdoğan’a konuyu açar. Erdoğan’ın akıl yürütmesi, doğrusu, evlere şenlikti; son derece ilginç bir sübjektivist/idealist felsefeye dayanan Erdoğan, Kürt sorununu yok diye kabul ettiğiniz takdirde (kastettiği geleneksel kimlik reddiyesi değil Kürtleri Türkleri ayrı tutmamak, ayrımcılığı reddetmek gibi şeylerdi) sorunun biteceğini anlattı. Arkasını dönmeden önce son olarak, dinsel düşünüşe ne denli yatkın olursa olsun bu çözümü algılamakta zorlandığı görülen Kürt vatandaşa “sen de böyle yap” tavsiyesinde bulundu.
AKP Kürt siyasetinin ihtiyaç duyduğu katalizör değildir. Katalizör iktisat diliyle “tamamlayıcı” olmalıdır. AKP’nin Kürt siyasetiyle ilişkisi olsa olsa “ikame mallar” arasındaki ilişkiye benzer. Biri diğerini tasfiye eder, gereksizleştirir, yerini alır… Aşağıda bu noktaya gelmek üzere, şu anda elimizde katalizör namına solculardan başka kimse kalmadığını saptayabiliriz.
Bu görev kuşkusuz liberal eğilimli, olmayı AB’ciliği sineye çekmeyi, devletin demokratik dönüşümü ile yatıp sivil toplumculukla kalkmayı, savaş konusunda en azından kendini kandırmayı içerecektir. Tüm bunlar solculukla uyumlu olabilir mi, yoksa çelişir mi tartışmasına girmezden önce, bu tür solcuların her daim bulunabileceğini söylemeliyim.
Zoraki ittifak
Geçtiğimiz yaz aylarında AB yanlılığının suyunu çıkartan liberallerin kimi solumtırak isimleri de yanlarına alarak gazetelere imzalı ilanlar verdiklerini hatırlarsınız. Milliyetçilerin kaba yabancı düşmanlığına denk düşen bir çıkış daha yaşandı. Bu meydan okumaların karşısında solun onurunu koruması bir görev olmuştu. Son imza metni “Türkiye Dünya Halklarıyla Bütünleşmelidir, Avrupa Emperyalizmi ile Değil” diyordu. Bu metin Kürt hareketi ile solcu müttefiklerinin arasına küçük çaplı bir bomba olarak da düştü. Biraz uzun aktaracağım:
“Basına yansıyan haberlere göre, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemek için verilen ilan ve yayımlanan deklarasyonların ardından ‘AB karşıtları’ da ‘Türkiye Dünya Halklarıyla Bütünleşmelidir, AB Emperyalizmiyle Değil’ başlığıyla hazırladıkları bir bildiriyi önümüzdeki günlerde ilan edeceklermiş. DİSK ve KESK ile bu konfederasyonlara bağlı bazı sendikalar TMMOB, İHD, TÜMTİS ,Tabip Odaları ve ayrıca EMEP, TKP, Sosyalist Demokrasi için Parti Ön Girişimi, Sosyalist Emek Hareketi Parti Girişimi, DSİP vb partilerin de imza attığı belirtiliyor.
Giderek daha iyi görülüyor ki, din dogmatizminin yerine reel sosyalizmin dogmatizminin geçmesi kadar tehlikeli bir olgu çok azdır herhalde. …
Ancak ak ve kara görebilen zihniyetin sonucu olarak, yüzyıllarca sanki iki sınıf (işçiler ve burjuvalar) dünyanın tek gerçekliğiymiş gibi bir anlayışın körü körüne peşinden gidildi ve maalesef halen gidiliyor da…
Neymiş, ‘AB emperyalizmi ile değil dünya halkları ile buluşulmalı’ymış on yıllardır yanı başında var olma savaşı veren kardeş Kürt halkının en ufak demokratik kültürel haklarının verilmesi tartışmalarını dahi ‘emperyalizmin oyunu’ olarak değerlendirenlere sormazlar mı; hal böyleyken hangi yüzle dünya halklarıyla buluşacaksın diye.”20
Yukarıdaki metin “yazarını bağlayan” herhangi bir makale değil. Hani gazetenin yayın politikasıyla uymaz ama imzanın hatırı vardır… Bu satırlar düpedüz başyazıdan… Temsil yeteneği açık olan Özgür Politika gazetesi, en bağlayıcı köşesinden sola ateş püskürüyor. İçeriğin aynası olan üslupta farklı görüşleri olan dostlardan söz edilmiyor; ya da AB yanlısı olmanın gerekçelendirilmesi söz konusu değil. Bu satırlar belli ki, yazar her kimse soldan solculuktan nefret ediyor. Belli ki, geri planda şiddetli bir anti-komünizm sırıtıyor.
Bu makalenin yayınlandığı 5 Temmuz’dan dört gün sonra Kürt hareketinin kadim müttefiki solcuların yine temsil yeteneği açık bir isminden yanıt geldi. Gazete bu yanıta da sayfalarını açtı. Metin Ayçiçek, burjuva AB’ciliğe ve milliyetçiliğe yönelik makul eleştirilerde bulunduktan sonra Ufuktan’da bin bir hakarete uğrayan Türkiyeli marksistlere sahip çıkıyordu. Ancak beni en fazla yazının sonları ilgilendiriyor:
“Bildirinin hedeflediği düşman ortak literatürümüz içinde Oligarşik Cumhuriyet diye adlandırdığımız düşman değil midir? Sahi, ‘Demokratik Cumhuriyet’ dediğimiz ortak toplumsal-politik yapılanmada, hepimiz tornadan çıkmış gibi birbirimize mi benzeyeceğiz? Ortak çıkarlarımızı farklı yollardan hareketle yaratma çabasında olan her akımı karşımıza alıp ne idiğü belirsizleştirilmiş bir kavram olan reel sosyalistlikle yani gericilikle (bu arada Ayçiçek’in reel sosyalizmi gericilik olarak açıkladığını da anlamış bulunuyoruz-AG) ya da dini fanatizmle falan mı suçlayacağız? Halkların birlikte yaşam projesi olan demokratik cumhuriyete yürürken dostlara yönelmesi gereken dilin düşmana yönelen dilden farklılığını korumak hala gerekmiyor mu?
Neden mi sordum bütün bu soruları? Ne bileyim işte… 5 Temmuz tarihli Özgür Politika’nın Ufuktan köşesini okurken efkar bastı içimi birden… Avrupa’da Sosyalist Parti Ön Girişimi ile birlikte çalışan bir sosyalist olarak (daha ilerde de tartışacağım bu yazıyı) sunduğu bilgileriyle yanlış; gösterdiği politik tutumuyla yanlış; kullandığı dil ve üslubuyla yanlış bulduğum için dostluk adına eleştirmek istedim. Efkar dağıtmak istedim dostlarımla paylaşarak.”21
Anons edildiği gibi tartışma sürdü mü, bilmiyorum. Açık söyleyeyim, beni en fazla ilgilendiren yazının sonunda dışa vurulan psikoloji. Demokratik cumhuriyetçi solculuğun bu hali, bana “dost elinden yaralanmaktan” da efkarlı geldi. Sanırım, efkardan çok önce, o diyarları gözleri görmez kılan bir duman, bir koyu sis basmış. İnsanlar görmez, anlamaz olmuş.
Ya da, Kürt hareketinin Türk müttefikleri için bu ittifak tek çare, hatta son durak olmuş.
Kürt siyasetindeki tıkanıklığın kimi Türk solcularının tek çıkış yolunu temsil etmesi, bu ikinci kesimdeki durumun tükeniş olmasından kaynaklanıyor. Ama bizi burada yalnızca Kürt başlığıyla bağlantısı açısından ilgilendiriyor.
“Müttefik” solun katalizör rolü oynayacak ne fiziğe ne de kimyaya sahip olmamasının sonucu, yukarıda örneklenen aşağılanma oluyor. Ancak Türk solcusunun bu muameleyi bin kez hak etmiş olması, Kürt fırçacılarını haklı kılmıyor. Zira sorun Türk ve solcu müttefiklerden kaynaklanmıyor, tersine bunlar mümkün olduğunca uyumlu da davranıyorlar. Kürt hareketinden bir Türkiye partisi çıkamıyorsa, fatura Kürt kimliğinin vurduğu damgaya çıkartılmalıdır. Kürt hareketi destek ve ittifaka çağrı yaparken, her zaman ana akımı, belirleyici rengi, temel karakteri dayatmış oluyor. Bu kaçınılmaz durumun kendisi kapsayıcı bir kimliğin şekillenmesini baştan engelliyor:
“Artık DEHAP çatısı altında bir araya gelmiş olan Blok dikkate alınmadan, Türkiye’de devrimci siyaset yapılacağı inancında değilim, genel olarak siyaset yapılamaz, ama devrimci siyaset hiç yapılamaz görüşündeyim.”22
Bu sözler EMEP yöneticisi Mustafa Yalçıner’e ait. EMEP’in işçi sınıfının sağcısı solcusu olmayacağı tezinden çıkıp “devrimci siyaset” kavramına dönmelerini bir ilerleme mi saymalı? Yine de Yalçıner’in bu sözleri karşısında “ya sendika bürokratları duyarsa” diye sormaktan kendimi alamayacağım. Kim bilir belki de bu gelişme sendika bürokratlarının sol takiyye yapmaktan vazgeçmelerinden kaynaklanıyordur. EMEP’in ürkütmemeyi gözeteceği bürokrat sayısında bir azalma yaşanmış olabilir…
Her neyse, bunlar onların sorunu. Ama DEHAP ittifakının bir cephe ya da çatı örgütü formuyla süreklileştirilmesinin tartışıldığı şu günlerde, demokratik cumhuriyetçiliğin solculaşmasından, sola çekilmesinden söz edilmesi bizi de ilgilendiriyor. Bu bir hayaldir ve solculaşma için ne bir işaret ne de gerekçe vardır. Tam tersine bu cephenin 3 Kasım sonrasında kendine biçtiği rol “yapıcı muhalefet”tir:
“Yapıcı ve geliştirici bir ana muhalefet hareketini yükseltmek önem taşıyor.”23
“Şu açıktır ki; AK Parti eğer halkın kendisine verdiği şansı iyi değerlendiremezse, Türkiye’nin temel sorunlarına yönelik çözüm programı oluşturmazsa diğerleri gibi aşılır. Biz de kendi köşemizde (gazete köşesi-AG) AK Parti’yi izlemeye çalışacağız.”24
Daha önce Komünist gazetesinde de kullanılan bu alıntılar yeterince açıklayıcı. Cephe kurma meraklısı solculara kolay gelsin demek durumundayız.
Bu yazının başlarında Kürt siyasetçilerinden savaşa ilişkin bir demet sunmuştum. Aynı sergilemeyi ittifaklar konusunda da yapalım mı ne dersiniz?
Feridun Yazar:
“Eğer ittifak yapılacaksa, Türkiye’yi yönetmeye talip olan partilerle yapmalıyız ki, sorunlarımızı orada çözebilelim. Hayatı boyunca iktidara gelemeyecek, sadece kahve köşelerinde birbiriyle yarışa girerek solculuk yapan insanlarla bir yere gidilemeyeceğinden ben eminim. Ha bunun bir tezgah olduğu da düşünülebilir. Yani birilerinin, birtakım ellerin, HADEP’in başka yerlerle ittifak yapıp meclise taşınmaması ve mecliste Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözülmesini engelleyen bir projesi olabilir.”25
Ekim 2002 tarihli bir dergide HADEP geleneğinden eski bir yönetici, solcu müttefikleri düpedüz egemen güçlerin, devletin yönlendirmesiyle hareket eden güçler olarak sunuyor. Bir tür “provokasyon örgütleri” denmiş oluyor! Acaba mazlum Kürt hareketiyle dayanışma arzusundaki solcularımız, böyle bir ittifaka siyasal çizgi ve ilkeler gibi nedenlerle sıcak bakmayan diğer solculara veryansın ederken, bunların farkında mıydı?
Denebilir ki, o tarihte Feridun Yazar’ın partide bir sorumluluğu yoktu. Doğrudur ve gerçekten sorumluluk sahibi isimlerin hiç olmazsa terbiye sınırlarına riayet etmeleri içimize su serpmektedir! İşte su serpenler:
Kutlay:
“(…) birçok çevre HADEP’le ittifak yapmaktan korkuyor. Bazı yerlerden ikaz ediliyorlar, bazı yerlerden düğmeye basılıyor, bakıyorsun ki yapabileceğini düşündüğün şeyi yapamıyorsun… Böyle olunca yaşam bizi getiriyor, bu tip marjinal ittifaklara mecbur bırakıyor.”26
Ne demeli, evet burada hakaret yok. Zaten Naci Bey’in insani ve siyasi nezaketini tanıyan herkes takdir edecektir. Ama meselemiz sol ittifakın zoraki olup olmadığıdır. Kürt tarafı “hiç ittifak olmamasından daha iyi” demektedir!
Türk ve solcu müttefikler ise hiç olmazsa kendi dergilerinde yer verdikleri söyleşilerin başlıklarını kontrol edebilmektedir. Başlık şöyle: “HADEP’in önerisi bir sol ittifakla seçimlere girmek.” Kapaktan yapılan anonsta aynı anlama gelen farklı bir başlık kullanılmış: “HADEP solda ittifak arıyor.” Yine kapağa çıkartılan spot ise Siyasi Gazete’nin soldan ne anladığına ışık tutuyor:
“HADEP Genel Başkan Yardımcısı Osman Özçelik, sol partilerin yapacağı bir seçim ittifakının solu iktidara taşıyacağını ileri sürerken, bu ittifakın ana eksenlerinden birinin ‘Kopenhag Kriterleri’ni savunmak olduğunu belirtiyor.”27
Devam edelim:
“[HEP’in kuruluşu] Eğer o günkü SHP Kürt milletvekillerini bir konferansa katılma nedeni ile partiden atamamış olsaydılar, bizler belki de orada politikaya devam edecek ayrı bir parti kurma ihtiyacı hissetmeyecektik. Bir Kürt partisi kurma gibi bir niyetimiz başından beri olmadı.”28
Özçelik’ten bu yazıda kullanılan bir diğer alıntıyı hatırlayın. Türkiye partisi konusunda hukuki zorunluluklardan söz ediliyordu. Etnik, dini vb kimlikli parti kurulabilmesini demokrasinin gereği sayan Osman Özçelik, kendi içinde bulunduğu partileşme sürecinin aslında hiç olmayabileceğini söylüyor. Sakın Türkiye partisi derken “adam gibi sosyal demokrasi” kastediliyor olmasın! Geçerken kaydetmeli; Kopenhag kriterlerinin adam gibi sosyal demokrasi ile bile ilgisi yoktur. Bunlar demokrasiyle tanışmamış geri toplumlara yardım eli uzatmak için değil, eski sosyalist ülkelerin kapitalist piyasa ekonomileri tarafından istila edilebilmesinin zemini olarak icat edilmiştir.
Siyasi Gazete’nin başlığa çektiği sol ittifak kavramının başına gelenler eski SHP anılarından ibaret değil. Öğrenerek izliyoruz:
“1995 seçimlerinde (…) Emek Barış ve Özgürlük Bloğu adı altında bir ittifak oluşturmuştuk. Daha sonrasını getiremedik o ayrı bir şey. 1999 seçimlerinde bunu başaramadık, ama şimdi ben inanıyorum ki, şu anda çok daha fazla insanın bir araya gelme koşulları vardır.
(…) Tabii EMEP ve TKP ile aramızda bazı konularda farklı yaklaşımlar var. Bu nedenle onlarla zor görünüyor. Örneğin AB konusundaki farklılığımız önemli bir engel gibi duruyor.
SG: – ÖDP ile?
OÖ: – ÖDP ile bu konuda bir sorun yaşayacağımızı sanmıyorum.”
[Bu noktada ÖDP içi ayrışmalara değiniliyor… konuyla çok ilintili olmasa da sırf meraktan aktarıyorum-AG]
“OÖ: Kürt sorununa bakış açısından ÖDP’den ayrılan arkadaşlar bize daha yakın, ama diğer politik sorunlar ve onlara yaklaşım konusunda ÖDP’nin şimdiki yönetimi bizimle daha uyumlu gibi görünüyor.”29
Bu kadarı nasıl olabiliyor!
Bir: Osman Özçelik AB’ye bakış farklılığını, Ufuktan köşesini yazanın yaptığı gibi ilke olarak kavrıyor. AB’ye emperyalist diyenlerle birliktelik için “olmaz” diyor. Sonra bildiğimiz gibi oluyor! Çünkü “AB’ye hayır” diyenle,r çeşitliliği çok sesliliğin erdemlerini keşfediyorlar!
İki: Yine bilindiği gibi hakkında olmaz denenlerden TKP’ye seçim meydanlarında “gel bizi destekle” diye çağrılar yapılabiliyor!
Üç: 1995 Bloğunun “arkasının getirilememesinin” açık nedeni olan ÖDP ile HADEP’in yakın partiler olduğu söyleniyor. Eski ittifakın kadük edilmesine ise girilmiyor.
Dört: ÖDP’ye yönelik bu sempati deklarasyonu ÖDP’den ayrılan bir grubun yayınında yapılıyor.
Beş: Sonuçta yakın ÖDP’nin kendine bulduğu seçim partneri, Sema Pişkinsüt’ün partisi oluyor. Ecevit’in demokrasi ve insan hakları savaşçısı olarak kariyer yapan Pişkinsüt ise kısa süre sonra DEHAP’ın seçime katılması yönündeki YSK kararına, inanılmaz bir pişkinlikle “onların örgütü yoksa bizim de yok bize haksızlık ediliyor” diyerek itirazda bulunup skandal yaratıyor.
Bu tablodan çıkan ittifak kalıcı, stratejik, siyaset üretmenin tek kanalı, solculaşma vb. olarak sunulmaya devam ediyor…
AKP’nin Kürt Misyonu
“Demokrasinin büyük teminatı orta sınıftır. HADEP ve DEHAP alt katmanların ve orta sınıfın partisidirler. Orta sınıf da homojen değil. Emekçi bilincine ve yapısına sahip olanların yanında muhafazakar orta sınıf dediğimiz bir bölüm de var.” 30
Bu veciz ifade Kürt siyasetinin yakın geleceğinde bir öneme sahip olacaksa, HADEP-DEHAP’ın önünde solculaşma diye bir olasılık asla bulunmayacaktır. İttifakların sürüp gitmesi Türk solcularının sindirim yeteneğinin bir fonksiyonudur. Başka bir gelecek kurgusu olmayanlar, örneğin yukarıdaki analizde sınıflardan bahsedilmesinden hareketle marksizm, demokrasi denmesinden ötürü de ilericilik keşfedebileceklerdir.
Ancak yukarıdaki saptama ve Kürt siyasetçilerinden yaptığım diğer aktarmalar yön tayini anlamına da geliyor ise, AKP’nin Kürt nüfus içinde önünün açılacağını iddia etmek için yeterli gerekçemiz var demektir. Kürt kitleler, eninde sonunda yalnızca demokratik birkaç adım peşinde yürünecekse, ne zorlarına riskli bir örgütsel tercih yapsınlar? Neden Kürt nüfus, hem belediyecilikte başarılı olmadığını gördüğü, hem de merkezi devlet kaynaklarının sakınıldığı bir partinin arkasında durmaya devam etsin? Dış politikadan ittifaklara, Avrupa Birliği’nden hamilelerin spor tercihlerine kadar, ayırt edici özelliği bulunmayan bir çizgiye, üstelik bütün ülkede pragmatizm, faydacılık ve kolaycılık pompalanırken niçin kitleler sahip çıkmakta ısrar göstersin? Üstelik Kürt mülk sahibi sınıflar, yine Kutlay’ın analizinde işaret edildiği gibi, kendilerine yönelen iki parti, DEHAP ile AKP arasından ikinciye yönelmeye şimdiden başlamışlarken…
Yukarıdaki sorulara “şaşırtıcı” bir yanıt verilmesi hala olasılık dahilindedir. Böyle bir yanıtın üç boyutu bulunuyor.
Birincisi, ulusal kimlik veya milliyetçiliktir. Kürt bütünlüğü buna dayanarak direnç göstermeye devam edebilir. Giderek zorlaşacağı açık olsa da.
İkincisi, arada değindiğim lider kültüdür. Etkin olmaya devam etmektedir. Öcalan’ın önceki bütün “isyan önderlikleri”nden farklı olarak egemen sınıftan değil, yoksulların içinden çıkmış olması, bu noktada kanımca önemli bir faktördür.
Üç, AKP’nin önünde neredeyse kendiliğinden açılan bu kapının arkasında ciddi tuzaklar da vardır. ANAP’ın SP’nin ve sosyal demokratların cesaret edemedikleri Kürt açılımına, Kürt sorununu çözmek için insanlara “meditasyon” öneren Erdoğan’ın AKP’sinin nasıl gireceği henüz belirgin değildir.
Özetle milliyetçilik liderlik kültünün arkasında direnebilir ve AKP doğuya giderken ürkekliğini üstünden atamazsa, Kürt hareketi bu haliyle bile mevzilerini ve kitlesel bütünlüğünü daha bir süre koruyabilecektir.
Gerçekten de geçmişte Refah Partisi’nin “güneydoğu” yakınlaşması, kemalizmle girişilen hesaplaşmada dinci gericilik ile Kürt dinamiğinin ortak paydada buluşmalarını esas almıştı. Bugün böyle bir hesaplaşma gündemde değildir.
Ancak AKP’nin düzenin birikmiş ve çözümü bedel isteyen sorunlarına el atmaktan başka çaresi olmadığı, bunlara el attığı sürece de keskin bir kılıcın üzerine çıkacağı kesindir. AKP’nin bürokrasi cephesinden gelen taciz atışından nasıl yara alacağını göreceğiz. Ancak gerek bu atışların gerekse kendi İslamcı kadro kaynaklarının, bir siyasi akım olarak AKP’yi savunma reflekslerine yöneltmesi kaçınılmazdır. Kanımca bu parti yıpratıldığı ve sıkıştırıldığı ölçüde utangaç bir Kürt açılımına oynamak durumunda kalacaktır.
HADEP-DEHAP cephesinde uzlaşma ve esnemelerin Türkiye egemen güçlerinde göreceği karşılık artık bütün berraklığıyla ortadadır. Kürt dinamiğinin herhangi bir yoldan, ne demokratik reformlarla ne AB süreciyle ne Ortadoğu senaryolarıyla önüne bir gelişim kanalı açılmaması için egemen güçlerin net bir karara sahip oldukları bellidir. CIA uzmanlarının şu eski gözlemi doğruluğunu koruyor: “Meşru bir müzakerecinin yokluğunda devlet, bütün kartları elinde tutuyor.”31
Türkiye egemen güçleri Kürt tarafında meşru bir müzakereci istememektedir. Bu durumda mevcut Kürt hareketinin konumu köprü durumuna gelmiş bir güreşçiye benziyor. Kuralların esnek olduğu çayır güreşinde, sporcunun köprüde uzun süre direnmesi pekala mümkündür. Öcalan’ın İmralı’daki dile getirdiği şu beklenti, direnç kaynağı oluşturmamış, ama “tuş pozisyonunun” süresini alabildiğine uzatmıştır: “(…) silahlı çatışmaya son verdikten sonra Türkiye’yle daha iyi ilişkiler kurulabilir.”32
Kürt hareketinin beklentilerinin ayakta durduğu, öte yandan egemen güçler açısından aşırı bir enerji harcanmasını gerektirmeyen bu tabloda, elbette bir son tarih olacaktır. Düzenin, iç bütünlüğünü her durumda koruyan bir Kürt dinamiği ile sonsuza kadar, bu dinamik inisiyatiften yoksun bırakılmış olsa da bir arada yaşamayı kabul etmesi düşünülemez. Dolayısıyla AKP’nin isteksiz Kürt açılımı, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin bugünkü hükümete atfettiği bir misyon anlamına da gelir. Aslında AKP’ye bir açık çek veren de, ironik biçimde Öcalan’ın kendisidir. Öcalan’ın periyodizasyonuna göre 1920-50 otoriter, 1950-2000 oligarşik cumhuriyet dönemlerinden sonra 2000’den itibaren demokratik cumhuriyet başlayacaktı!33 Demokratik niteliği ve Kürtlere yönelik eşitlik ve özgürlük vaatleri pek su götürür olmakla birlikte, bahsi geçen dönüşüm önümüzdeki birkaç yıl içinde pekala AKP’ye nasip olabilir. Kuşkusuz burada işaret etmeye çalıştığım AKP’nin olası Kürt açılımı ve misyonu, Kürt kimliğine dönük belli bir salınımı içermek zorundadır; ve eşanlı olarak egemen güçleri bir yükten kurtararak Kürt dinamiğini likide etmek anlamına gelecektir.
Kürt dinamiğinin coğrafyası
Herhangi bir sürecin gelişim yönü elbette önemlidir. Analiz bu mesafeyi kestirmeye çalışacak ve doğruluğunun bir ölçütü de kestirimin gerçekleşip gerçekleşmemesi olacaktır. Ancak devrimci siyaset üretimi için, sürecin mantıksal sonuçlarına ulaşıp ulaşmayacağı kadar -belki de daha fazla- önem taşıyan boyut, arada olup bitecek olanlardır. Siyaset bir yasallığın kestirilmesi üzerinden değil, gelişmelerin açığa çıkartacağı olanaklar değerlendirilerek üretilir ve hayata geçirilir.
Kürt hareketi, bugünkü örgütlü yapısıyla bir kilitlenmeyi ve içten içe çözülüşü yaşarken, burjuva müdahalelerin devreye gireceği ne kadar açıksa, işçi sınıfı cephesinin suskun kalmayacağı da bir o kadar kesin. Elbette burjuvazi Kürt bütünlüğünün çözülmesini ve toplu bir likidasyonu murat edecek; soldan ise Kürt emekçilerini Türkiye işçi sınıfı dinamiği içinde yerli yerine oturtmaya yönelik bir dizi proje gündeme gelecek.
Bu yazının sonuna gelirken, bugünkü Kürt dinamiğini kategorilere ayırmayı deneyeceğim. Türkiye’deki Kürt toplumsallığı 1980’lerin başlarından bu yana kendi içinde farklı öbekler ve kadro kaynakları barındırmıştır, bunların arasında çelişkiler yer yer mücadeleler de yaşanmıştır. Bu toplamın gelecekleri farklı yönlerde gelişecek kategorilere ayrıştırılmasının zamanı ise ancak içinde bulunduğumuz evrede olgunlaşmaya başlamıştır.
Bir; uzaklardan başlarsak, Avrupa’daki Kürt toplulukları ve Kürt dinamiği bugün AB emperyalizminin arka bahçesi durumundadır. Burayı temel alan etkilerin, Türkiye’de düzenle yaşayacağı gerilimin karakteri bu esas üzerinde değerlendirilmelidir. Avrupa’daki Kürt kurumları, Ortadoğu denklemlerinde oldukça önemsizleştirilmiş durumdaki AB tarafından bölgeye yeniden girişin kozları olarak düşünülebilir. Bu kaynaklı özgürlük demokrasi vb. argümanlar kimseyi yanıltmamalıdır. “Müttefik” Türk solu durumunu bir de bu açıdan gözden geçirmelidir.
İki; Güney Kürtleri ya da Kuzey Irak, esasen ABD’nin arka bahçesidir. Türkiye bu bölgede, ABD’nin kararlaştıracağı rol dağılımına tabi tutulmaya ve bu anlamda alanının sınırlanmasına karşı kuşkusuz belli bir direnç gösterecek. Ancak bölge kaynaklı gerilimlere de bundan öte bir değer atfedilmesi güçtür. Bir Irak operasyonunun sonrasında “Kürt özerk devletinin” önem kazanması kaçınılmaz görünüyor. Ancak genel olarak Kürtlerin özgürleşmesi yolunda çıktılar bu oluşumun olsa olsa son ürünü olabilecektir. Yeri gelmişken 1992’de ilan edilen Kürt Federe Devleti’nin taban tabana zıt iki tür tasviri yapıldığını not etmeliyiz. Kimilerine göre bölgede çağdaş bir demokratik toplum kurulmuş ülke hızla imar edilmiştir. Öte yandan 10 yılın dördünün 1994-98 döneminin Barzani-Talabani kuvvetleri arasında sonra da PKK ile diğerleri arasında yer yer Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de karıştığı çatışmalarla geçtiği bilinmektedir. ABD ve İsrail ile Türkiye’nin devrede oldukları silahlı aşiret partilerinin yönettiği bir coğrafyanın Kürt halkı açısından nasıl bir tarihsel ilerlemeyi simgelediği tartışılmayı hak etmektedir.
Üç; HADEP’in ‘99’da belediye yönetimlerini kazandığı coğrafyayla tanımlanması makul görünen bölgenin toplumsal dinamikleri yukarıda daha yakından ele alındı. Düzenin kriz kaynağı olarak gördüğü “Kürt bütünlüğü” ayaklarını buraya basmaktadır. Burada hızı bilinemeyen bir çözülme en ağırlıklı olasılıktır. Bölge inisiyatifsizliğin ve tıkanmanın üssüdür.
Yukarıdaki üç alandan sol, ilerici veya halkçı dinamiklerin beslenme olasılığı son derece zayıf düşmüştür.
Geriye bir de, Türkiye’nin batısında yerleşik hale gelmiş Kürt nüfusunun kaynaklık edebileceği dinamik kalıyor. İstanbul’dan, İzmir’den, Adana’ya, Antep’e uzanan geniş coğrafyadaki Kürt nüfusunun nesnel olarak emekçi sınıfı kimliği taşıdığını söylemenin önünde bir engel bulunmuyor.
Kürt emekçilerinin Türkiye işçi sınıfının organik ve etkin bir öğesi olarak anlam kazanacakları bir gelecek… Solun perspektifi bu olmalıdır.
Kürt bütünlüğünün dağıtılması ve Kürt dinamiğinin bir bütün olarak likide edilmesi biçiminde şekillenen burjuva planının karşısına bu alternatif çıkartılabilir.
İşçi sınıfı alternatifi ve sosyalist cumhuriyette birlik hiç de, sürecin burjuvazinin kontrolünde likidasyona taşınmasından daha zayıf bir olasılık değildir.
Bundan sonrası mücadelenin konusudur.
Dipnotlar ve Kaynak
- ¨Hamileler için ideal spor yürüyüs” Özgür Politika 31 Aralık 2002. http://www.ozgurpolitika.org/2002/12/31
- Abdullah ÖCALAN Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru c. 2 Mem Yay. Dstanbul Ekim 2001 s. 76.
- A. ÖCALAN a.g.y. s. 78.
- a.g.y. s.80.
- a.g.y. s.180.
- a.g.y. s.174.
- Naci KUTLAY ile söyleşi Serbestî 9 özel sayı Ekim 2002 s. 35-36.
- Osman ÖZÇELİK ile söyleşi Serbestî 9 s. 43.
- Yaşar KAYA Özgür Politika 26 Ağustos 2002 (bu alıntı Komünist gazetesinde de kullanıldı: 98 3 Ocak 2003)
- Mehmet Emin SEVER ile söyleşi Serbestî 9 s. 31.
- Abdullah ÖCALAN avukat görüşmesi tutanağından aktaran Mahsum Hayri Pir Bir Yanılsamanın Sonu; Komal Basım Yayın İstanbul (tarihsiz baskı – önsöz tarihi:)Temmuz 2000 s. 448.
- Sami ABDURRAHMAN ile söyleşi Serbestî 7 Bahar-Yaz 2000; s. 58.
- 1999’da HADEP’in ve 2002’de DEHAP’ın ülke genelinde elde ettikleri ortalamanın üzerine çıktıkları iller de-ğişmedi. Bu illeri ‘99 seçimlerinde alınan oy oranına göre yüksekten başlayarak sıralarsak: Hakkari Di-yarbakır Batman Ağrı Van Muş Iğdır Mardin Şırnak Siirt Kars Şanlıurfa Bitlis Tunceli Bingöl Mersin Ardahan Adıyaman Adana Erzurum Gaziantep Elazığ. 2002’de sıralama bazı değişiklikler gösteriyor. Hakkari’den Kars’a kadar sayılan illerde ‘99’da HADEP birinci parti olmuştu. Bu 11 ile 2002’de Tunceli ve Bingöl eklendi.
- N. KUTLAY “Yeniden Yapılanma Gerekiyor” http://www.netplatforum.de/start.html.
- KUTLAY a.g.y.
- 2002 seçimlerinde oluşan ittifakın istatistik açıdan değer taşıyan etki yarattığı tek yer Tunceli’dir. Sol geleneği olan bu ilde HADEP-1999 oranı 13.37 iken DEHAP-2002 32.58 olarak gerçekleşmiştir ve burada en önemli faktör kuşkusuz 1999’da Tunceli’de bağımsız aday çıkartan EMEP çevresi ve “sol” ittifakın kendisi olmuştur. Bu sayede bu il de birinci olunan kuşağa katılmıştır.
- ÖZÇELİK ile söyleşi Serbestî 9 s.40.
- Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasından önceki dönemde bir ara “Türkiyelileşme” ile gerilla savaşının ülkenin diğer bölgelerine özellikle Akdeniz (Toroslar) ve Karadeniz’e yayılmasının kastedildiğini hatırlıyoruz. Zaman aşımına uğrayan bu ayrıntıyı bir kenara bırakıyorum.
- Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasından önceki dönemde bir ara “Türkiyelileşme” ile gerilla savaşının ülkenin diğer bölgelerine özellikle Akdeniz (Toroslar) ve Karadeniz’e yayılmasının kastedildiğini hatırlıyoruz. Zaman aşımına uğrayan bu ayrıntıyı bir kenara bırakıyorum.
- “Ufuktan” (imzasız baş yazıların yer aldığı köşe-AG) Özgür Politika http://www.ozgurpolitika.org/2002/07/05/hab29.html.
- Metin AYÇİÇEK “Avrupa Emperyalizmi İle Değil Halklarla…” Özgür Politika http://www.ozgurpolitika.org/2002/07/09/hab16.html.
- Mustafa YALÇINER Yeni Atılım 16 Kasım 2002.
- D. A. KÜÇÜK Özgür Gündem 24 Kasım 2002
- Barış BİNBOĞA Özgür Gündem 24 Kasım 2002.
- F. YAZAR Serbestî 9 s. 18.
- N. KUTLAY Serbestî 9 s. 37-38.
- Siyasi Gazete 0 Temmuz 2002 s. 1.
- ÖZÇELİK ile söyleşi Siyasi Gazete 0 Temmuz 2002 s. 25.
- a.g.y. s. 26.
- KUTLAY “Yeniden Yapılanma Gerekiyor” http://www.netplatforum.de/start.html.
- Henri J. BARKEY – Graham E. FULLER “Türkiye’nin Kürt Sorunu: Kritik Noktalar ve Kaçırılan Fırsatlar”; çev: Nuray Mestçi Serbestî 3 Şubat 1999 s. 17 (orijinal kaynak: Middle East Journal c. 51 1 Kış 1997).
- A. ÖCALAN 5 Eylül 1999 İmralı Cezaevi avukat görüşmesi tutanağı; aktaran: Mahsum Hayri Pir; Bir Yanılsamanın Sonu a.g.y. s. 456.
- A. ÖCALAN Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru c.2 s. 124.