Osmanlı, Konstantinopolis’i payitaht kıldıktan sonra içinden geçip geldiği Anadolu’yu hep “arka bahçe” olarak değerlendirirken gözünü Avrupa’ya dikmişti. Arka bahçe Anadolu’dan bakıldığında da durum farklı görülmüyordu. Anadolu’dan bakıldığında payitaht olarak tanımlanan İstanbul, taşı toprağı altın; payitahttan bakıldığında Anadolu, “taşra” idi. Bu çerçevede Anadolu’da, İstanbul için bir yandan güzellemeler düzülüp diğer yandan türkülerle ağıtlar yakılır, beddualara konu olurken aynı zamanda “taşra” sözcüğü kavram olarak bu görüşler çerçevesinde anlam kazanıp sözlüklere geçti: Taşra, bir ülkenin başkenti ya da en önemli kentleri dışındaki toprakların bütünü; İstanbul dışı kent. Konu bu çerçevede sürdürülürse yolumuz, Yakup Kadri’nin “Yaban” romanındaki köylülüğe, oradan da 50’li yıllardan itibaren yorganını sırtına vurup kentin yolunu tutanların söylediği “orda bir köy var uzakta/ o köy bizim köyümüzdür/ gitmesek de gelmesek de/ o köy bizim köyümüzdür!” manzumesine ulaşırız ki, “kültür” başlığında bir başka yazının konusu olmalıdır.
Taşra kavramının oluşum döneminde İstanbul dışı kent var mı; ya da İstanbul kent mi? Eğer, soruyu yanıtlarken kapitalist ilişkileri göz ardı edersek İstanbul’la birlikte İzmir, Bursa ve Adana’nın da kent olduğunu söylemek mümkün. Hatta bunlara Kayseri ile Konya’yı, Erzincan ile Samsun’u ve Sivas ile Diyarbakır’ı ekleyebiliriz. Saydıklarımızın kent olgusu, ticaretten menkuldür; yani ticari ilişkilerin işlerliğinin gerekli kıldığı yapıdır; ya da belirli bir havzanın ticaret merkezleridir. Merkezlerin havzalarıyla ilişkileri vardır ve kentin yapılanması ve bu yapılanmanın işleyişini belirleyen bu ilişkilerdir. Sözü edilen konumun neredeyse yüz yıl geride kaldığını söyleyip ama yüz yıl öncesinden başlayarak konumuzu sürdürebiliriz.
Göz ardı ettiğimiz kapitalist ilişkiler olgusu, daha yirminci yüzyıla girmeden kapitalizm, emperyalist aşamaya ulaşıp metropollerden dünyanın dört bir yanına saldırmaya başlamıştı; Osmanlının dört bir yanına da; tabii Anadolu’suna da. Saldırı, sermayenin saldırısıydı ve teknoloji ile birlikte sermaye ihracı, yeni dönemin öne çıkan en önemli olgusuydu. Konumuz açısından hareketle İstanbul’un önemini öne çıkarabiliriz. Döneminde önemli bir ticaret kenti de olan İstanbul’a sermaye ve teknoloji ihracının, rıhtım, dok, antrepo, telefon, tramvay, elektrik, su ve havagazı alanlarına yatırım yaptığını görürüz ki, bugün tamamı yerel yönetimlerin hizmet alanlarını içermektedir. İzmir ve Adana’da da benzer yapılanmalarla birlikte başta pamuk ve zeytin olmak üzere tarım ürünlerinin işlendiği çırçır, iplik, yağ ve sabun imalathaneleri de sayılabilir. Tamamı yabancı sermayeye ait bu yatırım ve işletmelerden kent yapılanmasıyla ilgili olanların 1930 yılından sonra “millileştirme” adı altında kamulaştırıldığı da biliniyor.
“İstanbul’da elektrik, tramvay, tünel gibi yabancı şirketler tarafından kurulmuş işletmelerle Anadolu’daki diğer işletmeler kamulaştırılırken yani bunları devlet eline, belediye eline almak için tasfiye yapılırken tabii yollar tutulmuştur. Müddetleri dolmuş imtiyazlar bize intikal etmiştir. (müddetleri dolmayanlar) … hakları ne ise onların ödenmesine çalışılmıştır.”1
İnönü’nün kamulaştırmadan ve belediyeden söz ettiği dönem, 1930’lu yılların başıdır ve konumuz açısından önemlidir. Çünkü, bu yıllarda 1929 Dünya Ekonomik Krizinin yol açtığı deprem, kapitalist metropolleri sarsarken, Sovyetler Birliği dışındaki diğer ülkelerin krizden etkilenmeleri, kapitalist ilişkilerin düzeyi ile sınırlı kalmıştı. Krizin ülkemize etkisinin, dünya pazarlarında buğday fiyatlarının düşmesi ile sınırlı kaldığı söylenebilir.
“Türkiye ihracatının (buğday) yüzdesinin diğer ‘çevre’ ülkelerine göre az olması, Türk ekonomisinin buhrandan etkilenmesinin az olduğunu göstermek için yeterli değildir. İhracatının dayandığı Türk tarımının yapısını da göz önünde tutmak gerekir. Türk tarımı uluslararası pazar için üretime daha 1830’larda başlamıştı. Ama bu büyük pazara açılış daha çok kıyılardaki ovalarda ve demiryolu ağının çevresindeki kesimlerde idi. Diğer kesimlerde tarımsal üretim daha çok geçimlik üretim şeklinde idi ve yerel pazar için üretim yapılıyordu. Tarımdaki bunalımın etkisi kendisini daha çok uluslararası pazar için uzmanlaşmış üretim yapan bölgelerde gösterdi. Diğer kesimde zaten içe kapanık ya küçük pazar için ya da geçimlik tarımsal üretim yapan kesim çok etkilenmedi. Böylece Türk tarımının yapısı da buhranın etkisini azaltıcı bir mekanizma olarak işliyordu.”2
Ülkemiz tarımının bu yapısı, yani tarımsal üretimin daha çok geçimlik ve yerel pazar için üretimi 1950’ye kadar korundu. Bu durum sadece tarımın yapısını değil aynı zamanda ülkedeki sınıf yapısını da belirleyicisidir. 1950’den sonra uygulanan politikaların sonucu yaşanan mülksüzleşmeden topraktan kopuş ise kentlerin yapısını belirlemede etken oldu. Kentler, ekonomik yaşamda “türedi işler”, barınma koşullarında “gecekondulaşma” olarak adlandırılan kendilerine özgü görüntülere büründü. Bu görüntüler, bugün dahi şu ya da bu biçimiyle geçerliliğini korumaktadır.
Ayrıca bir başka durumdan daha söz etmek gerekir ki moral açısından önemli sayılmalıdır. Şöyle: Başta ABD olmak üzere İngiltere, Almanya ve Fransa gibi kapitalist metropol ülkeler, kapitalist sistemin tamamını etkileyen krizden çıkmanın yollarını, ulusal sınırları içerisinde çözmeye yöneldiler. Bu durumda çevre ülkeler, kriz öncesi ekonomik ilişkilerin, bir başka söylemle kapitalist girdi ilişkilerinin eksikliğini yaşamaya başladılar. Bu durumda ilk halka çevre ülkeler, sisteme daha çok bağlanabilmenin yollarını aradılar. Kriz, kapitalist ilişkilerin en alt düzeyde seyrettiği ülkelerde yalnızlık duygusundan kaynaklı paniğe yol açmakla birlikte ilişkilerini kapitalist sistemin dışına yöneltme düşüncesini geliştirdi. Yöneltmenin özel şartları, sosyalist sistemin işleyişinde çok net görülüyordu. Sovyetler Birliğinde 1929 yılında yürürlüğe konulan ilk beş yıllık plan, “otarşik” (kendi kendine yeterli) gelişme modeli içinde uygulanıyordu. 1931 yılında her alandaki üretim tahminleri aşıldı; plan tespit edilen dönem sonundan dokuz ay önce tamamlandı. Merkezi planlı bir ekonominin (sosyalist sistem) kriz dönemindeki bu başarısı, sosyalist sistem için güçlü bir propaganda aracı oldu. Krizden kurtulmaya çalışan bir çok çevre ülke yöneticisinin politik seçmelerini etkilemeye başladı. 1932 yılında Sovyetler Birliğini ziyaret eden İnönü, Leningrad’da şunları söylüyor:
“Sovyetlerde tatbik edilen rejim bizimki değildir. Fakat bu, beni rejimin en mahirane (ustalıkla, ustaca) ve muvafık (uygun, yerinde) bir tarzda tatbik edilmiş olduğunu takdir etmekten men edemez.”3
Bu beğenmeden kaynaklanan gelişmenin sonucu olarak, kapitalist sistemin krize bulacağı çözümlerin ötesinde, ideolojik boyutlar kazandırdığı anlaşılıyor.
Ve bu dönemde ülkemiz yöneticileri yeniden Kuzey komşusunu hatırladı.
“İktisadi buhran devirleri, bizim plan hususundaki görüşümüzü ve ihtiyacımızı meydana çıkaran önemli seneler olmuştur. Plan meselesini, 1932’de Rusya’ya yaptığım seyahatin başlıca hedeflerinden biri olarak düşünmüşümdür.” Hedefe ulaşılıyor ve “tecrübeli bir Sovyet uzmanı olan Profesör Orlof başkanlığında bir heyet Türkiye’ye geldi ve 3-4 ay gibi kısa bir zamanda bize olumlu, uygulanması mümkün bir plan verdi.”4
Sovyet uzmanları, ülke yöneticilerini demir-çelik endüstrisine girmeye ikna ettiği anlaşılıyor ve 1933 yılından itibaren beş yıl sürecek olan planlı dönem başlıyor. Karabük Demir-Çelik tesisleri ile Nazilli ve Kayseri dokuma fabrikaları, planlı dönemin nadide eserleri. Ne var ki planlama ve sonuçlarının “özel teşebbüse misal (örnek)” teşkil etme güdüsünü hatırlatmak gerekiyor. Konumuz açısından hatırlanması gereken ise, “fabrika” üretimi özelinde sanayi kuruluşlarının çoğalmasıyla birlikte kent yapılanmalarında doğması muhtemel değişmeler için gerekli önlemlerin alınmasının ihmal edilmediğidir. “Planlı tatbikatın eserleri olan ve özellikle Anadolu içine dağılmış bulunan fabrikaların faaliyete geçmesi…”5 sanayi kenti sinyali vermektedir; sanayi kenti, yapısı ve işleyişi itibariyle özellikler taşımaktadır ve bu alanda da sanayi ülkelerinin deneyimlerinden yararlanılmalıdır. Yararlanmayı, Zaptiye Nizamnamesi (1846) ile başlatıp ilk anayasamızla (1876) sürdürebilir ve gelenek haline geldiği söyleyebiliriz. Hanri Benazus bu geleneği en yetkili ağızdan aktarıyor:
“Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü… Şu gördüğün altı bay, hükümet. Yani biri başbakan, ötekiler de bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar. İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe’ye çevirirler, sonra basıp imzaya gönderirler Büyük Millet Meclisine… Bu Millet Meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ‘hükümet elbet incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlamama gerek yok’ derler ve kaldırır parmaklarını, olur sana bir kanun!”6
3 Nisan 1930 günü parmaklar bir kez daha kalkıyor ve mevzuat (yürürlükteki yasalar) hazretlerine 1580 sayı ile kapsamlı bir “Belediye Kanunu” kazandırılıyor. Kanunun tanımına göre belediye “beldenin ve belde sakinlerinin mahalli mahiyette müşterek ve medeni ihtiyaçlarını tanzim ve tesviye ile mükellef hükmi bir şahsiyettir.” Demek oluyor ki belediye, tüzel kişiliğe sahiptir; bu haliyle hem beldenin hem de belde sakinlerinin yerelliğinin aslına uygun olarak (mahalli mahiyet) ortak (müşterek) ve kentli (medeni) ihtiyaçlarını düzenleme (tanzim) ve düzeltme (tesviye) ile yükümlüdür. Yükümlülüğün getirdiği görevlerin ana başlıklarına bakıldığında bütünün içinden kentli (medeni) olanın öne çıktığını anlıyoruz: I- Sağlık ve Sosyal Yardım (çevre sağlığı, sağlık tesisleri, sosyal yardım), II- Bayındırlık (planlama, imar ve inşaat, yapı kontrolü), III-Eğitim (öğretim, kültür ve sanat, beden eğitimi-spor), IV- Veteriner ve Tarım V- Ekonomi (piyasa düzenini sağlama, tesis kurma ve işletme alt yapı ile ilgili tesis kurma ve işletme), VI- Esenlik (kolluk güçleri ve itfaiye), VII- Ulaştırma (kent içi ve çevre), VIII-Çeşitli görevler (sokaklara isim, binalara numara verme, evlendirme işleri, duyurma ve reklam işleri). Öne çıkardığım ana başlıkların ayrıntıları, “Belediyelerin Vazifeleri” bölümünde (İkinci Fasıl) kanunun 15. Maddesinde “1- Umuma açık yerlerin temizliğine ve intizamına bakmak;” ile başlayıp “76- Fabrika ve iş evlerinin, amele ve meskenlerinin sıhhi teftişlerini yapmak;” ile tamamlanıyor.7
19 Mayıs 1930 günü kalkan parmaklarla bu defa 1624 sayı ile Dahiliye Vekaleti Merkez Teşkilatı ve Vazifeleri kanunu çıkarılacaktır. Bu kanundan önce, 1913 yılında İttihatçıların, iktidarı bütünüyle ele aldıkları dönemde çıkarılan “İdare-i Umumiye Vilayet” kanunu yürürlükteydi. Yürürlükteki bu kanun ise temelde 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesine (kanununa) dayanmaktaydı. Bu nizamname ile, Fransız idari yapısı göz önünde bulundurularak eyalet sisteminin yerine vilayet sistemi esası getirilmişti. Böylece vilayet birimlerinde genel (merkezi) yönetimin yanında bir de “il özel yönetimi” oluşmuştu. Bu birimin karar organı, merkezden atanacak valinin başkanlığında, seçilmiş üyelerden oluşan meclis-i umumidir (il genel meclisi). 1913 yılında çıkarılan İdare-i Umumiye-i Vilayet Kanunu Muvakkat-ı (geçici kanun), il özel yönetimini merkezin koyu vesayetinden kurtararak tüzel kişilik kazanmasını sağlamıştı. Kanunla kamu hizmetlerinin yürütülmesi için merkezle (devlet) İl arasında bir işbölümü yapılmış; İl düzeyinde karar alma ve denetleme yetkisi İl Özel İdaresi ile İl Daimi Encümenine verilmiş, maddi güçleri ve vasıtaları kullanarak kararların hükmünü yerine getirme kısmını da İl’in bir organı olmakla beraber, devleti temsil eden ve gerçekte devletin bir ajanı olan vali’ye vermiştir. Savaş şartlarında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bu özerk yapının çalıştığını söylemek mümkün değildir. Ancak, il özel yönetiminin özerkliği, kağıt üzerinde de kalsa, belediye kanununun getirdiği yeni hükümlerle birlikte sakınca doğuracağı için Dahiliye Vekaleti Merkez Teşkilatı ve Vazifeleri yeniden düzenlenmiştir (1624 sayılı kanunla). Yeni düzenleme bir yanıyla da, Cumhuriyet döneminde çıkarılan ve merkezi yapıdaki bakanlıklara devredilen görevlerin İl Özel İdaresinin görev alanlarından çıkartılmasıdır.
GELİŞMENİN SÜRECİ
Kırsal yaşamdan kentsel yaşama geçiş, kapitalist üretim biçiminin şekillendiği coğrafyada, Avrupa’da yüz yıllar süren bir sürecin sonucudur. 1800’lü yıllar bu sürecin dönüşüm ve değişimlerinin yaşandığı sancılı yıllardır. Bu sancılı yıllarda yerel yönetimler belediye çerçevesinde, kırsal yaşamdan kentsel yaşama geçişin yapılanmasıdır. Bu yapılanma önemli ve esaslı bir dönüşümdür. Söz konusu dönüşüm, içinde, mekansal bir düzeyde, sermaye birikimine, burjuva devlet yapılanmasının desteğini sağlamaya uygunluğu taşımaktadır. Desteğin niteliği, kırsal karakterin, kentsel üretim faaliyetlerine dönüşmesini sağlayıcı özellikler taşır. Özelliklerin özü ise sınıfsal karakterlidir.
“Yaratıcı etkinliğin (en geniş anlamıyla üretimin) incelenmesi, bizleri yeniden üretimin çözümlenmesine, yani nesneleri veya yapıtları üreten etkinliklerin kendilerini yeniden ürettikleri, kendilerini kuran ilişkilere yeniden başladıkları, bu ilişkileri yeniden ele aldıkları, ya da tam tersine kademeli değişiklikler veya sıçrayışlarla dönüştükleri koşulların çözümlemesine götürür.”8
“Kademeli değişiklik”, yani dönüşüm; “sıçrayışla dönüşüm”, yani devrim; birbirini yadsımayan ama süreklilik içinde uyum arayan yapılanma, sınıfsal olmanın etki ve tepkisiyle sürecin işlemesi: Sonuçlara damgasını vuran, toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliktir. Her değişim ve dönüşüm yeni bir eşitsizlik alanı daha doğurur. Kapitalist sistemde içsel olarak varolan ve gelirler açısından ifade edilen eşitsizlik, konut koşullarından çalışma saatlerine, sağlık, eğitim ve kültürel alanları da içine alarak sürüp gider. Sözü edilen toplamı, günlük yaşam olarak soyutlamak mümkündür. Ekonomik, psikolojik ya da sosyolojiktir; özel yöntemlerle kavranması gereken öznel nesneler ve alanlardır; yani beslenmedir, giyimdir, eşyadır, barınmadır, komşuluktur, çevredir. Burada yine egemen sınıfın yararına bir durumun yaratılması gerekir ki, belediyeler, kırsal yaşamdan kentsel yaşama geçişin yukarıda sayılan toplamın yapılanmasını sağlayıcı önlemlerin mekanizmalarını geliştiren yapılanmalar olarak şekillendiler.
Bu noktada, kapitalist üretim biçiminden, kapitalist sistemden yani sanayi toplumundan söz edildiği hatırlanmalıdır. Sistemin temel özelliklerinden ilki üretim araçlarının özel mülkiyetiyse, bunu besleyen de emek gücü, yani işçi sınıfının varlığıdır. İşte sorun, bu varlığın kendini günlük yeniden üretimle birlikte genişletilmiş yeniden üretiminin sağlanmasının mekanizmasının kurulmasında yatmaktadır. Beslenme ve barınma günlük yeniden üretim için olmazsa olmaz gereksinimlerse, sağlık, eğitim ve kültürel hizmetler, genişletilmiş yeniden üretim için gereklidir. İşçi, ertesi gün çalışabilmek için beslenip barınabilmelidir. Kırsal karakterin en önemli özelliğinin niteliksiz işgücü olduğu hatırlanınca, bu işgücü ile birlikte ardından gelecek yeni işçilerin (çocukların) beslenme ve barınma dışında sağlık, eğitim ve kültürel ihtiyaçlarının da karşılanması gerekli olmaktadır ki sözü edilen genişletilmiş yeniden üretimden kastedilen budur.
Bu temelde, kapitalist sistem tarihsel süreç içerisinde, sermaye sınıfı açısından kentsel politikalar geliştirmiştir. Üretimin ve sermaye birikiminin sürdürülmesine yönelik olanları şöyle sıralayabiliriz:
a-Üretim için gerekli, ancak sermaye sınıfı için üretken olmayan ulaşım, iletişim, su, kanalizasyon, aydınlatma ve ısınma gibi kentsel altyapının sağlanmasına yönelik hizmetler;
b-Kent planlama ve kentsel yenilenme gibi üretimin organizasyon ve yeniden yapılandırılmasına yönelik hizmetler;
c-Başta eğitim olmak üzere insana yatırım yapılarak üretim için gereken vasıflı işgücünün sağlanmasına yönelik hizmetler.
Toplumsal düzen ve denetimin sağlanmasına yönelik de
a-Polis ve zabıta hizmetleri (!) gibi baskı araçları;
b-Aş ocağı, kiralık konut, işsizlik yardımı gibi ölmeden yaşayabilmenin en alt sınırını olağanlaştırmaya yönelik hizmetler.
“Yerel yönetim kurumunun devlet bütünü içinde aldığı konumu tanımlamamıza yardımcı olacak özelliği, kapitalist üretim süreciyle değil, yeniden üretim süreciyle ilişkilendirilmiş olmasıdır. Doğrudan üretim sürecinin işlerliği için gerekli müdahalelerde bulunma yetkisi merkezin tekelindedir. Çalışma ilişkileri düzeninden üretim yapılan mekanın sağlığa uygunluk denetimine, yatırım önceliklerinin belirlenmesinden zor durumdaki kapitalistlerin kurtarılmasına, teşvik edilecek sektörlerin seçiminden teşvik uygulamalarına kadar üretim süreciyle doğrudan-dolaylı ilişkisi olan her türlü yetki yerel yönetimlerin yetki alanı dışında bırakılmıştır. Yerel yönetim kurumunun sınırları, yeniden üretimin sürekliliğini güvence altına alacak altyapı, ulaşım, mekanın örgütlenmesi ve genel sağlık gibi dış koşulları yerine getirmek ve değişim süreci ile tüketimin sürdürülmesi için gerekli çevresel önlemleri almak olarak belirlenmiştir.”9
İster kapitalist metropollerde olsun isterse kapitalist ilişkilerin egemen olduğu herhangi bir ülkede, merkezi yönetimden bağımsız, yerel yönetim işleyişi mümkün değildir. Çünkü kapitalist toplumda devlet, kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinin koşullarını sağlamakla yükümlüdür. Devletin organik bir parçası olarak da yerel yönetim, üzerine farz kılınan görevi, yani yeniden üretimin bölümlerini yerine getirmekle yükümlüdür.
GELİŞTİRMENİN SERÜVENİ
Merkezi ve yerel yönetim, günümüze özgü bir sorun değildir. Üretim biçimlerinde, iç dinamiklerden kaynaklı gelişen toplumsal ilişkiler, sınıfsal konum ve yapılanmalarından bağımsız olmadan yönetim alanlarında da yeni oluşum ve değişimlere neden olmuştur. Eş zamanlarda ve fakat ayrı coğrafyalarda baş gösteren ve gelişen üretim biçimlerinin farklılığı, yönetim alanında da farklı yapılanmalara yol açmıştır. Bunlardan bir coğrafyadakinin diğerine üstünlüğünü ileri sürmek doğru yaklaşım olamaz. Geleneksel yapılanmalar, kapitalist üretim biçimine geçen toplumlarda, gelişen yeni toplum biçimine uygun hale dönüştürülerek sistemin işlerliğine kazandırılabilmiştir. Bu nedenle ister merkezi isterse yerel olsun yönetimler “ileri” olarak algılanmıştır. Emperyalist dönemle birlikte kapitalist ilişkilerin girmeye başladığı çevre ülkelerdeki geleneksel yapıların ise dönüştürülmesi değil, değiştirilmesi söz konusudur. Çünkü kapitalist sistemin işleyişi yeni girdiği ülkelerde bunu gerekli kılmaktadır. Bu gibi ülkelerde değiştirilmeye taraf olanlar “ilerici”, karşı çıkanlar ise “gerici” sayılmıştır. Osmanlıdan bu yana Batı’ya öykünmenin ilericiliği buradan kaynaklanmaktadır. Bugün, Avrupa Birliği ile birlikte Avrupa ülkelerinin pek çok yapılanmalarını ve bu arada “Yerel Yönetim” modelini savunmak, ilericilik değildir. Çünkü, her konuda olduğu gibi bu alanda da atılan her adım, dünyanın tek ve bütünleşmiş bir pazara dönüştürülmesine yöneliktir ve sermaye sınıfının egemenliğinin sürdürülmesi yönündeki her yol mubah sayılmaktadır. Emperyalizm, serbest saydığı pazarlara NATO’suyla, IMF’siyle, Gümrük Birliği ile, Avrupa Birliği ile elini konulu sallayarak girebiliyorsa ne ala; bu yollarla ulaşamadığı pazarları serbest kılabilmek için bir taraftan ulusal toplumları istikrarsızlığa sürüklediği, diğer taraftan askeri müdahalelerde bulunduğu gerçeği de ortada.
Serüven, sonu kestirilemeyen bir yürüyüştür; ya da sonun tayininde söz sahibi olamamak söz konusudur. Osmanlıdan günümüze süregelen, böylesi bir yürüyüştür. Süregelenin sürüp gitmeyeceğini söylemek gerçekçiliktir. Yaratılan yerel yönetimler sorununun, sermayenin çok yönlü saldırılarının bir parçası olduğu apaçık ortadadır. Sermayenin şimdiki hedefi doğrudan kentlerdir; yani, sanayiye ve modern işçi sınıfına ev sahipliği yapan kamusal alanlardır. Söz konusu olan işte bu kamusal alanları birer ticarethaneye dönüştürme saldırısıdır. İşte “Kamunun yeniden yapılanması” ya da “yerel yönetim” başlıkları bütünlüklü saldırının birer parçasıdır ve buna karşı mücadele etmenin kaçınılmaz olduğu önümüzde görev olarak duruyor. Bu gözle bakıldığında 28 Mart yerel Yönetim Seçimlerinin rant paylaşımı seçimi olduğu açıklık kazanır. Bu nedenle de saldırı günüdür; sermayenin saldırısının günüdür. Bu saldırının karşısına sosyalizm seçeneğiyle çıkılması kaçınılmazdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- İsmet İnönü, Cumhuriyetin İlk Yılları (II), Cumhuriyet Kitap, s.25.
- İlhan Tekeli-Selim İlkin, 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, s.31, Türkiye Belgesel İktisat Tarihi (2) ODTÜ, 1983.
- Bilkay Kuruç, İktisat Politikasının Resmi Belgeleri, Ankara, Mayıs 1963, s.18.
- İnönü, s.47
- İnönü, s.52.
- Bütün Dünya, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını, Kasım 2000 içinde, s.37, Derleyen Hanri Benazus, “Atatürk Köşk’ten kaçtı ve ‘Halil Ağa Gerçeği’ ile yüz yüze geldi”
- T.C. Yerel Yönetim Bakanlığı Eğitim Genel Müdürlüğü, 1580 Sayılı Belediye Yasası ve Belediyelere Görev Veren Öteki Yasalar, Ankara, 1979.
- Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınları, s.25.
- Birgül Ayman Güler, Yerel Yönetimler, Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım, TODAİ Yayını, 1998, İkinci Basım, s.130.