Gelenek‘de daha önce tartışıldı. Türk solunun tarihe bakışında teorinin eksik bıraktığı alanı siyasal pragmatizm dolduruyor. Pragmatizm, “tarih bilinci”nin yokluğunda, tarihsel olguların ve deneyimlerin yücel siyasal konumlanışa uyarlanmasıdır. Olguları, güncel mesajlarla tutarlı kılmak için yeniden kurgulamak gerekli oluyor.
Bu yönteme itiraz etmenin birinci gerekçesi tarihin gerçekçi, ve nesnel bir kavranışını savunmaktır. Bugünü yaratan dinamiklerin nesnel bir analizi her koşulda hedeflenmelidir. İkinci gerekçe, birincinin devamı olmakla beraber farklı bir nokta. İlki bir bilimsellik kaygısını ifade ederken, ikincisi güncel siyasal çizginin güvenilirliği ile bağlantılı: Doğru güncel siyasetin, nesnel bir tarih kavrayışı ile çelişki arz etmesi olanaksızdır. Bu formülü, bir postulat olarak ele almak, tartışmasız kabul etmek mümkün. O halde, güncellikte doğru çizgi, tarihe nesnel bakabilenlerin harcıdır. Nesnel bakış, doğru çizginin gerekli koşuludur. Dolayısıyla üçüncü gerekçe şekillenmiş oluyor: Geçmişi zorlama kurgulara tabi tutanların çabası, çok büyük istisnalar olmadığı sürece, güncel sapmalara tarihsel arka plan oluşturmak olarak özetlenebilir. Sonuç; geçmişe ilişkin yanılsama ve çarpıtmalara karşı mücadele etmek, güncel ideolojik mücadelenin olmazsa olmaz bir parçasıdır.
Her Kasım ayında, Ekim Devriminin yıldönümünde, bir gelenektir, Ekim değerlendirmeleri yapılır. Bu geleneği, bu geleneğin ruhunu benimsemek gerektiğine inanıyorum. Ancak, özellikle Türkiye’de bu geleneği, Aralık ayında “değerlendirmelerin tartışılması” ile genişletmek gerekiyor. Nedeni açık, siyasal pragmatizm Ekim’in de yakasını bırakmıyor. Bu da doğal karşılanmalı; prestiji ve mirası bu denli güçlü bir deneyimde her sol siyasal yorumcu mutlaka bir dayanak bulma ihtiyacını hissediyor. Ancak Ekim’in sunacağı dayanakların öyle sonsuz genişlikte bir alana yayılması olanaksız. Ekim, her isteyenin, içinden istediğini seçip alabileceği bir bohça değildir.
Türk solunda Ekim’den fazlaca dayanak bulması güç bir çizgi Gün dergisinde gözlemleniyor. Bu dergide, geleneksel solun bir parçası olma vasfıyla taşınılan mirasın uzunca bir süredir yitirilmekte olduğu söylenebilir. Erozyonun yakın dönemde giderek geri dönülmez bir noktaya ulaştığı, Ekim’in mirasının doldurması gereken alanın kıraçlaştığı biliniyor. Ama elbette, her geçen gün daha eklektik bir içerik alan tarih yorumunda Gün dergisi, 1917 yükselişinde ayaklarını basacağı bir zemin aramayı sürdürüyor. Batı Avrupa’daki benzerlerini ya da Kenan Evren’in tavsiyelerini izleyerek 17 ve mirası önümüzdeki dönemde terkedilir mi, bilemiyorum. Terkedilmemesini içtenlikle diliyorum; hiç olmazsa geleneğe sahip çıkanlar arasında geleneğin tanımlanması konulu bir tartışmanın zemini vardır. Bu anlamda ve kısmen “demokrasi” arayışlarının Ekim’e reddiye biçimini almamasını olumlu bulmak mümkün… Ancak Gün‘ün bu ikircikli konumunun kalıcı olamayacağına inanıyorum. Ekim’den çıkartılması gereken derslerden uzaklaşılarak Ekim’e sahip çıkılması, siyasal canlılık taşıyan ve ciddi hesaplaşmalara gebe Türk solunda istikrar kazanamayacaktır. Gün dergisi ve benzeri yorumcular Ekim’den kendi sağ konumlarına argümanlar aramayı sürdürebilirler; ama Türk solunun diğer kesimleri nezdinde samimi ve ciddi bir görüntü vermekten de uzaklaşacaklardır.
Gün dergisinin Kasım 87 tarihli 33. sayısında Ekim devriminin 70. yılı dolayısıyla üç makale yer alıyor: “Ekim Devrimi ve Türkiye”, “Ekim’den Öğrenmek” ve “Ekim Devrimi, İktidar ve Çoğunluk”. Bu yazıda ilk makale hiç ele alınmayacak. Diğer iki yazı ise aynı bakış açısını ve farklı konulardan kalkarak aynı vargıları paylaşmaları nedeniyle birlikte tartışılacaktır.
Kitlelerin Erdemleri (!)
“Ekim’den öğrenmek”ten izleyerek konuya girebiliriz. “Ekim’i öğrenmek, devrimin en hareketli günlerinde Lenin’in kitlelerle olan ilişkisini, kitlelerin istemlerine karşı duyarlılığını anlamak demektir. Biz, diyordu Lenin, proletaryanın partisi olarak en demokratik partiyiz ve kendimiz benimsemesek bile, yığınların istemlerini gözönüne almak zorundayız. Ekim’i gerçekleştiren partiyi, öbür tüm partilerden ayıran şeylerden biri de, öteki partilerin yığınların istemlerine şu ya da bu ölçüde karşı çıkmalarına karşın, Bolşevik partisinin bu istemlere bütünüyle sahip çıkabilmesidir.”1
Birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum: 1) Lenin’den aktarma şifahidir, kaynak belirtilmiyor. Buna rağmen aktarmanın kelimesi kelimesine doğru olduğunu varsayarak tartışacağım. Benim açımdan hiç sakınca yok; çünkü yorum ile aktarma da tam olarak örtüşmüyorlar. 2) Aktarmada yığınların istemlerini gözönüne almak zorunluğu belirtiliyor. 3) Yorumda Bolşeviklerin yığın istemlerine bütünüyle sahip çıktıkları vurgulanıyor. Gözönüne almak ile bütünüyle sahip çıkmak ifadeleri aynı anlama gelmiyorlar. Farklılık şu ki, politika yapanların, istemleri gözönüne almaları işin doğası gereğidir. Politika yapanlar, değil istemleri dile getirilmemiş kitle psikolojilerini, sessizlikleri de dikkate alırlar… Bütünüyle sahiplenmek ise, kitlenin konumunu tartışmayan, değişmez veri alan bir tutumu anlatıyor. Sosyalistler kitlenin konumunu sahiplenmezler. Üstelik yalnızca işçi sınıfının burjuva ideolojisi ve politikasıyla iğdiş edilmiş olduğu sömürü koşullarında değil, sosyalist toplumda da işçi sınıfı ya da genel olarak “kitle” dönüştürülmeyi bekleyen bir güçtür. Sınıf partisinin öncülük misyonu bunun için vardır. Kitle, ne denli katılımcı ve bilinçli olursa olsun…
Bolşeviklerin ayırdedici yanı olarak sunulan özelliğin örnekleri de veriliyor; örneklerle birlikte pragmatist kurguculuk netleşiyor: “Yeni Ekonomik Politika (NEP) böyle düzenlendi, köylülere toprak böyle dağıtıldı, Sol Sosyalist-Devrimcilerle ve Menşeviklerin bir bölümüyle işbirliği olanakları böyle araştırıldı.”2 Örnek vermek her zaman düşünmeye teşvik ediyor. Gün yazarının örnekleri Ekim sonrası iktidarın sağa dönük adımlarından seçilmiştir. Ya da daha doğru bir deyişle “sıçramak için gerilemeyi” ifade eden örneklerdir. NEP sanayileşmeyi, toprak dağıtımı tarımda sosyalizasyonu ve işbirlikleri proleter devletin daha güçlü tahkim edilmesini önceleyen hazırlık dönemleridir. Sıçramak için önce güç toplanır.
Gün yazarının genel ilkesi “kitleye sadakat” sloganı, bu hazırlık dönemlerinde tutabilir. Peki ya sıçramalarda ne denilecek? Böylesi atılımlarda ise sadakatin kitlenin eski konumuna değil, öncü gücün tarihsel misyonuna ilişkin olarak tanımlandığı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Düşündükçe bunun da örnekleri bulunabiliyor:
-İktidarın alınması anı, öncünün muhalefetteki kitlenin konumunu aşarak iktidara uzanması ve bu adım sayesinde muhalif ve hoşnutsuz emekçilerden yepyeni bir siyasal iktidar türettiği tarihtir. Kitlenin o sırada tam anlamıyla ve bütünüyle bir Bolşevik devrimi talep ettiğini iddia etmek ise herhalde mümkün değil… Kaldı ki bu talep parti MK içinde bile herkes tarafından benimsenmiyordu.
-Bir diğer örnek, Bolşeviklerin 1914’te patlayan savaşa ilişkin tutumlarıdır. Lenin ve arkadaşları, değil Rus işçileri arasında, uluslararası sosyalist hareket içinde bile kaydadeğer bulunmayan bir marjinal konumda idiler. Hiç kimse Bolşeviklerin savaşa karşı çıkarken kitlelerle bütünüyle örtüştüklerini, ya da kitlelerin istemlerinin o güncellikte Bolşevik bir anti-militarizm olduğunu iddia etmemelidir.
O halde, şu ayrımları yapabilmek gerekiyor: Önce kitlenin aktüel talebi ile nihai-tarihsel çıkarı-misyonu; ikinci olarak da yine aktüel olan ile öncüye manipülasyon olanağı tanıyan, manevra alanı kazandıran talepler… İlk ayrım için şu söylenmeli: Aktüel kitle talebi ile tarihsel misyonun çakışması, yalnızca misyonun somutlandığı siyasal slogan ve hedeflerin bir devrimci durumda (iktidarın ele geçirilmesi anında) kitlelerce benimsenmesi ile mümkün olabilir. Slogan ve hedefin ötesinde, bir bütünlük anlamında, bu iki öge ayrışıktır. Ayrışmamışlık, “öncü adayı”nın kendi özgün kimliğinden yoksunluğu dışında bir anlam taşımıyor.
İkinci ayrımla daha reel politik bir düzleme geliyoruz. Bu düzlemde statükocu ile dönüştürülebilir talepleri ayırmak gerekiyor. Örnek istenirse, Rus devrimci işçilerinin 1914-17 arasındaki milliyetçilikle sakatlanmış savaş taraftarlığı hatırlanabilir. Bu tutumun karşısına savaşın getirdiği düzensizlik, yoksulluk ve ölüm tehdidine tepki olarak gelişen barışçılık konulabilir. Bolşevikler için ilk tür kitlesel eğilim mücadele edilecek bir düşman, diğeri ise “barış için sosyalist devrim” formülüne dönüştürülebilecek bir “devrimci” talep işlevi görmüştür.
70 Yıl Öncesine İzdüşümler
“… Lenin ve arkadaşları neden böyle davrandılar? Çünkü, ülkenin koşulları, olabilecek en geniş birliği zorunlu kılıyordu…
“Ekim’i öğrenmek, kitlelerden öğrenmeyi bilmek ve kitleleri harekete geçirme sanatında ustalaşmak demektir…
“Ve devrimcilik, herkesten daha keskin belgiler atmak değil, kitleler hangi somut istemler etrafında, mümkün en geniş ölçüde toplanabileceklerse, o istemleri öne çıkartmak gerekir. Böylesi bir ruhla algılanmış en ‘ılımlı’, ama en gerçekçi bir ‘reform programı’, reformist değil, devrimci bir program işlevi görecektir.”3
Gün‘ün tezleri bunlar… Her devrimci yükseliş, iktidara uzanan her hareketlilik iki farklı organizmanın birliğini içerir: Öncü örgüt ve kitle. Farklılık, yalnızca bunların sözkonusu devrimci döneme kadar ayrı kalmış olmalarından kaynaklanmıyor. Bu tür dönemlerde “kaynaşmalar” olabilse bile, farklılık ikisinin misyonlarının değişik olmasını ifade ediyor. Dikkat edilmesi gerekiyor, “kaynaşma” öncünün kitlesellik içinde erimesi anlamına gelmiyor.
“Kitlelerden öğrenmek”, genelde kitlenin konumunu kavrayamayan, ya gerisinde kalan ya da fazla ilerisine geçen öncü adaylarına yapılan bir uyarıdır. Bu iki olasılıktan birinin Gün yazarı için sözkonusu olmadığı anlaşılıyor. Gün yazarı, kitlenin benimsediği en ılımlı ama gerçekçi reformun, aslında devrimci nitelikte olduğunu söylüyor. Anlaşılıyor ki, uyarıya maruz kalanlar, kitlenin gerisinde kalanlar değil, fazla ilerisine geçenlerdir. Gün, kitlenin soluna yani ilerisine gidenleri “geri”ye davet ediyor, bu bir. İki, gerilemenin aslında ilerlemek olduğunu söylüyor. Ve son olarak da, kitlenin düzeyine vasıl olunduğunda farklı öncü adayları arasındaki ideolojik ayrımların öneminin kalmayacağı ekleniyor. Yukarıdaki alıntılar arasında yer vermediğim bu sonuncu nokta da, bence ciddi bir teorik yanılgı barındırıyor.
İlk önce, daveti reddettiğimizi söylemek gerekiyor. Bu yanıttan sonra devam edebiliriz…
Kitleyle kucaklaşmak hatadan arındırır mı? “Kitle” öylesine bir şerbet içeriyor ki, eğer kitleyle beraberseniz söylediğiniz, en geri sözler bile “devrimcileşiyor”… Bu tezi nasıl tartışabiliriz? Tartışmanın tek aracı ideoloji ya da teori olmalı. Ancak ne yazık ki, Gün dergisi yazarı bu aracı da kitleyle kucaklaşanların elinden alıyor. İşlev taşımayacağı için… Kitle istemediğinden ötürü, teorik analiz araçları da, ideolojik tartışma da terkedilmeli, deniliyor. Ortaya bir garip kısır döngü çıkıyor. Adı “dar pratisyenlik döngüsü” konabilecek olan bu çemberin içinde, önemli olan bir mücadeleyi vermek oluyor. Ne türden bir mücadele olduğu, hangi araçlarla yapılacağı vb. yi tek belirleyen kıstas “kitle’ye uygunluk” oluyor. Kitlenin güncelliğine sıkışmış, dolayısıyla en temel işlevinden, “dönüştürücülük”ten soyutlanmış bir mücadele… Daha fazla tartışmak gerekmiyor. Birkaç soru sorarak geçmek istiyorum:
-Kitleyi değişmez veri alan bir mücadelenin pragmatik burjuva popülizminden ne farkı kalıyor?
-Kitlenin verili konumu “demokrasi mücadelesi”ne de yatkın değilse, sosyalizm adına bugün içine sıkışılmış bulunulan demokrasicilikten de geri basılması mı gerekecek?
-“Kitleyi değiştirmeyi”, “değişen koşulları dönüştürmeyi” Ekim’den öğrenmeyeceksek, nereden öğreneceğiz?
Sosyalist politikayı, kitlelerin “benimsemesi” olanaklı sayılan reformlara indirgemek, ehlileşmiş solun bir kısır döngüsüdür. Bu döngü Bolşeviklerin hiçbir zaman sorunu olmadı. Bu bölümün başındaki alıntılarda yer alan “en geniş birlik” gereği de, aynı şekilde, Rus Bolşeviklerinin sorunu değildi. “Demokrasi güçlerinin mümkün olan en geniş birliği” Türk solunda kimileri için, gerçekleşmedikçe karabasana dönüşen bir saplantıdır. Bolşevizmin bağımsız kimliğe koyduğu vurgu, Türk Menşevikleri için kalabalıklar içinde erime merakıyla yer değiştirmiştir. Bugün, dünyaya sosyalizmin merceğinden değil de, “gerçekçi” bakanların, bu bakışlarını Lenin’e maletmeleri, -en hafif deyimi kullanıyorum- kurgudan ibarettir…
Kim Daha “Gerçekçi”?
Kimsenin ideolojik geriliğini bilimsel sosyalizmin birincil isimlerine ve akımlarına maletmesine sessiz kalmayacağız. Bunun dışında şu “gerçekçilik” argümanına, ya da Gün dergisini temsilen Kasım ayı içinde İstanbul’da bir panelde konuşan eski bir sendikacının deyimiyle “ayakların yere basması”na ilişkin bir şeyler de eklemek gerekiyor.
1) Gerçekçilik, tarihsel değil güncel bir içerikle sınırlandığında popülizme eşittir.
2) Bunu işçi sınıfı özelinde yapmak, sınıfa tarihsel misyonunu değil, yalnızca kısmi ve geri (bu anlamda gerçek) sorunlarını anlatmak, uvriyerizme eşittir.
3) Türkiye’de güncelliğe sınırlı bir gerçekçiliğin hiçbir yaşam şansı yoktur.
Açılması gereken, bu üçüncü nokta.
Sosyalist kimlik, gerçekçi sayılmıyor. Sosyalizmi hedeflemek gerçekçi sayılmıyor. İşçilere sosyalizmi anlatmak gerçekçi sayılmıyor… Gerçekçi olan, sosyal demokrasiyi desteklemek, parti ayrımı yapmadan tüm “demokratları” (!) desteklemek; düzenden hoşnutsuz, ve bu hoşnutsuzluklarını sosyalizme yatkın unsurların yönetimde bulunduğu sendikalarda yer almakla, ya da böylesi unsurları yönetime getirmekle gösteren işçilere, sendikal haklar ve demokratik düzenden başka bir söz söylememek… Ne mutlu ki, Türkiye’de bu geri tutumlar da gerçekçi olamıyorlar!
Çünkü Türkiye egemen sınıflarını burjuva demokrasisine ikna etmek mümkün olmuyor. Türkiye’yi yönetenleri uluslararası barışa destek olmaya ikna etmek mümkün olmuyor.Türkiye sosyal-demokratlarından işçi hakları savunucusu tutarlı demokratlar imal etmek, yine mümkün olmuyor.
Bu olanaksızlıklar, genelde kapitalist sistemin, özelde Türkiye kapitalizminin kendini yenileyebilme açısından taşıdığı onarılmaz kısırlığı yansıtıyorlar. Türkiye kapitalizmi, Batı’daki örneklerine benzer bir şekilde, sosyal ve politik muhaliflerini tecrit edebileceği bir demokrasiyi inşa edebilmek gücüne de sahip değil. Bu anlamda muhalefetleri asimile etmeye yarayacak bir “demokrasi” kuşatması için Türkiye kapitalizminin özellikle iktisadi yetersizlikleri var. Bu açık, egemen sınıflar tarafından her zaman ideolojik ve politik bastırmayla kapatılıyor. Bastırmadan, elbette sadece somut “zor” kullanımını anlamamak gerekiyor. Yine bir bütün olarak düzenin kendi iç zaafları nedeniyle, bastırma yolları ve taşıyıcıları, kısa aralıklarla değiştirilmek zorunda kalınıyor.
Sonuçta, Gün yazarlarının ve daha birçok Türk solcusunun kafalarında sosyalist mücadelenin start çizgisi olarak tasarlanan düzeye, Türkiye toplumu bir türlü ulaşamıyor. Ulaşmasının olanaksızlığı durumunda iki alternatif doğuyor: Ya o hayali start çizgisini de unutup, kelimenin tam anlamıyla düzen içi bir konumu benimsemek, demokratlaşmak; ya da sosyalist mücadeleyi güncelleştirmek…
Türkiye kapitalizminin yukarıda çok kısaca sözü edilen zaafları sosyalistler için, özel olarak altı çizilmesi gereken bir olanak yaratmaktadır. Türkiye’de sosyalizmin güncelliği ve gerçekçiliği mevcuttur. Bu güncellik, bugün için, işçi sınıfının sendikal düzeyde örgütlenmiş kimi kesimlerinin sosyalist söyleme açıklığında yansısını bulmaktadır. Bu kesimlere, demokrasi adresleri göstermek, kolay affedilir bir şey ol- mayışı bir yana, sosyalizmden daha “gerçekçi” de olmuyor…
“Çoğunluk” Üzerine
Ekim’den öğrenilmesi gerekenlere dönüyorum. Çok açık olarak söylenmeli: Bolşevizm, çoğunluk ya da kitle desteği (katılımı) temalarına aritmetik bir anlam vermemek gereğini pratik olarak kanıtlamıştır. Nicelik görüntüyü, siyasal güç ise özü oluşturuyor. Görüntülerde boğulmak istenmiyorsa, altı çizilmesi gereken şey, niceliğe bire bir denk düşmeyen siyasal güç olmalıdır. Bolşevizm, işçi sınıfının, askerlerin ve yoksul köylülerin, aktif katılımdan sessiz onaya uzanan bir yelpaze içinde desteğini kazandı, bu doğru. Ama bu desteğin tarihsel anlamı olmayan bir yığılma değil de, iktidar olmasını sağlayan kesinlikle dar-profesyonel siyasal örgüttür. Bu örgüt sayesinde, yığılmaya belirli bir nitelik kazandırılabilmiştir. Yine bu da, bir anda değil, yüzyılın başından 1930’lara, sosyalizmin inşasına kadar uzanan bir süreçte gerçekleşmiştir.
Bu tarih dilimi Gelenek‘te başka yazılarda daha önce işlendi, bundan sonra da işlenecek. Eğer bu söylenenler doğruysa, Sinan Tuna’nın “Ekim Devrimi, İktidar ve Çoğunluk” yazısındaki tezlerin yanlış olması gerekiyor.
Tuna, Komintern’in 1921 III. Kongre tartışmalarında Lenin’in savunduğu görüşlere dayanarak, devrimin, çoğunluğu, yalnızca işçilerin değil, tüm sömürülenlerin çoğunluğunu elde edebildiği takdirde gerçekleşebileceğini ve yaşayabileceğini yazıyor.4 Burada söylenecek çok şey var. Birincisini, sosyalistlerin tartışma düzeyi açısından trajik buluyorum: Lenin, 1922 yılının Şubat sonunda yazdığı ve ilk kez 16 Nisan 1924 tarihinde Pravda‘da (no. 87) yayınlanan yarım kalmış bir makalesinde Komintern’in III. Kongre tartışmalarında aldığı tavra ilişkin çok acımasız bir özeleştiri vermiştir. “Bir Siyaset Yazarının Notu”nda Lenin, 1921’deki tutumunu “aşırı sağ” olarak yorumlamıştır.5 B u konunun başka bir yazıda daha ayrıntılı ele alınacağını umarak bu kadarla yetiniyorum. İsteyenlerin ve Gün yazarlarının ilgilenmesi için kaynak belirtiyorum…
İkinci söyleyeceğim nokta, Gün yazarları açısından daha da trajik. Gün dergisi, Lenin’in sonradan “aşırı sağ” olarak değerlendirdiği bir tutumu, daha da sağ bir yorumla sunmakta ve savunmaktadır. Savundukları kesinlikle Lenin’in “aşırı sağ” dediğinden daha da sağdadır. Bunu nasıl başarabildiklerini görmek için Lenin’in 21’deki tavrını kısaca hatırlamak gerekiyor.
Lenin, III. Kongre’de -gerçekten Tuna’nın anlattığı gibi- “sol”lara karşı çıkıyor. Thalheimer ve Bela Kun’un goşizme yöneldiklerini yazıyor. Radek’in “işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak” formülü yerine “işçi sınıfının toplumsal olarak kararlı kesimlerini kazanmak” ifadesini koymasını eleştiriyor, işçi sınıfının çoğunluğunu vurguluyor. Vurgusunu şöyle derinleştiriyor: “…şimdiden Komünist Enternasyonal’in taktiğini bu olasılık (işçi sınıfının Avrupa’da yakın bir zaferi) üzerine kurmak saçmadır; propaganda döneminin bittiğini ve eylem döneminin başladığını yazmak ve düşünmek saçma ve zararlıdır.”6
Lenin, propaganda ve eylem dönemlerini ayırıyor. Eylem döneminde en kararlı unsurlarla birlikte olmayı zımnen de olsa olumluyor. En kararlı unsurlar, yani darlık ve bunun ifade ettiği Bolşevikleşme atılım döneminde ön plana çıkıyorlar, kendilerini kanıtlıyorlar. İleri atılım, devrimci durum, kısacası “sol” politikanın kendini dayattığı dönemde sosyalist kimliğin net kalması özellikle önemseniyor… Hazırlık-propaganda dönemi ise daha geniş kesimlere mesaj verilmesi gereken, daha “yumuşak” ve ikna edici bir üslubu gerektiriyor, Lenin’e göre… Açıkçası sosyal demokrat işçilere, bu mutedil dönemlerde hitap edebilmenin yolları ve dili araştırılıyor.
Bu tutumun, anlaşılması için bir de kesinlikle “tek ülkede sosyalizm” ile birleştirilmesi gerekiyor. Lenin, Avrupa devriminin güncelliğini yitirdiği koşullarda, diğer ülke devrimcilerinin Sovyet Rusya’ya yardımcı olabilmek için -belki daha “temkinli” bir ideolojik konumda kalmak pahasına- tecrit olmamaları gerektiğini biliyor. Tecrit olmamak, kendi ülkelerindeki gericiliği frenlemek demek oluyor. Tecrit olmamak, ilk sosyalist devrimi korumak için gerekiyor. Tecrit olmamak, bu ülkelerin devrimcilerinin kimliklerini belli bir konjonktür için bile olsa “demokratlaştırmaları” anlamına geliyor…
Devamında Lenin yine çok açık yazıyor: “Şimdi tek stratejimiz daha güçlü ve sonuç olarak daha akıllı, daha dikkatli, daha ‘oportünist’ hale gelmektir; ve bunu kitlelere söylemeliyiz. Ancak, akıllı taktiğimiz sayesinde kitleleri kazandığımız zaman, o durumda saldırı taktiğini uygulayacağız ve bunu en kesin anlamında uygulayacağız.”7 Dikkat edelim, Lenin, çoğunluğa hitap edebilmeyi öne çıkaran politikayı tırnak içinde “oportünist” olarak yorumluyor: “II faut reculer pour mieux sauter”8 Bu Fransızca deyiş “daha iyi sıçramak için gerilemek gerektiğini” anlatıyor. Lenin, kendi tezinin gerileme olduğunu bilerek, ama gelecekteki bir zaferin (ya da, yine kesinlikle bir zafer anlamına gelecek olan Sovyet Rusya’da sosyalizmin inşasının) tek koşulu olarak savunuyor…
Eleştirdiği “sol”lara dair, yine Gün yazarlarının göremeyeceği denli net şekilde şunu söylüyor: “Solun hatası, çok basit olarak, bir hatadır; çok vahim değildir ve düzeltilmesi kolaydır. Ama eyleme girişme kararını tartışma konusu eden bir hata, artık küçük bir hata değildir, bir ihanettir. Bu iki tür hata arasında ortak ölçü yoktur. Devrimi, yalnızca diğerlerinin eyleme girmelerinden sonra yapacağımız yolundaki teori, temelden yanlıştır.” 9 Lenin, reddettiği “sol” sapmayı eleştirirken “hak yememeye” çok dikkat ediyor… Sonuç: “Eğer bu kongre sırasında geriye doğru gittiysek, benim görüşüme göre bu duruma 1917’de Rusya’da yaptığımızdan hareketle yaklaşmak ve böylece, bu geri yürüyüşün ileri yürüyüşü hazırlamaya hizmet edeceğini göstermek gerekiyor.”10
Gün dergisi, Lenin’in düşüncesine, bütününü gözönüne alarak yaklaşmıyor, yaklaşmak istemiyor. Bunun dışında, tek bir tartışmaya dair birkaç yazı ve konuşmadan ibaret olan külliyatı bile, içinden “uygun” pasajlar seçmek üzere ele alıyor.
Tuna’nın Lenin’den ve Ekim’den çıkardığı sonuç, “çoğunluğu kazanmadan demokratlıktan başka bir şey yapamayız” anlamına gelmektedir. Lenin ise, yukarıda görülüyor, kendi konumunu, 1) Teorileştirilecek, ilkesel olarak savunulacak bir konum olarak lanse etmiyor; 2) Savunduğu tutum, nesnel olarak tek ülkede sosyalizmin korunması görevi ve Avrupa devriminin sönmeye yüz tutmasıyla belirlenen bir dönemde ortaya çıkıyor; 3) Yine Lenin, tezlerinin taktik bir geri çe- kilme olduğunu, bizzat kendisi yazıyor. 4) Lenin’in daha sonraki özeleştirisinden artık söz etmiyorum…
Tüm bunların üzerine, okuyucuya bir soru yöneltmek istiyorum: Türk sosyalist hareketi teorisini ve politikasını, uluslararası hareketin tarihindeki taktik geri çekilmelerden almak zorunda mıdır?
Türkiye’de sosyalizm adına bir tek adım atabilmek için bile, bu hayali zorunluluktan kendimizi “azad” etmeliyiz. Bir de şunu bilmeliyiz: Kendilerine 1987 Türkiye’sinde, taktik geri çekilmelere bakarak yol çizenler bu seçimi, zaten sahip oldukları sağ konumlanışlarının bir fonksiyonu olarak yapmaktadırlar.
Özetliyorum. Gün‘ün Ekim’den 70. yıldönümünde öğrenebildikleri arasında
-örgüt teorisi,
-burjuvaziye prim vermeme tutumu,
ve iktidar perspektifi yer almıyor…
Öğrenebildikleri, çoğunluk saplantısı en geniş birlik tutkusu ve burjuva demokratlığına teslim olmak anlamına gelen bir tür uvriyerizm oluyor. Bunu yapabilmek, ancak aşırı bir pragmatizmle ve bilinçli mi yoksa cehaletten mi kaynaklandığı anlaşılamayan bir seçmecilikle mümkün oluyor. Gün yazarlarından başka da Türkiye’de “Lenin okuyanlar” ne mutlu ki var, küçük manevralar her zaman kolay bozulur bir nitelikte oluyorlar… Dolayısıyla, bir kez daha tekrar etmek gerekiyor, bir seçim yapılması gündemdedir: Türkiye güncelliğindeki sağ politik hatlara dayanak aranırken, ya açıkça Kautsky’ye, Martov’a, CariIlo ve Berlinguer’e dönülmeli, Lenin ile Ekim’in yakasını çekiştirmekten vazgeçilmelidir… Ya da söz konusu politikalar bilimsel sosyalizmin teorisi altında bir revziyona sokulmalıdır. Bu iki yol birbirine karıştırılmaya çalışıldığında, Türkiye’de buna itiraz edenler her zaman bulunacaktır…
Dipnotlar ve Kaynak
- Dağlı, Halil; “Ekimden öğrenmek”, Gün sayı 33, s. 40.
- Dağlı, H.;a.g.y., s. 40.
- Dağlı, H.;a.g.y., s. 41.
- Tuna, Sinan; “Ekim Devrimi, İktidar ve Çoğunluk”, a.g.d., s. 42-44.
- Lenin; “Note d’Un Publiciste”, Oeuvres c. 33, Ed. Sociales-Paris/Ed. du Progres- Moskova 1977, s. 209.
- Lenin; “Observations sur les Projets de Theses sur la Tactique pour le llle Congres de I’Internationale Communiste” (G. Zinoviev’e Mektup), Oeuvres c. 42, s. 331.
- Lenin; “Discours a la Conference des Membres des Delegations Allemande Polonalse Tchecoslovaque Hongrolse et Italienne du 11 Juillet” a.g.e., s. 337.
- Lenin; a.g.e., s. 338.
- Lenin; a.g.e., s. 339.
- Lenin; a.g.e., s. 339.