Behice Boran hakkında birçok biyografi yazıldı; kendi yazıları, konuşmaları ve mahkemelerde yapmış olduğu savunmalar kitap olarak basıldı. Hakkında yazılan yazılara rağmen, onun üzerine konuşmanın, mücadelesini ve Türkiye sosyalist hareketine katkılarını bir kez daha hatırlamanın güncel siyasi pratiğimiz açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Gökhan Atılgan, Boran’ın hayatını “Cumhuriyet döneminde yetişmiş bütün aydınlarda olduğu gibi halkı eğitmek, aydınlatmak isteyen genç bir yurtseverin; daha sonra bütün toplumu değiştirmeyi hedefleyen Marksist bir kuramcı ve siyasal lider olarak ortaya çıkılması arasında geçen bir serüven”[1] olarak tanımlamaktadır. Bu tanım doğru olmakla birlikte, Boran’ı anlatmak için yeterli olmadığı söylenebilir. Çünkü Boran, bu tanım kapsamına girebilecek birçok aydından bağımsız olarak, Türkiye’de birçok sol akım karşısında sosyalist devrim tezini yılmadan savunmuş ve erkek rolü oynamadan Türkiye İşçi Partisi’ne ve sosyalist harekete önderlik eden bir kadın olmuştur.
***
Behice Sadık Boran, Yunanların Bursa’ya girmesi sebebiyle İstanbul’a göç etmiş bir ailenin üç çocuğundan biridir. Aile, çocuklarının okumasına önem vermiştir. Boran, ilk önce Fransız okuluna, daha sonra buranın kapanması sebebiyle Amerikan Kız Koleji’ne, yani bugünkü adıyla Robert Koleji’ne giderek ortaokul ve lise eğitimini tamamlamıştır.
Manisa’da İngilizce öğretmenliği yaparken Amerika’da sosyoloji doktorası için burs alan Boran, burada marksizmle tanışmış ve Türkiye’ye döndüğünde kendini marksist bir aydın olarak tanımlamıştır. Boran, marksizmle tanıştığı o yılları şu şekilde anlatmaktadır:
“Doktora adayı arkadaşımla sosyoloji konusunda sistemler bakımından tartışırken o bana Marx’tan ve Marksizm’den söz etti. Ve ben okuyayım öğreneyim dedim kendi kendime… Marksizm bütün dünyamı değiştirdi. Bütün çelişkiler çözüldü. Her şey yerli yerine oturdu sistematik ve tutarlı bir şekilde. Ve müthiş ferahlama, müthiş bir rahatlama ve bir sevinç duydum… Gerçekten bir fikre sahip olmak o fikre inanmak demek o fikri pratiğe geçirmek demektir. Hayatta fikirlerin yansıması sadece bireysel düzeyde olmaz hele bir toplumu geliştirmek değiştirmek istiyorsanız örgütlü bir biçimde çalışmanız lazımdır. Yani bir örgütte bir parti içinde çalışmanız lazımdır. Ve 1942 yılından itibaren elimden geldiğince örgütlü bir şekilde Türkiye’nin sosyalizmi hedef alan bir yönde değişebilmesi gelişebilmesi için çalıştım.” [2]
Boran, 1939 yılında Türkiye’ye döndüğünde, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde çalışmaya başlar. Marksist bir aydın olarak Türkiye’de toplumsal yapı araştırmaları yapmaya başlamıştır. Yayınladığı “Sosyal Yapı Araştırmaları” kitabı, Marx’ın makro düzeydeki toplumlardaki evrimsel değişmeler tezini, mukayeseli olarak mikro ölçekte köylere uyguladığı bir araştırmadır ve bu anlamda Türkiye’deki sosyolojik araştırmalara öncülük etmiştir.
Yine o dönem Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif Başoğlu, Adnan Cemgil ile birlikte, Yurt ve Dünya ile Adımlar dergilerini çıkarmıştır. Ne var ki, Boran birlikte dergi çıkardığı ve düşünsel faaliyet yürüttüğü arkadaşlarından farklı olarak, aynı zamanda eyleme geçmek için ülkede bulunan Türkiye Komünist Partisi’ne 1942 yılında üye olmuş ve o dönem TKP’nin yan örgütlenmelerinden olan Ankara Yüksek Tahsil Gençleri Derneği’nin sorumluluğunu üstlenmiştir.
Boran, daha sonraları, 1962 yılında Öncü Gazetesi’nde yazdığı bir yazısında o dönem kurulmaya çalışılan Çalışanlar Partisi’nde değil de, bir aydının neden işçi sınıfı partisinde örgütlü olması gerektiğini şu sözlerle anlatacaktır:
“…ilerici akımların gerçek ve en güçlü temsilcisi ve savunucusu işçi sınıfıdır. Onun bu niteliği tarihseldir… İlerici Aydınların hele işçi sınıfı hareketlerinin ilk safhalarında işçiye yol göstermek, sorunları aydınlatmak ve anlatmak bakımından büyük ödevleri vardır ama bir işçi partisinin orta direği, itici motoru ve yön vericisi işçi sınıfıdır…” [3]
Boran, okumuş kişilerin, aydınların halka, işçi sınıfına borçlu olduğu bilinciyle siyasi mücadele içine girmiştir denilebilir.
Üniversitelerde sosyalist aydınlara uygulanan baskılar ve soruşturmalar sonunda Boran, 1948 yılında bulunduğu akademik kadronun kapatılmasıyla fiilen üniversiteden uzaklaştırılmıştır. Boran’ın böylece bilim insanı kimliği ile yapmış olduğu çalışmalar zorunlu şekilde sona ermiştir. Boran bundan sonra siyasi kimliğiyle ön planda olacaktır.
14 Temmuz 1950 tarihinde, Boran’ın başkanlığında Türkiye Barışsever Cemiyeti kurulmuş, kuruluşundan kısa bir süre sonra 25 Temmuz 1950’de ise, Adnan Menderes başbakanlığındaki Demokrat Parti hükümeti, Meclis kararı olmadan Kore’ye asker gönderme kararı almıştır. Barışseverler Cemiyeti, TBMM’ye bir dilekçe gönderip, Menderes hükümetinin Kore’ye Meclis kararı olmaksızın 4.500 asker göndermesinin yasa dışı olduğunu hatırlatmış ve sonra da İstanbul’da Kore’ye asker gönderilmemesine ilişkin bildiri dağıtımı yapmıştır. Akşamında, bildiri devlet radyosundan okunmuş ve sonrasında dernek üyeleri tutuklanmıştır. Barışseverlerin suçu, “Hükümetin aldığı kararı tenkit etmek, milli mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici beyanname kaleme almaktı.” Boran ve diğer üyeler, 3 yıl 9 ay hapse mahkum olmalarına rağmen askeri temyiz mahkemesinin kararı bozması ile 15 ay hüküm giymişlerdir.
Ne var ki, Boran dışarı çıktıktan kısa bir süre sonra bu sefer de 1951 TKP Tevkifatı başlamış, Boran bu dönemde tutuklanmıştır. Ancak Boran daha sonra serbest bırakılarak bu davada yargılanmamıştır. Serbest kalan Boran, 1960 yılına kadar daha sakin bir hayat sürmüş, 27 Mayıs sonrasında göreceli olarak daha ‘demokratik’ bir döneme geçilmesi ile birlikte, yazın hayatına geri dönmüştür. Yine bu dönemde, 13 Şubat 1961 tarihinde, 12 sendikacı tarafından Türkiye İşçi Partisi kurulmuştur. Partinin kuruluş gayesinin, sosyalist mücadele veya işçi sınıfının iktidar mücadelesi değil, o dönemin demokratik koşullarından yararlanarak mecliste işçi haklarına dair söz söyleyebilecek bir oluşum yaratmak olduğunu belirtmek gerekir.
Türkiye İşçi Partisi kurulduktan sonra, aydınlarla işçi sınıfını buluşturmak için aydınları partiye çağırmıştır. Bu süreçte Mehmet Ali Aybar’a başkanlık teklif edilmiş ve Aybar kabul ederek TİP’in başkanı olmuştur. Behice Boran da 1962 yılında partiye girerek çalışmalara başlamıştır. Parti kurulduğunda sosyalist bir çizgide olmasa da, daha sonra üye olan aydınlarla birlikte sosyalizmle tanışmıştır. Boran, sosyalist bir hattın partide güçlenmesi bakımından önemli bir rol oynamıştır.
Boran ve sosyalizme ilişkin yürüttüğü tartışmalar
Boran, 1. TİP’te marksist bir kuramcı olarak faaliyetlerini sürdürmüş, bilimsel sosyalizm ve sosyalist devrim tezleri üzerine çalışmış ve bunların yılmaz savunucu olmuştur. Ne var ki, tezlerinin ortaya çıkması ve geliştirilmesi belirli bir planda olmamış; o dönem ortaya çıkan akımlarla yapmış olduğu polemiklerle şekillenmiştir. Diğer bir deyişle, Boran’ın sosyalist devrim tezine ulaşana kadar tartışma yürüttüğü kişiler ya da dergi çevreleriyle kimi zaman bazı konularda aynı düşündüğü dönemler de olmuştur. Ancak zamanla bu akımlar ile Boran’ın tezleri arasındaki açı artmıştır. Dolayısıyla, Boran’ın eski yazılarına ya da görüşlerine dair yapılan eleştirilerin bu tarihsellik içinde ele alınması gerekmektedir. Boran’ın sosyalist mücadelede teorik düzlemde önemli bir figür haline getiren Türkiye’de sosyalizmin olgunlaşma döneminde yaptığı işte tam da bu katkılardır.
1) Yön Hareketi ve Parti içinde Fethi Naci ile yapılan tartışmalar
Boran’ın yaptığı bu tartışmalar esas olarak Yön Dergisi’nde çıkan Doğan Avcıoğlu, Cahit Tanyol ve Şevket Süreyya Aydemir yazılarına Vatan Gazetesi’ndeki yazılarında verdiği cevaplarla gerçekleşmiştir. Yön Hareketi’nin tezi, Türkiye’nin kendine özgü durumu sebebiyle sınıfların oluşmadığı bu sebeple de bir sınıf savaşımı bulunmadığıdır. Buna göre Türkiye sosyalizme, ülkeyi ileriye götürmek isteyen “zinde güçler” ile ulaşabilecektir. Yani kast edilen Nasır tipi bir sosyalizmdir. Hareket bu tezi, tarihe bağlamaya çalışmış ve Türkiye’de cumhuriyet döneminde klasik kapitalizme uygun sınıfların oluşmaması iddiasını, Osmanlı’da klasik feodaliteye uygun sınıfların olmamasına bağlamıştır.[4]
Boran, bu tezlere karşı batıdaki gibi güçlü bir burjuvazi değil ama batılı anlamında bir burjuvazinin var ve gelişmekte olduğunu savunmuştur. Ona göre, Türkiye’de feodal sistemin kalıntıları var olmakla birlikte, kapitalist üretim ilişkileri belirleyici durumdadır ve Cumhuriyet dönemi ile birlikte kapitalist sistem gelişmeye devam etmektedir. Bu doğrultuda özel mülkiyet de bütün ayrıntılarıyla kurumsallaşmaktadır. [5] Boran bir yazısında bu tartışmaya ilişkin, Türkiye’de kapitalizmin batıdaki gibi gelişmemiş olmasının sınıfların olmadığı veya önemsiz olduğu anlamına gelmeyeceğini, bir toplumda sınıfların öneminin ve aralarındaki münasebetlerin başka toplumlara kıyasla değil, öncelikle birbirlerine kıyasla değerlendirilebileceğini savunmuştur. Bu bakımdan, Türkiye’de işçi sınıfının sosyalist mücadele açısından diğer toplumsal sınıflara göre öncü olduğunu belirterek Türkiye İşçi Partisi’nin kurulmasını da buna örnek göstermiştir.[6]
Fethi Naci de TİP içinde işçi sınıfı mücadelesini daha geriye çekmek gerektiğini düşünen ve bunun yerine asker sivil aydın zümre ve milli burjuvaziye ayrımcılık tanıyan programatik bir fikre sahiptir. Fethi Naci’nin bu yöndeki görüşü TİP için önemlidir, çünkü parti programının yazımını yapan grubun başına Fethi Naci getirilmiş, aynı zamanda Aybar o dönemki parti yayını Sosyal Adalet’i de Naci’nin yönetimine vermiştir. Dolayısıyla Boran, Fethi Naci ile ısrarlı bir tartışmaya girmiş ve parti hattının kaymasını önlemiştir.
2) Aybar’la girilen mücadele
Aybar, Türkiye İşçi Partisi’ni kitlelerle buluşturan ve partinin güvenilen başkanı olarak kabul edilmekteydi. Partililer, “Aybar babamız, Boran anamız, (Sadun) Aren hocamız” demekte ve bu üç kişiye büyük itibar etmekteydi.
Ne var ki, Aybar yabancı dilinin olması sebebiyle takip ettiği Batı marksizminin etkisinde kalmış, buradaki tezleri birbirine ekleyerek bir sonuca varmaya çalışmıştır. “Alt yapı, üst yapıyı belirler” tezinin geçersiz olduğuna ikna olmuş ve kültürel çalışmaları daha da önemsemeye başlamıştır. Bu çalışmalar Aybar’ı siyasi stratejinin Türkiye’de yaşayan halkın kültürel duyarlılıklarına göre şekillenmesi gerektiğine kadar götürmüştür. Bununla birlikte, Aybar zaman geçtikçe anti-Sovyetik duruşu ve söylemlerini daha yüksek sesle ifade etmeye başlamıştır.
Aybar’a tepkiler ilk olarak Parti’nin alt kadrolarından gelmeye başlamış, Boran ise, yıllardan beri birlikte çalıştığı ve mücadele ettiği Aybar’ın karşısında çok daha geç yerini almış ve Emek Dergisi çevresinde şekillenen bu muhalefetin, Aren ile birlikte sözcülüğünü yapmıştır.
Aybar ile yapılan tartışmanın temel noktalarından biri Aybar’ın “Türkiye Sosyalizmi” tezidir. Aybar’a göre, burjuvazi-işçi sınıfı çelişkisi bizde de olmasına karşın, işçi sınıfımız diğer işçi sınıflarından farklıdır. Bu sebeple, Türkiye’de sosyalizm farklı olacaktır. Aybar, “Marksizme fazla itibar etmeksizin sosyalizm kitabını bizler bu ülkede yazacağız” demiştir. Aybar kimi zaman aklındaki sosyalizme, “hürriyetçi sosyalizm”, “güleryüzlü sosyalizm” de demiştir. Oysaki bu tezler, Aybar’ın Marksizm’den kopuşunu göstermektedir. Aren-Boran etrafında somutlaşan muhalefet ise, ısrarla stratejinin sınıf çelişkisi temeli üzerine inşa edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Aybar, bu tezleriyle birlikte, TİP’in köylerden daha fazla oy alması sebebiyle Parti’yi köylere yerleştirme stratejisini önermiştir. Boran ise daha önce Yön Hareketi ile yapmış olduğu tartışmalarda da olduğu gibi, sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının öncü sınıf olmasının nedenlerini anlatmış, köylülüğün feodal geri bir üretim ilişkisinin sınıfı olmasının yanında bir ideolojisinin ve hareketinin olmaması sebebiyle neden öncü sınıf olmayacağını tartışmıştır. Bir diğeri ise, Aybar’ın parlamenter demokrasiye yaklaşımıdır. Aybar’a göre anayasaya sahip çıkan çevreler asla TİP’i kapattırmayacaklardır. Boran ise, Parti’nin kapatılabileceğini öngörür ve parlamenter mücadeleyi sınıfsal mücadelenin belirli bir uğrağında geçerli bir imkan ve ihtimal olarak ele alır.[7]
Aybar, 1968 yılında yapılan 2. Olağan Kongre’yi ve sonrasında gerçekleşen Olağanüstü Kongre’yi kazansa da Boran ve Aren’i ihraç edemez, sonunda ilk önce 1969 yılında genel başkanlıktan, 1971 yılında da parti üyeliğinden istifa eder. Aybar’dan sonra, o zaman Kürt illerinden üyelerin oluşturduğu, Doğu Grubu’nun önerdiği Mehmet Ali Aslan kısa süre başkanlık görevini üstlenir; Aslan’ın istifasından sonra ise Şaban Yıldız başkan olur. 4. Olağan Kongre’de ise Behice Boran başkanlığa seçilecek ve 12 Eylül’den sonra TİP-TKP birleşmesine kadar Boran’ın başkanlığı devam edecektir.
3) Milli Demokratik Devrim hareketiyle yapılan tartışmalar:
Sosyalist Devrim tezi
Boran’ın Yön Hareketi ile yaptığı tartışmalar parti dışında gerçekleşmişti. Oysa 1960’lı yılların ortalarında Mihri Belli’nin öncülüğünde geliştirilen Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini savunanlara karşı verilen mücadele parti içinde olmuştur. Özellikle 1965 yılında Meclis’e TİP’li 15 milletvekilinin girmesi sonrasında Belli’nin açtığı tartışmalar Parti’de yankı bulmaya başlamıştır.
***
Bu noktada, MDD – Sosyalist Devrim tezi tartışmasına girmeden önce Boran’ın parlamentoda yapılan çalışmalara ilişkin görüşlerine yer vermek için küçük bir parantez açmakta yarar var.
Boran, yukarıda belirtilen Aybar’la farklılaşmasının yanında, parlamentoda yapılacak mücadeleye önem vermiştir. Boran, parlamentoda yürütülecek siyaset ile sosyalizmin sesinin ülke genelinde yoğun bir biçimde duyurulabileceğini, ülke sorunlarına sosyalist bir açıdan yaklaşılarak, Meclis’in işçi ve emekçilerin hak ve özgürlüklerinin savunulduğu bir forum haline getirilebileceğini savunmuştur. Ancak gerçek bu olmamıştır. Meclis’teki gündemlere ve burada yapılacak muhalefete hapsolan Meclis Grubu ile parti arasındaki iletişim ve etki azalmıştır. Ayrıca daha sonraki seçimlerde alınan oy oranları değerlendirildiğinde, parlamentoda yapılan siyasetin Boran’ın belirttiği gibi bir etkisinin olmadığı görülecektir. [8] Başka bir deyişle, Boran’ın parlamentoda yürütülecek mücadeleden beklentileri pratik olarak gerçekleşmemiştir.
***
MDD – Sosyalist Devrim tezleri arasındaki tartışmalara geri dönersek, ilk olarak MDD tezleri ile Yön Hareketi’nin tezlerinin bazı noktalarda kesiştiğini söylemek gerekecektir. Örneğin; Yön’cüler ve MDD’ciler, Türkiye’nin önündeki devrimci adımın burjuva demokratik devrim olması gerektiği konusunda tam anlamıyla hemfikirdirler. Ancak Yön Hareketi, devrimi yapacak özneyi zinde güçler olarak tarif ederken, MDD’ciler devrime önderlik edecek grubu asker-sivil-aydın zümre olarak tespit etmektedir. MDD tezlerine göre, öncelikli olarak ülkede geri kalmışlığa neden olan ve milli bağımsızlığa engel olan dış güçlere ve onların yönlendirdiği iç güçlere karşı mücadele edilmelidir. Bu mücadeleyi yönlendirebilecek güçler ise, işçi sınıfı, köylüler vb. sosyalist devrimin dayanağı olan halk kitleleri geri kalmış olduğu için, onlar inisiyatifi ele alıncaya kadar, toplumun diğer ilerici kesimleri sayılan asker-sivil aydın zümre ve milli burjuvazidir.
MDD’de en fazla göze çarpan unsur kuşkusuz millilik vurgusudur. Bu vurgu, sosyalizmi Batı’dan gelen bir ideoloji olarak benimsemek yerine Türkiye’ye özgü hale getirmek gerektiği anlamını taşımaktadır. MDD’nin milliyetçilik vurgusunda bir “üçüncü dünyacı” eğilimler barındıran Çin deneyimi ve Mao’nun “milli demokratik devrimi” önemli yer tutmaktadır. MDD, Mao’nun “Yeni Demokrasi” isimli kitabında çerçevesini çizdiği, anti-emperyalist halk cephesinin önderliğinde, proletarya, köylüler, aydınlar ve burjuvaziye dayanan milli demokratik devrim fikrinden ve milli burjuvaziye yapılan atıflardan etkilenmiştir.
Boran ise, ısrarla Türkiye’deki temel üretim biçiminin kapitalist üretim olduğunu, bu anlamda işçi sınıfının var olduğunu ve bu sınıfın sosyalist devrim içim öncü sınıf olduğunu belirtmiş, bağımsızlık mücadelesinin Türkiye kapitalizmini karşıya almadan verilemeyeceğini savunmuş, Türkiye’nin önündeki adımın burjuva devriminin tamamlanması değil, sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi olduğunu iddia etmiştir.
Boran’ın bu konudaki tavizsiz duruşu ve Aybar’ın da Boran’ı desteklemesiyle 1966 yılında Malatya’da yapılan 2. Olağan Büyük Kongre’de, Parti Türkiye’de “hakim üretim biçimini kapitalizm” sayan ve Parti’nin izleyeceği yol olarak, “işçi sınıfı öncülüğünde sosyalist devrim”i öngören tezi kabul etmiş; Türkiye’yi “dışa bağımlı komprador burjuvazi ve toprak ağalığı egemenliğinde” azgelişmiş bir ülke sayan, Türkiye’nin önüne ise “milli demokratik” bir devrimi koyan muhalefetle yollarını ayırmıştır. Diğer bir deyişle, bu Kongre sonrasında MDD stratejisi tasfiye edilmiştir.
Ancak bu Kongre sonrasında da özellikle Aybar’ın başkanlığı bırakmasıyla ortaya çıkan dönemde, MDD’ciler sosyalist devrim tezlerini savunan Parti merkezine eleştirilerde bulunmaya devam etmiştir. TİP’in 29-31 Kasım 1970 tarihlerinde yapılan 4. Büyük Kongre’si bu eleştirilerin tamamıyla sona ermesi bakımından önemlidir. Boran, Kongre’de yaptığı konuşmalarda bilimsel sosyalizmin ilkelerini tek tek anlatmış ve neden sosyalist devrim tezinin savunulduğunu bir kez daha göstermiştir.[9] Bu Kongre, Boran ve sosyalist devrim tezinin, gerek MDD’cilere gerek Perinçek ve Çayan öncülüğündeki gençlik örgütlerine gerekse Mehdi Zana, Kemal Burkay, Naci Kutlay’ın da içinde bulunduğu Doğu Grubu’nun söylemlerine karşı kazandığı zaferdir. Kongre’den başkan seçilerek çıkan Boran’ın deyişiyle, sosyalist devrim kumaşını dokuyacakları tezgah tamir olmuştur.
Bu Kongre sonrasında genel başkan olarak örgüte yayınladığı ilk mesaj önemlidir. Boran, bu mesajda Büyük Kongre’yi bir dönüm noktası olarak nitelendirmiş ve bundan sonra disiplinli bir parti oluşturmanın birinci görevleri olduğunun altını çizerek, parti örgütünün misyonunun bilimsel sosyalizmi işçi sınıfına özümseterek onun demokratik mücadelesini sosyalist mücadeleye dönüştürmek ve işçi sınıfını öncü politik bir güç haline getirmek olduğunu belirtmiştir. Yine bu metinde dikkat çeken noktalardan biri de Parti’nin NATO’dan ve Ortak Pazar’dan çıkılması için mücadele edeceğini, Kürt halkına ve Alevi yurttaşlara uygulanan ayrımcı muamelelere, baskı ve şiddet politikalarına karşı çıkılacağını ve bu kitlelerin demokratik hak ve özgürlükleri ile eşitlik isteklerini destekleyeceğini vurgulamasıdır.[10] (*).
Boran’ın 65-70 yılları arasında MDD tezleriyle yapmış olduğu tartışmalar günümüzde hâlâ önemini taşımaktadır. O dönemdeki MDD tezlerinin ilkelliğini barındırmıyor olsa da, Türkiye sol hareketinde bunun hâlâ farklı biçimleri görülmekte, bu biçimler sosyalist devrim tezini savunduğunu iddia eden kimi grupların politikalarında da kendini göstermektedir. Bu anlamda, o dönem yapılan tartışmalar tekrar hatırlanmalı ve okunmalıdır.
12 Mart ve sonrası…
Boran’ın başkan olmasından çok kısa bir süre sonra 12 Mart 1971 muhtırası gerçekleşmiş, Temmuz 1971’de Türkiye İşçi Partisi kapatılmış, Boran ve diğer yönetim kurulu üyeleri tutuklanmıştır. Boran, Aren’in aksine duruşmalarda siyasi savunmalar yapmış ve bu farklı duruş Boran ile Aren’in arasını açmıştır. Boran’a göre daha fazla ceza alınsa bile, doğru olan siyasi olarak haklılığın ortaya çıkarılması ve bu muamelelere asla boyun eğilinmemesidir. Yaptığı savunmalarda, adeta mahkeme heyetine ders verir gibi savunma yaptığı söylenmektedir.
Boran 1974 yılında cezaevinden çıkar. Boran cezaevindeyken, TSİP kurulmuştur. Ayrıca 1973 yılında Türkiye Komünist Partisi Atılım’a geçmiş, Türkiye’de legal çalışmalarına başlamış ve özellikle sendikalarda gücünü arttırmıştır. Buna rağmen, bu hareketlerin TİP’in bıraktığı boşluğu yeterince dolduramadığı, sosyalist devrim tezine karşı olan alternatif hareketlerin ise 12 Mart ile yanlışlığının kanıtlandığı ve bu sebeple de sosyalist devrim tezini savunan kesime daha fazla alan açıldığı gerekçeleriyle Türkiye İşçi Partisi’nin tekrar kurulması ve Boran’ın da başkan olması gerektiği konusundaki ısrarlar karşısında, 1975 yılında 2. TİP’in kurulmasında başkan olarak yerini almıştır. Ne var ki, 2. TİP Ortodoks marksist bir program ve Sovyetik bir hat çizmiş olsa da diğer sosyalist örgütlere göre daha güçsüz bir pozisyonda kalmış ve Parti’nin kitlelerle, işçi sınıfıyla buluşması sağlanamamıştır.
Boran, 1980 darbesi sonrasında Parti’nin ayakta kalması ve örgütlenmesine devam edilmesi düşüncesiyle, Parti Genel Yönetim Kurulu kararı doğrultusunda yurtdışına çıkmış ve 10 Ekim 1987 tarihinde ölene kadar orada yaşamını sürdürmüştür. Boran, yurtdışında bulunduğu süre boyunca TKP’nin o dönemki başkanı Nabi Yağcı ile bu iki partinin birleşmesi için görüşmeler yapmıştır. Ölümünden iki gün önce de bu iki partinin birleşmesini ve Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin kurulmasını deklare ettiği basın açıklamasına katılmıştır. TBKP, ileriki dönemde komünist ve sosyalist hareketin likidasyonu olarak kabul edilmiştir.
Son söz yerine…
Boran’a dair yapılacak birçok eleştirinin karşısında, Boran’ın Türkiye sosyalist mücadelesine katkılarının çok daha önemli olduğu gerçektir.
Boran, aydın olmanın sorumluluğunun bilincinde Türkiye’nin aydınlık geleceği için örgütlü bir şekilde son nefesine kadar mücadele etmiştir. Onu anlatanların deyişiyle, Boran, sosyalizmin “fakir fukaraya acımak, adaletsizliğe isyan etmek olmadığını, kapitalizmin ciddi bir eleştirisi olarak ortaya çıkan düşünce sistematiği ve tahlili olduğunu” anlatmıştır. Türkiye’de marksist çevirilerin neredeyse yok denilecek kadar az olduğu bir dönemde, inat ve ısrarla yaptığı siyasi tartışmalarla görüşlerini geliştirerek, sosyalizm mücadelesine bilimsel temel kazandırılmasına öncülük etmiştir.
Bunun yanında Behice Boran, sosyalizmi bir entelektüel uğraş olarak görmemiş, partili mücadele içinde olmuş ve yaptığı konuşmalarla sınıfa seslenmeyi bilmiştir.
Boran, sosyalizm mücadelesinde kararlı ve tavizsiz olmanın gerekliliğini hep savunmuştur. Ona göre; “Ödünü seçmek siyasi mücadelede yanlıştır. Fizik yasalarına göre, eğik bir düzeyde yürümeyi seçmek, irade dışı hızlı bir ritme girmektir. Koşmaya başlar insan, sonra da tepetaklak düşer. İdeolojik ve politik mücadelede öyle bir yüzeyi seçmemek lazımdır. Ödünün sonu yoktur.”[11] Kendisi de hep bu şekilde yaşamış ve bu uzun soluklu mücadeleyi bu kararlılıkla sürdürmüştür. Bunun yanında Boran, sosyalizm mücadelesine inanmış biri olarak, bu mücadeleye ihanet ettiğini düşündüğü kişilere karşı öfkesini hep korumuştur. Yalçın Küçük’ün deyişiyle, bu anlamda Boran’ın arkadaşlığının diyalektiği yoktur.
Son olarak, Boran’ın dönemin erkek dünyasında bir kadın olarak verdiği sosyalist mücadele gözden kaçırılmamalıdır. Boran, erkek rolü oynamadan Ortodoks Marksist bir kadın olarak Türkiye İşçi Partisi’nin ve Türkiye’de sosyalizmin öncülerinden olmuştur. Boran’ın kararlı mücadelesi ve yaptığı ideolojik tartışmalar, Türkiye’nin güncel sosyalizm mücadelesine hâlâ ışık tutmaktadır.
[separator type=”thin”]
[1] Bayındır, G. (2009). Akıntıya Karşı Behice Boran. 2.Baskı. İstanbul. Yazılama. s.23
[2] Akıntıya Karşı Behice Boran Belgeseli (kendi sesinden anlatım).
[3] Boran, B. (1962). Neden İşçi Partisi?. Yayına hazırlayan: N.Sargın. Behice Boran Yazılar Konuşmalar Söyleşiler Savunmalar (Behice Boran Yazılar). (2010). (3 Cilt). İstanbul. Sosyal Tarih Yayınları. cilt:1. s.453
[4] Bayındır. s.28-29; Aren, S. (2006). Puslu Camın Ardından. İstanbul. İmge Yayınevi. s.111
[5] Boran, B. (1962). Behice Boran Yazılar “Türkiye’de Burjuvazi Yok Mu?”. cilt:1. s.462-466.
[6] A.g.y. içinde “Meseleleri Apaçık Koymak Gerek”. cilt:1. s.472-477. Yine konuya ilişkin bkz. “Metod Açısından Feodalite ve Mülkiyet I–II”. A.g.y. cilt:1. s.508-515.
[7] Tartışmalara ilişkin bkz. Boran, B. Behice Boran Yazıları. içinde “TİP Olağanüstü Kongre Konuşması”. (Aralık 1968). cilt.1. s.701-716; Aren. s.135-148; Bayındır. s.32-35.
[8] Dinler, A.H. (1989). TİP Tarihinden Kesitler Gelenek Dergisi. sayı:2. s.25.
[9] Boran, B. “4. Büyük Kongre Konuşmaları”. A.g.y. c.II. s.832-849.
[10] Boran, B. “Dördüncü Büyük Kongre: Bir Dönüm Noktası”. (1970). A.g.y. c.II. s.850-852.
(*) Behice Boran’ın Kürt sorununa ilişkin görüşleri için 1978 yılında yapmış olduğu konuşmaya bkz.
“… Son yıllarda bu tartışmalarda dikkati çeken bir nokta, (Türkiye’nin) doğu bölgesinin sömürge olup olmadığı sorununun ortaya atılmış ve bazı çevrelerce de kabul görmüş olmasıdır.
İlk bakışta (Türkiye’nin) Doğu(su)nun sömürge olup olmadığı bilimsel bir sorun gibi görünür.
Oysa sorunu ortaya atanların maksadı bilimsel bir araştırma ve tespit yapmak değildir; maksat politiktir.
(Türkiye’nin) Doğu(su)nun sömürge olması iddiasının ardında Kürt sorununa Türkiye’nin bütününün sorunlarından ayrı, kendi başına çözüm bulunabileceği ve bulunması gerektiği görüşü vardır; bu görüşe gerekçe ve dayanak olarak sömürge savı ileri sürülmektedir.
Ben burada bu sömürge tartışmasına girmeyeceğim, yalnızca sömürge olmadığı konusunda görüşümüzün kesin olduğunu belirtmekle yetineceğim.
Sömürülüyor olmak başka şeydir, sömürge olmak başka şeydir. Asıl üzerinde durmak istediğim konu, (Kürt) sorununun Türkiye’nin bütününden koparılmak istenmesi ve kendi başına, ayrı çözüm yollarının aranması çabalarıdır.
(Kürt) sorunu Türkiye sorunundan koparılamaz ve kendi başına, ayrı çözüme kavuşturulamaz. Türkiye’nin Doğusu, Batısıyla ve parçalar halinde değil, bir bütün olarak, emperyalizme bağımlı geri bir kapitalist ülkedir. Bir bütün olarak emperyalizmin ekonomik sömürüsü, politik, askeri ve kültürel nüfuz ve baskısı altındadır. Temel olgu budur ve sorun bu çelişkinin giderilmesi, bağımlı, geri kapitalist durumdan çıkılmasıdır.
Türkiye’nin tüm sorunları- Kürt sorunu dahil – bu temel olgu ışığında ve çerçeve içinde doğru değerlendirilip doğru teşhis edilebilir ve geçerli çözüm yolları saptanabilir.
Emperyalizme bağımlılığı bir yana bırakıp Türkiye’nin kendi içinde ikincil sömürü kademeleri saptayarak bunları temel olgu ve çerçeveden kopuk, kendi başlarına ele almak ve çözüm aramak çıkar yol değildir.
Kürt sorunu bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm doğrultusunda örgütlü birleşik mücadele verilmesiyle ve sosyalizm çerçevesinde her yönüyle çözüme kavuşacaktır.
Yerel çelişkiler, Türkiye’nin bütününün emperyalizmle olan çelişkisinin iç sınıfsal temel çelişkiyle birlikte çözülmesi sonucu, çözülme olanaklarına kavuşacaktır.
Sermayeyle emek arasındaki temel çelişki çözülmeden ve çözülme yolu açılmadan sömürü ve ona ilişkin baskı ve şiddet ortadan kalkmaz veya kalkma yoluna girmez.
Sosyalizmin gerçekleşmesini veya o yönde gelişmelerin olmasını beklemek uzun iş demek bir fayda vermez. Doğada olduğu gibi toplumda da nesnel gelişme yasaları vardır. İradi hareketler, müdahaleler isabetli ise bu nesnel gelişmeleri hızlandırır, değilse aksatır, ama sürecin temel seyrini değiştiremez. İrademiz dışındaki zorunlukları kabul ve ona göre hareket tarzımızı düzenleme durumundayızdır. Bu açıdan, uzun yol, kestirme yol diye bir ayrım geçerli değildir. Çıkar yol, geçit veren yol, ya da çıkmaz yol, geçit vermez yol vardır. Çıkar yol, hedefe götüren yol aynı zamanda mümkün olan en kısa yoldur. Kısa, kestirme yol yoktur ama kestirmeden gideceğim diye maceracı yollara sapma tehlikesi vardır. Bu tür sapmaların cezasını acı sonuçlarını bütün hareket çeker, kurtarmak için yola çıktıkları kitlelerin kendisi çeker.”
[11] Bayındır. s39.