Türkiye sosyalist hareketinin yakın geleceğine ilişkin tahminlerde bulunup kimi beklentileri dile getirirken üzerinde durulması gereken noktalardan biri, geçmişte sıkça kullanılan “patlama” kavramıdır.
“Patlama” denildiğinde akla iki nokta geliyor. Bunlardan ilki sol hareketin bir bütün olarak yeni bir yükselme ve kitleselleşme sürecini yakın gelecekte yaşayıp yaşamayacağına ilişkindir. Bu ilk nokta önümüzdeki sorunun en genel çerçevesini çizmektedir. Daha özel düzeydeki ikinci nokta ise, eğer olursa, böyle bir yükselişte herhangi bir yapılanmanın belirgin damgasının görülüp görülmeyeceğine ilişkindir. Özetle sosyalist hareketin yakın geleceğinde bu genel tanımlamalar doğrultusunda neler yaşanabilir, neler yaşanamaz?
Soru budur.
Geçmişten örnekler
Bu alanlarda kesin konuşmak oldukça güçtür. Ancak, geçmişteki örnekleri ve yaşanan deneyimleri ölçüt alarak belirli çıkarsamalara gitmek mümkündür. Gene de bu tür çıkarsamalarla Türkiye sosyalist hareketinin yakın geleceğine ilişkin ancak çok genel ve kesin olmayan bir çerçevenin çizilebileceği unutulmamalıdır. Bundan ötesi henüz tam şekillenemeyen güncel olgulara yakın dönemin önceden tahmin edilemeyecek yeni gelişmelerine bağlıdır.
Türkiye sosyalist hareketinin yakın geçmişinde iki önemli ve belirgin yükseliş görülüyor: Birincisi 1961-1971 ikincisi ise 12 Mart’ tan çıkış dönemi. Her iki yükselişte belirli siyasal “çizgi”lerin nesnel bir sürece damgalarını vurdukları, bu anlamda kısa ya da uzun süren “patlama”lar yaşadıkları da biliniyor. Örneğin 1961-1971 yükselişi sonuçta bir MDD patlaması ile doruğuna erişmiştir. 12 Mart’tan çıkışta ise bir önceki dönemin THKP-C mirası ile “utkan gelenek” ve DİSK imajları en etkili patlama unsurları olmuşlardır.
Bu iki yükselişe ve içerdikleri “patlama”lara bakıldığında uluslararası koşullardaki elverişliliğin oldukça önemli bir rol oynadığı görülür. Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’daki keskin anti-emperyalist mücadelelerin Çin çizgisinin etkilediği bir dünyada Türkiye solunun da bir MDD patlaması yaşaması çok doğaldı. 70’lerde ise Avrupa’daki faşist rejimlerin bir bir çöküşü, kitle hareketinin yükselmesi ve geleneksel işçi sınıfı partilerinin başarıları, Türkiye’de DİSK ve “utkan gelenek” imajları ile takviyeli MDD patlamasının yaşanmasına katkıda bulunmuştur.
Şöyle bir soru düşünülebilir: Bu genel ve doğal etkilenmelerin ötesinde Türkiye solunun hangi tipte patlamaları yaşamaya eğilimli olduğunu belirleyen ülkeye ve sola özgü veriler yok mudur? Geçmişteki örneklere bir de bu gözle yeniden bakıldığında olduğu görülüyor. Türkiye solu yükseliş dönemlerinde güce, güç sergilenimine ve pratikçi çözümlere aşırı duyarlı bu tür kozlara karşı aşırı kabullenicidir. Ancak dikkat edilmesi gerekir ki, bu duyarlılık ve kabul ögeleri sol hareketteki genel yükselişi kendi başlarına yaratmamakta hemen hemen hep başkalarınca harekete geçirilen (1961-1971 döneminde TİP 73 sonrasında ise Ecevit dalgası) süreçleri doğal ortam seçip orada güçlenmektedir.
Yukarıdaki gözlemlere bir ekleme daha yapılabilir. Türkiye solunda genel Bir yükselme dönemi veri alındığında bu yükselişi kendi “patlama”sı biçiminde kullanabilen oluşumun, ayrıca teorik bütünselliğe, ideolojik doluluğa ve tarihsel tutarlılığa sahip olması pek gerekmiyor. Türkiye solu bu özellikleri pek önemsemiyor. 1975-80 arasında MDD’yi haykıranlardan kaçınan TKP Programı’nı ciddi ciddi okuduklarını, ülkenin dört bir yanında mücadele eden gençlerin “üçüncü bunalım dönemi” dendiğinde ne anladıklarını şöyle bir düşünmek yeterlidir.
Dış ve İç Koşullar
1988 yılı başlarının Türkiye’si açısından tüm bu söylenenler dikkate alındığında ulaşılabilecek sonuçlar nelerdir?
Öncelikle hangi sonuçlara “ulaşılamayacağı” konusunda netlik gerekiyor. Günümüzde uluslararası planda kurtuluş mücadelelerinin yükselmesi ya da Avrupa’daki ileri adımlarla belirlenen bir ortamda yaşanmadığı açıktır. Gene de belirli bir ülkedeki sol yükselişin ancak ve ancak bu tür global ölçekli elverişliliklere dayanabileceğini düşünmek de, en azından hiç “bilimsel” değildir. Gelinen bu noktada ulaşılabilecek sonuç en çok şu olabilir: Türkiye solunun yakın gelecekte bir yükseliş dönemi yaşayıp yaşayamayacağı tartışmasında gözönüne alınması gereken ilk veri uluslararası ölçekte uyarıcı ve canlandırıcı önemli bir katkının yokluğudur. Uzun dönemde dünya için taşıdıkları çok büyük öneme karşılık örneğin Glasnost ve nükleer silahsızlanma alanında atılan adımların bu bağlamda katkıları, oldukça sınırlıdır.
Oysa ülkenin “içinden” gelen, özde o ülkeden kaynaklanan bir sol yükseliş de en azından teorik olarak mümkündür. Bu tür “özel” yükseliş dönemleri, uluslararası koşulların elverişsizliğinde bile yaşanabiliyor yaşanıyor. Böyle bir yükseliş için, söz konusu ülkede çok güçlü sınıfsal dinamiklerin işlerlik kazanması, üstelik bu sınıfsal dinamiklerin uluslararası konjonktür tarafından kişiliksizleştirilemeyecek ölçüde diri, belirgin ve öznelliği içermiş olması gerekir.
Türkiye’ye bir de bu ölçütler açısından eğildiğimizde neler görüyoruz?
Söylenebilecek olanların en başında şu geliyor: Eşitsiz gelişimin ürünü zengin birikimleri içermesine karşın bugün Türkiye’de uluslararası koşullardan bağımsız olarak, sol harekete yeni bir yükselişi kendi başına ve kendi adına yaşatabilecek hiçbir siyasal öznellik yoktur. Türkiye sosyalist hareketine sağlıklı bakabilmek için, önce bunun kabul edilmesi gerekmektedir.
Bu saptamanın hemen ardından ve ona karşın, hiç unutulmaması gereken bir başka nokta daha vardır. Sorunlara teorik olarak bakıldığında belirli bir ülkedeki sol yükseliş için uluslararası konjonktür nasıl vazgeçilmez bir koşul değilse, aynı yükseliş için bir siyasal öznelliğin a priori varlığı da aynı şekilde olmazsa olmaz bir koşul değildir. Eğer burada yalnızca geniş anlamda bir “sol yükseliş”ten söz ediliyorsa yerel planda başka oluşumlar da bunun için elverişli bir nesnel zemin yaratabilir. Bu nedenle baştan bu yana anlatılanlar kesinlikle bir umutsuzluk kaynağı ya da uzun vadeli bir “darlık senedi” olarak görülmemelidir.
Siyasallığın Önemi
Uluslararası konjonktürün elverişliliğini varsaymadan belirli bir siyasal öznelliğin itici gücü olmadan gene de bir yükseliş olasılığının altını çizmek…
“Olacaktır” demek mümkün değildir. Burada yalnızca teorik bir olasılığın altını çiziyoruz; aynı olasılığı gerçeklik haline getirebilecek oluşumların tanımını yapmıyoruz, yapamıyoruz. O halde salt “olasılık” düzeyindeki böyle bir perspektifin güncel anlamı nedir? Aynı perspektifin ışık tuttuğu günlük somut ve pratik sonuçlar nelerdir?
Bu noktada, iki genel sonuç çıkartmak mümkündür. Türkiye sosyalist hareketindeki öznellikler olası bir yükseliş döneminin koşullarına en iyi uyum sağlayabilecek mekanizmaları bugünden başlayarak oluşturmak durumundadırlar. Bu birinci genel sonuç oluyor. Genel olarak sosyalist teori açısından bakıldığında bu basit bir sonuçtur; çünkü sözü edilen her durumda yapılması gerekendir. Bir başka deyişle yapılması gereken geri tepmesi olmayan bir silahtır. Çünkü yükseliş dönemine en iyi uyum sağlayabilen mekanizmalar sosyalist hareket söz konusu olduğunda aynı zamanda böyle bir yükselişin gerçekleşmemesi halinde de gerekli ve yararlı olan mekanizmalardır.
İkinci genel sonuç ve ona ilişkin görev şöyle anlatılabilir: Türkiye sosyalist hareketindeki öznellikler kendi sosyalist gündemleri ile Türkiye solunun bugünkü genel gündemi arasındaki dengeyi en iyi biçimde kurmak zorundadırlar. Burada kesinlikle “denge”nin tam ortada kurulmasından belirli bir öznelliğin kendi gündemini solun genel gündeminden hiç kopmadan belirlemesi gereğinden vb. söz etmiyoruz. Tam tersine sosyalist hareketteki öznellikler kendi gündemlerini belirlerken bir bütün olarak solun bugünkü gündeminden özellikle belirli alanlarda mutlaka kopmak zorundadırlar. Bu öneri teorik olarak risklidir. Silah ilkinde olduğu gibi geri tepmesiz sayılmayabilir. Elbette bir bütün olarak solun bugünkü gündeminin, Türkiye sosyalist hareketinin geleceğini de belirleyeceği varsayımıyla…
Böyle bir varsayımı kesinlikle geçersiz buluyoruz.
Türkiye sosyalist hareketindeki öznelliklerin kendi gündemlerini çubuğu siyasallıktan yana bükerek belirlemelerinin doğru olduğuna inanıyoruz.
Türkiye’de sosyalist kadroların önemli bir bölümü en önemli güncel sorun olarak darlığı dışa açılamamayı sayısız insanın güncel sorunlarını oluşturan konularla sosyalizmin yeterince içselleştirilememesini görüyor. Ortada ciddi bir sorun olduğunu görmemek mümkün değildir. Ancak çözüm konusunda farklı düşündüğümüzü hemen belirtmeliyiz.
Türkiye’de bugün sosyalist hareketin ve kadroların en önemli ayakbağı ülkede ve kitlelerde yerleştirilmiş olan depolitizasyondur. Türkiye sosyalist hareketinin kadroları da tıkıldıkları darboğazı doğrudan doğruya sınıfsal ve politik bir öz taşımayan ancak geniş yığınları doğrudan ilgilendirdiği sanılan konulara girerek aşacaklarını sanmaktadırlar. Depolitizasyonun almaşığının bu olduğuna inanıyorlar.
Sosyalist kadroların içine girerek tecrit çemberini aşacaklarına depolitizasyonu kıracaklarına inandıkları alanlar ve sorunların bu alanlardaki konuluş biçimi tamtamına ve doğrudan doğruya depolitizasyonun bizatihi kendisidir.
Bugünün Türkiyesi’nde belirli bir süre “dar” kalmak pahasına da olsa çubuğun bükülmesi gereken yer siyasal diriliğin siyasal perspektiflerin siyasal hareketliliğin ve siyasal örgütlülüğün vurgulandığı yerdir. Doğal bir “toplumsal” ve “kitlesel” katılım bulacağına inanılan hatta ve hatta sosyalist hareketteki “fosilleşmiş” örgüt ve mücadele anlayışlarının da ancak sayelerinde aşılabileceği varsayılan buna karşılık siyasal örgütlenme-siyasal iktidar perspektiflerinin dışında kalan alanlarda hareketlenme aranışları 12 Eylül depolitizasyonunun “solcu” versiyonudur. En açığını söylemek ve en somut örneğini vermek gerekirse bildiğimiz ANAP ile eski Dev-Yol’cu yeni “Yeni Solcu” kimilerinin Türkiye için öngördükleri “siyaset” modeli depolitizasyona hizmet açısından özde aynıdır.
Türkiye’nin sosyalist kadroları yukarıdaki türde tuzaklara düşmemek için “kendi dünyalarında yaşamayı” benimsemeli bunu bir zül kabul etmemelidir. Bu kimilerinin sosyalistlere yakıştırdığı daracık bir dünya değildir kuşkusuz. Bu Türkiye’deki sosyalist kadroların gelişen ve değişen koşullarda kuracakları bir dünyadır. Başkalarına elbette “dar” gelecektir ve bu hiç önemli değildir. Önemli olan bu dünyanın hakkını verebilmek eğitim örgütlenme ve mücadele anlayışları konusunda bu dünyada sağlıklı ve kalıcı ilkeler kurabilmektir.
Sosyalist hareketin kendi ilkelerini pekiştirmeden kısa ve uzun vadeli hedeflerini saptamadan kendi örgütlülüğünü sağlam temellere oturtamadan “çemberi” aşma ve “depolitizasyonu kırma” adına güçlerini her alana yayması doğrudan doğruya depolitizasyon tuzağının göbeğine düşülmesi demektir. Türkiye’nin bugünkü gündemi düşünüldüğünde unutulmaması gereken bir nokta da şudur: Barış mücadelesi ve demokrat görevler gibi sosyalist hareketin öteden beri gündeminde yer alan ve politik bağlantıları güçlü maddelerle bilimsel sosyalizmin özündeki politikliği kendi doğası gereği reddeden gene doğası gereği örgütlülüğün can düşmanı karakter taşıyan hareketlilikler aynı kefeye konamazlar.
Yeniden başa dönersek, tüm bunlardan söz etmemizin nedeni güçlü bir öznelliğe sahip bulunmadığına baştan değindiğimiz sosyalist hareketin güncel olarak hangi engellerle boğuşması gerektiğine ışık tutmaktı. Depolitizasyon bu engellerden başlıcasıdır.
Çünkü çok açık söylemek gerekirse, bugünün Türkiyesi’nde en önemli depolitizasyon silahlarından birini solun bizzat kendisi üretmektedir.
Şarj ve Deşarj
Az önce çizilen “kendi dünyasındaki sol” tablosunun tüm açıklamalara karşın kimilerine pesimist çağrışımlar yaptırdığı düşünülebilir. Böyle olmadığını ve böyle görülmemesi gerektiğini anlatmak istiyoruz.
Öncelikle, eldeki verilerin, geçmişle yapılan kıyaslamaların ve güncel değerlendirmelerin sol harekette kısa dönemde bir kitlesel yükseliş yaşanmayacağını gösterdiği söylenebilir. Bu durumda gene kısa dönemde sosyalist kadrolar zaten kendi içlerine daha çok bakmak durumundadırlar. En azından belirli bir dönem için kitlesellik beklentilerinin geri plana itilmesi, harekete sağlıklı bakışın önemli bir koşulunu oluşturuyor.
Sosyalist hareketin sorunlarına sağlıklı bakabilmenin bir başka koşulu da göreli olarak eski kadrolarla yeni kuşakların deyim yerindeyse “kan tahlilleri”nin doğru yapılabilmesidir. Böyle bir tahlil genel hatları ile şu görünümü vermektedir: Türkiye’de sosyalizmin eski ve yeni kuşakları biri şarj öteki deşarj gereksinimi duyan bu durumda en iyi birbirlerini bütünleyebilecek iki kesim oluşturmaktadır.
Türkiye sosyalist hareketinde önce, deneyimli ve mücadele azmini yitirmemiş ancak yorgun insanlar vardır. “Yorgun” tanımına uymak için mutlaka bir köşede oturup yalnızca görev verilmesini bekleyen insan olmak gerekmiyor. Sabahtan akşama koşuşturan ancak dünyasına hiçbir yeni saptamayı ya da adımı kazıyamayan 20 yıl öncekinin aynı kalan insanlar da yorgun insanlardır.
Bu insanların şarj edilmeleri gerekmektedir.
Türkiye sosyalist hareketinde sonra, mücadelede ve radikal çizgide kararlı, ancak genel bir yükseliş dönemi yaşanmadığı için kendilerini tam olarak gerçekleştiremeyen, ortaya atılmaya çekinen gençler vardır. Bu kesimi bekleyen tehlike, Türkiye’nin bugünkü koşullarında sorumsuz bir aktivizmin, salt aktivizm olduğu için itibar, daha kötüsü bir tür “dokunulmazlık” kazanmasıdır. Yükseliş dönemi yaşanmadığı için, sorumsuz aktivizme katılım fazla olmayacaktır. Ancak bu da mevcut potansiyel ciddi bir perspektife oturtulamadığı için bağırıp çağırmakla ya da en çok bağırıp çağıranları alkışlamakla gençliğini heba edecek hastalıklı tiplerin türemesine çanak tutabilecektir.
Bu insanların deşarj edilmeleri gerekmektedir.
Şarj gereği duyanlar için zaten çoğu açısından gündem dışı olan Perinçek partisi ile pek çoğu için gündemin başında yer alan TBKP’nin doyurucu bir kaynak olabileceğine inanmıyoruz.
Deşarj gereği duyanlar için ise sorumsuz aktivizmin ya da ucuz yoldan aktivizm şakşakçılığının, sağlıklı bir çıkış olabileceğine inanmıyoruz. Bu iki kesimin karşılıklı olarak birbirini en iyi biçimde bütünleyebileceği bir ortamın oluşturulabilmesi Türkiye sosyalist hareketine bugün yapılabilecek en önemli katkıdır. Başka türlü söylenirse, henüz bir yükseliş döneminden uzakta görünen, ancak 1960 öncesindekine benzer bir dar mahfilciliği de aşması gereken sol, bugün en çok bu tür bir ortama gereksinim duymaktadır.
Bu “ortam” için ilk planda akla gelen ad hiç kuşkusuz bir sol partidir.
Sol parti gerekliliğini hiç yitirmemiş, tersine artırmıştır. Ne var ki çeşitli gerekçelerden kaynaklanan gönülsüzlükler kuşkular ve nihayet Kutlu ile Sargın’ın Türkiye’ye dönüşleri ile daha çok tartışılan TBKP’nin yasallaşma çabaları sol parti gündemini farklı bir düzleme taşımıştır. Ancak bir sol parti şu ya da bu biçimde Türkiye sosyalist hareketinin bugün de gündemindedir. Çünkü bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketinde ve günümüzün konjonktüründe tek tek öznelliklerin sağlayacakları kazanım ve katkılara ek olarak hareketin bütününün kendini yeni bir platforma taşıyabilmesinin aracı sol partidir.
Ayrılık ve Birlik
Tam tamına bugünün koşullarında, yani sol parti gibi kucaklayıcı bir çerçevenin yokluğunda neler yapılabilir?
Gelenek‘in bundan önceki sayısının gündeminde Türkiye için genel olarak bir “alacakaranlık”tan söz edilmekteydi. Sosyalist hareket açısından bu alacakaranlığın, parti ile ya da partisiz, hemen bir öğle güneşi ortamına dönüşmesi mümkün değildir. Ortada az çok ortak bir yapılanma bulunmadığı sürece bu alacakaranlığı biraz daha açan ışıklar, sosyalist hareket içindeki çeşitli öznelliklerin kendi dinamikleriyle ulaştıkları düzeylerin sonucunda ortaya çıkacaktır. İdeolojik planda en homojen en oturmuş öznellikler doğal olarak bu ortamda en çok katkıyı sağlayan kaynaklar olacaklardır. Ama en çoğu “dağlarda tek tek yanan ateşler” gibi…
Türkiye’de sosyalist kadroların hedefi birlik olmalıdır; çeşitli birlikteliklerle sınanan ve süreç içinde hedeflenecek bir birlik. Gene de Türkiye sosyalist hareketinde ideolojik düzeyde netleşmesi gereken sorunlar varken sosyalist kadroların birbirinden çok da uzak olmasa bile ayrı ayrı yerlerde yoğunlaşmaları doğal karşılanmalıdır. Türkiye’de çoğu kez gözardı edilen bir gerçek vardır: Genel olarak sosyalist harekette her ciddi bölünme ya da sahip olunan her ayrı konum çoğu kişinin sandığı gibi basit sürtüşmelere ya da kariyer hesaplarına değil yakalanan çarpıcı teorik-pratik düzeylere denk düşer. Bu bakımdan gelişme-bölünme diyalektiği bir bakıma sosyalist hareketin doğal kaderidir de. 1920-60 arası Türkiye sol hareketinde çoğu kez ideolojik içerikten yoksun kişiselliklerin vb. ağır bastığı ayrılık ve bölünmelerin yaşanmış olması ayrışma ve bölünmeler konusunda kesinlikle genel bir ölçüt olamaz.
Ancak sözünü ettiğimiz türden temele dayalı farklılaşmaların, zamanla sağlıklı birliktelik ve birlikler için zemin oluşturduğu da unutulmamalıdır. Son olarak şu eklenebilir: Bilimsel sosyalist ideolojinin kendisine bütünüyle dışsal yabancı etkilerden kurtulmasında öznelliklerin kendi iç dinamikleri yeterli olabiliyor. Örneğin Türkiye sol hareketindeki pek çok öznellik Kemalizmden kendi ideolojik çerçevelerindeki iç dinamikler sonucunda ayrışabilmişlerdir. Bilimsel sosyalist çerçevenin içinde yer alan sosyalist kavramların şu ya da bu biçimde yorumlanışlarına dayanan ayrışmak ise ancak dışsal ve nesnel olgularla tüm ülkeyi etkileyen kapsamlı gelişmelerle aşılabiliyorlar.
Özne, kendine yabancı olandan ayrılırken, kendi dinamiğini yeterli buluyor.
Özne, kendine yabancı olmayanla birleşirken, dışsal dinamiklere gerek duyuyor.