Türkiye’nin özgün bir felsefi-teorik geleneğe sahip olmadığı bugüne dek çok söylendi. Görebildiğimiz kadarıyla, söylenenlere ciddi bir itiraz da yöneltilmedi. Buradan, felsefi-teorik geleneksizlik konusunda genel bir anlaşmaya ulaşıldığı sonucu çıkarılabilir. Öyle sanıyoruz ki benzer bir görüş birliğine, ülkemizin siyasal deneyim alanında aynı yoksulluğu yaşamadığı konusunda da varılabilir. Gerçekten Türkiye’de partili yaşam oldukça gerilere gidiyor. Tüm kısırlıklarına karşın, sol örgütlenme alanında yine gerilere giden bir gelenek var. Bunların yabana atılması mümkün olmasa gerek.
Kitlelerin siyasal yaşama her dönemde aktif biçimde katılmaması, kendi başına siyasal geleneksizliğe yol açmıyor kuşkusuz. Kitlelerin katılım eksikliği konusunda çok şey söylemek mümkün. Burada Aziz Nesin’in bir değinmesiyle yetiniyoruz: “Bizim insanlarımız mücadeleci insanları severler de mücadele etmesini pek o kadar sevmezler.” İnsanlarımız mücadele etmesini sevselerdi, siyasal yaşam büyük bir kitle katılımına tanık olurdu. Olmadı. Ama insanlarımızın mücadeleci insanları izlemeyi sevdikleri de bir gerçek. Dahası, Nesin’in dediği gibi, izlemenin ötesinde böyle mücadeleci insanların kendilerini de çok seviyorlar. Bu nedenle, belki bu sevgiye karşılık vermek üzere yüzyılı aşkın süredir mücadeleci insanlar, örgütçüler çıkıyor içimizden. Türkiye’de görülen, bu nedenle daha çok bir kadro pratiği, kadro etkinliği oluyor. Tarık Zafer Tunaya Türkiye’de Siyasal Partiler adlı çalışmasında, Osmanlı’da, Mülkiye Mektebi’ndeki iyi okul arkadaşlıklarının, siyasal örgütlenme için yeterli zemin sayıldığından söz ediyor. Böyle bir geleneğe sahip ülkede siyaset tükenmez, örgütçüler ölmez.
Siyasetin tükenmediği, örgütçülerin ölmediği topraktaysa, liderler doğar boyuna…
İki Tür Parti
Amacımız, ülkemizin siyasal örgütçülerine ve liderlerine kısaca eğilmek. Ancak bir noktayı hemen ve özellikle vurgulamak istiyoruz: Amacımız, şu ya da bu siyasal lideri, belirli liderlik ölçütleri açısından enine boyuna deşmek değil. Yalnızca, bazı verilerden, bu arada Türkiye’nin gelmiş geçmiş önemli siyasal liderlerinden hareketle belirli kavramlara ve tek tek bu kişileri aşan tipolojilere ulaşmak istiyoruz. Dolayısıyla, önümüzden Talat Paşa’dan Ecevit’e kadar çeşitli liderler geçse bile, söylenenler doğrudan doğruya bu liderlere ilişkin olmayacak. Onlar belki bize bir şeyler çağrıştıracaklar, bir soyut tipolojinin oluşturulmasına katkıda bulunacaklar.
Başta açıklığa kavuşturulması gereken bir ikinci nokta daha var: Verili düzenden yana örgütlenmelerle bu düzeni değiştirmeyi amaçlayan sol örgütlenmeler karşılaştırıldığında, liderlik ve örgütçülük anlayışı, partilerin niteliğine göre farklılık gösterir mi? Bir başka deyişle, düzenin partileriyle sosyalist partiler arasında, her ikisinin de siyaset yapmasına karşın, bir ayrım yine de var mıdır? Bu ayrım, ayrı bir örgütçülük ve liderlik anlayışına götürür mü?
Geçmişte, zaman zaman dile getirdiği doğruların çok ötesinde yanlışlar yapan bir devrimci, arada ciddi bir ayrım olduğunu ileri sürüyor. Bu devrimciye göre, düzenin partileri kelimenin yalnızca dar anlamında politiktirler; buna karşılık sosyalist örgütler, kelimenin felsefi anlamında da politik bir nitelik taşırlar…
Bu önemli ayrımın uzantıları şöyle düşünülebilir: Birinci kesimdeki örgütlerin temel misyonunun koruyuculuk ve pekiştiricilikle sınırlı kalması, buna karşılık sosyalist örgütlenmelerin değiştirici ve dönüştürücü görevleri, siyaseti her ikisinde farklı içeriklere kavuşturur. Burjuva partilerin, her an, her koşulda “reel” olmaları, düzeni savunan farklı ideolojik renkleri belirli bir bütünlükte kaynaştırmaları gerekir. Buna karşılık sosyalist örgütlenmelerde, “ideolojik” ve “felsefi” de kalsa, güncel realiteden uzak da görünse, az çok belirgin bir görüş bütünlüğü, örgütlülüğün önkoşuludur. Kısacası, düzenin partilerinde ideolojileri eriten bir örgütsel bütünlük her zaman tercih edilir. Solda, tam tersine, örgütlülük ancak çok net bir ideolojiye dayanır.
Söylenenin, Türkiye’de bir süredir gündemde bulunan “sosyalist parti” tartışmalarında hemen somutlaştırılması mümkün. “Sosyalist” denmesine karşın, oluşturulması düşünülen partide örgütlülük ya da birliktelik, sürekli olarak ideolojinin önüne konuyor. Aybar-Perinçek modeli bu örgütlenmede, Aybar’ın eski görüşleri doğrultusunda, örgüt ile ideolojinin birbirinden kesinlikle ayrıldığı görülüyor. Bu Aybarcı zemin oluştuktan sonra, farklı ideolojiler, aynı zemin üzerinde ve aynı saçak altında yanyana yaşayacaklar. Düşünülen bu. Düşünülenin, ideoloji-örgüt kaynaşmasına ağırlık tanıyan klasik sosyalist örgütlenmeden büsbütün ayrı olduğu su götürmüyor.
Az önce söylenenler, düzen partileriyle sosyalist partiler arasındaki ayrımın bir ikinci uzantısına daha işaret ediyor. Kuşku yok: Niteliği ne olursa olsun, gerçek anlamda her siyasal örgütlenmenin hedefi, öncelikli olarak iktidardır. Siyasal iktidardır. Sağda olsun, solda olsun, siyasal iktidarı hedeflemeyen her tür partileşme “fuzuli”dir. Siyasal iktidarı hedeflemeyen örgütlenmelerin, siyasal parti değil, dernek, vakıf, vb. tür biçimler almaları gerekir. Ancak yine de, düzen partileriyle sosyalist partilerin siyasal iktidar perspektifleri arasında önemli bir ayrım olmalıdır. Bu ayrım, az önce olduğu gibi, bir kez daha “ideoloji”nin işlevinde yatar. Burjuva partilerinde, siyasal iktidar hedefi (eğer parti iktidardaysa iktidarı koruma misyonu), ideolojik ayrıklık ve netlikten önce gelir. İktidar tutkusu, ideolojik tercihler üzerinde son sözü söyler. Sosyalist partilerdeyse, iktidar sorunu ideolojik yapılanmanın doğal bir ürünü, sonucu olarak gündeme gelir. İktidar hedefi, ideolojinin bizzat kendisi üzerinde, öze ilişkin bir değişiklik yaratmaz. Bu, sosyalist olan ve sosyalist kalabilen partilerin temel, ayırıcı özelliklerinden biridir.
Düzen partileri ile sosyalist partiler arasında, sözü edilen bu temel farklılıkların dışında, bu farklılıkları kuşkusuz her koşulda yok etmeyen bazı ortak yanlar da görülür. Tüm farklılıklara karşın, en azından bir momentte tüm partiler aynı hedefe (kitlelere ve iktidara) oynadıklarından, liderlik ve örgütçülük anlayışlarının çakıştığı pratikleri gözlemek de mümkündür.
Yazboz Çevreciliği
Türkiye’nin geçmiş liderlerini inceleyenler, Talat Paşa için genellikle “örgütsüz, sıfırdır” yargısına ulaşırlar. Bu, hiç kuşkusuz Talat Paşa’nın büsbütün küçümsenmesi anlamına gelmiyor. En başta, klasik “vatana millete hizmet” sözlerinin dışında, “iktidar sahibi olmayı büyük bir bireysel mutluluk” olarak gördüğü için, Talat Paşa’nın kimi yönlerden gelişkin bir tipi sergilediği söylenebilir. Ama yine de Talat Paşa’nın “örgütsüz, sıfır” olduğu yargısında doğruluk bulunabilir. Çünkü, örgütsüz de “artı olabilmek”, her gelişkin insana nasip olmuyor.
İttihatçı liderlerden Talat ve Cemal Paşaların, geçmişteki konumlarına karşın, belki de gerçekten “örgütsüz, sıfır” kaldıkları için Enver Paşa’dan ayrıldıkları görülüyor. Talat ve Cemal Paşaların, Ermeni kurşunlarına hedef olmayıp yurda dönebildikleri bir an varsayılırsa, Cumhuriyet Türkiye’sinde Mustafa Kemal ve çevresine biat etmeleri olasılığını düşünmek mümkün.
Ancak, aynı olasılığı Enver Paşa için düşünmek mümkün değil. İttihatçı kadroların silinip sindirildiği bir Türkiye’de Talat ve Cemal de “örgütsüz, sıfır” kalmayı içlerine sindirebilirlerdi. Ama Enver Paşa sindiremezdi. Çünkü Enver’in egosu, hırsı, tutkusu hep diri kaldı. Hep bir şeyler yapmaya çalıştı, bir şeylere “oynadı”, yeni “çevreler” buldu. Enver, hırs ve tutkularıyla yeniden işe başladığında, çevresinde önce Radek dahil III. Enternasyonal önderleri vardı. Enver’e güvenmediler ama, kovmadılar da. Böyle başlayan Enver’in sonu geldiğinde, “çevre”sinde yalnızca bir avuç yarı eşkiya Türkmen kalmıştı. Çevre aranışı Bolşeviklerle başladı, Orta Asya “basmacı”larıyla noktalandı. “Örgütsüz, sıfır” kalmayacak ölçüde tutkulu insanların, çevre bulduklarında, bu çevreyi sıfırlayabilecekleri, Enver Paşa örneğiyle görüldü.
Buradan, bir uzun sıçrayışla 1980’ler Türkiye’sine gelmek mümkün. 12 Eylül döneminin perde arkası siyasal öykülerini, dönemin yakın tanığı gazetecilerin yazdıklarından öğreniyoruz. Özellikle Hasan Cemal, Yalçın Doğan, Cüneyt Arcayürek gibi gazetecilerin kaleme aldıkları, Demirel ve Ecevit’in 12 Eylül performanslarından hareketle, belirli tipolojilerin çizilmesi açısından yararlı ipuçları koyuyor ortaya.
Bu çalışmalar, bir noktada kesin sayılabilecek yargılar getiriyor: Örgütüyle her an birlikte “realist” lider Demirel, bir de “romantik” Ecevit… Tabi Ecevit’in ozanlığı giriyor işin içine; bir de sürekli çevre “bitirip” yeni çevre kuran kendine özgü yazbozculuğu. Yazarlar, siyasi yakınlarının ağzından, özellikle 1974 Kıbrıs Harekatı’ndan sonra Ecevit’te güçlü bir “ben” duygusunun geliştiğini aktarıyorlar.
Böylece yakın tarihin siyasal pratiği Demirel ve Ecevit’in kişiliklerinde “gerçekçi lider – romantik lider” kavramlarının içini bir ölçüde doldurmuş oluyor. Biz, bu ipuçlarından kalkarak, kavramlara daha genel bir çerçevede eğilmeye çalışacağız. Başka deyişle, Demirel’den, Ecevit’ten değil, onları aşan soyutlukta siyasal tipolojilerden söz edeceğiz.
Siyasal Artık Üretimi
“Liderlik” ve “örgütçülük” konusuna yaklaşım sağlayabilmek için, Marksist ekonomi politiğin artı değer kavramını yardıma çağırabiliriz. İşçi, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlayıp emek gücünü ertesi gün yeniden seferber etmesine yetecek değeri, işgününün belirli bir bölümünde üretiyor. İşgününün geri kalan bölümünde ürettiği ise artık değer olarak kapitaliste gidiyor.
Yalnızca bir benzetme: Siyasette örgütçülük ve liderlik için, insanın diri ve etkin kalabilmesi gerekiyor. Siyasal lider, siyasal örgütçü, kendini ayakta tuttuktan başka, ürettiği politikayla, perspektiflerle, örgütlenme modelleriyle, yeni ama gerçekçi umutlarla, başkalarını ayakta tutar. Bu anlamda siyasal lider, siyasal artı değer üreten kişidir.
Somut liderlerden Ecevit’ten, Demirel’den, Talat ve Enver Paşalardan bağımsız, soyut tipoloji çizimini sürdürüyoruz: “Örgütsüz, sıfır” olan, adı üstünde, örgütsüz hiçbir siyasal artık üretemeyendir. Dahası, örgütsüz sıfır olanın, örgütle birlikte de siyasal artık üretebilmesi çok güçtür. Örgütsüz sıfır olan örgütçüler, en çok, başkalarının varlığı sayesinde değer üretebilen bir siyasal mekanizmanın disiplinli birer parçası olabilirler. Örgütsüz sıfır olanların alt kademeleri aparatçık, üst kademeleri de en çok parti bürokratı olurlar.
Örgütsüz konumda siyasal artık üretebilenler, potansiyel liderlerdir. Hep bilinen bir örnek: Mustafa Kemal, mütarekeden sonra, örgütsüz, ülkesinin geleceğine ilişkin perspektifler, modeller, politikalar ve umutlar üretmiştir. Bir potansiyel lider olarak Samsun’a doğru yola çıkmıştır. Daha sonra, ürettiği siyasal artıkla, küçümsenmeyecek bir çevreyi ayakta, diri ve umutlu tutabilmiştir. Bu anlamda Mustafa Kemal, ürettiği artığı realize ederek, potansiyel lider özelliğini fiili liderliğe dönüştürmüştür.
Ancak, siyasal artık üreten her potansiyel liderin salt bu nedenle fiili lider konumuna ulaşması beklenmemeli. Öyleleri vardır ki, örgütle de örgütsüz de, ürettikleri artığı büyük bir oburlukla kendileri tüketirler. Kendileri için tüketirler. Böyleleri için örgüt, siyasal iktidara yönelik kollektif bir yapı olmaktan çıkar, liderin değer üretimine ve tüketimine tarih önünde tanıklık etmek üzere seçilen insanlar topluluğuna dönüşür.
Somut verilerden türetilen bu soyut tipolojiyi zorlayan örnekler bulmak mümkün. Haksızlık etmek istemiyoruz: Ecevit, tam tamına “bu” değildir; ama 12 Eylül dönemindeki ve öncesindeki bazı davranışları, zaman zaman “bunu” çağrıştırmıştır. Sağda, kesinlikle özde değil ama biçimde, Turgut Sunalp’ın bazı çıkışları, bu romantik konumun karikatür düzeyinde bir kopyasını sunmuştur.
Solda, bu tipolojiyi zorlayan tipler geçmişte olmuştur, bugün de vardır.
65-70 dönemini yoğun biçimde yaşayan dönemin gençleri bugünün orta yaşlıları arasından, bu liderlik “anlayışını” zorlayanlar çıkmıştır. Düzenin koruyuculuğunu yapma konumundaki örgütlenmelerde daha hafif atlatılabilecek, hatta ortaya çıkması da gerekmeyebilecek bu anlayış, bugünkü koşullarda umut üretmek zorunda olan Türkiye solunda, yeni umutların tüketilmesiyle kuşkusuz daha büyük zararlar verebilecektir.
Rousseau, Rus Çarı ünlü Petro’yu değerlendirirken, Petro’nun liderlik anlayışının, çevresindeki zararlı etkilerini şöyle dile getiriyor: “İnsanlara olmadıklarını olmuşlar kanısını vererek, onları olabileceklerini olmaktan alıkoymak.” Yukarıda sözü edilen liderlik anlayışının, bu anlayış çevresinde toplananlar için taşıdığı en büyük tehlike bu olsa gerek.
“Kaya Gibi Adamlar”
Solun tarihine bakıldığında, pek çok alanda oldukça büyük yeteneklere sahip bazı insanların, siyasal hareket oluşturmada özellikle yetersiz kaldıkları görülüyor. Trotskiy, yeteneklerine, sezgilerine, hatipliğine karşın, hiçbir zaman iyi bir örgütçü olamadı. Bu nedenle, tüm yeteneklerine karşın, Trotskiy’nin partiden tasfiyesi göreli olarak kolay gerçekleştirildi. Ancak, bugün hakkında ne denirse densin, tarihin Trotskiy tipolojisine önemli ve yararlı bir misyon tanıdığı görülüyor: Hareket, kendi yolunu çizerken, bu arada kendi kopuşlarını gerçekleştirirken, Trotskiy tipolojisinin katalizörlük işlevinden yararlanıyor. Kuşkusuz bunu o bilinçle, faydacı bir anlamda yapmıyor. Objektif olarak böyle oluyor. Aynı, estetikte bazı doğruların Lukacs’ın varlığı ve ona yönelik eleştiriler sayesinde bulunabilmesi gibi…
Liderler ya da belirli bir liderlik anlayışı üzerine söylenenlerin, “çevre” tipolojisi çizmeden yerli yerine oturması mümkün değil. Bu kez söyleyeceklerimiz, liderleri çevreleyen sol insan birikimine ilişkin olacak. Kim bilir, belki de Türkiye solunda sakat liderlik anlayışlarının gelişmesine yol açan etmenlerden biri de, “sol çevre”nin yetersizlikleri, kısırlıklarıdır.
Türkiye’de ciddi sol örgütlenmelerin en büyük talihsizliği, gerçekte her örgütlenme için gerekli, hatta örgütlenmenin “olmazsa olmaz”ı bazı bileşkenlerin, bir süreç içinde örgütün bizzat kendisi olup çıkmasıdır. Süreç içinde örgütün bizzat kendisi konumuna gelen bu bileşkenler, “kaya gibi adamlar”la adları “örgütçü”ye çıkan bir kesimdir.
Önce “kaya gibi” adamlar; kimdir bunlar? Bunlar, Türkiye’nin tüm illerine aşağı yukarı “uniform” biçimde dağılmışlardır. Gerçekten “kaya gibi”dirler. İki anlamda da. Bir kere, sosyalizme inançlarını, bağlılıklarını, hemen hemen hiçbir zaman yitirmezler. İkincisi, bu inançlarına karşın, başkaları itmeden, dürtmeden kolay kolay kımıldamazlar. Bu anlamda da “kaya gibi”dirler. Bu insanlar, sosyalist örgütlenmeler için vazgeçilmez unsurlardır. Gelişmeleri, ikinci anlamda “kaya gibi”liklerinden sıyrılmalarıyla mümkündür. Ancak, geçmişte örgütlenmenin belirli bir anlayışta yürütülmesi, buna izin vermemiştir.
Çünkü, ciddiye alınabilecek sosyalist örgütlenmelerin her birinin yarısını “kaya gibi” insanlar oluşturmuşsa, öteki yarısını da “örgütçü” sıfatını kazanmış parti binası bekçileri tutmuştur. Bunlar, özverilidirler, yaşamları gerçekten de partileri ile özdeşleşmiştir. Bu yönleriyle, sosyalist bir örgütlenmenin gene vazgeçilmez unsurlarıdır. Ama özveri ve bağlılık bir yana bırakılırsa, liderlik, örgütçülük, teorik canlılık, kültür gibi alanlarda bu insanların hangi yeteneklere sahip oldukları bir türlü anlaşılmaz. Eğer özellikle gizlemiyorlarsa, yoktur da. Bu unsurlar, partiyi korurlar, hatta ayakta da tutarlar; ama yürütemezler, geliştiremezler. Ancak örgüt bir bütün olarak üretken bir mekanizma konumuna gelmişse, yaratıcı ve nitelikli bir kollektif üst yönetimin altında, gerçekten işlevli kılınabilirler. Ama, sürekli olarak nitelikli insan yitiren Türkiye solunda, parti bekçileriyle “kaya gibi” adamlar, geçmişte “örgüt” denen varlığın giderek bizatihi kendisi olup çıkmışlardır.
1975-80 döneminde bir bütün olarak geleneksel sol, makul ölçülerin ötesinde bir işçi sınıfı ve parti fetişizmi yarattı. Türkiye’ye ilişkin söyleyecek çok şeyi olan aydınlar, düşünürler, bilim adamları ve sanatçılar, büyük ölçüde Ecevit’in umut dalgasının esareti altında kısırlaştılar. Bu esaretin dışında kalanlar da “her şeyi zaten bilen”, sınanmış ve deneyimli partililer dururken, kendilerine destekçilik dışında bir görev kalmadığı sonucuna vardılar.
Türkiye’de sosyalizm, nitelikli pek çok insanını sosyal demokrasiye kaptırmıştır. Geri gelirler mi? Bilinmez. Sosyal demokrasiye kaptırılmayanlarsa büyük bir saygınlık kazanarak ve bunu hak ederek sürdürdükleri barışçılık, demokratikleşme, insan hakları konulu çalışmaları genişletip artık daha kapsamlı alanlara yönelmelidirler.
Pusudaki Tehlikeler
Örgütçülük, liderlik dendiğinde, Türkiye solunun geçmişi zengin deneyimlerle dolu. Bu deneyimlere bakıldığında, üzerinde anlaşılması gereken bir nokta şu olmalı: Örgüt, deneyle öğrenilir; örgütçülük yeteneği pratikle kazanılır. Deneyle öğrenmenin bedeliyse her zaman ağırdır. Ancak bu bedeli ödeyerek belirli bir noktaya gelen insanlara, geçmişin hesabını sormak, elbette bu anlamda sormak, doğru değildir. İnsanlar, geçmişte önemli hatalar da yapsalar, bu hataların gelişmek için zorunlu bir bedel olduğunu bilmeli, bunun huzuruyla geleceğe yönelmelidirler.
Örgütçülük ve liderlik konularında, bundan sonrası için Türkiye solunu bekleyen yeni tehlikeler vardır. Bu tehlikeler, bir bütün olarak Türkiye solunun yakın geçmişte yaşadığı deneyimlerden kaynaklanıyor büyük ölçüde. Bu tehlikelerden birincisi, solda, “biat” anlayışına elverişli bir ortamın bulunmasıdır. 12 Eylül dönemi solda, yaptıkları ve çektikleriyle saygınlık kazanan bir avuç insanla, yapamadıkları ve çekmedikleriyle eziklik duyan çok daha geniş bir kesim arasındaki açıklığı artırdı. Şimdi, yapamadıkları ve çekmedikleriyle belirli bir eziklik duyan iyi niyetli insanların, yaptıkları ve çektikleriyle belirli bir cazibe merkezi konumuna gelen insanlara “biat” anlayışı ile yaklaşmaları, solun önündeki büyük potansiyel tehlikelerden biridir.
Bir başka tehlike, daha köklü ve kapsamlı bir geleneğe sahiptir. Yıllar önce Türkiye’de bir insan “düşünür” ilan edildi, “lider” olarak tanındı. Yıllar sonra Türkiye’nin koskoca bilim adamları tuttular bu insanın adına, onunla başlayan bir kalın tarihsel çizgi icat ettiler. Bu insanın adı Prens Sabahattin’dir. Yaptığı tek iş de ikinci sınıf bir Fransız düşünürünün kitabını okumuş olmasıdır. Türkiye’nin siyasal geleneği, okunan bir kitaptan bir “lider” bir de “siyasal – toplumsal çizgi” üretmiştir. Çok sonra, yine bu ülkede, Debray’dan, Bravo’dan, Marighella’dan, bunların herbirinin çevrilmiş kitaplarından (toplam üç tane) “siyasal çizgi”ler türetilmiştir. Yazıktır. Bu anlayışı, varsa yeni örneklerini kıyasıya eleştirmek gerekiyor.
Türkiye solu açısından, kendi başına “tehlike” olmasa da, zaman zaman önemini belirgin biçimde duyuran bir başka “eksiklik”se, ortada “öncülük” işlevini üstelenebilecek bir yapılanmanın bulunmamasıdır. Kimdir öncü? “Öncü, toplumun düşünsel gelişiminin önceki evresinin getirdiği bilimsel sorunları çözer; toplumsal ilişkilerin önceki gelişiminin yarattığı yeni toplumsal gereksinimleri gösterir; bu gereksinimleri karşılamak üzere inisiyatifi ele alır.”
Bu yok. Olmaması bir dezavantajdır. Ama kendi başına tanık olunmamış ya da giderilmesi imkansız bir sakatlık da değildir. Türkiye’de barışın, demokrasinin, insan haklarının ötesinde; sosyalizmin temelleri, sorunları, perspektifleri iyi niyetle, önyargısız tartışılabildiği takdirde, en azından geleceğin öncüleri biçimlenecektir. Bugünden öncülüğe aday, gelişkin yapılar varsa, bunların gücü ve etkinliği artacaktır.
Bu süreci kısırlaştırmamak gerek. Solun her kesiminde, kaçınılması gereken en önemli tehlike, önce de değinildiği gibi, “insanlara olmadıklarını olmuşlar kanısını vererek, onları olabileceklerini olmaktan alıkoymak”tır.
Gelenek
16.01.1987