Türkiye sosyalist hareketinin siyasal haritası çizildiğinde Türkiye Komünist Partisi geniş bir alanı doldurur ve siyasal mücadelede TKP çizgisi önemli bir ağırlık taşır. Bu durum, tek başına isminin yaratmış olduğu değerle değil, aynı zamanda –bu değerle birlikte– TKP’nin sosyalist hareket içinde temsil ettiği çizginin, sosyalist hareketin diğer bölmelerine göre özgün bir yer taşıması ile ilgilidir.
Bu saptamanın altında yatanların başında, tarihsel olarak TKP’nin sosyalist devrim hattının biricik temsilcisi olması varken aynı zamanda güncel siyaset bağlamında TKP’nin temsil ettiği, savunduğu ve ortaya koyduğu siyasetin de ilgisi bulunuyor. Marksist Manifesto’nun bu sayısında ele alınan konu, Türkiye solu olunca, TKP’yi ayrı bir yazı olarak ele almak gerekiyor. İşin zorluğu ise isimlendirmede ortaya çıkıyor ve okuyucular açısından kafa karışıklığı yaratacak bir boyut taşıyor. 2014 yılında TKP içinde yaşanan ayrışma ve sonrasında TKP içinden doğan 3 siyasi öznenin varlığı, bugün TKP denilince hangi siyasal bölmenin tarif edildiği gibi bir zorluk ortaya çıkarıyor. Bugün TKH, KP ve HTKP adlarıyla siyaset sahnesinde varlığını sürdüren TKP ardılı hareketlerin bulunmasının, TKP geleneğini ve siyasetini yazarken bir karışıklık yaratması doğal karşılanmalı. Komünist Parti, TKP ismini kullanırken, HTKP ise bugün TİP ismini almış durumda. Bu yazıda TKP ismi somut olarak bu 3 siyasi yapıyı ifade etmek anlamında değil, bu somutluğun ötesinde ve bugün programatik/ideolojik hattı TKH ve KP tarafından sürdürülen Türkiye Komünist Partisi ve onun siyasal hattı anlamında kullanılmaktadır.. HTKP-TİP çizgisinin, TKP’nin siyasal ve programatik hattının dışına düşmesi ve bir sağ sapma olarak kopmuş olması nedeniyle bu yazının kapsamı dışında kaldığı baştan söylenmelidir. Başka bir ifadeyle bu metinde konu edilen TKP, bu sağ sapmayı dışarıda bırakarak bugünkü ardıllarını kapsayan bir çerçeveyle ele alınmıştır.
1980 sonrası Türkiye solunun serüvenine kuş bakışı
Türkiye sosyalist hareketinin gelişim süreçlerine bakıldığında özel olarak belirtilmesi gereken önemli tarihsel kesitlerinden biri 1960-1980 dönemidir. 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu ve 1965 seçimlerinde 15 milletvekili çıkarması, Türkiye sosyalist ve komünist hareketinin uzun süren “durgunluğunu” radikal bir biçimde kesen bir çıkış olarak görülmelidir.
Türkiye İşçi Partisi, sol içinde yaşanacak ideolojik-siyasal tartışmalardan bağımsız bir biçimde siyasette önemli bir etki yaratacak ve büyük bir iz bırakacaktı. Türkiye İşçi Partisi ile birlikte Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 1967’de kurulması ve genel tabir olarak “68 Gençliği” diye ifade edilen devrimci bir gençlik dinamiğinin ortaya çıkması bu dönemin sol adına etkili çıkışları olarak not edilmelidir. Bugün Türkiye solunda yaşanan geri çekilmeye baktığımızda dönemin bu çıkışlarının tarihsel anlamı ve değeri üzerine daha fazla vurgu yapmak yersiz sayılmamalı.
1970-1980 arasını bir yandan Türkiye’de sosyalist ve devrimci hareketin kitleselleştiği, bir yandan ideolojik ve siyasal bölünmeler yaşadığı, diğer yandan da düzen siyasetinin sola karşı mücadelesinin keskinleştiği bir dönem olarak görmek gerekiyor. 1970-1980 arasında özellikle TKP ve Devrimci Yol’un politik, ideolojik ve kitle gücü bağlamında etkisi, sınıf içinde örgütlülüğü ve emekçi mahallelerinde belirgin bir ağırlık taşıması, Türkiye sosyalist hareketinin dünden bugüne tarihi düşünüldüğünde, kitle bağlarının kurulmasında göstermiş olduğu gerçeklik noktasında önemli bir başarı olarak tarihe kaydedilmelidir. Türkiye sosyalist hareketinin, bu dönem zarfındaki başarılarının yanında, eksikliği ise “iktidar perspektifi” olarak kodlanabilecek bir devrim stratejisinden yoksunluğudur. Sözkonusu dönemde solun, önemli bir kitleselleşme gösterdiği, ancak, devletin sokak şiddetinin sarmalına kapıldığı ve iktidarı hedefleyecek bir politik çizgi ve bu politik çizginin en geniş kesimlerde yansımasını bulacak bir kimlik yerine “çatışmacı” bir kimlikle içe döndüğü de vurgulanmalıdır. 1970’lerin sonunda; sermaye düzeni, uluslararası emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda, solu tasfiye etmek için büyük bir hazırlık yaparken, Türkiye sosyalist hareketi bu karşı-devrimi göğüsleyebilecek bir politik taktikten yoksundu. Genel olarak düzen siyasetindeki güç dengeleri üzerinden politik tutum alan, güncel politik tutumu kendi iktidar stratejisine ikame eden bir tablo ortaya çıkmış, bu durum sol içinde yeni bölünmeleri de gündeme getirmişti. TİP içinden Sosyalist İktidar, TKP içinden İşçinin Sesi, Devrimci Yol içinden Devrimci Sol, TSİP içinden TKP/B gibi kopuşlar yaşanmıştır.
Ancak bu kopuşların, 1960-1980 döneminde solun yaşadığı genel yükselişi ileriye taşıyacak bir boyut taşımadığı ve hemen sonrasında gelecek 12 Eylül askeri cuntası gölgesinde kaldığı da yazılmalıdır.
12 Eylül askeri cuntasının temel hedefi komünist hareketi ezmek ve ortadan kaldırmaktı. 24 Ocak iktisadi kararlarını yaşama geçirmek, sermaye düzeni açısından, solun emekçi kitleler içindeki örgütlülüğü ve direnişiyle karşılaşmış, solun ezilmesi bu açıdan patronların acil taleplerinden birisi olmuştu. 12 Eylül, siyaseti ve toplumsal yapıyı bıçak gibi keserken, Türkiye siyasi tarihinde yeni bir dönemin açılmasına neden olmuş, Türkiye sosyalist hareketi de bu dönemde kendisini yeniden kurmaya ve kurgulamaya çalışmıştır.
Bu anlamıyla, 1980 sonrası Türkiye solu, 1980 öncesi solun yaşamış olduğu gelişmelerle doğrudan bağlantılı olarak ele alınmalıdır. Yenilenme içerisine ve yeni sürece kendisini kuran, kurgulayan ve örgütleyenler ile geçmişin birikimi üzerine kendisini tekrar etmek isteyenler arasında doğaldır ki bir seleksiyon olacaktı. Bütün bu tartışmalar ve gelişen süreç söz konusu olduğunda, devletin fiili baskı aracını solun üzerinden eksik etmediği de asla göz ardı edilmemelidir.
Türkiye sosyalist hareketi, 80 sonrası yeni bir şekillenişin içine girdi. Bu tartışmaları anlamak için dönemin nesnelliğindeki bazı noktalara değinmek gerekiyor. Askeri cunta ile birlikte solun örgütsel çalışmalarına vurulan darbe, Özal ile birlikte ülkede görülen liberalizasyon dalgası, bu dalganın ideolojik alandaki ciddi etkisiyle liberal solun gelişimi, kimlik siyasetinin kutsanması, Kürt siyasi hareketinin çıkışı, Sovyetler Birliği’nin yıkılması, devletin “Türk-İslam sentezi” adıyla başlatmış olduğu ideolojik/faşizan saldırganlık gibi olgular mutlaka hesap edilerek bu süreç değerlendirilmelidir.
Bütün bu sürecin önemli sonucu ise sol içinde liberalizmin mutlak bir ağırlık taşıması, geleneksel solda –ya da başka bir deyişle partili solda– yaşanan likidasyon süreci oldu. TİP-TKP birleşmesiyle TBKP’nin kuruluşu, 80 sonrası politik ve ideolojik olarak geriye giden Türkiye komünist hareketinde örgütsel bir zemin üzerinden yeni bir çıkış denemesini zorlamış, ancak ideolojik ve politik geriye gidişin çaresi olamadığından, bu geriye gidiş örgütsel olarak da yaşanmış, adlı adınca bir likidasyona evrilmiştir. TBKP süreci, geleneksel solun en büyük ağırlığının acı bir likidasyonu ve koca bir siyasal-örgütsel birikimin heba edilmesi anlamına gelmişti. Bu sürecin ana etmenlerinden biri Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, diğeri ise TKP’nin Ulusal Demokratik Cephe siyasetinin yaratmış olduğu ideolojik konumlanış olmuştur. Likidasyon süreçlerine bakarken işin objektif siyasal ve ideolojik zeminini tarif etmek, bugünkü siyasal tartışmalarımız açısından önemli deneyimler olarak bir yerlere not edilmelidir.
Geleneksel solda ortaya çıkan boşluk, 80 öncesi mayası atılan ve yine bu büyük ailenin parçası olan “geleneksel solun radikal kanadı” tarafından doldurulacaktır. SİP-TKP süreci geleneksel solda yeni bir irade anlamına gelmiş; bu irade, 12 Eylül sonrası Türkiye sosyalist hareketinin en ileri unsuru olarak politika sahnesinde yerini almış ve aynı zamanda komünist isminin üzerindeki yasağı kaldırarak TKP ismini taşımaya başlamıştır.
1980 ve 1990 arası, genel olarak solun teorik yayınlarla kendisini var ettiği, örgütsel olarak bir kadro birikimini sağlamaya çalıştığı ve aslında ideolojik olarak yeni doğumların olduğu bir dönem olarak görülmeli. Gelenek Dergisi, bu süreçte büyük bir misyonu yerine getirmiş, TKP’yi 2000’li yılların başında yeniden kurarak büyük bir başarıya imza atmıştır. Benzer bir yolu kendisine ören, ancak Türkiye siyasetinde bu anlamıyla kulvar dışı kalan onlarca örneğe ise sadece değinip geçmek gerekiyor.
Bununla birlikte, 1980 sonrasında üzerinden durulması gereken önemli olgulardan bir tanesi de Türkiye solunun birlik gündemi olmuştu. TBKP süreci SBP sürecine evrilirken Türkiye solunun partili ve hareketçi geleneklerinin neredeyse büyük bir çoğunluğunun yan yana geldiği bir birlik süreci yaşanmıştı. TİP-TKP birleşmesiyle kurulan TBKP ve sonrasında SBP, Devrimci Yol, Kurtuluş, TKEP gibi yapıların birleşmesiyle 1995 yılında kurulan ÖDP, Türkiye sosyalist hareketinde, geçmiş yılların tartışmalarına göre “ileri” bir adım olarak algılansa da, Türkiye solunda yeni bir likidasyon süreci olarak görülmeliydi.
1980 sonrası yeniden kuruluş ile yollarını açanlarla, 80 öncesinin yapılarından gelen ve yeni süreçte kendi yol haritalarını birlik süreçleriyle örmeye çalışanlar arasındaki fark, devrimci çizgi ile reformist çizgi arasındaki farka tekabül etmiştir. Türkiye solunun büyük bir bölümünün 1980 sonrası serüveni, 1990’ların ortasına gelindiğinde devrimci, örgütlü ve sosyalist çizgiden sağa kayış anlamında bir likidasyon çizgisi olmuş, doğal ki bu durum aynı zamanda örgütsel likidasyona da tekabül etmiştir.
Gerek TBKP süreci ve gerekse sonrasındaki ÖDP süreci, Türkiye sosyalist hareketinde likidasyon süreçleri olarak görülmelidir. Bu likidasyonun siyasal sonucu ise liberal sol siyasetin Türkiye solunda kendisini bir siyasal hareket olarak var etmesidir. ÖDP içinde yaşanan ayrışmalar sonrası bu boşluğun bugün HDP tarafından doldurulması, liberalizmin sol içinde yerleşmesinin kalıcı hale geldiğini göstermektedir.
Bu süreçte, sivil toplumculuğa, yeni solculuğa, liberal sola, kimlik siyasetine “hayır!” diyen Gelenek Hareketi, örgütlü, devrimci ve sosyalist hattıyla farklılaşan ve öne çıkan yeni bir damar ve güç olarak Türkiye solunda yerini TKP ile alacaktı.
Partili mücadele, sosyalist devrim hattı ve Leninist bir örgütlenme çizgisinde ısrar eden Gelenek-SİP-TKP hattı, ortaya çıkan yeni solculuğun kaynağı olan liberal solun bütün rüzgarına karşı direnerek bu süreci kazanmasını bilmişti. Liberalizm, ÖDP içinde ağırlıklı bir çizgi olarak kendisini var etmiş, bu sürecin evrimi ise AKP iktidarının karşı-devrim sürecinde “Yetmez ama Evet”çilik olarak kendisini göstermişti. Bugün ÖDP isminin Devrimci Yol hareketini temsil etmesi ve bu çizginin kendisini liberal soldan ayrıştırmaya çalışması, ÖDP’nin tarihsel olarak oturduğu yeri ortadan kaldırmıyor. Tartıştığımız, bu manasıyla bugünün ÖDP’si değil, 1990’lı yılların ortasında kurulan, 2000’li yılların ortasına kadar sosyalist solda ağırlık taşıyan ve belli açılardan toplumsal etkisi bulunan bir siyasetin –liberal sol temsiliyetin– değerlendirilmesidir.
Devrimci demokrasi ve sosyalist devrim
Partili geleneğin bütün sağ savrulmalara karşı TKP adıyla birlikte aştığı önemli konulardan bir tanesi de “radikalizm” olmuştur. Bir yanda liberalizme karşı verilen ideolojik mücadele, 150 yıllık komünist geleneğin sahiplenilmesi, örgütlü siyasetin başa yazılması, Leninist örgütsel modelde ısrar, “devrimin güncelliği – sosyalist devrim – iktidar perspektifi” sac ayağınaoturan stratejik duruş söz konusuyken diğer yanda Türkiye solunda devrimciliğin ölçütü olarak görülen “radikalizm” tartışmalarını TKP pratiğinin büyük ölçüde bitirmesi gerçeği vardır. OysakiSovyetik ya da Komintern geleneğinin bir devamı olarak partili mücadelenin, Türkiye nesnelliği düşünüldüğünde “reformist” bir zemine sahip olacağı, zaten, dünya ölçeğinde Komintern çizgisindeki bir dizi geleneksel partininbenzer özelliklere haiz olduğuna dair Türkiye solu içerisinde bir “kara propaganda” bulunuyordu.
Özellikle 1995’li yıllara denk gelen, mahalle dinamiğinin yükselişe geçtiği ve bugün neredeyse silinme noktasına gelen devrimci demokrat hareketlerin politik ve örgütsel çıkış yaptığı bir dönemde SİP-TKP çizgisi, bu yaklaşımı ters yüz eden bir pratik göstermiş, içi boş “radikalizm” karşısına hem siyaseten hem de tarz olarak ortaya koyduğu devrimci pratiğiyle, teorik olarak dile getirdiği “geleneksel solun radikal kanadı” saptamasını başarıyla yaşama geçirmiştir.
Radikalizmin biçimsel yanı ile siyasi yanı arasında hep büyük bir açı bulunmuştur. Aslında zıtların birliği misali, siyaseten reformizm ve aşamacılık, biçimsel radikalizm altında devrimci bir fenomen olarak sunulageldi.
Türkiye’de demokratizm, uzun yıllardır aşamacı devrim stratejisinin gereği, ya da demokratlık, aşamacı devrim stratejisi kılıfı altında komünist siyasetin kendisi olarak sunuldu. Bugün liberal sol ile “demokratizm” arasında Çin seddi bulunmuyor; elbette bu iki kavramın farklı kuramsal yanları bulunmakla birlikte, liberalizm ile aşamacı devrim stratejisi güncel siyasette hep çakışmıştır.
Türkiye solunda demokratik devrimcilik tam da bu yüzden liberalizmin içinde gelişmiş ve sonunda sakat bırakılmış bir solculuğu ürettiği gibi aynı zamanda kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde ve emperyalist dünya sisteminde yaşanan gelişmeler bağlamında, Sovyetler Birliği’nin yokluğunda reformizmin ve sonunda likidasyonların ana zemini haline gelmiştir. Burada söylenenler bir yanıyla, Türkiye solunun tarihinde ortaya çıkan ampirik örneklerle temellendirilebileceği gibi, bir yanıyla da bugün Türkiye solunda düzen solunun vagonuna atlayan tutum ve politikalar bağlamında kendini yeniden göstermektedir.
Radikalizm, özellikle 1980 öncesi, yanlış bir tanımlama olan “goşizm” adlandırmasıyla bilinen ve Gelenek Hareketi tarafından “devrimci demokrasi” diye ifade edilen siyasal hatların biçimsel davranış ve siyaset yapma tarzı olarak karşımıza çıktı hep. Aslında bu radikalizmin altında yatan reformizme açılan kapıdan başka bir şey değildi.
TKP, Türkiye’de devrimci demokrasinin, 1990’lı yıllarda etkin olduğu bir dönemde kendi yolunu döşemiş, radikalizmin içi kof siyasetiyle hesaplaşırken aynı zamanda siyaseten radikal tutum alarak özgün bir yere sahip olduğunu hep göstermişti.
Türkiye solunun büyük bir bölümünün aşamacılık üzerine kurulan devrim stratejisi bulunurken SİP-TKP sosyalist devrim stratejisiyle Türkiye solunda radikal bir konum almıştır. Öncelikle bunun saptanması gerekiyor. Yukarıda ifade ettiğimiz “devrimci demokrat” tarzın dışında bir politik parti olarak TKP örneği, 2000’li yıllara gelirken ve Türkiye solunun diğer bölmeleriyle arasındaki farkı açarken; bu fark öncelikle politik, sonrasında ise örgütsel bir karşılık yaratmıştır.
Türkiye solunda, sosyalist devrim hattını güncel siyasetle buluşturmak ve devrimci bir siyasal hat oluşturmak TKP çizgisinin özgün farklılığı olarak bir yere kalınca yazılmalıdır.
Bir ara başlık: Burjuva düzen siyasetinde karşı-devrim süreci
Burjuva düzen siyasetinin gelişim çizgileri, aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin siyasal konumlanışı açısından önemli yer tutar. Bu nesnel gelişmelere bakarak solun nasıl bir gelişim çizgisi izlediğini saptamamız,özelde ise TKP’nin siyasal hattına dair bazı çıkarsamaları yapmamız daha doğru olacaktır.
Öncelikle 1980-1990 arasındaki temel etkenin, 12 Eylül askeri cuntasının belirlediği bir siyasal zemin olduğunu görmek gerekir. “Türk-İslam sentezi” adıyla bir devlet ideolojisi yaratma girişimi ve Özal ile birlikte dünyaya açılan Türkiye kapitalizmi, bir yandan gericiliği büyütürken diğer yandan devlette faşist örgütlenmeyi başat hale getiren bir durum yaratmıştı. Türkiye sosyalist hareketi açısından bu dönemin genel olarak bir kuruluş, toparlanma ve yeniden ayağa kalkma hazırlıkları olarak görülebileceğini yukarıda ifade etmiştik. Bununla birlikte Türkiye solunun neredeyse bütünü bu dönemde siyasal olarak 12 Eylül cuntası ve 12 Eylül’ün siyasal sonuçlarını karşısına alan bir siyaset izlemiş, “faşizmden kurtuluş” üzerine bir politik hat belirlemişti. 12 Eylül kurumları karşıtı mücadele, ülkenin 12 Eylül’den çıkışını sağlayacak düzen içi siyasi gelişmelere umut bağlayan bir sol siyaseti de karşımıza çıkartıyordu.
1990-2000’li yıllar ise düzen siyasetinin bir dizi boyutuyla krizler yaşadığı bir tablo yarattı. Gerek iktisadi gerek siyasi krizler sermaye düzeninde belirleyici olgular olurken koalisyonlar dönemi diyebileceğimiz bir süreç beraberinde ilerliyordu. Özellikle 1990’ların ortasında devlet yapılanması içinde ortaya çıkan faşist çetelerin temizlenmesi, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra gladio örgütlenmelerinin bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de revizyonu ile gündeme gelmişti. Bu dönem Türkiye sermaye düzeni ve sermaye devleti açısından 12 Eylül askeri yönetiminin kurduğu dengenin bozulduğu, toplumsal ve siyasal yeni kriz dinamiklerinin ortaya çıktığı yeni bir durum yaratmıştı. Özellikle Kürt sorunu bağlamında ortaya çıkan yeni kriz bir yandan da sistem içinde gelişen dinci gerici dinamiğin yarattığı başka bir kriz dinamiği ile daha sarsıcı hale geliyordu. Bu dönem Türkiye solu açısından da, iktisadi ve siyasi kriz koşullarında, 12 Eylül’ün baskısının çözülmeye başladığı ve yeniden siyaset sahnesine dönülen bir kesit anlamına gelmekteydi. DİSK’in ve KESK’in yeniden kuruluşu, STP-SİP’in kurulması, solun birlik görüşmelerinin bir sonucu olarak ÖDP’nin kurulması, öğrenci gençlik içinde yeni bir siyasal dinamizm yakalanması, Gazi mahallesinde başlayan mahalle dinamiğinin ortaya çıkması ve Newroz’larla kendini var eden Kürt dinamiği, solun bu dönemde genel olarak çıkışının birkaç başlığı olarak belirtilebilir.
1990’lı yıllar sermaye düzeni ve sermaye devletinde yeni kriz dinamiklerinin ortaya çıktığı bir kesit. Buna mukabil bu dönem, sermaye düzeninin devamı ve kriz dinamiklerinin baskılanması, düzen aktörlerinin gündemi ve iç mücadelesi olarak da ele alınmalıdır. Özellikle dönemin adlandırmasıyla AsParti’nin (Asker Partisi) siyasete yönelik müdahalesi ve ağırlığı daha belirgin hale gelirken, Kürt sorununda devlet şiddetinin ayyuka çıkması, devlet içinde çetelerin saklanamayacak boyuta gelmesi ve Refah Partisi’nin iktidar olması düzenin krizlerinin en temel başlıkları olarak karşımızdaydı. Bir yandan devlet içinde ortaya çıkan çetelerin yaratmış olduğu sorun sermaye devleti açısından önemli bir krizdi, diğer yandan dinci gericiliğin bir siyasal kriz başlığı haline dönüştüğü bir tablo karşımızda bulunuyordu.
Türkiye sosyalist hareketi, belirgin bir siyasal farklılaşmayı o dönem de yaşamıştı. ÖDP çizgisi “ne darbe ne şeriat” çizgisiyle bir politik söylem geliştirirken asli olarak “Kemalist ordu” karşıtlığına yakın bir ideolojik pozisyon alıyordu. Bunun bariz ispatı ise türban tartışmalarıydı ve bu konunun, liberal solun önemli bir temsilcisi olan ÖDP içinde ciddi bir tartışma konusu olduğu hatırlanmalıdır. SİP ise bu dönemde “darbeye şeriata geçit” yok söylemi ile dinci gericiliği merkeze koyan bir ideolojik tutum içindeyken, Türkiye’de Asker Partisi’nin müdahaleciliğini sınıfsal temele oturtarak süreci tarihsel bağlamda “devrim – karşı devrim” güçleri noktasında ele almaya çalışmıştı. SİP, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra siyasi kriz başlığı haline gelen dinci gericiliğe karşı düzenin asli sahibi olarak kendisini gören As Parti’nin müdahalesini “restorasyon” siyaseti olarak tanımlamıştı.
Bu sürecin devamında Refah Partisi iktidardan indirilmiş, emperyalist merkezlerle eski ilişkinin sürdürülmesi, hem sermaye devleti hem de emperyalizm tarafından yeniden gündeme getirilmişti. Ancak iki kutuplu dünya sonrasında Türkiye kapitalizminin ve sermaye devletinin nerede duracağı artık reel bir sorun olarak düzen güçlerinin en önemli tartışma konusu haline gelmişti. Doğaldır ki bu süreç sermaye devleti açısından yeni bir tartışmayı ve bu boyutuyla yeni fay hatlarını ortaya çıkarmıştı. Birinci Cumhuriyet’in asli unsuru olan ordunun müdahalesi geçici bir durum yaratmış, 2001 yılında kurulan ve dinci-gerici partiden kopan AKP 2002 yılında iktidar olmuştu.
AKP’nin iktidar olması ile iktidara getirilmesi bir ve aynı şey olarak değerlendirilmeli. Emperyalizm tarafından bir proje olarak AKP iktidar yapılmış, emperyalizmin yeni Ortadoğu politikaları doğrultusunda, Türkiye kapitalizmine yeni bir rol verilirken siyasal İslamcılık, emperyalizme uyumlu bir varyasyonla, “Ilımlı İslamcılık” adıyla, iktidara taşınmıştır. Bu, bir yanıyla emperyalizmin, Sovyetler Birliği’nin ve iki kutuplu dünyanın bitişinden yaklaşık 10 yıl sonra karar verdiği yeni bir konsept idi. Tek başına Türkiye değil, daha sonrasında bütün Arap ülkelerinde göreceğimiz bir sürecin rol modeli olarak Türkiye’de devreye sokulmuştu. 1990’lı yılların sonlarına doğru Cumhuriyet’in temel güçleriolan ordu ve yargının, bu anlamıyla, eski statükoyu koruma güdüsü başarısız olmuş, yapılan müdahaleler AKP’nin iktidar olmasını engelleyememişti. Ordu, yargı, bürokrasi ve üniversiteler, Birinci Cumhuriyet’in kurumları olarak AKP iktidarı tarafından büyük bir tasfiye operasyonuna tabi tutulmuştu. Artık yeni bir rejim ya da sermaye devletinin emperyalizmle daha uyumlu devamlılığı İkinci Cumhuriyet’le sağlanmaya çalışılacaktı.
Türkiye solunda 12 Eylül’den itibaren görülen geleneksel sol – yeni sol ayrımı, 1990’lı yılların sonunda görülen ve AKP iktidarı döneminde de artık tam bir yol ayrımına gelen yapısal bir farklılaşmaya gitmiştir. Sosyalist sol, ulusal sol ve liberal sol akımların boy verdiği bir sol harita karşımızdadır artık. Liberal sol, AKP’nin asker vesayetini ortadan kaldırdığını ve statükoyu kıran bir siyasete tekabül ettiğini söyleyerek bu sürecin bir numaralı destekçisi olmuştu.
Liberallerin, siyasal İslamcıların, sermaye sınıfının ve emperyalist güçlerin oluşturduğu cephe Birinci Cumhuriyet’i yıkarken yeni bir rejim inşasına 2002-2018 döneminde girişmişlerdir. Bu sürecin politik kriz başlıkları bir yana sosyalist sol açısından önemli olan toplumsal direnç noktalarının oluşmuş olmasıdır. Cumhuriyet mitingleri, Gezi ve TEKEL direnişleri gibi belli başlı toplumsal hareketler bu direncin somutlandığı büyük tarihsel başlıklar olarak karşımızda durmaktadır.
Liberal sol ve ulusal sol
Türkiye solunda devrimci demokrasi ile politik, ideolojik, teorik ve sonrasında pratik olarak da hesaplaşan TKP, 1990’lı yılların sonunda genel olarak sosyalist hareket içinde politik olarak daha solda duran bir yer edinmiştir. Burjuva siyaseti içinde yaşanan kriz parametreleri aynı zamanda Türkiye solunda yeni ayrışmaları da beraberinde getirdi. Geleneksel sol – yeni sol ayrımı, partili gelenek – hareket merkezli sol, partili sol – devrimci demokrasi gibi ayrımlar 1990’lı yılların sonu ve 2000’li yıllarda düzen siyasetinde gelişen sarsıcı krizlere yönelik politik tutumlar noktasında siyasal ayrımlara dönüşmüş oldu.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi; liberal sol, ulusal sol ve sosyalist sol olarak Türkiye solunda üç politik eksen ortaya çıkmış, SİP-TKP hattı sosyalist solun biricik temsilcisi haline gelmişti.
Bu ayrımların bir kaç noktasına değinmek gerekiyor.
Ulusal sol, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, emperyalizmin yeni dünya politikası düzleminde ve küreselleşmeci paradigmayı ilan etmesiyle birlikte, Türkiye sermaye devleti içinde eksen tartışmalarının bir parçası olarak başatlık kazanmıştır. İki kutuplu dünyada anti-komünist bir devlet yapılanması ile emperyalizmin ileri karakol ülkesi olarak kurulan sermaye devleti, yeni düzende kendi yerini tartışma konusu haline getirmiş, emperyalizmle ilişkisini “ulus devlet” modelinde yeniden kurmak isterken, Birinci Cumhuriyet’e tutunan bir ideolojik yaklaşım geliştirmiştir. Bu anlamıyla Türkiye kapitalizminin yeni değişim dinamikleri karşısında Kemalizm yeniden bir siyasal odak olarak kendini tanımlamaya çalışmış, sol içinde Kemalizm’e kayan bir sol anlayış “ulusal sol” adıyla şekillenmiştir. Emperyalizme karşı bir duruş içermekle birlikte Kürt sorununda milliyetçi bir çizgi sergileyen, söz konusu kapitalizm ve burjuva sınıfı olunca sınıf uzlaşmacı bir hattı temsil ederek “milli burjuvazi” arayışları içinde olan bir siyaset tarzı karşımıza çıkmıştır.
Liberal sol, yaşanan bütün gelişmeleri sınıfsal bir mücadele konusu olmaktan çıkarmış, sınıfsal özünden arındırılmış bir devlet sorununa, özünde ise Kemalist devlet sorunsalına meseleyi indirgeyerek bir yaklaşım geliştirmişti. Bu bakış açısı, bir evrimsel süreç olarak görülmeli… Liberalizmin, birey-devlet çelişkisi üzerinden özgürlükler alanını tarif etmesi, söz konusu Türkiye kapitalizmi ve sermaye devleti olunca, birinci Cumhuriyet’in “yanlış Cumhuriyet” olarak kodlanmasıyla birlikte ele alınarak verili “Kemalist Devlet”in dönüşümünün-değiştirilmesinin-yıkılmasının bir tarafı haline gelerek, aslında emperyalist dünya sisteminin ekseninde yer almıştır. Liberal sol açısından, emperyalizm, gericilik ya da sermaye çıkarları bir mesele olarak görülmemiş, tersine Avrupa Birliği’ne giriş, türbana serbesti ve liberal ekonomi, özgürlükler alanının genişlemesi olarak değerlendirilmiştir. AKP’nin, 1923 Cumhuriyeti’ni yıkması liberal sol tarafından ileri bir adım olarak görülürken, sonrasında, daha gerici ve diktatoryal bir ülkenin kurulmasıyla bu sefer kendileri hedef tahtasına oturtulunca yanlış hesabın ve siyasetin maliyetini ödemek durumunda kalmışlardır.
Son yirmi yıla baktığımızda bu tabloda anti-emperyalist, gericilik karşıtı ve sermaye sınıfına mutlak bir karşı duruş çizgisi ile TKP, Türkiye solunda hem öne çıkan hem de tek temsilci haline gelen bir hatta yerleşmişti.
Ulusal solculuk çizgisi zamanında sermaye devletinin bekası adına iş yaparken, bugün tek başat parametre olarak “emperyalizmi” veri alıp, yine sermaye devletinin bekası anlamına gelecek İkinci Cumhuriyet’in tarafı olmuş ve AKP destekçiliği düzlemine gelerek ikinci “yetmez ama evet”çi çizgiye yerleşmiştir. Dünün “sol”undan bugünün sağına geçişi, ulusal solculuğun ulusal sermaye yanlısı olması dolayısıyla sermaye sınıfına karşı olmamasıyla doğrudan bağlantılıdır..
Türkiye’de liberalizm, sol üzerinde büyük bir tahakküm kurmuş bulunmaktadır. 80 sonrası Türkiye solunun içinde kendine yer bulan liberalizme karşı TKP hattı ve siyaseti büyük bir duvar olmuşken, ÖDP çizgisi liberalizmin gelişmesinin ana yatağı olmuştur. Bugünün verili durumuyla değil, daha tarihsel bir süreç olarak bu gerçeğin altı çizilmek durumunda. ÖDP tarihi, bir yandan ortayolculuğun tarihiyle diğer yandan bu ortalamacılığın yol açtığı gelgitlerle doludur. Avrupa Birliği’nin emperyalist olup olmadığı ve sonunda ÖDP tarafından “ne evet ne de hayır” denilerek Havetçi politikanın geliştirilmesi, türbana özgürlük gündeminde yaşadığı kafa karışıklığı, SYRIZA’yı önce desteklemesi sonra SYRIZA konusunda yanılması, Kürt siyasetiyle kurduğu ilişki –baştan sona çelişkilerle dolu olmakla birlikte– asli olarak liberal solun temsiliyeti ile sonuçlanan siyaset tarihi ile maluldür. “Yetmez ama Evet”çi olarak kodlanan ve AKP destekçisi liberalizmin ana yatağı ÖDP olmuştur. Genel Başkanlarının liberal solun temsiliyetini üstlenerek Meclis’e taşınması simgesel olarak ifade ettiğimiz bu gerçekliği ispatlar niteliktedir.1
Tarihsel TKP’den bugüne: Süreklilik ve kopuş
Türkiye sosyalist hareketinin güncel durumuna dönük olarak kaleme aldığımız bu makalede TKP’nin durduğu yeri saptarken bakılması gereken önemli noktalardan bir tanesi de tarihsel bağlamıyla bugünkü TKP ile tarihsel TKP arasındaki süreklilik ilişkisidir.
1980 öncesinde işçi sınıfı içinde önemli bir örgütsel gücü oluşturan ve Türkiye sosyalist hareketinde ağırlıklı bir etkiye sahip olan TKP’nin, 12 Eylül sonrası yaşadığı likidasyon, geleneksel sol hattın doldurduğu alanın boşalması anlamına gelmiştir. Bu boşluğun doldurulması Gelenek-SİP-TKP çizgisiyle gerçekleşmiş, bu durum; TKP’nin örgütsel temsiliyeti ne kadar sağlanıyor sağlanmıyor sorunundan daha objektif bir zemine yaslanıldığını göstermiştir. Komintern geleneğinin devamı, partili siyasal mücadele, işçi sınıfının örgütlü gücünü oluşturma, Sovyetler Birliği’ne dostça bakış, uluslararası komünist partilerle dayanışma, enternasyonalizm gibi başlıklarda Türkiye solunda bu geleneğin temsiliyeti Gelenek-SİP-TKP çizgisi tarafından sürdürülmüştür.
Bu anlamıyla, temelleri 1920’de Bakü’de atılan TKP, bugün yoluna devam etmekte ve objektif bir sürekliliği taşımaktadır. Elbette burada bir örgütsel süreklilikten bahsetmek gerekecekse eğer, Gelenek-SİP-TKP çizgisinin TİP ve TKP’nin genç kadroları tarafından yükseltildiğini de bir kenara yazmamız lazım.
Türkiye sosyalist hareketinde, TBKP sürecinin bir likidasyon sürecine dönüşmesi neredeyse hemen hemen herkes tarafından kabul edilen bir olgu. Bu sürece direnen ve karşı durmaya çalışan tekil tekil komünistler kadar örgütlü güçlerin de ortaya çıktığı ve TKP’yi yeniden ayağa kaldırmak ve örgütlemek üzere misyon edindikleri de biliniyor. Ancak üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen, “likidasyon süreci”ne karşı gösterilmesi gereken direncin politik, örgütsel, ideolojik ve teorik ihtiyaçlarını karşılayamayan bir “başaramama durumu”nun, bu kadrolar nezdinde hesapsız-kitapsız ya da alınganlık gösterilmeden de kabul edilmesi gerekiyor. Daha önce ifade ettiğimiz gibi Ulusal Demokratik Cephe formülasyonuyla CHP’nin ulusal burjuvaziyi temsil ettiğine dair politik çıkış ve bu politik çıkışta Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin belirleyici rolü, TKP’nin yakın geleceği açısından negatif iki faktör olarak görülmelidir. O yüzden mesele tekil tekil kişiler ile açıklanamayacak siyasal bir yan taşır. Elbette bu siyaseti taşıyan önderlerin dönekliği de başka bir açıdan gerçeklik olarak kabul edilmelidir. Ancak burada asıl dikkat çekilmesi gereken devrimci bir stratejiye, Marksist bir Türkiye okumasına, sosyalist devrimci hatta sahip olunmadan ortaya atılan ideolojik ve siyasal paradigmaların eninde sonunda reformizme ve tasfiyeye yol açacağıdır. Bu işin objektif tarafı tekil tekil insanların dik durması ile değil tersine politik hat sorunuyla doğrudan ilgisi olmasıdır.
İşte, bugünün TKP’si ile tarihsel TKP arasındaki “kopuş” yeni bir devrim stratejisinin ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Yoksa Gelenek-SİP-TKP hareketinin TİP’ten gelen kadrolarla ve genç bir kuşakla kurulması ya da tarihsel TKP’nin doğrudan devamı olmamak gibi bir ezberle ortaya konan “farklılığın” politik olarak bir yerden sonra ayakları yerden kesilmektedir. Gelenek-SİP-TKP hattı, tarihsel TKP’nin ardılı, devamı, sürdürücüsü, mirasçısı, yeniden kuruluşu olmuş, bu durum nesnel bir zemine yaslanmıştır. Ancak geçmiş TKP’nin var olduğu koşulların, iki kutuplu dünyanın varlığı başta olmak üzere, bugün bulunmadığı da hesaba katılarak, politik, ideolojik ve programatik olarak belirgin bir farklılığın da bulunması doğal karşılanmalı…
Hem sürekliliği hem de ileri bir kopuşu birlikte anlamalı, TKP’nin 2000’li yıllarda başarısının bir parçası olarak bu iki olguyu kalınca not etmeliyiz. Komünist isminin yasak olmaktan çıkarılması, TKP’nin likidasyonuyla ortadan kalkan mevcudiyetinin yeniden oluşturularak siyaset sahnesine döndürülmesi bizlere düşmüştür.
TKP’nin devrimci hattı
Türkiye sosyalist hareketinin 1980 sonrası değerlendirmesine genel hatlarıyla baktığımızda bazı noktaları daha belirgin kılmak, burada TKP’nin kapladığı alanı ve temsil ettiği hattın daha net görülmesini sağlayacaktır.
Öncelikle Türkiye sosyalist hareketinde 1980’li yıllarda başlayan farklılaşmaların bugünden izini sürmek isabetli olacaktır.
Geleneksel sol – yeni sol kavramlarıyla açıkladığımız iki siyaset hattının bugün ülkemizde devrim – karşı devrim cephelerinin birer parçası haline geldiğini yazmak aşırı bir tespit olarak görülmemeli. Özellikle 1980 öncesi sol eleştirisi üzerine kurulan, anti-Stalinist ve anti-Sovyetik bir içerikle ele alınan ve sivil toplum, kimlik siyaseti, demokratikleşme, insan hakları vs. gibi zeminler üzerine siyaset üreten ve buradan bir politik hat örülmesini vaaz eden “yeni sol” özünde liberalizmin doğrudan tahakkümü altında gelişti. Yıllar sonra kendisini “liberal sol” olarak var eden bu hat, özellikle 1990’lı yıllara kadar sol içerisinde akıl veren bir hatta otururken aslında örgütsel bir zeminde gelişmemiş, daha çok bir aydın hareketi olarak kendisini var etmişti. Yine bu hattın en önemli referans noktası, Türkiye demokrasisinin gelişmesini Kürt sorununun mutlak çözümü üzerine inşa edensöylemidir. Kürt siyasi hareketinin devrimci bir yan taşıyıp taşımadığı, anti-emperyalist bir siyasete sahip olup olmadığı, gericilikle dans edip etmediğine bakmadan, Türkiye’nin tek temel sorununu, bütün uluslararası gelişmelerden kopuk bir biçimde, sınıflar üstü bir yere yerleştirdikleri Kürt sorunu bağlamında ele almışlardır.
TKP, 1990’lı yıllarda yaşanan gelişmeleri Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte ele almış, bir yandan Kürt siyasi hareketine dönük yaklaşımında ortaya çıkan duruma eleştirel bir bakış açısını adım adım geliştirirken, sonrasında ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’formülasyonunu programından çıkartan bir seyir izlemiştir. Bununla birlikte gerek Avrupa Birliği’ne bakışta gerekse Türkiye’nin demokratikleşmesi başlığında mutlak bir anti-emperyalist ve anti-kapitalist tutum TKP’nin siyasal hattının ana noktaları olarak karşımıza çıkmıştır. 2000’li yıllarda küreselleşme kavramıyla ortaya atılan yeni dünya düzeninde TKP, ulus devletlerin emperyalizmin hedefinde yer aldığı tespiti ile Cumhuriyetçi bir “açılım” geliştirirken, anti-emperyalist mücadeleyi yukarı çıkartmış, Kürt sorununu bu bağlamda değerlendiren bir yaklaşım içinde olmuştur. Bu anlamıyla dinci gericiliğin “türbana özgürlük” söylemini eşitlediği insan hakkı retoriğini reddederek, 1923 Cumhuriyeti’nin yıkılmasını öne çıkartan ve bunu emperyalizmin yeni dünya düzeni saldırısı bağlamında değerlendiren TKP, devrimci bir çizgide bir yandan dincigericiliğe diğer yandan Avrupa Birliği’ne karşı durmuştur. Bununla birlikte Kürt sorununda emekçi karakterli bir bakış açısı geliştirerek verili sol içinde özgün bir konumlanışa sahip olmuştur. TKP hattının, Türkiye solunda büyük bir tahakküm kuran liberalizme karşı en büyük set olduğunu yazmak yerinde olacaktır.
Türkiye solunda görülen bir başka ayrım ise devrimci demokrasi ile sosyalist sol arasındaki ayrımdır. 80 öncesinden bugüne kadar gelen bu ayrımın iki boyutunun da altı çizilerek bir değerlendirmeye tabi tutulması yerinde olacaktır. Bunlardan ilki politik-ideolojik-programatik bir yere oturan ve içerik olarak Türkiye’de devrimci siyasetin basacağı ekseni tarif eden içerikle ilgilidir. Aşamacı bir devrimci strateji öneren bu hatta karşı TKP sosyalist devrimci bir duruş ve stratejiyi savunmuş, özünde ister reformist ister devrimci bir yöntemle “demokratizm”in eninde sonunda “reformizm”e ya da “apolitizm”e varacağını saptamıştır. Zira Türkiye’de aşamacı demokratik devrim tezleriyle yola çıkıp, radikal siyaset tarzına sahip bir dizi hareketin zamanla “radikal biçimcilik”ten çıkıp hem politik hem de siyaset tarzı anlamında reformizme ulaşma örnekleri biliniyor. Bu hattın ilk zamanlarda kesiştiği çatı örgütlenmesi ÖDP iken bugün bu yolun sonu HDP çatısı altına ulaşmıştır.
Aşama aşama elde edilecek kazanımlara dayalı bir siyaset hattının, bugün Türkiye kapitalizminin geldiği yer ve sermaye sınıfının mutlak iktidarı altında düzen soluna yedeklenmek dışında bir almaşık yaratmadığı, yaşadığımız son on yılda fazlasıyla görüldü.
Bütün bunlarla birlikte, devrimci demokrasi ile hesaplaşmanın bir başka veçhesi ise taşıdığı siyasi içerikten bağımsız bir biçimde mutlak bir devlet ve düzen karşıtı mücadele tarzı idi. Özellikle radikal bir mücadele yöntemi ile devrimci demokrasi daha çok mahalle dinamiği üzerinde devrimci bir çizgide ısrar etmiş, ancak devletin fiziki saldırılarıyla birlikte ve Türkiye kapitalizminin son 20 yıldaki dönüşümünün yol açtığı mahalle dinamiğinin geriye çekilişinin bütün etkilerini üzerinde yaşayarak geriye çekilmiştir. Ortada kalan radikalizm ise apolitizm olarak karşımıza çıkmıştır.
TKP, partili ve sosyalist devrimci bir siyasal hat olarak, biçimsel radikalizmi asla merkeze koymadan siyaset yapmıştır. Bütün “devrimci, radikal” görüntü ve biçimlerin karşısına her zaman siyasal radikalizmi koymuş, biçimsel radikalizmin aslında siyasal reformizin üzerini örttüğünü ifade etmiş ve sosyalist devrimci siyasal hattı doğrultusunda içerik olarak devrimci siyaset üretmiştir. Böylece düzen solunun kuyruğuna takılmayı siyaset diye yutturan bir tuzaktan kurtulmuş ve aşamacı devrim modellerinin nasıl bir reformizme yol açtığını bilerek siyaset yapmıştır.
Tam da bu nedenlerden dolayı Türkiye solunda bir başka ayrışma noktasının adını devrimcilik ve reformizm olarak koymakta sakınca yok. Türkiye Komünist Partisi, yasal bir parti olmasına rağmen siyasi mücadelede her türlü reformizme karşı bağışık bir parti olarak görülmelidir. Bu bağışıklığın özünde yatan temel olgu ise sosyalist devrim hattıdır. Sosyalist devrimci stratejinin mutlaka yanına eklenmesi gereken iki olgu ise TKP açısından her zaman “devrimin güncelliği” ve “Leninizm” olmuştur.
Devrimi, başka bir zamana, daha sonraya, öteye havale eden anlayışların karşısında TKP çizgisi, devrimin objektif koşullarının bulunduğunu ancak bu koşulların örgütsel bir kaldıraçla siyasal mücadeleye sokulabileceğini ve bunun için parti örgütlenmesinin öncü rolünün, örgütlü siyasetin ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan programın öne çıkartılması gerektiğini savunmuştur. Devrimin güncel olmadığını düşünüp, aşama aşama ilerleme fikrinin nasıl reformizme vardığı ve düzenin kendisini yeniden yapılandırmada nasıl bir meşruiyet ya da dayanak noktası haline geldiği ÖDP ya da HDP siyasetlerine bakarak, ya da bu siyasetlere nasıl destek olunduğu hatırlanarak anlaşılabilir. Devrimi çok uzak bir geleceğe ötelemek ile devrime hazırlanmak arasındaki kalın çizgi TKP’nin devrimci çizgisinin ana hattıdır. Özellikle TKP’ye dönük olarak dönem dönem gündeme gelen içe kapanıklık, siyaset dışı kalmak gibi eleştiriler aslında güncel siyaset adına düzen siyasetinin kuyruğuna takılmayan pratiğine ve siyasetine dairdir. Doğal ki, bu devrimci çizginin özünde, sosyalist devrimci siyasal hattında ısrar ve iktidar perspektifi bulunmaktadır. Bu anlamıyla TKP her zaman iktidar perspektifine sahip olan bir mücadele içinde olmuştur. Bunun gereklerini yerine getirip getirmemek ayrıdır ancak TKP’nin alamet-i farikası her zaman devrimi arayan ve örgütünü, yapısını, yolunu bu amaçla kurmaya çalışan bir parti olmasındandır.
Leninizm tartışması, özünde bu arayışın bir sonucu ve nedenidir. Sosyalist devrim, devrimin güncelliği ve iktidar perspektifinin şekillendiği formun ya da örgütsel zeminin adı Leninizm’dir. TKP, dünya ve Türkiye solunda örgüt düşmanlığının zirve yaptığı, bireyselliğin ve bireysel mücadelenin kutsandığı, Sovyet geleneğinin yerden yere vurulduğu bir dönemde; örgüt denince emir-komuta zinciri anlayan “özgürlükçü liberal hegemonya”ya karşı her zaman Leninizm’i savunmuş, merkeze koymuş ve bu doğrultuda kendi iç yaşamını buna göre dizayn etmiştir. Burada TKP söz konusu olduğunda eleştiri konusu olan bir kaç noktaya değinerek geçmek gerekiyor. Bugün Leninizm düşmanlarının bırakın siyasi tasfiyeyi, örgütsel olarak da tasfiyeye uğradığı günümüzde örgütlü siyaset, partili siyaset, örgütsel disiplin konularının ne kadar önemli olduğunun altını bir kez daha çizmek gerekiyor. İçe kapanıklık, tarikatlaşma, bürokratlaşma gibi eleştiriler, Leninist bir örgütün dışa açılması bağlamında bir anlama sahip olmakla birlikte buradan üretilen Leninizm düşmanlığına her noktada sağlam bir karşı duruş geliştirilmek durumunda. Öncü parti olarak Leninizm’in, aynı zamanda örgütsel bir zemine ve forma sahip olduğu bilinmeli ve bırakın emekçi kitleleri, solun kadrolarının bile düzenin büyük rüzgarlarına nasıl kapıldığı asla unutulmamalıdır.
TKP’nin devrimci hattı, teorik, ideolojik ve programatik hattıyla bir bütündür. Bu hattın savunulması birinci görev olarak karşımızda duruyor, bu hattın yeniden üretilmesi ise komünist siyasetin daha ileriye taşınması olarak görülmelidir. Özellikle bugün, TKP’nin “sosyalist devrim-Leninizm-devrimin güncelliğine” yaslanan sac ayaklarına dönük reddiyeci, inkarcı ya da eleştirel yaklaşım geliştirenler, meseleyi “siyaset yapıp yapmamak” düzlemine taşıyarak tarihselliğin değil güncelliğin kurbanı olduklarının farkında bile değildirler. Bu anlamıyla bugün TKP’nin parçası olan TKH ve KP’nin benzer bir siyasal hatta sahip olmasının yukarıda ifade edilen teorik, ideolojik ve programatik ortaklıkla ilgisi olduğu açık olmalı. Ancak söz konusu bu teorinin realize edileceği pratik adımlar olunca örgütsel ve siyasal farklılıklar başka bir düzlemde ele alınmak durumundadır. Benzerliklerin ve farklılıkların özünde yatan işte bu olgulardır.
TKP’nin yaptıkları, yapamadıkları: 2000’li yılların muhasebesi
Türkiye solu içinde TKP’yi konu edinen yazımızda devrimci bir mayanın çalınmasında Gelenek-SİP hattının hakkı, yaşanan bütün likidasyon süreçleriyle birlikte ele alındığında teslim edilmelidir. 1980’li ve 1990’lı yıllarda Türkiye sosyalist hareketi TBKP ve ÖDP süreçleriyle birlikte hem örgütsel hem de ideolojik olarak sağa kayan bir likidasyon süreci yaşar, liberaller tarafından “yeni sol” adıyla Sovyetler Birliği’ne, Stalin’e, Komintern geleneğine, örgütlü yaşama ve 1980 öncesinin örgütlü geleneklerine küfür edilir ve yine yeni sol adına liberalizm egemenlik kurmaya çalışırken Gelenek-SİP çizgisi, “Gelenek” adıyla, bu sağcılaşma ve likidasyon sürecine karşı durarak bir gelenek oluşturur. Bununla birlikte 1990’lı yıllarda Türkiye’de büyük karşı-devrimci dönüşümün ayak sesleri duyulurken ve 2000’li yıllarda AKP ile birlikte bu süreç adım adım Türkiye’de yaşama geçirilirken TKP, bu sürece dair temsil ettiği siyasal hat ile de ayrı bir yerde durmuştur. Özellikle liberal cenah tarafından “ulusalcı” suçlamalarına maruz kalan TKP, bu suçlamaların taraflarının “yetmez ama evet”çiliğe dönüşen gerçekliği karşısında bir kez daha devrimci çizgisini teyit etmiş, bu tür suçlamaları elinin tersiyle itmesini bilebilmiştir.
Burada kritik halkanın teorik, ideolojik ve programatik olarak ileri bir hatta yaslanan TKP çizgisi olduğunu söylemiştik. Bütün bu süreçte TKP, devrimi, bir duruş ve çizgi olarak ortaya koyarken, Türkiye devriminin yolunun döşenmesi için duruşunu pratik olarak hayata geçirmek üzere adımlar atmıştı.
İfade edildiği gibi teorik, ideolojik ve programatik hattı; TKP’nin temel devrimci nitelikleri. Ancak bunun yanında bu niteliklerin maddi güç haline gelmesi, örgütsel ve siyasal başlıkların pratiğe dönüşmesi ile mümkündür. TKP’nin yapamadıkları, sağlam bir zemine basan TKP’nin ayağa kalkarken karşılaştığı pratik sorunlarla bağlantılı olarak ele alınmak durumundadır. Bu anlamıyla Leninist bir parti olarak kendini tanımlayan TKP’nin, Leninizm’in yeniden üretilmesi ile ülke siyasetine müdahalede boşluk bıraktığı noktaları da cesaretle dillendirmek gerekiyor.
Söylenmesi gereken ilk nokta, 1980 sonrasında Türkiye burjuva siyasetinde ortaya çıkan gelişmelere dönük olarak TKP’nin siyaset okumasında bazı boşluklar ortaya çıktığıdır. Önce bir düzeltme ya da sınır çizerek işe başlamak gerekiyor. TKP, 1990’lı yıllarda düzenin as aktörünün “restorasyon” çabalarını görmüş, yine aynı şekilde 2000’li yıllarda AKP ile başlayan karşı-devrim sürecini ilk elden tespit etmiştir. Bu anlamıyla, TKP, düzen siyasetinde belli bir doğrultu, çerçeve ya da eğilim anlamında yaşanan gelişmelerin seyri konusunda sağlam bir çerçeve oluşturmuştu. Bu sınır çizildikten sonra, ikinci olarak söylenmesi gereken şudur: Bu siyaset okumasında bazı boşluklar ya da kestirim hataları yapıldığı da kabul edilmelidir.
Bir kez daha özetlersek, TKP, 1990’lı yıllarda örgütsel ve ideolojik varlığını siyasal alana taşırken Türkiye solundaki baskın liberalizm eğilimlerine tereddütsüz karşı duruşla geleneksel solun politik bir güç olarak yeniden ete kemiğe bürünmesinin yolunu açmıştı. Özellikle dinci-gericiliğin yükseldiği ve iktidara taşındığı bir dönemde ve ayrıca emperyalizmin yeni dünya düzeninde Türkiye’de egemen sol söyleme karşı anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir konumla düzen güçleri arasındaki çatışmanın tarafı olmadan bir duruş geliştirmişti. Türkiye solunun büyük bir kısmı bu dönemde “türbana özgürlük” kampanyalarının parçası olurken Avrupa Birliği’nden demokrasi bekleyen bir siyasal söyleme sahipken, TKP, dinci-gericiliği, emperyalizmi ve sermaye sınıfını karşısına almış, düzen-içi aktörlerin iç mücadelesini Türkiye devriminin çıkarları bağlamında ele almıştı. Bu süreçte özellikle düzenin restorasyonuna yönelik saptama, TKP açısından gerçekleşmiş olsa da bir süre sonra ortaya çıkan AKP gerçeği Türkiye’nin yeni siyasal ve toplumsal dinamiklerinin yeterince hesap edilememesi anlamında, bugünden bakıldığında bir eksiklik olarak tespit edilmelidir. 28 Şubat süreci olarak düzen siyasetinde kodlanan siyasal gelişmeler farklı bir durum yaratmış, bu süreçte yeni siyasal ve toplumsal dinamiklerin ortaya çıkması TKP açısından “o dönem” veri alındığında yeterince değerlendirilememişti.2 Öz itibariyle söylemek gerekirse, restorasyon kavramıyla süreci tanımlayan Parti, restorasyonun başarısız olduğunu sonradan saptamıştır. Bu anlamıyla, düzen siyasetinin eğilimlerini “önceden” görebilmenin partinin stratejik hedef ve görevlerinin saptanmasında önemli bir parametre olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır.
1999 yılında yaşanan ayrışmanın özünde örgütsel bir dizi parametrenin varlığı elbette bir veri kabul edilmelidir. Ancak 1995-1999 arasında mahalle dinamiğinden beslenen SİP’te yaşanan ayrışmada, güncel siyasetin “stratejik hedefleri baskılaması”nın yaratmış olduğu gerilimleri aşamamasının da payı vardır. Parti merkezi, mahalle dinamiğinden sınıf dinamiğine geçilmesi gerektiğini söylerken, “büyük siyaset” eleştirisi bunun karşısına konmuştu. İşçi sınıfı partisi olarak SİP’in sınıf içinde belli bir güç elde edememesinin nedeni olarak “büyük siyaset” görülmüş, karşısına bunun nedeni olarak mahalle dinamiğinin partinin sınıf çalışmalarının yerine geçtiği tartışması yapılmıştı. Bugünden bakıldığında bir sınıf partisinin ekseninin mahalle dinamiği üzerine değil sınıf dinamiği üzerine oturtulmasının mutlak doğru olduğu ve “büyük siyaset” eleştirisinin apolitizme götürdüğü gerçeği kabul edilmelidir. Ancak komünist bir partinin stratejik hattının gereği olan sınıf içinde belli bir güç elde edememesi bu dönemin de somut bir gerçeği olarak yazılmak zorunda. Bunun nedenleri bu anlamıyla irdelenmeli, güncel siyaset ile stratejik mücadele arasındaki denklem ve gerilim yerli yerine oturtulmalıdır. Açıktır ki, bu gerilimi ortadan kaldıracak olan, siyasi öncülük ya da “siyasetin eğilimleri”ni görebilmektedir.
Bu tartışma son kertede önderlik, siyaset tarzı ya da öncelikler konusuyla ilgilidir. Siyaset, güncel siyaset, devrimci siyaset gibi kavramlarla açıklanabilecek bu konuya dönmek kaydıyla 2000’li yıllara dair bazı saptamaları yaparak TKP açısından “yapılamayanlar”ı belli bir siyasal zemine oturtabiliriz. 2000’li yıllarda iki özgün durum karşımıza çıkıyor. Bir yanda Türkiye solunda TKP’nin belli bir toparlanma yaratması ve Türkiye solu içinde öne çıkması diğer yanda ise AKP’nin gerici dönüşümüne sahne olan tarihsel bir süreç ve AKP’nin bu süreçte başat güç olarak burjuva siyasetinde güçlenmesi görülmektedir. Tarihsel olarak bakıldığında karşı-devrimin ya da Türkiye’de sağcılaşmanın arttığı dönem aynı zamanda TKP’nin Türkiye solu içinde ileriye çıktığı bir dönem olmuştur.
Bunun iki yanının irdelenmesi gerekiyor. Devrimci duruş kısmını bir tarafa bırakarak… Birinci yanı, düzen içinde ortaya çıkan gericileşmenin ya da karşı-devrim sürecinin yaratmış olduğu toplumsal siyasal dirence yönelik TKP tarafından geliştirilen siyaset. İkinci olarak, bir komünist partinin tarihsel-stratejik mücadelesinin gerekleri ile güncel siyaset arasındaki gerilim. TKP, bütün bu süreçlere yönelik bazı siyasal açılımlar geliştirerek ortaya çıkan toplumsal ya da siyasal direnç kümelerine seslenmenin yolunu aramıştı. Yurtsever Cephe, İşgale Karşı Komiteler, Sol Cephe gibi açılımları düzenin değişimi-dönüşümü sürecinde TKP’nin ortaya çıkan gerilimlere ya da dirence seslenme arayışları olarak görmek gerekiyor. Bu durum, TKP’nin sol içinde öne çıkmasını sağlarken aynı zamanda belli bir siyasal güce de dönüşmesini sağlamıştı. Fakat bu durumun yaratmış olduğu güncel siyaset ile stratejik hat gerilimi TKP’nin gerilimi olarak varlığını korumuş, Parti güncel siyasette açılımlar içinde olurken stratejik çalışmalarını daha geride bırakan bir deneyim yaşamıştır. Sınıf içinde örgütlenme, bir sınıf partisi haline gelme, sınıfın temsiliyetini üstlenme, emekçi karakterli bir örgüt olabilme gibi nitelikler daha geride kalırken partinin genel politik iklimi düzen siyasetinde yaşanan dalgalanmalardan daha fazla etkilenmiştir. Bu anlamıyla TKP’nin 2000’li yıllardaki deneyiminde siyasal projeler ve güncel siyaset baskısı, partinin kampanyalarla ve merkezi siyasal açılımlarla yürümesine neden olmuş, kalıcı örgütlenmeler ve kadrolaşma, özel olarak işçi sınıfı içinde, belli açılardan sekteye uğramıştır.
1990’lı yılların sonunda ortaya çıkan düzenin asli gücünün “başat” rol oynayacağı beklentisi, 2000’li yılları devirip 2010’lı yıllara girdiğimizde AKP’nin gidip yeni bir restorasyon sürecine girileceği beklentisiyle yeni bir biçimde gündeme tekrardan gelmişti. Her iki özel dönemde de restorasyoncu güçlerin “mutlak” kazanacağına dair tespitin parti önderliğinin siyaset okumasında ya da eğilim belirlemesinde bırakmış olduğu boşluklar olarak saptanmak zorunda. Boşluk, Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini analizde ve bu doğrultuda partinin stratejik örgütlenmesinin sağlanamamasındadır.
Burada teorik tartışmanın özüne bakarak yol almak gerektiği açık olmalı: Siyaset, bir komünist parti için zorunluluk olmakla birlikte büyük siyaset-küçük siyaset, devrimci siyaset- güncel siyaset kavramları da yerli yerine oturtulmak durumunda. Büyük siyaseti reddederek, bunun bir burjuva düzlem olarak görülmesi, apolitik fasit bir daire yaratırken, büyük siyaset uğruna temel görevlerin geride bırakıldığı bir “siyaset tarzı”nın, burjuva düzenin siyaseten her köşeyi döndüğü durumlarda geride büyük bir hayal kırıklığı yaratacağı da açık olmalı. TKP deneyimi, bu açıdan, büyük siyasetin yaratmış olduğu siyasallaşmış kesimlerin partiye yüzünü dönmesine sağlamış olmakla birlikte, düzen siyasetinin bütün dalgalanmalarına maruz bir biçimde düzen siyasetinin etkisi altında kalan bir pratik sergilemiş, ancak bundan daha öte işçi sınıfı içinde siyasal ve örgütsel bir güç elde edilmesini hep ötelemişti. Her seçim döneminde, partinin etkisinin çok altında aldığı oylarla ya da düzen solunun toplumsal olarak bir seçenek haline geldiği her durumda komünist siyaset büyük bir sıkışma yaşamıştır. TKP, bu anlamıyla merkezi kampanyalarla kendisini büyüten ancak kalıcı örgütlenmeler, işçi sınıfı içinde kalıcı mevziler elde edemeyen, yeni toplumsal dinamikler yaratamayan bir “siyaset tarzı”yla düzen siyasetinin dalgalanmalarına maruz kalmıştır. Haziran Direnişi sonrası partinin bölünmesinin altında yatan olgulardan birisi budur ve bununla birlikte son dönem düzen solunun kitleler bazında seçenek haline gelmesinin ve komünist siyasetin kendisini bir alternatif olarak ortaya koyamamasının sebebi olarak da bu olguyu görmek gerekmektedir.
Buradaki temel problemin özünde yatan kafa karışıklığını biraz daha irdelediğimizde karşımıza şu çıkmaktadır: Burjuva düzenin fay hatlarında siyaset yapmayı mutlaklaştırmak ile siyasallaşmış kesimlere seslenmek. TKP, siyasallaşmış kesimlere yüzünü dönerek belli bir büyüklüğe, hacme ya da Türkiye solunda belli bir gelişkinliğe ulaşırken, siyasetini düzen siyasetinin fay hatlarına sıkıştırmıştır. Burada da siyasallaşmanın bu çelişkilerden doğacağı açık olmalı, ancak mücadele eksenini buraya mutlak olarak çakan bir siyaset stratejisinin de belli sınırları olduğu da tespit edilmeli. Bu anlamıyla, güncel siyasetin “basıncı”na karşı sosyalist devrim stratejisinin temel noktalarının partinin vazgeçilmez işi haline getirmek ve partinin pivot ayağının mutlak bir biçimde bu stratejinin belirlediği zemine basmasının sağlanması gerekiyor. Doğaldır ki bu da gerek doğrudan sınıf içinde gerekse toplumsal anlamda emekçi kesimler içinde örgütlenme ve siyasal çalışmaların stratejik bir bakış açısıyla ele alınmasıyla mümkündür.
Bütün bu noktaları toparlamak gerekirse, TKP’nin politik duruşundaki devrimci çizgisi bir yana konmak şartıyla, düzenin değişim süreçlerinde ortaya çıkan toplumsal dirençlere seslenme ve büyük siyasetle bu kesimlere ulaşma siyasetinde tartıştığımız “boşluk”, düzen siyasetinin tarihsel değişim anlamında evriminin, eğiminin, doğrultusunun görülememesidir.3 Asıl mesele budur. Örneğin 2000’li yıllarda Türkiye solunda TKP bir adım öne çıkarken AKP’nin, liberalizm destekli siyasal-gericiliğin de adım adım kendini güçlendirmesi süreci karşımızda duruyor. AKP eliyle sağın güçlendiği ve düzen siyasetinin yeni bir çehre kazanarak geliştiği bir süreçte, komünist siyasetin güçlenmesinde bir çelişki elbette bulunmamaktadır. Ancak genel olarak tarihsel bir bakış açısıyla bakıldığında, düzenin sağa kaydığı bir zeminde komünist siyasetin kendi ölçeğinde büyümesi ile toplumsal anlamda büyümesinin sınırlarına işaret etmek gerekir. TKP’nin böylesi bir zeminden azade bir biçimde gelişmesinin belli açılardan sınırları olacağı bilinmelidir. Bu anlamıyla büyüyen ancak “köksüz” bir örgütlenme pratiğinin karşımıza çıktığı bir yere yazılmak durumunda. TKP’nin büyümesini belli bir sınıfsal zemine oturtamaması ya da işçi sınıfı örgütlenmesinde kök salamaması, toplumsal direnç odaklarını kalıcı birer mevziye dönüştürememesi, bu açıdan stratejik ve tarihsel misyonunun, zorunlu olarak güncel siyasete kurban gittiği bir deneyim olarak karşımıza çıkmıştır.
Bu anlamıyla meselenin özünde şu olgunun belirtilmesinin zamanıdır: İdeolojik, programatik ve siyasal olarak devrimci bir çizgiye oturan TKP, verili nesnelliğe müdahalesinde stratejik bir yaklaşım geliştirmek yerine, yıllardır teorik olarak karşı çıktığı bir “siyaset tarzı”na “kurban gitmiştir”: “Siyasetle suni dengenin kırılacağı” tarzına! Sosyalist devrim tek başına programatik bir başlık değil aynı zamanda stratejidir. Bu stratejinin hayata geçirilmesi yerine, verili-güncel siyasi nesnelliğe müdahalenin amaç haline getirilmesi, “vurunca kırılacak” şeklinde betimlenebilecek bir siyaset tarzının egemen olması TKP’nin yaşadığı pratiğin ya da patinajların özündeki nedendir. Merkezi güncel açılımların ve kampanyaların 6 ayda bir yenilenmesi, uç propaganda söylemleri geliştirilmesi (sürüden ayrılma zamanı, bize oy verme vb.) ya da varlık-yokluk mertebesine indirgenen yoğun siyasal kampanyalar (“Felaketin eşiğindeyiz” söylemi, seçim hedefleri vb.) bir siyaset tarzı olarak “siyasetle suni dengenin kırılacağı” tanımına denk bir durum yaratmaktadır. Güncel siyaset okumasında eğilim, öngörü ya da kestirim noksanlığı –özünde politik bir sorundur– bunun zemini olurken, ifade etmeye çalıştığımız siyaset tarzı –özünde bir önderlik sorunudur– TKP’nin pratiğinde ortaya çıkan boşluğun ana nedenidir.
Buradan siyaset dışı bir algı çıkmamalı. Ülke siyasetine, güncel siyasete müdahale etmeyen bir sosyalist mücadele hattının ayaklarının yere basması mümkün değildir. Son kertede sınıf mücadelesi de siyasal mücadeledir. Bu nedenle bir komünist partinin kendisini yerleştireceği pivot ayağı boşta kalamaz.
TKP, pivot ayağını yerleştirememiştir. Bu pivot ayağının yerleştirilememesinin nedeni dünden bugüne bakarken “siyaset tarzı ve önderlik sorunu” olarak karşımıza çıkarken, Leninizm’in bir soyutlama olarak toplumsal alanda somutlanması meselesi “siyaset tarzı ve önderlik sorununun” da ana kaynağı olarak görülmek durumunda.4
Leninizm’in yeniden örgütlenmesi
Bugün Türkiye sosyalist hareketinin bulunduğu durum topyekun yeni bir yapılanmayı ve mücadele stratejisini gerekli kılıyor. 1980 askeri darbesi, Türkiye siyasetinde geçmişe vurulan bir bıçak darbesi olarak yepyeni bir düzlem yaratmıştı. Gerek sermaye düzeninde yaşanan yeni ekonomik model, gerek bunun yaratmış olduğu yeni toplumsal siyasal şekilleniş ve gerekse sermaye devletinin Özal’la birlikte yeni açılımı, Türkiye solunda da yeni arayışları gündeme getirmişti. Türkiye solu bu dönemde teorik ve ideolojik olarak kendini yenileme yolunu seçmişti. Gelenek-SİP, bu dönemin en güçlü ve gelişkin hareketi olarak kendisini var etmiş, Türkiye sosyalist hareketinde TKP’yi yeniden siyaset sahnesine döndürerek büyük bir başarıya imza atmıştır.
1990’lı yıllarda sermaye düzeninin iktisadi ve siyasi krizlerinin yaratmış olduğu gerilimler üzerinden Türkiye sosyalist hareketi siyaset sahnesinde kendisini var etmeye başlamış, ancak bu süreç özünde yeni bir likidasyon sürecinin gerçekleşmesi ve liberalizmin solu teslim aldığı bir süreçle şekillenmişti. Yine bu döneme karşı en büyük direnç Gelenek-SİP hattı üzerinden oluşmuş, bu hat, devrimci çizgisini bu liberal dalgaya karşı koruyarak 2000’li yılların önünü açabilmiştir.
2000’li yıllarda ise Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e geçiş sürecinin yaşandığı bir fotoğraf bulunmaktadır. Yaratmış olduğu bütün çatışma ve gerilimlerin toplum ölçeğinde yansımasını ve direncini de gördüğümüz bu süreç, maddi koşullar gereği burjuva düzenin yeni bir düzleme geçişi, emperyalist sistemde yerinin yeniden tarifi ve sermaye iktidarının konsolidasyonu ile sonuçlanacaktı. Sermaye düzeninin bu evrimi ve olası sonuçları, bugün belli bir noktaya gelirken sosyalist siyasetin bu olguyu tarihsel olarak görebildiğini söylemek zor.
Bugün yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönem, 1980 sonrasında olduğu gibi reddiyecilikle değil yeniden üretimle aşılacak. Bugün neredeyse liberalizmin sol diye sunulduğu bir tabloda, Leninist parti anlayışının yeniden üretilmesi önümüzde önemli bir görev olarak duruyor: Geleneğimiz geleceğe taşınmalıdır…
Dipnotlar ve Kaynak
- ÖDP içinde yaşanan tartışmalar ayrı bir yazının konusu. Daha önce değindiğimiz gibi bugünkü ÖDP’yi tartışmıyor, dönemin ve sürecin tarihsel bağlamı içinde bir değerlendirme yapıyoruz. ÖDP içinde liberalizmle yaşanan tartışmalar mutlaka not edilmelidir. Türbana özgürlük ya da AB tartışmaları, ÖDP içinde de yapılmış, bugünkü ÖDP bu tartışmaları yaşayarak bugüne gelmiştir. Aynı zamanda, bize göre liberal ideolojiyle bağlantılı olarak, Kürt siyasetine yönelik tutum ÖDP’nin yaşadığı tartışmaların bir başka konusuydu. Bugün ÖDP’nin liberalizme ve Kürt siyasetine eleştiriler yaklaşımı bu sürecin bir sonucudur ve belli açılardan daha sol pozisyona evrildiğini teslim etmek gerekir.
- Sonrasında AKP’nin müesses düzen açısından bir kriz başlığı olarak görülmesi ve sıradan bir burjuva partisi olarak değerlendirilmemesi gerektiğine dair doğru saptamalar TKP tarafından elbette yapıldı. Burada kasıt, yalnızca bu döneme dair bir vurguyla ele alınmalıdır.
- Günlük SoL Gazetesinin ilk manşeti hatırlanmalıdır: “Kaybedenler Kulübü Toplanıyor”. Bu, AKP’nin yakın zamanda kaybedeceğini öngören bir siyaset okumasını göstermektedir. Bu durum TKP’nin verili burjuva düzenin eğilimlerini okurken bir kestirim hatası olarak görülmeli. Partinin stratejik mücadele yerine güncel siyasete kurban verilmesinin altında yatan işte bu politik yaklaşımdır. Bu yaklaşım daha sonra KP yönetimi tarafından sürdürülmüştür. Meselenin özünde politik bir olgu, önderlik sorunu ve bu önderliğin yanlış okumalarının yol açtığı siyaset tarzı bulunmaktadır. Açılımların ve kampanyaların patinajla sonuçlanması işte bu noktada aranmalıdır.
- Güncel siyasete TKP müdahale ederken, bir başka sorun da, bu müdahaleyi politik değil ideolojik olarak yapmasıdır. Bu ideolojik bir partiden politik bir partiye geçiş sorunu olarak daha önceki yazılarımızda ifade edilmişti. Siyaset tarzının bir başka veçhesi de, güncel siyaseti, komünist ideoloji ekseninde yapmak yerine, ideolojik bakışı siyasete ikame etmesidir.