1970’lerin sonu 1980’lerin başında aslına rücu eden kapitalizmin krizi ile birlikte bütün ülkelerde, emekçilerin kazanımlarına dönük bir saldırı başladı. Sermaye artık maliyetlerini en aza indirmek istiyordu. Dünyada bir yandan üretimin düzeyi yükselerek sermayenin kâr oranları, diğer yandan yoksulluk artıyordu. Büyük özelleştirme hamlelerine örgütlü işçi hareketini yok etmek eşlik edecekti. Sendikasızlaştırma, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, esnek istihdam, kazanılmış sosyal hakların gasp edilmesi, emeklilik haklarının kaldırılması, eğitim ve sağlık gibi parasız olarak verilen hizmetlerin paralı hale getirilmesi… Bu süreç her ülkede işçi sınıfı hareketinin gücüne ve tarihselliğine göre farklı hızlarda gerçekleşti. Kapitalizmin sosyal devletinin bir yanılsama olduğu böylece görülmüş oldu. Zira bu kazanımlar, dünyada kapitalizme tehdit oluşturan reel sosyalizmin varlığı ile işçi sınıfının mücadeleleri sonucu elde edilmişti.
Gasp edilen bu sosyal hakların yerini özel sigorta sistemleri ile sosyal devletten geriye yegâne kalan sosyal yardımlar aldı. Sağlık, eğitim, emeklilik, sosyal güvenlik artık hak olmaktan çıktı. Bunlar, bireysel olarak satın almak zorunda olduğumuz piyasa kalemleri haline geldi. İşsizlik ve yoksulluğu da devletten bir şey beklemeden kendimiz halledecektik. Bu süreç, artan işsizlik ve azalan reel ücretlerle birlikte emekçilerin hızla, daha fazla yoksullaşmasını getirdi. Uluslararası verilere göre dünyada 3 milyara yakın insan yoksulluk içerisindeyken, Tüketici Hakları Derneği 2017 rakamları Türkiye’de 16 milyonu aşkın kişinin açlık sınırında, yaklaşık 48 milyonun da yoksulluk sınırında olduğunu gösteriyor. Kapitalizm için bu toplam, sistem karşısında bir isyan tehdididir ve bu tehdit ancak yoksul kitlelerin sermaye düzenine bağlanmasıyla ortadan kaldırılabilir.
Görünen köy kılavuz istemiyor: Bu düzen sürekli olarak yoksul yaratıyor. Kendi meşruiyetini kaybetmemek ve bunun sorgulanmasını engellemek için de “yoksullukla mücadele” gibi programlar icat ediyor. Kaynaklar ve hizmetler tamamen sermayenin insafına terk ediliyor. Sosyal hakların yerini sermayenin denetimindeki “sosyal sorumluluk projeleri” alıyor. Devlet, siyaset ve toplumsal ilişkiler buna göre, bu yapıyı korumak ve sürdürmek üzere düzenleniyor. Kalıcı hale gelen ve derinleşen yoksulluk ortadan kaldırılacak bir olgu değil, yönetilecek bir başlık haline geliyor. Sermaye birikimi, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda emekçi kitlelerin payına ve kaynaklara el koyulmasıyla gerçekleşiyor. Yoksullar ve emekçiler daha önce ücretsiz olan bütün hizmetleri parayla ve borçlanarak satın almakla karşı karşıya bırakılıyor.
Uluslararası sermayenin aracı: Mikro kredi
1980’ler ve 90’lardan itibaren sosyal hizmet kesintileri ile birlikte artan yoksulluğun yönetimi için Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler (BM), çeşitli vakıflar, Avrupa Birliği (AB) ve bağlı sermaye kurumları “yoksullukla mücadele programları” adı altında devreye girdiler. Bir yandan mikro kredi programlarının finansmanı sağlanırken, bir yandan da yoksullara sosyal hizmetlerin dağıtımı için Sivil Toplum Kuruluşları (Non-governmental organizations-NGO/STK) dedikleri örgütler aracılığı ile devletin elini çektiği alanlardaki boşluklar dolduruldu. Sosyal hizmetin yerini piyasa ve sosyal yardımlar aldı. Bu “çözüm”e göre STK’lar sosyal sorunları çözerken mikro krediler de yoksulluğu azaltacaktı.
Mikro kredinin mucidi, ABD’de eğitim görmüş ve 1976’da Bangladeş’teki Grameen Bank’ın kurucusu olan Nobel ödüllü Muhammed Yunus’un projesi, Dünya Bankası, BM ve bağlı kuruluşlar, AB, vakıflar, hükümetler, kalkınma ajansları, şirketler, bankalarla tamamlanacaktır. Kendisini yoksulların bankası olarak adlandıran Grameen Bank mikro krediyi aşırılıklarla savaşta bir silah olarak adlandıracaktır.
Uluslararası sermaye, Dünya Bankası üzerinden, 1995’te hükümet dışı organizasyonlar (NGO/STK) aracılığı ile 200 milyon doları piyasalara sokacak olan Yoksullara Yardım İçin Danışma Grubu’nu (Consultative Group to Assist the Poor-CGAP) kurarak sürece katılır.
1997’de Washington’da Mikro Kredi Zirvesi (World Summit on Microcredit) yapılır. Açılışını Hillary Clinton’un yaptığı toplantıya Dünya Bankası, ABD dış yardımlar ve hibe kurumları, Amerikan Kalkınma Bankası (American Development Bank), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (United Nations Development Programme-UNDP) yöneticileri ve Citibank katılır. Burada devlet ve kurumlar arasında, mikro kredi konusunda işbirliği kararı alınır. Bu toplama kısa sürede Deutsche Bank, ABN Amro, Morgan Stanley ve Credit Suisse ekibi eklenir. Bundan böyle mikro kredi dağıtım organizasyonları daha ciddi oluşturulacaktır. Sadece mikro kredi finans kurumları için kredi değerlendirme ajanslarından Washington’daki Microfinance Information Exchange (MIX) verilen kredilerin dönüşünü, kurumların kotalarını, potansiyellerini ve derinliklerini değerlendirecektir.
Hem yoksul kesimler tepkileri soğurularak sisteme bağlanacak, hem de finans kuruluşları için yeni yatırım ve kâr alanları oluşturulacaktır. Mikro kredi bir yandan da krizlerle uğraşan sermaye için yeni bir yatırım alanıdır. Dünya Bankası için mikro kredi programları dünyanın en yoksul köylerine ve en yoksul insanlarına pazar ekonomisinin canlılığını getirmiştir.
Bir parantez açalım ve aşırılıklara karşı sermayenin silahı mikro kredinin mucidi Muhammed Yunus ve Grammen Bank’in Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesi kararının gerekçelendirilmesine göz atalım: “Nobel Komitesi, 2006 Nobel Barış Ödülü’nü iki eşit parçaya bölerek, ekonomik ve sosyal kalkınmayı aşağıdan yaratma çabalarından dolayı Muhammed Yunus’a ve Grameen Bank’a vermeyi kararlaştırmıştır. Nüfusun geniş kesimleri yoksulluktan kurtulmanın yollarını bulmadığı sürece kalıcı barış sağlanamaz. Mikro-kredi bu yollardan biridir. Aşağıdan başlayan kalkınma, demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesine de hizmet eder. (…) Dünya üzerindeki her bireyin saygın bir hayat sürme potansiyeli ve hakkı vardır. Yunus ve Grameen Bank, bütün kültürlerde ve uygarlıklarda yoksulların en yoksullarının bile kendi kalkınmalarını gerçekleştirmek için çalışabileceklerini ispatlamıştır.” Buna göre, yoksulluklarından sorumlu olanlar bizzat yoksulların kendileridir. Kurtulmanın yolunu da kendileri bulmalıdır. Nobel Komitesi’nin “kalıcı barış sağlamak”tan kastettiği ise yoksul kitleleri sermaye düzenine bağlamaktır. Bunun adı da esas olarak sermayenin barışıdır.
Hindistan, Bangladeş, Tayland gibi Asya ülkelerinde başlayan ve 80’lere kadar daha ziyade tarım alanında geçerliyken, 1980’lerden bu yana tarımsal olmayan alanlarda hedef kitlesi özellikle kadınlar olan mikro kredi uygulamaları, gelişmiş tabir edilen ülkelerdeki yoksul bölgelere de yayılır.
Türkiye’de de mikro krediler söz konusu olduğunda iki ana uygulamaya rastlıyoruz: İlki, Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV) tarafından Maya Mikro Ekonomik Destek İşletmesi adıyla Marmara Bölgesi’nde 2002 yılında faaliyete geçmiştir. İkincisi ise 2003 tarihinde Türkiye İsrafı Önleme Vakfı (TİSVA) ile Grameen Bank işbirliği sonucu Türkiye Mikrofinans Grameen Programı (TGMP) adı altında Diyarbakır pilot bölge belirlenerek başlamıştır. Dönemin AKP Diyarbakır milletvekili Aziz Akgül’ün bizzat girişimiyle başlayan program, özellikle yoksul kadınlara 100-150 ABD dolarına tekabül eden miktarlarda kredi vererek “iş sahibi” olmalarını sağlıyor. İşin mantığına uygun olarak kendilerinin sorumlu olduğu yoksulluktan yine kendi olanaklarıyla çıkışlarına yardımcı oluyor! Yoksulluk yeniliyor!
Mikro kredi süreci nasıl işliyor?
TGMP’nin kurallar ve uygulamalar manzumesine baktığımızda “(…) iş yapma fikri olan yoksul kişilere gelir getirici bir faaliyette bulunmak üzere teminatsız ve kefilsiz olarak küçük bir başlangıç sermayesi sağlanmasının imkânı” olarak ifade edilen mikro kredi süreci kabaca şu şekilde işliyor:
Kendisine iş yaratamayan ve kredi kullanmak isteyen yoksul kadınlar birbirine kefil olacakları şekilde 5’er kişilik gruplar oluştururlar.
Bu gruplara ilgili mikro kredi kuruluşunun kuralları konusunda bir hafta boyunca günde 1 saat olmak üzere 3 günlük eğitim verilir ve tüm mikro kredi şartlarını ezberlemeleri istenir. İlgili kuruluş tarafından teste tabi tutulan gruplar kredi almaya hak kazanırlar.
Birinci yılda başlangıç kredisi olarak 100 TL-1.500 TL arasında bir miktar verilir. Daha sonraki yıllarda “sermaye birikimi merdiveni yaklaşımı”yla, mikro kredi alan kişinin çalışma başarısına bağlı olarak kredi miktarı artırılır. Üstün başarı gösterenlere “Girişimci Kredisi” verilir.
Verilen mikro kredi 1 yıllık olup, haftalık taksitlerle 48 haftada geri alınmaktadır. Paranın kullanılmasından (kredi alındıktan) bir hafta sonra, alınan kredi “hizmet maliyeti” ile birlikte 48 haftada ve haftalık olarak geri ödenir. Taksitlerin tahsil edilmesi için mikro kredi çalışanı mahalle veya köye gelir.
5 kişilik gruptaki üyeler birbirlerinin borcundan da sorumlu kılınır. Böylece, kredi kullanmak isteyen kişiler aynı zamanda grup arkadaşının denetçisidir. Kendi ifadeleriyle, TGMP, Grameen Bank tarafından kullanılan grup tabanlı mikro kredi modelini benimsemiştir. Çünkü grup tabanlı mikro kredi modeli 5 mikro girişimci arasında “sorumluluk ve dayanışma ruhunu” oluşturur. Mikro kredi geri ödemesini düzenli yapmayan mikro girişimcilerin taksitleri, grubun geri kalan mikro girişimcileri tarafından karşılanır.
Yine TGMP’ye göre mikro kredilerin geri dönüş oranları ise yüzde 100’dür.
Ancak, yoksul emekçi kitlelerin, özellikle de kadınların lehine gibi pazarlanan bu uygulamada kazın ayağı öyle değil.
Yoksulluğun kapitalizmin yarattığı, büyüttüğü ve yönettiği bir olgu olduğunu söyledik. Yoksul kitlelere baktığımızda da işten çıkarılanlar/işsizler, sigortasız, sendikasız, düzensiz, kuralsız, esnek istihdamda güvencesiz, asgari ücret veya altında çalışanları görüyoruz. Yani, ülkelerin nüfuslarını oluşturan büyük emekçi kitleler…
Bu uygulamanın arkasında yatan mantık silsilesinde “yoksulluk” bütün koşullardan bağımsız bir olgu olarak ele alınıyor. Onu üretenin kapitalizmin kendisi olduğunun üzeri örtülüyor. Yoksulluk iktisadi ve toplumsal bir sorun değil, bireysel ve doğal bir olgu olarak topluma dayatılıyor.
Bu yaklaşıma göre yoksulluk, yoksulun bizzat kendi sorunudur. Bu duruma düşmesinin (yoksul olmasının) nedeni kendisidir ve yoksulluktan kurtulmanın yollarını kendi başına bulmak, kendi kalkınmasını sağlamak zorundadır. “Kendisine iş yaratamayan, iş bulamayan, iş sahibi olamayan yoksullar”ın bu mahrumiyeti, yeteri kadar becerikli olmamalarından kaynaklanır. Dolayısıyla, insanlar beceriksizlik neticesinde yoksul olurlar. Grameen Programı gibi programlarla birlikte diğer iştirakçi, destekçi vb. kurumlar onlara “fırsatlar” sunar.
Böylece sistem içselleştirilir ve sorgulanamaz hale gelir. Yoksulluğun topyekûn siyasi, iktisadi ve toplumsal bir değişimle ortadan kaldırılmasının önüne geçilirken yoksulluk sisteme içkin yönetilecek bir olgu olur.
Türkiye’deki uygulamalardan bazı örnekler mikro kredi alan kadınların bir kısmının, bu düşük meblağlarla temel ihtiyaçlarını giderdiklerini, diğerlerinin ise evde parça başı ürettikleri el işlerini çok ucuza sattıklarını gösteriyor Mikro kredi uygulaması böylece yoksulların geçici ve kısa süreli olarak bir rahatlama yaşamasını, öte yandan da enformel çalışma rejimine dahil edilmesine yol açıyor.
Haftalık taksitlerle ve hizmet maliyeti adı altında faiziyle geri ödenen bu kredi mekanizması yoksul kesimlerin, özellikle kadınlar üzerinden “ekonomiye dahil etme” şiarıyla, finansal süreçlerin parçası haline getirilmesini, böylece kapitalizmin finansallaşma ağının en yoksul kesimlere kadar genişlemesini sağlıyor.
Kredi, hizmet maliyeti (faiz) ve haftalık geri ödeme mekanizması dışında önemli bir diğer dayatma ise zorunlu tasarruf mekanizması. Grameen Bank’ın programlarına dahil olan yoksullar bir yandan yüksek faizlerle (yüzde 15-45) geri ödeme yükü altına girerken diğer yandan “zorunlu tasarruf” adı altında aldıkları her yeni kredinin yüzde 2,5’lik miktarı kişisel hesaba, diğer yüzde 2,5’lik miktarı ise “özel hesaba” aktarılıyor. Bunu yoksul insanları tasarrufa teşvik etmek olarak pazarlayan program böylece yoksul kitleleri bir de bu şekilde finansallaşmanın parçası haline getiriyor. Kişisel hesaptaki bu 2,5’lik miktara erişimi olan yoksul kredi alıcısının, diğer “özel hesap”taki yüzde 2,5’lik miktara erişimi ise kısıtlanıyor. Böylece yaşam mücadelesi ile yoksulluktan kurtulma ihtimali birikim nesnesi haline getiriliyor. Dünya Kadın Bankası, Uluslararası Zirai Kalkınma Fonu, ABD Uluslararası Kalkınma Kurumu, Norveç Uluslararası Kalkınma Kurumu, Kanada Uluslararası Kalkınma Kurumu, İsviçre Uluslararası Kalkınma Kurumu gibi binlerce kurum “yoksullara yatırım yaparak” bu kârlı birikim alanında faaliyet yürütüyor.
Yani bir taşla birçok kuş vuran kapitalizm, yoksul kadınları sermaye düzeninin ihtiyaçları doğrultusunda hem enformel çalışma rejimine, hem de piyasaya dahil ediyor. Elbette borçlandırarak… Kitlelerin kredilerle ve kredi kartlarıyla tüketimini pompalayan sermaye düzeni, yoksul kesimler söz konusu olduğunda da mikro krediler üzerinden bu kesimlerin de borçla daha fazla tüketmesini güvence altına alıyor.
Diğer yandan yoksulluğun yönetimi görevini üstlenmiş olan BM, Dünya Bankası, AB vb. uluslararası kuruluşlar, hibe adı altındaki yardım mekanizmaları ve “yoksul/gelişmekte olan” ülkelerin borç yapılandırmaları yerine uluslararası sermayeye daha fazla getirisi olan mikro kredi-mikro finans mekanizmasıyla dünya çapında yoksul kesimleri piyasa mekanizmasına yoksullukları baki kalacak şekilde bağlıyor.
Özellikle 1990’larla birlikte söz konusu mekanizmanın en önemli aktörlerinden biri ise STK’lar olarak ortaya çıkıyor. Kalkınma, demokratikleşme, özgürlük, sürdürülebilirlik vb. kavramlar üzerinden özellikle Doğu Avrupa’nın eski sosyalist ülkeleri, “gelişmekte olan” ülkeler gibi farklı coğrafyalarda büyük bir hızla kurulan STK’lar mikro kredi dağıtımı ve organizasyonuyla birlikte birçok ülkede geçmişte devletin görevi olan kamu hizmetlerinin dağıtımında da rol oynamaya başlıyor. Büyük miktarlarda hibe ve fonlarla desteklenen STK’lar, kapitalizmin hem emekçi kitleleri piyasa mekanizmasına bağlama işlevini yürütür hale geliyor hem de ideolojik olarak sermaye düzenin önemli aracı olarak faaliyet yürütüyor.
Mikro kredi mekanizması neden kadınları hedef alıyor?
Kapitalizmin bir yandan yoksullaşmayla ortaya çıkma tehlikesi olan tepkiyi soğurması, diğer yandan meşruiyetini sağlaması ve tahkim edebilmesi için iki önemli aracı devreye soktuğunu görüyoruz. Bunlardan biri STK’lar (dernek, vakıf vb.) ve yerel yönetimler eliyle dağıtılan sosyal yardımlar, diğeri de mikro kredi mekanizması…
1980’ler ve ‘90’larla birlikte “ideoloijler öldü, sınıflar bitti” sloganları sınıf mücadelesinin kimlikler, çevre, vb. siyasetleriyle ikame edilmesini getirir. Yukarıdaki bölümde değindiğimiz gibi, mikro kredi mekanizmasının işlemesinde en önemli rollerden biri sayıları 1990’larla birlikte patlayan STK’lar, en önemli ideolojik propaganda başlıklarından biri ise “kadınların özgürleşmesi” olur.
Buna göre, toplumsal cinsiyet eşitliği ve dolayısıyla kadınların özgürlüğü piyasaya dahil oldukları oranda sağlanacaktır. Mikro kredi mekanizmasıyla piyasanın aktörleri haline gelen bu kadınlar yoksulluklarından kurtulacaklardır. Böylece, bir yandan piyasayı besleyecekler, diğer yandan da sermaye iktidarlarının egemen olduğu ülkelerin insani gelişim endekslerini, kadınların “iş gücü piyasasına katılım oranları” gibi rakamları da yükselteceklerdir. Sermaye rejimi de meşrulaşacak, yoksulluk yönetimi devam edecektir.
Bu sürecin işleyebilmesi için “eğitim” önemlidir. Yoksullukla çaresiz kılınan kadınlara bir hafta içerisinde toplam birkaç saatlik eğitimlerde ezberlemek zorunda bırakıldıkları bazı kuralların yanı sıra, belki daha da önemlisi, ekranlardaki dizilerle pekiştirilen bir çeşit külkedisi masalı pazarlanır. Çok çalışır, girişimci olurlarsa kendilerini kurtarabilirler. Tıpkı dizlerdeki gibi tüketebilirler. Piyasaya bağlanırken, enformel çalışma rejiminin de parçası haline gelecek olan kadınlar, kapitalizmin bireysel kurtuluş, girişimcilik, piyasacılık gibi ideolojilerince de kapsanacaktır. Burada artık toplumsal kurtuluş mücadelesinin üzeri örtülür, bireysel bir sorun olan yoksulluktan ancak piyasaya bağlanarak kurtulmak mümkündür. Yoksullukla birlikte bütün yoksunluklar yönetilecek başlıklardır. Artık sermaye için yük olan, maliyetleri yükselten güvenceli, düzenli ve kalıcı iş olanaklarına gerek yoktur.
Mikro kredi mekanizmasına dahil olan yoksullar, özellikle de kadınlar yoksulluktan kurtulmadıkları gibi, sürekli bir güvencesizliğin içerisinde yaşamlarını sürdürmeye mahkum edilirler. Sermayenin kurumları ise “kadınlar için” şiarıyla yürüttükleri bu programlarla sermayenin gücünü tahkim etmeyi sürdürür.
“Kadınların özgürleşmesi” şiarının da takiyeden başka bir şey olmadığı ortadadır. Esas hedef finans ağına bağladıkları kadınların, mekanizmanın güvenliğini sağlayacak niteliğe sahip olmalarıdır. Bir yere kaçamazlar, onları bağlayan toplumsal ilişkiler, aile vb. vardır. Kocalarını, ailelerini rezil etmeyi göze alamazlar. Zaten borçların, kredilerin faiziyle birlikte geri ödenmesi, yukarıdaki satırlarda da belirtildiği gibi, kolektif baskı aracılığıyla garanti altına alınmıştır.
TGMP’nin yüzde yüze yakın olarak açıkladığı geri dönüş oranlarıyla birlikte “hizmet maliyeti” ve her ne adlandırmayla olursa olsun yüksek (yüzde 15-45) faizleri de mikro kredinin finans piyasaları için ne denli önemli yeni bir kâr alanı olduğunu gözler önüne seriyor. Citygroup, Deutsche Bank, Finansbank gibi finans gruplarına ek olarak Türkiye’de de mikro kredi programlarını destekleyen kurumlar arasında Soros’a bağlı Açık Toplum Enstitüsü, Citibank, Vakıfbank, Finansbank, Carrefour, Microsoft, Borusan, Teksen, Estore, Ciner Grubu, Özyeğin, Turkcell, Limak göze çarpıyor. Örneğin, Citibank’ın 2017 “Mikro Girişimci Ödülleri”nin jürisinde IBM Türk Genel Müdürü, HP Türkiye Genel Müdürü, Dow Türkiye ve Orta Asya Cumhuriyetleri Başkanı gibi isimler yer alıyor.
Bu pek kârlı mekanizmada kredilerin dağıtımı STK’lar eliyle sağlanıyor. Böylece STK’lar hem banka için bir çeşit garantör hem de kredi alan grubun ürünlerinin pazarlanmasını yürüten aktör oluyor. Ürünleri ucuza kapatıp yüksek fiyatlarla pazarlayan STK’lar bir yandan bu rolleriyle kâr eder, bir yandan da kapitalizmin ideolojik aparatı olarak işlev görür. Uygulamalar, mikro kredi mekanizmasının bu kuruluşlar için hem maddi hem siyasi rant açısından ne denli önemli olduğunu gösteriyor.
Kamu hizmetleri de dahil olmak üzere her şeyin birer piyasa kalemi haline getirildiği sermaye düzeninde mikro kredi uygulaması yoksulluktan kurtulma olasılığını da yoksullara yüklüyor. Böylece, sermaye için herhangi bir maliyet riski barındırmadığı gibi bir de önemli bir kâr alanı haline geliyor.
Yoksulların gayya kuyusu…
İşsizlik, umutsuzluk ve çaresizlikle kuşatılmış, en güvencesiz, en düşük ücretlerle kölelik koşullarında çalışmaya hazır olan emekçi sınıfların en yoksul kesimleri mikro kredi uygulamasının “hedef kitlesi” olarak belirleniyor. Güvencesiz, parça başı üretimle ve üstüne üstlük borçlanarak, sermaye için neredeyse hiçbir maliyet yükü olmaksızın enformel çalışma rejimiyle piyasaya dahil ediliyorlar.
Hedefleri arasında düzenli ve güvenceli istihdam yaratmak gibi bir başlık bulunmayan mikro kredi uygulamaları, esas olarak yoksulluğu yönetmenin önemli bir aracı olarak daha ziyade enformel sektörü düzenleyici bir işleve de sahiptir. Bu uygulamanın esas olarak kadınlara odaklandığını, aldıkları krediyle bazılarının temel ihtiyaçlarını giderdiklerini, diğerlerinin ise evde parça başı ürettikleri el işlerini çok ucuza sattıklarını yukarıdaki satırlarda belirttik. Kadınlar böylece, ev dışına çıkmadan, el işleri, yiyecek, örgü-dantel gibi üretimlerin yanında ev içi işleri yapmayı sürdürerek, herhangi bir güvenceleri olmaksızın çok düşük gelirle enformel istihdam rejimine dahil ediliyorlar. Ağırlıklı olarak ev içinde parça başı üretim diğer yandan çocuk emeğini de yaygınlaştırıyor.
Dayanışmayı güçlendirdiği söylenen mikro kredi uygulamalarında, geri ödeme söz konusu olduğunda sorun yaşayan kadınlar, proje şartlarının zorunlu kıldığı grubun diğer üyeleri, sorumlu STK ve banka tarafından kolayca baskı altına alınabiliyor. İçerisinde yer aldığı grupla birlikte aile ve sosyal çevresi nezdinde zor durumda kalması ek olarak bir toplumsal basıncı da beraberinde getiriyor.
İlk haftadan itibaren sık geri ödeme taksitleri ile yüzde 15 ile 45 arasında seyreden “hizmet maliyeti” adı altındaki yüksek faiz oranları, kadınların kredi borçlarını yine borçla kapatmaya çalışmalarına, böylece sürekli borçla yaşamalarına yol açıyor.
Bu mekanizma içerisinde az sayıda “tutunabilen girişimci” de tamamen piyasanın insafına kalmış olduğu koşullarda, en ufak bir dalgalanma karşısında elindekileri kaybetmekle kalmayıp yeniden açlıkla karşı karşı karşıya kalıyor.
Bu hayatta kalma ve borç girdabı içerisindeki kadınların tasarruflarına da ya banka tarafından ya da aile içerisinde el konulması ise kadınların piyasaya dahil olarak özgürleşmesinin bir safsatadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor.
2018 verilerine göre yıllık küresel servetin yüzde 82’sinin, nüfusun sadece yüzde 1’lik kısmını oluşturan zenginlerin cebine gittiği, dünya nüfusunun en alt gelir seviyesinde olan 3,7 milyar insanın ise yıllık küresel servet artışından hiçbir şekilde yararlanmadığı bir düzende, başta uluslararası kuruluşlar olmak üzere, sermayenin mikro kredi programlarını yoksulluğun çözümü olarak pazarlaması neye hizmet ediyor, düşünmek lazım.
Diğer yandan, yoksullukla birlikte her türden eşitsizliğin ilacı olarak sunulan piyasanın kadınların özgürleşmesinde nasıl bir rol oynadığı da bu satırlarda kısaca ele almaya çalıştığımız başlıkla da açıkça ortadadır.
Yoksulluk, ancak sermaye düzeninin alaşağı edildiği siyasi, iktisadi, toplumsal bir altüst oluş ve yeniden kuruluşla ortadan kaldırılır. Kadınların özgürlüğü de bu yeniden kuruluş zemininden yükselir.