Zorunluluklar ve onların kavranmasına ilişkin tartışma oldukça eski. Bu tartışmanın ana akım düşünce dünyasına taşınması hemen hemen Aydınlanma Çağı’nın başlangıcına kadar gidiyor. Farklı düşünür ve ekollerin kendilerine özgü yaklaşımları geliştirdiği bu tartışmada, esas odak noktasını nesnellik ve nesnelliğin dönüştürülmesi başlıkları oluşturuyor.
Tartışmanın bağlandığı nokta ise insan eyleminin sınırları üzerine oldu. Özellikle burada özgürlük ve zorunluluklar arasındaki ilişki, kavrayış tartışmasına göre, tartışmaya değer bir başlık. Bu başlığın ilk olarak ele alındığında özgürlük ve zorunluluk arasındaki ilişkinin “zıtlık” temelinde olması beklenir. Eğer bir yanda “özgürlükten” söz ediliyorsa, zorunluluktan söz edilemez. Tersinen bakıldığında zorunlulukların olduğu yerde de özgürlük yoktur. Sezgisel yaklaşım çerçevesinde meselenin bu biçimiyle ele alınması “olağan” karşılanabilir.
Ancak, insan eyleminin ve kavrayışının sezgisel yöntemlere ya da ampirik bakış açısına sığdırılması, bugüne değin oluşturulan “bilimsel yaklaşımın” birikimine fazla yaklaşamamak anlamına geliyor. Zira gerek sezgisel yaklaşımlar, gerekse de ampirik bakış açısı problemin çözümü açısından “ideal” bir çözüm kümesi sunsa dahi, tam çözüme erişme noktasında “yetersiz” kalma olasılıkları bulunmaktadır.
Her problemin tam çözümü mümkün müdür?
Bu sorunun cevabı oldukça karmaşık ama bu yazının ihtiyaçları çerçevesinde ele alacak olursak, her problemin tam çözümü ancak yeterli şartlar ve tanım kümesi sağlanırsa mümkündür. Bunun için; İlgilenilen sorunun tanım kümesinin açık ve net bir biçimde ortaya konulması,
Problemin ilişkilerinin açığa çıkarılması, Eğer söz konusu problem insan eylemi çerçevesinde ele alınıyorsa, açığa çıkarılacak ilişkilerin süreçlerle bağının ortaya konulması gerekmektedir.
Bu üç maddenin belirli sıra ile değil, bir bütün olarak ele alınması gerekir. Dolayısıyla her sorunun “nihai” bir çözümüne ilişkin beklenti, olsa olsa teolojinin konusu olabilir. Teolojik yaklaşımın, gerçeğin üzerindeki sis perdesini kaldırmasını beklemek ise bir hayli “safça” olacak.
O nedenle, tam çözüm beklentisi ile yaklaşmak yerine, yukarıda sözünü ettiğimiz üçlü mantık sürecinin ele alacağımız konu eksenindeki yaklaşımlarını bu yazıda ifade etmeye çalışacağız.
Eğer bu açıdan özgürlük ve zorunluluk arasındaki bağlantı noktaları ele alınacak olursa, Engels’in ünlü “özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır” ifadesinin önemli bir ayrımı ifade ettiği söylenebilir. Engels’in bu ifadesinin, Hegel’in özgürlük ve zorunluluk arasındaki ilişkiyi nasıl kavradığına ilişkin yorumu olduğu biliniyor. Bununla beraber Engels, özgürlük ve zorunluluk arasında yürüyen bu tartışmayı, şu biçimiyle açar:
“(…)özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğine dayanır; böylece o, zorunlu olarak tarihsel gelişmenin ürünüdür.”1
Burada özgürlük ve zorunluluk arasındaki ilişkiye iki önemli katkı var; birincisi “doğal olanın bilgisi” ve “doğal olanın bilgisinin tarihsel gelişimin ürünü” olarak ortaya çıkışı. Doğal olan bilginin “kendinde şey” ile olan ilişkisi, nesne ve özne arasındaki ilişkiye benzemektedir. Dolayısıyla, verili bir sorunun ya da olgunun çözümünde “doğal olanın bilgisine” erişme ve bunun tarihsel süreçle olan bağıntısını gözler önüne serme temel kalkış noktası haline dönüşüyor. “Bilimsellik” iddiasının arkasında yatan değiştirici güç, gerek tarihsel olguları, gerekse de güncel meseleleri böyle bir çerçevede ele alarak çözümlemekten geçiyor.
Marksist yöntem ve zorunluluk
Marksizmin diğer tüm akımlardan farkı, yukarıda ifade edilen yöntemle beraber anılmasıdır. Özellikle söz konusu kapitalizmin devrimci eleştirisi ve aşılması söz konusu olduğunda, Engels’in ifade ettiği biçimiyle, zorunlulukların kavranması, aynı zamanda tarihsel değişimin de anahtarı haline geliyor. Öte yandan, bu kavrayış biçiminin hem Marksist akım içinde, hem de dışında ciddi bir tartışmaya neden olduğu biliniyor. Tarihsel süreç içerisinde bilme eyleminin verdiği bilinci, bir tür “praksis siyasetiyle” eşdeğer gören anlayışla, “öznelliği kuşatan nesnellik” yaklaşımları, hem Marksizm içinde, hem de dışında kendine yer bulmuş durumda.
Söz konusu Marksist yöntem olduğunda, ilk yaklaşımın, özellikle Engels’e atfettiği eleştiri, “dolayımsız praksis felsefesi” ve nesne-özne özdeşliği üzerinden şekilleniyor.2 Özellikle Lukacs’ın, daha sonrasında teorik temellerini reddettiği; ancak özünde doğru bulduğu yaklaşım, söz konusu doğrunun bilgisine erişmede öznenin dolayımlı bir biçimde aktarıma sahip olabileceği üzerine kuruludur. İlk başta Lukacs’ın yaklaşımının, Lenin’in “Ne Yapmalı?” kitabında atfettiği “dışarıdan bilinç verme” yaklaşımıyla benzer olduğu düşüncesi akıllarda beliriyor. Elbette Lukacs’ın Lenin’den esinlendiği açık; ancak belirli bir özgünlükle konu ele alınmaktadır. Aynı zamanda gerçeğin “bütünlük” yaklaşımı ile kavranabileceği düşüncesi de konuya Lukacs tarafından ekleniyor.
Lukacs’ın ilerleyen aşamalarda bu düşünceden vazgeçtiği, hatta bunun kendi düşüncesindeki “Hegelyen izler” olduğu itirafı biliniyor. Ancak Marksist yöntemdeki bu ayrışma, gerçekliğin bilgisinin ve değiştirmenin gücünün nereden geldiği tartışmasını yeni bir aşamaya getirmektedir. Bu yeni aşamada Engels’in ifade ettiği zorunluluk ve özgürlük ilişkisi, Leninist siyasette önemli bir yer tutmaktadır. Zira, Lenin’in Marksizm’e kazandırdığı yaklaşımda devrimci arayışın ve toplumu değiştirme iradesinin, sıradan ve kendiliğinden yükselecek bir “yansız gerçekliğe” özdeşleştirilmediği, bunun yerine gerçeklik ile tarihsel süreç arasındaki iç bağlantıların ve öznenin rolünün nereden geldiğine ilişkin bakış açısı hâkimdir. Bilimsel sosyalizmin, kendine özgü olarak atfettiği bilimsellik iddiasının gücü de yöntemdeki bu ayrışmadan geliyor.
Burada Marksizm içinden çıkan ve sonrasında Marksizm dışına taşan ikinci eğilimin “yansız gerçeklik” yaklaşımını benimsemesi okuyucuları şaşırtmasın. Sosyal-demokrasinin 20. yüzyılın başında hâkim hale gelen ve kapitalist toplumu değişmez veri olarak alan yaklaşımı bu türün ilk örneğiydi. Ancak son örneği olmadı. Daha sonraları, Kıta Avrupası’nda Yapısalcı Marksizm’in ve İngiltere’de Analitik Marksizm’in, Marksist siyaseti “Hegelci izlerinden temizleme” iddiasına girişerek yeniden üretme isteği, onları kapitalist toplumun değişmezliğine ve sınıf analizinde “durağan” bir anlayışa itti.
Analitik Marksizm’in yöntemsel Ortodoksiye sarılması, tıpkı 20. yüzyılın başındaki ana akım sosyal demokraside olduğu gibi, teorik olarak değişimin devrimci yönüne bağlıymış gibi gözüken ama esasen bunu reddeden bir anlayışın şekillenmesine neden oldu. Bir noktada, “yeniden üretim” ve “güncelleme” başlıkları açısından faydalı gözüken teorik şekillenişin bir tür durağan tarih anlayışına ve teorik bir çıkmaza saplanması, işin doğal sonucu oldu. Bu tarih anlayışının özeti şu düşünce biçimini izlemektedir: Toplumsal oluşumun yeniden üretilmesini gerektirecek koşullar, bu koşulların varlığı ve bu koşulların varlığının yeniden üretilmesinin zorunlu oluşu.3
Öte yandan, bir parantez açalım. Callinicos’un haklı olarak eleştirdiği bu tutumun, hangi koşullar altında devingen bir tarih anlayışı ile ikame edileceğine ilişkin önermeleri ayrı bir tartışma konusu. Yazının ilerleyen aşamalarında dönmek kaydıyla, bu parantezi şimdilik kapatmak gerekiyor.
Marksist yöntemin bu iki anlayışının bugün için hem teorik, hem de pratik açılardan ele alındığında ciddi açmazlarının olduğunu ifade etmek gerekiyor. Söz konusu açmazın, özgürlük ve zorunluluk arasındaki ilişkinin, kapitalist üretim tarzı ve onun nihai sonuna ilişkin tartışmadan yara almadan çıkabilmesi imkânsız. Tarihsel gelişim süreci içinde, kapitalist üretim tarzının barındırdığı iç çelişkiler, bu iç çelişkilerin barındırdığı içkin özellikler (kriz olgusu ve sınıf mücadelesi) ve içkin özelliklerin nihai sonu belirli bir zorunluluk çerçevesinde ele alınmadan tartışılamaz.
Marksist tarih anlayışı krizi nihai bir son olarak mı görür?
Bu tartışmanın her yönüyle, burjuva ideolojileri ya da sosyalist ideoloji, yapılabileceği açık. Ancak her bir açılımın kendine özgü kısıtı ve bu kısıtın temsil ettiği tarihsel bir eğilim var. Eğer söz konusu tarihsel eğilim, toplumun bugüne değin edindiği birikimin yeni bir aşamaya yükseltilmesi ile ilgiliyse sosyalist ideolojinin gerçekliğe ilişkin eğilimlerini açığa çıkartmak zorunlu. Kapitalizmin nihai bir aşama olarak insan toplumunun evrensel aşaması olduğuna ilişkin inanç, bugünlerde fazlasıyla sorgulanırken, bu sorgulamanın geldiği aşamanın “liberal değerlerin krizi” olarak adlandırılması bir hayli eksikli.
O nedenle, kapitalist üretim tarzına ilişkin eğilimlerin açığa çıkartılmasında, günümüzdeki “liberal değerlerin krizi” tartışmasına dönük olarak da açıklayıcı bir yan bulunuyor. Tabi bu açıklama işleminin salt bir eğitsel yön içermediği, aynı zamanda emperyalist-kapitalist sistemin düğümünün çözümü için devrimci bir yönelime sahip olduğunu bir kenara not olarak düşmek gerekiyor.
Emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin içerdiği tüm aksaklıkların ve krizlerin, ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik ve kültürel düzeylerde, döngüsel bir biçimde yeniden üretimi, zorunlu bir şekilde ve nihai olarak kapitalizmin aşılması zorunluluğunu önümüze getirmektedir. Öte yandan bu zorunluluğun, kendine özgü dinamikler taşıdığı apaçık ortada. Başta Marksizm’in her açıdan ele aldığı bu gerçeklik, bugünün Dünyasında yeniden üretilmeyi bekliyor.
Kriz teorisi üst başlığında toplanacak tüm tartışmalar, aslında bir yanıyla “nihai sonun” ne olduğuna ilişkin bir tartışma. Ancak bu tartışmanın her şeye kadir, omnipotent, bir yan taşımadığı açık. Bilimsel yaklaşımın, böyle bir saplantı içinde, her şeyi açıklayan büyük teori içine girmesi beklenemez. Ancak bilimsel yaklaşım, gerçekliği kavramayan ve onu parçalı bir görünüme hapseden öznel eğilimle hesaplaşmanın da yegâne yoludur.
Hesaplaşmanın bir kez daha “tarih anlayışı” tartışmasını doğurduğu dolaylı bir biçimde ortaya çıkıyor. “Tarih anlayışı” tartışmasının özünde tarihin aşamaları eğilimine kayması bir noktadan sonra kaçınılmaz. Ancak, tarihin ereksel/amaçsal bir özünün bulunmadığına ilişkin tüm anlayışlar, eninde sonunda bu hesaplaşmanın dışında kalmak zorunda. Zaten bu anlayışın, bir anlamda “Neden liberal değerler, bizzat kapitalist sistemden kaynaklı bir krizde?” sorusunun yanıtını vermekten aciz durumda. Bu nedenle tarih anlayışı tartışmasının, Marksizm’in tarih anlayışı olarak tartışılması zorunlu.
Marksist tarih anlayışı dışındaki tartışmaların konu dışı kalmasıyla, bu tarih anlayışının tarihsel gelişim teziyle bağını ortaya çıkarmak gerekiyor. İster işlevsel bakış açısı olsun, isterse akılcı failler tezine dayansın, son noktada tüm bakış açısı, üretici güçler ve toplumsal ilişkiler arasındaki bağa dayanmaktadır.4 Bu iki kategori arasındaki bağın, tarihsel süreç içindeki dinamik resmi ve sonuçları, zorunlulukların neler olduğunu ortaya koyarken, olasılıkların da hangi düzeylerde gerçekleştiğini söylemektedir.
Üretici güçlerin gelişimi ve bu ilişkilerin doğurduğu sınırlar her üretim ilişkisinin kendi sınırını ve zamanla çelişkisini ortaya koyuyor. Marksist yöntem, bu çelişkiyi saptarken, çelişkinin doğurduğu ilerleme yönüne de işaret ediyor. İlerlemenin yönü, sınıfsal ilişkilerin son noktası ve çözümüdür.
Öyleyse bu çözüm nedir?
Aslında bu noktadaki çözüm, Marx’ın Hegelci mirasına atıfla “insanileşme” adı verilen ve her üretim sürecini kendine mal etme ve diğer insanlarla olan ilişkiyi ifade eden bakış açısında yatıyor. Burada kolaycı çözümleme, Marksist tarih anlayışının esasının insani eylemin sınırsız bir biçimde serbest kalabileceği toplumsal koşulların yaratılmasından geçtiğini ifade etmektir.
Özü itibariyle reddedilemeyecek bu yaklaşım, Marksist yöntemin, başta kapitalist üretim tarzı için geliştirdiği tüm yaklaşımları “hafifletici” bir yan taşıyor. Dahası, bu hafifletici olgunun siyasal kendiliğindenliğe kapı aralaması işten bile değil. Böyle bir durumda siyasal mücadele ve “sınıf bilinci” adı verilen olgunun basit bir refleks olarak barınmasından başka bir seçenek kalmıyor. Ancak, bu yaklaşımın en önemli özgünlüğü tarihsel eylem ile güncelliği birbirine bağlayan bir köprü sunmasıdır. Zira üretim sürecinin insan eylemini özgürleştirici ve ilerletici bir düzeyi yaratacak toplumsal koşulları yaratması isteniyorsa, söz konusu dönüşümün de toplumsal olma zorunluluğu taşıdığı iddiası bir hayli ciddi bir önermedir ve esas çözümü bize vermektedir.5
Kapitalist üretim tarzında kriz olgusu
Marksist tarih anlayışının bu çözümü için ise birkaç adım geriye dönerek, “çelişki” üzerine odaklanmak gerekiyor. Belirli bir üretim tarzının sınırlarına ve tarihsel gelişimin yönüne işaret eden çelişki kavramı, söz konusu kapitalist üretim tarzı olunca kriz kavramında kristalize oluyor. Aslında ne Marx’ta, ne de ardılı olan Lenin’de kriz olgusu “belirleyici etmen” olarak ele alınmaz. Krizin, kapitalist üretim tarzına özgü bir zorunluluk olarak yansıtılması, bilimsel sosyalizmin önemli yaklaşımlarından bir tanesidir. Dolayısıyla bilimsel sosyalizmde kriz olgusu, kapitalizmin devrimci bir biçimde eleştirisi ve aşılmasında temel bir motif olmaktan çok, kapitalist üretim ilişkisinin bir zorunluluğu ve toplumsal ilişkilerde yaratacağı iç gerilimleri olarak önemsenir.
Kriz olgusunun, burjuva iktisadı söz konusu olduğunda, piyasa aktörlerine dönük aksaklıklar ve geriliklerden kaynaklı olduğu düşüncesi yaygın bir görüştür ve bu görüşün sınırları klasik ekonomi politikten bu yana aynı kalmıştır. Bu anlamda, Marx’ın kriz olgusuna yüklediği anlam ile burjuva iktisatçılarının krize yüklediği anlam birbirinden farklılaşır. Burjuva iktisatının toplumsal ilişkileri görünür ve yüzeysel bir biçimde ele alması, kriz olgusuna arızi bir anlam yüklemesine neden olur. Bunun altında yatan düşünce, kapitalist toplumun ebediliği üzerine kurulmuştur ve kendi sınıf bilinci nedeniyle asla aşılamaz. Yarı ciddi, yarı şaka bir biçimde ifade edilen burjuva iktisatının yalnızca ekonomi bilimi düzeyine çekilerek politik yanının göz ardı edilmesi eleştirisi de biraz buradan kaynaklanır.
Marksist tarih anlayışının ürünü olarak kriz olgusu, bu açıdan burjuva ekonomi-politiğinden uzaklaşır. En başından itibaren kapitalist üretim tarzına özgü olarak kriz eğilimi, üretim ve dolaşım arasındaki ayrımdan kaynaklanan, pazara dönük üretimin temel motivasyonunu oluşturan özelliklerinden doğar.6 Dolayısıyla krizin ister geçici olsun, isterse döngüsel olsun, kapitalist sisteme içkin bir yan taşıdığı tartışılmaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Krizin özelliklerinin emperyalizm çağında farklılaşma bir yana, daha fazla kristalize olması, bize burjuva toplumunun aynası olması açısından önemlidir. Dahası, bu aynanın kırılıp yeniden inşası için gerekli malzemenin edinilmesinde de önemli bilgileri sağlar.
Bu noktada, Marksist tarih anlayışının doğurduğu bir kriz teorisinin, genel ve özel kurallarıyla birlikte, sınıf mücadelesinde bir yerinin olup olmadığı tartışması yapılmalıdır. Pek çok siyasi yorumcu için kriz, her ne kadar bir kalkış noktası olmasa da, barındırdığı özellikler bakımından önemsenmesi gereken bir olgu. Kriz olgusunun, kapitalist toplumu değerlendirme açısından Marksist tarih anlayışında oynadığı merkezi rol ayırt edici bazı özellikleri ortaya çıkarmaktadır. Bu açıdan kriz, sadece bir ekonomik fenomen olarak değil, toplumsal ve sosyal ilişkilerin de sorgulandığı kırılma anları olarak da görülmelidir.7
Bu kırılma anlarının hangi toplumsal ilişki yönünde değişeceğine ilişkin eğilimleri belirlemek hem teorinin, hem de ondan beslenen siyasetin işi. Söz gelimi, son büyük kapitalist krizin üzerinden geçen sürenin ardından, burjuva iktisadının sağlı-sollu akımları için temel tespit finansal varlıkların kontrolsüzce büyümesinin yarattığı sorunlardır. Bu sorunlar, yaratılan değerin “kurgusal olduğu” gerçeğini insanların yüzüne vururken, “liberal değerlere” de zarar vermiş ve serbest piyasa “kapitalizmin büyük yalanı” haline gelmiştir. Buradan çıkarılan sonuç ise; 20. yüzyılın ilk yarısındaki ilk krize yakınsıyor; bilinçli devlet müdahalesi ve sermayenin yeniden üretimi için belirli “kontrollerin” devreye konulması. Elbette, bu uygulamalar sosyalizmi çağrıştırmaması için özenle “sosyalizmin başarısızlığına” dair atıflar eklenerek yapılmaktan kaçınılmıyor.8
Burjuva iktisadının geçici çözümlerle ilgilenmesi olağan olmakla birlikte, krize ilişkin yalnızca anlık bir açılım sunabilmesi onun dünya görüşünün ufkuyla ilgili. Öte yandan, Marksizm söz konusu olduğunda kapitalist üretim tarzına ilişkin geliştirilen genel soyutlamanın içinden bir “kriz teorisi” çıkartmak mümkün oluyor. Marx’ın döneminden başlayarak sosyalizmin anlamaya çalıştığı şey; krizin görünümlerinden daha çok, toplumsal ilişkilerde yaratacağı sonuçlardır. Bu nedenle Marksizm açısından değerlendirildiğinde, “Büyük Kriz Teorisi” olarak adlandırılabilecek bir önermeler bütününden çok, krizlerin genel eğilimlerinin belirlenmesi üzerine bir tartışmanın yürüdüğünü ve bunun ise kapitalizmin nihai eğilimine ilişkin siyasal sonuçlar barındıran bir bütünlüğe oturduğu söylenebilir. Bir başka tartışmadan esinlenerek ifade etmek gerekirse, Lukacs’ın daha sonraları “idealist” bularak reddettiği “bütünlük” kategorisi, söz konusu Marksizm’in kriz yazını olunca daha anlamlı sonuçlar elde etmeyi sağlamaktadır. Değişen tonlarıyla Marx’tan itibaren bilimsel sosyalizmin kapitalist üretim tarzından elde ettiği sonuçlar, “kriz başlığı” ele alındığında iki noktada toparlanabilir:
Kriz, kapitalist üretim tarzının her aşamasındaki genel eğilimlerinden kaynaklanan içsel bir olgudur. Kapitalist üretim tarzına hâkim olan ve sonraları emperyalizm aşamasında berraklaşan çelişki, değerin üretiminden bağımsız olarak, üretici güçlerin gelişimine yönelik eğilimi barındır.9 Kriz olgusu bu nedenle kapitalizmde üretici güçlerin yıkımı ile yeniden üretilmesinin yollarından biridir ve “çevrimsel” özellikler taşır.
Kapitalist üretim tarzının ürünü olarak kriz, toplumsal ilişkilerin yeni bir düzeye taşınmasındaki kırılma noktalarından biridir. Kriz, genel eğilim olarak kapitalizmin nihai sonuna işaret etmekten öte, sınıf bilincinde yeni bir aşamanın gelişmesi ve siyasal mücadelenin hedeflerinin netleştiği bir uğraktır. Bu anlamda, kriz dönemleri, sınıf çıkarlarının tarihsel yönelimlerinin güncel çıkarlarla çakışması için olanaklar sunar. Öte yandan, kriz sadece sınıflar arasındaki değil, egemen sınıf içindeki rekabet olgusunun baskın hale dönüşmesine, eşitsiz gelişimin ayyuka çıkmasına ve tekelci eğilimlerin güçlenmesine neden olur. Kriz, burjuva sınıfının iç yapısını dönüştüren sonuçları da içinde barındırır.
Marksist iktisat ve “Büyük Kriz Teorisi”
Yukarıda ifade edilmeye çalışılan iki sonucun, her birinin kendi içinde ciddi tartışmaları tetiklemesi kaçınılmaz. Zaten ilk sonucun, Marksist iktisat kategorisinin temel tartışma başlıklarından birini oluşturması kaçınılmaz. Bilimsel sosyalizmin ilk oluşum sürecinden itibaren, kabaca Engels’in 1844’te yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu ile Marx ve Engels’in 1848’te kaleme aldıkları Komünist Manifesto’ya kadar geçen sürede, kriz tartışmasının oldukça sınırlı ama kapitalizmin nihai sonunu hazırlamaya dönük itkinin başlangıç anı olarak değerlendirildiği görülüyor. Bir dizi yorumcu için, Marksist kriz teorisinin, Engels’in Marx’a bıraktığı bir miras olarak değerlendirilmesi gerekir.
Bir bakıma haklı bir yakıştırma olsa da, esas önemli olan nokta şudur; bilimsel sosyalizm açısından kapitalist üretim tarzına ilişkin geliştirilmeye çalışılan motiflerin tamamı, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin bir sonucu ve öngörüsü olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle, gerek kendi gelişim seyri içinde, gerekse de ardıllarında farklı öğelerin süreç içerisinde ön plana çıkartıldığı görülmektedir.
Özellikle iktisat tarihinin konusuna giren araştırmalar bu konuda daha derinlikli şeyler söyleyecektir. Ancak bu yazının çerçevesinde iktisat tarihinin de ilgi alanına giren kısa bir parantez açmak gerekiyor. Marksist ekonomi-politiğin krizle ilgili konularda söylediklerini üç ana başlıkta toparlamak mümkün. Ancak Andre Günder Frank’in çalışmasında farklı yorumculardan aldığı ilhamla söylemek gerekirse, Marksist iktisadın kriz hakkında ifadelerini “3+1” şeklinde formüle etmek daha mümkün.10 Bu üç eğilim ve onların farklı bir görünümü olarak diğer eğilim şöyle özetlenebilir:
Kapitalist krizin genel eğilimi olarak kârların düşme eğilimi,
Kapitalist üretim tarzından kaynaklı olarak aşırı üretim eğilimi,
Yeniden üretim şemaları kaynaklı olarak eksik tüketim eğilimi,
Eksik tüketime bağlı olarak çıkan orantısızlık eğilimi krizin farklı görünümleri olarak ortaya çıkmaktadır.11
Farklı dönemlerde öne çıkarılan bu eğilimler, birden çok siyasal sonucu da içeriyor. Özellikle 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk başına doğru dönerken emperyalizm olgusunun öne çıkışıyla birlikte, sosyalizmin saflarında iki numaralı eğilimin, aşırı üretim, kapitalist krizin açıklaması olarak sunulduğu biliniyor. Buna karşı üç numaralı eğilim, eksik tüketim ve ondan doğan dört numaralı eğilim, orantısızlık teorisi, ana akım sosyal demokrasi için önemli bir tez haline dönüştü.
Üç ve dört numaralı eğilimi savunanlar içinden Luxemburg’un sosyalizm mücadelesi için arayışını bir kenara bırakacak olursak, kapitalizmin reforma tabi tutularak aksaklıkların giderilebileceği tezinin gelişmiş olması şaşırtıcı değil. Sosyal demokrasinin, emperyalist tekelleri sosyalizmin gelişiminin ön koşulu olarak olumlayan yanına karşı, 20. yüzyılın başında Lenin’in geliştirdiği “çürüyen kapitalizm” tezinin bugün dahi sınıflar mücadelesinde kendine yer ettiği biliniyor.
Ancak sosyal demokrasinin emperyalizme dönük olarak geliştirdiği “olumlayıcı” bakış açısı, tam da 1. Dünya Savaşı’nın öngününde “savaş kredilerinin onaylanmasına” izin veren zincirleme bir siyasi tavrı örgütledi. Alman sosyal demokrasisinin, bilimsellik kisvesine sığınarak savunduğu tezler, en sonunda devrimin güncelliğinden vazgeçme ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını terk etme haline dönüştü. Bu nedenle ilerleyen aşamalarda, Keynes’in kapitalist krizin altında yatan temel neden olarak gördüğü nedenler, sosyal demokrasinin geleneksel programı haline dönüşerek bugünkü görünümüne kavuştu.
1929 krizi ve sonrasında faşizmin yükselişi ile birlikte Marksist yazında aşırı üretim tezinin bir kez daha yükselişi, bugün bir dizi yorumcu açısından “olumsuz” sıfatlarla anılıyor. Ancak bu “olumsuz” yakıştırmalar, siyasal çözümlemede aynı sonuca vardığı için gözden düşmek zorunda.
İki Dünya savaşının ardından emperyalist siyasetteki gelişmeler, Marksist teorideki kriz olgusundaki vurguları sürekliliğe işaret eder hale geldi. Bu noktada, daha önce çok dikkat çekmeyen ancak Kapital’de genel kriz eğilimi olarak bilinen kârların düşme yasası tartışmanın merkezine oturdu.
Marx’ın bu tezinin genel iç tutarlılıktan ve zeminden yoksun olduğuna ilişkin görüşlere karşın, baştan itibaren bu yasanın genel bir fenomen olarak belirdiği Marx tarafından dahi belirtilmektedir. Bu genel fenomen esas itibariyle kapitalist üretim tarzından türediği oranda anlamlıdır ve Marx tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:
“Demek ki, genel kâr oranının aşamalı olarak azalması eğilimi, emeğin toplumsal üretici gücünün giderek gelişmesinin kapitalist üretim tarzına özgü bir ifadesinden başka bir şey değildir.”12
Buradan nihai kriz teorisi çıkmasa dahi, kapitalist üretim tarzına ilişkin olarak Marksizm’in genel yaklaşımının hangi eğilim içinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Üretim ilişkileri gelişip, üretimin kendisi toplumsallaştıkça, kapitalistler için üretimin anlamı ile emekçiler açısından anlamı giderek birbirinden ayrı iki görünüm haline dönüşür. Böylece krizi doğuran etmenler de, krizin sürekliliği de, emperyalist aşamanın eğilimleri de rahatlıkla kavranabilir. Bu nedenle, Marksist tarih anlayışında kapitalizmin krizine ilişkin geliştirilen önermelerin bir bütünlüğünden söz etmek ve iç ağırlık açısından biri tarihsel eğilim, diğeri ise güncel eğilim olarak bir yaklaşım sunmak en doğrusudur.
Siyasal mücadele, kriz anında nerede yer alır?
Tüm bu bütünlük anlayışının ürünü olarak krizin bir diğer görünümü olan sınıflar mücadelesi ve siyasal sonuçları açısından ele alınması bizi yukarıda ifade edilen ikinci sonuca götürüyor. İkinci sonucun başından itibaren “sınıf bilinci” ve siyaseti arasındaki bağların nasıl kurulacağına ilişkin tartışmanın ekseninde yürümesi gerektiği rahatlıkla söylenebilir. Zira, 20. yüzyılın başında ana akım sosyal demokrasi ile devrimci siyaset arasındaki temel ayrım, kapitalizmin nasıl aşılacağına ilişkin tartışmadan türediyse, bu tartışmanın temel ekseni de sınıf mücadelesinin hangi görünüm ve araçlarla birlikte yürüyeceği olmuştur.
Lenin’in “Ne Yapmalı?” eserinde ifade ettiği siyasal bilincin dışarıdan taşınması ve bunun siyasal yollarla yapılması gerçeği, kapitalizmin krizine ilişkin bir sonuç açısından da doğrudur. Kapitalist krizin doğurduğu etmenlerden biri olarak sınıf mücadelesinin zeminin netleşmesi, doğrudan her sınıfın kendi çıkarını anında bilmesi anlamına gelmez. Eğer, bu kadar basit ve doğrusal bir ilişki toplumsal ilişkiler nezdinde kendini gösterseydi, ne siyasete, ne de ideolojiye ihtiyaç duyulurdu. Sınıf mücadelesinin tek yönlü olmayan hali, emperyalist aşamada bizi sınıfların kendi örgütsel birikimi olarak ifade edilebilecek bir sonuca götürmektedir.
Bazı yorumcuların “sınıfsal kapasite” olarak tanımladığı olgu, gerçekte üretim ilişkilerinin gelişkinliği kadar, sınıflar mücadelesi içindeki tarihsel eğilimlerin de netleşmesi olarak görülmek zorundadır. Bu anlamıyla “kapasite” tanımlaması yetersiz ve aşılması gereken bir yaklaşım olarak görülmeli. Lenin’in 1902’den itibaren devrim anına kadar çizdiği hat, bir anlamıyla sınıfsal kapasitenin veri olarak alınmasından fazlasını yapmıştır. Her sınıfın kendi çıkarı için ortaya koyduğu yaklaşımların, program olarak toplumun geneline yansıtılması ve maddi bir güç kazanması bir “örgütsel birikime” tekabül ediyor.
Bu anlamda Marksist tarih anlayışında Callinicos’un ifade ettiği “klasik tarihsel materyalizm” tartışmasına kısaca dönmek gerekiyor. Callinicos’un tarihsel ilerleme faslında açtığı tartışmada, çıkar ve kapasitenin yetersiz olduğu saptaması doğru olmakla birlikte, tarihsel materyalizmin dinamik yanına ilişkin üretici güçlerin zayıflığı-organik kriz olasılığı-toplumsal eylemin ürünü olarak sınıfsal kapasite ve çıkarlar- olarak özetlediği üçlü şema belirgin bir durağanlığa sahip.13 Zira bu durağanlık, her ne kadar sınıfların tarihsel hedeflerine ve bunun örgütlülüğüne işaret etse de, tarihsel hedefler açısından muğlak bir hat çizmektedir. Bu muğlaklık, sınıfların ve sınıf içi eşitsiz gelişimin devre dışı kalmasından kaynaklanıyor.
Eşitsiz gelişimin Marx’ın döneminden itibaren kapitalist üretim ilişkilerini anlamada oynadığı merkezi rol, bir yandan kapitalizmin nihai sonu tartışmalarına çıkarken, diğer yandan sınıf ilişkileri boyutuna çıkmaktadır. Lenin’in bu tartışmada aldığı tutum, diğer tüm ardıllarından önemli bir farklılık içerir. Lenin’in emperyalizm teorisinde geliştirdiği temel yaklaşım, bir yandan kapitalizmin eşitsiz gelişiminin sürerek, çelişkiyi derinleştirdiğine işaret ederken, diğer yandan bu durumun işçi sınıfının iktidarı alabilmesi için toplumsal koşulları oluşturduğuna işaret eder. Böylece ilk sonuçtan emperyalistler arası rekabet ve çelişki türerken, ikincisinden ise sosyalist devrimin güncelliği türemektedir.
Lenin’in geliştirdiği bu yaklaşımın özünün açık bir biçimde siyaset-ekonomi birlikteliğini gündeme getirdiği ve bu birlikteliğin sonucu olarak sınıf mücadelesinin görünümlerinin şekilleneceğini söylemek zor değil. Ancak buradan Marx’ın kapitalist üretimi bir ekonomik süreç olarak gördüğü, iktisadi kategorilerin devamcısı olarak toplumsal ilişkileri ele aldığı, dolayısıyla Lenin’in Marx’a dayanırken temel bir hata işlediğine dair düşünce geliştirilmektedir.14
Hatalı olan bu yaklaşımın özündeki açılım, aynı şekilde kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik ve toplumsal sonuçlarının “olumlu” olduğuna ilişkin saptamadan kaynaklanır. Bugün gelinen noktada, emperyalizm çağının bir gelişmeden çok, her açıdan eşitsizlikleri beslediği ve sınıflar mücadelesinin geçici bir görünümü olarak elde edilen bazı gelişmelerin ise geriye dönük olarak işlediği apaçık ortada duruyor.
Sınıflar mücadelesi ve krizdeki temel etkenler
Elbette, bu noktada anlaşılması gereken şeylerden biri de sınıflar mücadelesinin doğasıdır. Sınıflar mücadelesinin doğası gereği toplumsal ve siyasal olana işaret etmekten, toplumsal ilişkileri sonuna kadar değiştirmekten kendini alamaz. Bu anlamıyla, kriz ekseninde düşünüldüğünde ortaya çıkan şey; toplumsal ilişkilerin yeniden şekillenişidir. Bu hem sınıflar arasındaki ilişkinin yeni bir düzeye kavuşmasıdır, hem de sınıfların kendi içindeki kompozisyonun yeni bir araya gelişle şekillenmesidir.
Kriz ekseninde, sınıflar mücadelesi yalnızca ücretler ve sosyal haklar nezdinde ele alınamaz. Bu her anlamıyla, yukarıda ifade edildiği şekliyle, tarihsel çıkarların güncel eğilimlerle birleştirilmesi anlamına gelir. Bu ifade, bir anlamıyla her sınıfın kendi programatik görüşünün ilan edildiği bir anın ortaya çıkmasıdır. Söz gelimi, her krizde ekonomik ve sosyal talepler, her kesimden yükselirken, bu taleplerin sınıf doğası reddedilemez. Ancak sadece sınıf doğası değil, aynı zamanda burada “siyasal iktidara” dönük tasavvurlardan da söz edilmek zorunda. Üretimin merkezi düzeyde yeniden örgütlenmesi ve şekillenmesi, baştan aşağı tüm toplumsal ilişkileri (siyaset, ideoloji, devlet, kültür vb…) değiştirmek zorundadır. O nedenle siyasal mücadele bu dönemlerde yükseltilmediği ölçüde, her sınıf daha önce bulunduğu düzeyden daha geri bir pozisyona mahkûm olur.
Bu nokta, işçi sınıfı açısından değerlendirildiğinde kendi siyasal bağımsızlığının kazanılması ve toplumsal ilişkilerde yer edinmesi anlamına gelir. Kendi siyasal temsiliyetini yaratamayan bir sınıf hareketi, geçici yükseliş anlarına karşı, saflarında daha güçlü gedikler açılacak acımasız bir karşı saldırı ile karşı karşıya kalır. 1917 sonrasındaki devrimci yükselişin ardından gelen karşı devrimci dalga, 1929 sonrası faşizmin yükselişi, 1960’lı ve 70’li yılların anti-emperyalist mücadelesi sonrası gelen liberal dalga, karşı saldırının ne denli büyük olduğunun kanıtlarıdır.
Dolayısıyla her krizin doğal bir devrimci duruma denk düşmeyeceği, bunun şartları için Lenin’in ünlü formülasyonuna ihtiyaç duyulduğu açık. Ancak bu noktanın bir diğer unsurunu daha açmak gerekiyor. Sınıflar arasındaki mücadele kadar, sınıfların kendi içindeki mücadele de benzer bir biçimde kriz dönemlerinde önem taşımaktadır. Her kriz, kapitalist sınıfın kendi iç yapısını değiştirmekte ve bir dizi kapitalisti saf dışı etmektedir.15 Bunun temel sonuçlarından bir tanesi tekelleşme ve siyasal krizin şartlarının oluşmasıdır. Her rekabetin ürünü olarak ortaya çıkan yeni durum, görünürde daha güçlü kapitalistleri doğurduğu düşündürse bile, toplumsal ilişkileri “mülksüzleştirme” eğiliminin altına iter. Dolasıyla eşitsiz gelişiminin ürünü olarak kapitalistlerin karşıt sınıfı olan işçi sınıfına bir dizi olanak sunulur. Siyasal kriz, toplumun arayışlarının daha güçlü dillendirilir hale gelmesine neden olur.
Öte yandan, işçi sınıfını da başka bir sorun beklemektedir. Toplumsal olarak kendi bağımsız ideolojisi olmayan orta sınıflar, kriz anlarında sınıf hareketi üzerindeki örtüyü ve kuşatmayı daha yoğun bir biçimde hissettirir. Bu sınıfların, istikrar ve huzura dönük arayışları, mülksüzleşme baskısı altında burjuva ideolojilerinin farklı biçimlerinin güçlenmesine olanak taşır. Türkiye nezdinde düşünüldüğünde gericilikle kuşatılmış bir işçi sınıfı, böyle bir kriz anında kendi kısıtı olarak orta sınıfların üzerindeki baskısını görür. Bu doğal bir sınıfsal perdeleme ve yanılsamayı peşinen getirir.
Sonuç yerine
Dolayısıyla, şu noktayı öne çıkartmak zorunludur. Kapitalist üretim tarzının kendisinden doğan kriz, doğal bir etmen olarak kendi sonunu hazırlayacak bir döngünün başlangıcı olarak nitelendirilse de, bu döngünün kırılması ve yeni bir toplumsal ilişkiler ağının kurulabilmesi için siyasal mücadelenin zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Siyasal mücadelenin, sınıfsal bağımsızlık ve kendi tarihsel çıkarlarını temsil edecek bir öncünün merkezinde örgütlenmesi bir başka zorunluluğu daha doğurmaktadır. O nedenle krizlere bakarken, şu sorun hala gündemde merkezi önemini korumaktadır: toplumsal değişimi ortaya çıkaracak temel gücün kendisi hangi şartlar altında ortaya çıkabilir? Herhalde bu soruya verilebilecek en net yanıt dünden bugüne oluşturulan sosyalizm programından geçmektedir. Temel mesele, bu programın kriz koşulları altında nasıl maddi bir gücü temsil edeceğidir.
Bu sorunun yanıtı, sadece toplumsal eylemlilikle değil, aynı zamanda devrimci teorinin etkisinin ve güncelliğinin ne derece yeniden üretildiğinden geçmektedir.
Zaten her bir taş bunun için ortaya konmakta ve dizilmekte.
Dipnotlar ve Kaynak
- Engels, F. (1995 [1878]), Anti Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Alt Üst Ediyor, Sol Yayınları, 3.baskı , s.133.
- Lukacs, G. (1998[1923]), Tarih ve Sınıf Bilinci, çev: Yılmaz Öner, Belge Yayınları: İstanbul, s.18-19
- Callinicos A. (2009). Tarih Yapmak: Toplum Kuramında Etkinlik, çev: Nermin Saatçioğlu, Doruk Yayınevi: İstanbul, s. 133
- Bu bakış açısının bir üst küme olarak Analitik Marksizm’in üst paydasında toplandığı söylenebilir. Bir yanda Cohen’in tezi, diğer yanda Roemer’in tezi, Marksist tarih anlayışını yeniden kurmaya yönelirken, toplumsal ilişkileri temel alarak yola çıkarlar. Bu tartışmanın daha detaylı bir analizi ve ileri bir okuma için şu kaynağın faydalı olduğu kanısındayım: Bkz: Bertam C.(2014[2012]) , Çağdaş Marksizm için Eleştirel Bir Kılavuz, çev: Şükrü Alpagut, Yordam Yayınları: İstanbul, s.132-144
- Sayers S. (2018[2011], Marx ve Yabancılaşma, çev: Ferhat Sarı, Kor Yayınları: İstanbul, s. 140-141
- Clarke S. (2009[1994], Marx’ın Kriz Teorisi, çev: Cumhur Atay, Otonom Yayıncılık: İstanbul, s.222
- Frank A.G (1986), Capitalist Crisis and Marxist Theory içinde Crisis in the World Economy, Labour/Le Travil, vol.17, s.225-254
- Sandbu M. (2017), From Lenin to Lehman: “The Big Lies, Financial Times, 15 Ağustos 2017, (erişim tarihi: 07.10.2019)
- Marx K. (2017), Kapital, cilt:3, çev:Mehmet Selik ve Erkin Özalp, Yordam Yayınları: İstanbul, s.254
- Frank A.G., s.228
- Dördüncü eğilimin, aslında üçüncü eğilimin bir parçası olarak Tugan-Baranovsky tarafından bir sonuç olarak dillendirildiği ifade edilebilir. Tugan-Baranovsky’e göre üretimin devam edebilmesi için kapitalistler tarafından ayrılan kaynaklar, ancak üretimin çeşitli dalları arasında oransallık mevcut ise sürdürülebilir. Aksi durumda, talebin bilgisine erişim tam olamayacağı için orantısızlık ortaya çıkar ve krizler patlak verir. Üretimin merkezi olarak örgütlendiği bir sistemde bu orantısızlık ortadan kaldırılabilir. Tartışmanın daha geniş versiyonu için: Clarke S., A.g.e, s.46-69
- Marx K. (2017), Kapital, cilt:3, çev:Mehmet Selik ve Erkin Özalp, Yordam Yayınları: İstanbul, s.219
- Callinicos A., s.150-151
- Blaut J.M (1997), Evaluating Imperialism, Science&Society, sayı:61, cilt:3, s.382-393.Blaut bu tartışmanın başka bir yorumcu tarafından yapıldığını iddia eder ve bu iddiaya net bir biçimde karşı çıkar. Gerçekten de Marx’ın teorisinin yalnızca ekonomik bir yan içerdiğini iddia etmek için Marx’ın eserlerine sadece yabancı olmak yetmez, aynı zamanda tüm siyasete de uzak olmak gerekir.
- Marx K. (2017), Kapital, cilt:3, çev:Mehmet Selik ve Erkin Özalp, Yordam Yayınları: İstanbul, s.230