Başka ülkelerde de öyle, Türkiye’de de. Aydın hep günah keçisi yapılır. Hele toplum ciddi bir bunalım yaşamışsa, bunalımın faturasının çıkarılacağı bir kesim aranıyorsa, adres çoğu kez aydınlar olur. Ülkemizde klasik tanımı ile tam tamına “aydın” kavramının karşılığı olmasalar da, bilim adamları, sanatçılar, öğrenciler ve öğretmenlerden oluşan kesimin suçlandığı çok dönem yaşadık. Düzenin bekçileri bir yana, solcu aydınların bir kesiminin, ülke aydınlarını suçlamada çok ileri gittiklerine de tanık olunur Türkiye’de. Batılı ülkelerin pek çoğunda olduğu gibi.
Bu yazı, Türkiye sol aydınının, günah keçisi olmaktan nasıl kurtulabileceğini araştırıyor. Paradoks falan değil; sonuç şöyle belirginleşiyor: Günah keçisi yapılmamak için, inatçı bir keçi olmak gerekiyor. Bu ölçüde basit. Sorun sol aydınımızın bu “kişilikli” konuma nasıl ulaşabileceğinin sergilenmesinde. Yazı, bunu deniyor.
Başta hemen belirtmekte yarar var: Ansiklopedik anlamda bir aydın tanımı ile işe başlamanın çok yararlı olacağına inanmıyorum. Yapılabilir. Ancak hem güç hem de zorunlu değil. Güçlük şuradan kaynaklanıyor: Toplumdaki çeşitli sınıf ve tabakaları tarihsel ve toplumsal olarak üstlendikleri misyonlardan bağımsız, bütünüyle nesnel temeller üzerinde tanımlamak mümkün. Ancak, aydınlar söz konusu olduğunda, misyonundan bağımsız bir aydın tanımı yapmak çok güç. Bu yüzden buna hiç girişmiyorum. Gerek duyulduğunda, başta Gramsci olmak üzere, görüşlerine başvurulacak önemli düşünürler var. Küçümsemek mümkün değil. Ancak, Türkiye aydınına eğilirken, örneğin Gramsci’deki gibi bir “sıvacılık” işlevi ile işe başlamanın çok verimli olacağını sanmıyorum.
Misyon ile kaynaşmış bir tanım denemesine ise hemen başvuracağım. Yazının bütünü aynı tema çevresinde dolanacağından böyle bir tanımın başlarken elde bulunmasında yarar olabilir. Özetle şöyle: Aydın, yaşadığı ortamın özgün bir dinamiğe, giderek özgün bir yazgıya sahip olduğunu tam tamına “bilimsel” olarak kanıtlayamasa bile, kendine bu doğrultuda özel misyon biçen kişidir.
Bu tanımı dayanılmaz ölçüde “keyfi” bulanlar ya da içerdiği “subjektivizm” dozunu aşırı sayanlar, yazının bundan sonraki bölümünü okumayabilirler. Çünkü, aydını ve Türkiye aydınını, bu tanımın ilk ağızda verdiği bulanık ipuçlarını izleyerek bulmaya, tanımaya çalışacağız.
İnsan Nesnelliğin Kölesi mi?
Kuşkusuz, aydın önce içinde bulunduğu ortamı “anlamaya” çalışacak. “Ortam” sözcüğü en genel anlamda kullanılıyor. Düzelterek, aydının yaşadığı dünyayı “anlamaya” çalışacağını söyleyelim. Şimdilik yalnızca “anlamak”tan söz ediyorum. Yine de son derece güç bir uğraş olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur. Güçlüğün kaynağını, bırakalım bir büyük insan sarrafı, Tolstoy açıklasın: “Hareketin mutlak sürekliliğini kavrayamaz insan aklı. İnsan, herhangi bir hareketin yasalarını ancak o hareketin belli birimlerini incelediği vakit kavrayabilir. Oysa insanların yanlış düşüncelerinin çoğu da, sürekli hareketin, böyle keyfi biçimde, süreksiz birimlere ayrılmasından doğar.”1
Tolstoy, belki de bir ölçüde karamsar. Ama konumuz bu değil. Karamsarlık dozu bir yana ünlü yazarın sorunu oldukça yetkin biçimde ortaya koyduğunu söylemek gerek. Bu yetkinlikten kalkarak ek açılımlar yapmanın mümkün olduğunu sanıyorum. Bu açılımlardan ilki, en genel hatları ile şöyle özetlenebilir: Toplumsal yaşama yön veren yasaların ortaya çıkarılması amacına yönelik teorik soyutlama, kaçınılmaz olarak, subjektif öğeden bağımsız düşünülmesi mümkün olmayan hareket öğesini dışlayacağı için, sonuçta, insana ezeli ve ebedi olarak hükmeden, ondan bütünüyle dışsal bir nesnellik yanılgısı ile bütünleşebilir. Oysa, yasaları bulmaya yönelik teorik soyutlama sürecinde kaçınılmaz olarak dışlanan subjektif öğe ve hareket, gerçekte, teorik soyutlamanın nesnesini sürekli olarak etkilemekte ve değiştirmektedir.
En genel hatları ile sorunun ortaya böyle konulabileceğini sanıyorum. Daha somut düzeyde aydınların, örneğin kimi büyük düşünürlerin, bu sorunun çözümüne ne ölçüde ulaşabildikleri ise ayrıntılı bir konu. Ama önemli. Kısaca da olsa burada üzerinde durmak gerekiyor.
Marks’ın düşünsel yaşamı ve üretiminin bu bağlamda oldukça ilginç örnekler içerdiğini sanıyorum. Bir kere Marks’ın, çubuğu daha çok yasa ve yasallıklardan yana büktüğünü söylemek mümkün. Bunu, neden “bu ölçüde” yaptığı ayrı bir konu. Yanıtını bulmak hiç de güç değil: Marks, yaşadığı dönemde, bulduklarının “nesnel” temellerini ve bunların birlikte oluşturduğu “bilimsel” bütünlüğü bastıra bastıra anlatmak zorundaydı. Dolayısıyla Marks’ın çubuğu yasalar ve yasallıklardan yana büktüğü genel bir doğrudur. Ama kimi genel doğruların, zaman zaman, başka “özel” doğruları gizlemesi de mümkündür. İşte burada, dikkatli olmak gerekiyor.
Hiç kuşku olmamalı: Marks bir tarihçi olarak geçmişe her bakışında yasaların yön verdiği çıplak ve kuru bir nesnelliği değil, bunun insanların subjektif etkinlikleri toplamıyla kaynaşmasından oluşan bir tür “yeniden üretimi”ni gördü. Özetle Marks’ın geçmişe baktığında gördüğü nesnellik, her zaman, insan eylemlerinin toplamı ile kaynaşmış ve kendini ancak bu sayede gerçekleştirmiş olan bir nesnelliktir. Marks, Batılı toplumların geçmişine baktığında “zor”un başlı başına bir ekonomik kudret olduğu” yargısına vardı. Doğu toplumlarındaki hareketsizliğin nedenlerine eğildiğinde, bu toplumların “temel ekonomik unsurlarının yapısının, siyaset bulutlarının yarattığı fırtınaların etki alanı dışında kalmasını” bir neden olarak gördü. Okuyucu, daha yeterli örnekleri düşünebilir. Ama şurası açık olsa gerek: Geçmişe bakan Marks, hiçbir zaman, nesnelliği fetişleştiren bir kaba maddeci olmadı.
Dikkatli okuyucu hemen bağlı bir soruyu şimdiden düşünmüş olmalı: Peki ya geleceğe bakan Marks? Bu noktada çok açık olmak gerekiyor: Marks, siyasal etkinlikleri ve örgütçülüğü ile subjektif öğenin ve “hareket”in bilincinde olduğunu kanıtladı. Bunun çok ötesi, kimse için mümkün değil. Yasalar doğrultusunda gerçekleşen somut değişimleri, subjektif öğenin etkileri ile oluşan bütünlüğü ve biçimi içinde, üstelik yaşanan an çözümleyebilmek, kimsenin harcı değil.
Bir “sınır” mı burası? Bundan öteye geçilemeyecek mi? Bir yanıt olarak, şu tezi ileri sürme zamanı geldi: “Somut durumun somut tahlili gerçek teorinin doruk noktasıdır”. “Gerçek teori” ise, tarihsel nesnelliğin, bugün daha belirgin biçimde ortaya çıkan “eski” subjektif etkenlerle yeniden yoğrulması, yeniden üretilmesidir. Buna, geçmişe yönelik, ama bugün ve gelecek için işlevsel ipuçları içeren bir “teorik yeniden inşa” demek mümkün. Bu “teorik inşa” çerçevesinde, geçmişin nesnel-öznel kaynaşımını bugüne taşımak bugünün subjektif öğesinin görevi olmanın ötesinde, eğer niyetli ise, “dünyayı değiştirme” misyonunun da vazgeçilmez bir dayanağıdır.
Özetle aydın, geleceğini arıyorsa, önce geçmişini kendi elleriyle kurmak zorundadır.
Türkiye Aydınının Özgün Avantajı
Az önce söylenenlere ek açıklıklar getirme gereğinin farkındayım. Buna çalışacağım. Başlarken Türkiye aydını üzerindeki tartışmalara yeni pek çok boyut getirdiğine inandığım Yalçın Küçük’ün bir saptamasını aktarmak istiyorum: “…teorik birikimin aşırı yoksulluğunda pratik-teori ikilemi, pratiğin teoriyi yaratması yerine, pratiğin teorinin yerini alması sonucunu doğuruyor” 2
Düşünüldüğünde, Küçük’ün bu saptamasının, içerdiği genel doğrunun ötesinde soru ve çağrışımlar yaratacağını sanıyorum. Özetle şu tür soru ya da düşünceler: Birikmiş pratik, hangi koşullarda teori yaratır? Teorik birikim yoksulluğu Türkiye’de aydın kesimde hangi eğilimlere kaynaklık eder? Teorik birikimi bulunmayan bir toplum olarak, kendimizi bütünüyle teorik bir topluma dönüştürmemiz mümkün olmayacağına göre, pratiğin aşırı gelişimi, bu teorisizlik içinde yine de belirli bir güce dönüştürülebilir mi?
Bu sorulara, izledikleri sıra içinde ve teker teker yanıt vermek gerekmiyor. Düşünmeye devam edelim: İngiliz’in, daha önemlisi Amerikalı’nın, ondan da önemlisi Fransız’ın sıcak kavgalarının teorisini neden kavga fakiri Alman yaptı? Aklıma örneğin bir Thomas Paine geliyor. Amerikan ve Fransız devrimlerinin başka kavgacıları önderleri geliyor. Neden bu ölçüde “teorisiz”diler?
Burada belirli bir yaklaşımı denemek istiyorum. Esnek bir “tez” biçiminde, bu yaklaşımı şöyle özetliyorum: Pratik birikimi, nesnel yasaların ortaya çıkarılması anlamında bir teori yaratmadan önce, subjektivist ya da idealist yanları ağır da bassa, özellikle hareket, değişim ve yön kavramlarına dayalı modelleri gündeme sokmalıdır. Öyle sanıyorum ki, söz konusu olan, pratiğin, birike birike sonunda kendiliğinden teoriyi yaratması değil, bu sonuca bir ara sistemin süzgecinden geçtikten sonra ulaşmasıdır.
Batıda bu aracılık işlevini felsefe’nin yaptığı söylenebilir. Kanımca hem pozitif bilimlerde hem de toplum bilimlerinde. Pozitif bilimler, konumuz değil. Marks’ın sistemi söz konusu olduğunda ise, fazla sakınmadan şunun söylenebileceğini sanıyorum: En az burjuva devrimlerin sağladığı pratik birikimi ölçüsünde, Marks’ın Hegel felsefesinden devraldığı öz, içerdiği hareket ve yön kavramları ile, teorik çalışmanın sınır ve nesnelerini belirlemiştir. “Başaşağı koyma”, “ayakları üstüne dikme” vb. türü pozisyon tartışmaları ne olursa olsun,Hegel’in sistemindeki gelişkin hareket’in, yani önce “kendisi” olup sonra kendine yabancılaşan nihai olarak da kendini yeniden bulmak için hareket eden “Mutlak İde” fikrinin, en azından esin düzeyinde Marks’ın sistemine katkıda bulunduğuna inanıyorum.
Batı’da felsefenin belirli bir işlevi oldu. Dahası felsefenin işlevinin sona erdiğini söylemek oldukça güç. Batılı düşünürler arasında felsefenin somut işlevine dikkat çekenler bulunuyor. Örneğin Althusser’e göre siyaset, kendi nesnesini bilimsel olarak ifade edebilmek için vazgeçilmez olan teorik çerçeveye, ancak felsefenin aracılığı ile kavuşabilir. 3 Buna hak vermek mümkün. Dahası Batı’da solun bugünkü siyasal bunalımının temelinde, bu toplumun bir bütün olarak yaşadığı felsefi bunalımın da pay sahibi olduğu söylenebilir. Bu, Batı toplumlarının ya da o toplumları araştıranların konusu.
Türkiye ve felsefe… Hayalciliğe hiç gerek yok. Türkiye’de felsefeye, az önce sözünü ettiğimiz türden bir aracılık işlevi beklentisi ile bakmak hayalcilik oluyor. Bu ne anlama geliyor? Türkiye aydınının hiçbir zaman “soyut düşünemeyeceği”, sistem kuramayacağı, model oluşturamayacağı, faaliyetinin nesnelerini en geniş bir çerçevede yerli yerine oturtamayacağı sonucu mu çıkıyor?
Böyle sonuçlara ulaşmak için acele etmemek gerekiyor. Çünkü Türkiye aydınının kendine özgü bir “avantajı” olduğunu sanıyorum. Bunu da yine dikkatli bir biçimde okunacağına inanarak şöyle dile getirebiliyorum: Batı aydınını geçmişte diri, araştırıcı ve eylemci yapan, uluslararası coşku dönemlerinin dürtüsü yanında, sahip olduğu felsefi sistemin bütüncülüğü, kapsamlılığı ve bu anlamda doyuruculuğu idi. Türkiye aydını, böyle sistemlere sahip değil. Buna karşılık Türkiye aydını, belki de başka ülkelerin aydınlarından çok da ötede kendi toplumunun, geçmişinin ve bugününün, aydın olarak kendi damgasını belirgin bir biçimde taşıdığının bilincine varma şansına sahip görünüyor. Bir başka deyişle, subjektif bir öğe olarak Türkiye aydınının gerçek gücü, geçmiş eyleminin toplumsal-siyasal oluşuma vurduğu damganın belirgin oluşundadır. Sorun, Türkiye aydınının bunu gereğince bilince çıkarabilmesidir.
O halde yeniden: Türkiye aydını geleceğini arıyorsa, önce geçmişini kendi elleriyle kurmak zorundadır.
Aydının Görevi Çöpçatanlık mı?
Türkiye aydınının gidebileceği yerlere kolayca ve kendiliğinden gitmesini beklemek saçma. Burada çok kişinin aklına kitlesellik ve kitlesel hareketlenmenin, aydın üzerindeki “olumlu” etkileri gelecek, öyle sanıyorum. Kimi Batılı düşünürlerin, bu çerçevede anlamlı saptamalar yapmış olduklarını da anımsıyorum. Biri, Gramsci’den. Şöyle: “Gelişme süreci aydınlarla yığınlar arasındaki diyalektiğe bağlıdır. Aydınlar tabakası, hem nicel, hem de nitel bir gelişim gösterir. Ancak aydınlar tabakasının yeni bir kapsama ve bütünlüğe doğru her ileri sıçrayışı, basit insanlar yığınının (yani kendisini daha üst kültür düzeyine yükseltirken aynı zamanda etkisini uzmanlaşmış aydınlar çevresine doğru genişleten, böylelikle de şu ya da bu önem düzeyinde insanlar ya da gruplar ortaya çıkaran kesimin) benzer bir hareketlenmesine bağlıdır”. 4
Gramsci, çok açık biçimde aydın kesimdeki gelişmeyi kitlesel hareketlenmeye bağlıyor. Yine çok açık biçimde Avrupa’yı anlatıyor. Doğrusu ben, aydınımız, az önce sözünü ettiğim kanaldan kendi öneminin bilincine varmadığı sürece, bir kitlesel hareketlenmenin, aydın kesimde kendi başına çok önemli ve verimli ayrışmalar yaratabileceğini sanmıyorum. Geçmişe baktığımda, bu olasılığı oldukça kuşkulu görüyorum.
Nedenini şöyle açıklayabilirim: Birincisi, tarihsel varlığının ve etkinliğinin bilincine varmadığı, bu çerçevede belirli misyonlarla yüklü olmadığı sürece, kitlesel hareketlenmenin aydını götüreceği tek yer popülizm ya da uvriyerizmdir. İkincisi, aynı “kişilikli” konuma ulaşmadığı sürece, kitlesel hareketlenme, aydını abartılmış bir nesnellik ile yine abartılmış bir öznellik arasında bir “aracı” konumuna dönüştürecek, onu daha da kişiliksizleştirecektir. Özetle aydın kendini iki kere ikinin dört ettiği ölçüde kesin yasalarla yönetilen bir toplum ile gücü ile dağları delen bir sınıf arasında “aracılık” yapan bir konuma sınırladığı ölçüde “ölü can”a dönüşecektir.
Evet, Ölü Canlar. Burada, Gogol’un yalnızca rastlantıdan ibaret olduğunu hiç sanmadığım bir betimleme türüne dikkat çekmek istiyorum. Gogol’un insanları “ne çok şişman ne de çok zayıf”; bunlar “ne çok alçak sesle ne de bağırarak” konuşuyorlar; yine bu insanların saçları bile “ne fırça gibi dimdik ne kıvırcık ne de karışık”… İnsan düşünüyor: Bunlar yaşıyorlar mı? Çünkü “ne öyle ne de böyle” olmak, ölü olmak demek.
Türkiye aydını, kendini yalnızca bir “aracı” gördüğü ölçüde olumlu yanlarını da arasına sıkıştığı iki güce törpületecek “ne öyle ne de böyle” olan ölü canlara dönecektir. Sanıyorum, “ne öyle ne de böyle” olanların karşısına her yerde Çiçikovlar çıkıyor. Bir yerde, böylelerini kullanıp, gerçek ölü can ticareti yapıyorlar. Başka tarihte başka yerlerde yine “ne öyle ne de böyle” olanları kullanıp parti, dernek vb. kurmaları da mümkün.
Kitlesel hareketlenme, kişiliksiz aydına ulaştığında, sonuç, üçü de aynı kapıya çıkmak üzere, populizm uvriyerizm ve “aracılık” duygusu oluyor. Yine de bir ayrım gözetilebilir: Türkiye söz konusu olduğunda populizm ve uvriyerizm, kitlesel hareketlenmeye daha doğrudan bağlı, hareketlenmenin aydını kişiliksiz konumda yakalamasıyla uç veren geçici uzantılar olarak görülebilir. Ancak aydının kendini “aracı” konuma yerleştirmesi, daha kalıcı ve evrensel boyutlara sahip bir olgu. Bu nedenle üzerinde kısaca durulabilir.
Önce, kimi noktaları yanlış anlaşılma tuzağından çekip kurtarmak gerekiyor. Aydının, kendi tarihsel öneminin bilincine varması, kesinlikle, kendini tek başına toplumsal değişimin gerçekleştirici gücü sayması anlamına gelmiyor. Bu, yalnızca, sürecin bilincine varan aydının kendini temel gücün bir parçası, böylelikle de tarihsel değişimin etkin aktörlerinden biri sayması anlamına geliyor. Yinelersek, sonuç ve ayırım noktası şöyle belirginleşiyor: Batı aydınının, sahip olduğu kapsamlı felsefe sistemleri ile ulaştığı bu konuma, Türkiye aydını ancak kendi özgün tarihsel işlevinin bilincine vararak ulaşabilecektir. Açıklama, bu kadar.
Sıra, “aracılık” yanılsamasının açıklanmasına geliyor. Aydını, kendi gücünün ya da misyonunun bilincine varmaktan alıkoyan nesnel ve öznel nedenler olabilir. Örneğin, ölü canlara yaşam veren toplumu,Çarlık Rusyası’nı düşünelim. Bu toplumun en dingin, en bezdirici dönemi. Turgenyev, kimi romanlarında bize bu Rusya’nın insanlarını anlatıyor. Turgenyev’in aydını, toplumunda dinamizm, kendinde güç göremiyor. Bu nedenle, güç arıyor. Kendi toplumunda bulamadığı gücü Doğa’da ya da bir yabancıda buluyor. Kendini de bu güçlerin bir aracısı olarak görüyor. On the Eve (Arife)’nin kahramanlarından Bersyenev kendini böyle tanımlıyor. Bir yanda Doğa’daki mükemmelliğe ulaşmak için insan toplumlarının ne yapması gerektiğini anlatıyor. Öte yandan, bir başka güç, ihtilalci İnsarov, bu dingin toplumun bir üyesine aşık olduğunda, ikisi arasında çöpçatanlık yaparak görevini yerine getirdiğine inanıyor. Şöyle rahatlıyor: “Durumumdan hoşnut olmalıyım, birbirlerine aşık oldular ve ben de onlara yardımcı oldum. Shubin bana ‘bilim ile Rus kamuoyu’nun gelenekteki aracısı’ demişti. Galiba bir aracı olarak doğmuşum ben.” 5 Babalar ve Oğullar’da da öyle oluyor. Aydın, aynı kişiliksiz konumda, bu kez yine “dışsal” bir özellik taşıyan Bazarov ile toplum arasında aracılık ediyor. Kendine bu aracılık dışında hiçbir misyon biçmiyor, toplumunda hiçbir dinamizm görmüyor.
Bir aydın “tipi” böylece belirginleşiyor. Benzer bir aydın “tip”ine, yıllar sonrasının Türkiye’sini konu alan bir romanda da rastladığımı sanıyorum. Türkiye’nin çok farklı bir tarihsellikte, çok daha farklı bir dinamizmi yaşadığı kesin. Ama aydının silik ya da kişiliksiz konumu sürdüğü ölçüde değişen bir şey olmuyor. Türkali’nin Mavi Karanlık’ında (olumlu) tip Korhan şöyle konuşuyor: “Basit biri olmaya çalışıyorum ben. Karmaşık, bulanık, çek çekebildiğin yana şeylerden hoşlanmıyorum. Doğada karmaşıklık, bulanıklık yok. Kafamızda o. Görevimiz onu çözmek, kurtulmak ondan…” 6 Aydın Korhan da, kusursuz bir nesnellik olarak gördüğü doğanın bu kusursuzluk ve netliğini, başkalarına anlatmakla görevli sayıyor kendini. Korhan bunu fazla yapamadan öldürülüyor. Ancak, öldürülmese ve yapsa da fazla gerekli olmayacağı anlaşılıyor. Çünkü, Türkali’nin romanında emekçi “beli çatlak tekne ile denize açılmak” yerine, dosdoğru yoldan giderek kendi başına da bilinçlenebileceğini kanıtlıyor. Türkali’nin populist manifestosu, böyle sona eriyor.
Yine de belirli bir noktada Türkali’ye hak veriyor, verirken de yineliyorum: Aydını, “beli çatlak tekne” yapan kalıcı ve içsel nitelikleri değil, kişiliksizliği ve basitliği yücelten kişiliksiz yanıdır. Yalnızca ben, Türkali’den farklı olarak, misyonunu, kendisine dışsal mükemmellik ya da güzellikleri başkalarına anlatmaktan ibaret sanan aydınların, tersine daha da kişiliksizleşeceklerine inanıyorum.
Kadro Hareketinin Önemi
Az önceki kısa gezintiye, kitlesel hareketlenmenin kendi başına aydını çok ileri noktalara götürmesinin olası görünmediğini vurgulamak için çıkmıştık. Buradan, yeniden konunun akışına dönülebilir. Sırada, Türkiye aydınının pratik çıkışlarını çok yakından etkilediğine inandığım bir ikinci etmen var. Buna “özel uluslararası konjonktür” diyebiliriz.
Kimi tarihçilerin neredeyse tek etken biçiminde sundukları bir yorum. Bu tür abartmalara karşın yine de İngiltere Kralı ile Rus Çarı’nın ünlü Reval görüşmesinin, Türkiye’nin eylemci aydınını özellikle etkilediğini inkar etmek mümkün görünmüyor. Şurası açık: Eğer İttihat ve Terakki’yi iktidara iten başka dinamikler olmasa idi, Kral ile Çar tam bir ay çay ve votka içip yalnızca Türkiye’yi görüşselerdi bile, İttihatçılar, salt bu nedenle iktidara gelemezlerdi. Yine de bu ünlü görüşmeden sonra eylemci Türk aydınının “artık bir şeyler yapmalıyız” diye sağa sola koşuşturduğunu görür gibiyim. 1919-22 Ulusal Kurtuluş Savaşı ise, tümüyle değilse bile önemli ölçüde, başarılı bir “uluslararası konjonktür” değerlendirmesinin eylemidir. Düşünüldüğünde, bu tür özel uluslararası biçimlenmelerin Türkiye aydınının pratik çıkışlarında nasıl etkili olduğu başka örneklerle de sergilenebilir.
Uluslararası biçimlenmelerin aydını belirli çıkışlara itelemesinden iki nedenle söz ediyorum. Birincisi şu: Kitlesel hareketlenmenin, kendi başına, aydını nitelikçe yeni bir aşamaya ulaştıramaması gibi, belirli bir kimlik ve misyon bilinci önsel olarak bulunmadığı sürece, uluslararası kaynaklı çıkışlar da, Türkiye aydınını kendi başına teoriye götürmüyor. Sonuç felaket değilse, ulaşılan yer, en çok, tam anlamıyla reel politiker bir çizgi oluyor. Kısacası ne kitlesel hareketlenme, ne de uluslararası biçimlenme Türkiye aydınının eksikliklerini kendi başlarına kapatamıyorlar. İkincisini şöyle anlatabilirim: Uluslararası planda belirli bir saptama, aydının kendi geçmiş eylemine ve gelecekteki misyonuna araştırıcı gözlerle baktığı “verimli” bir döneme denk düşüyorsa, Türkiye aydını bile teorici olmanın sınırların zorlayabiliyor. Sıra, örneklerine geliyor.
Teorisiz Osmanlı aydınının, 1908 çıkışından sonra ulaştığı noktayı en iyi Enver Paşa’nın sözleri anlatıyor: “Mefkureyi gerçekleştiremeyince, gerçeği mefkure edinmekten başka çare yok”. 7 Okuyup geçmemek gerekiyor. Düşünmek gerekiyor: Enver Paşa’nın bu sözleri gerçekte bir motto’dur. Yalnızca kendisinin, İttihatçıların değil. Bu yola teorisiz çıkan tüm eylemcilerin, sol kesimde olanlar dahil, sonunda ulaşacakları yerdir.
Sonra, Türkiye aydınının, kendi pratik eyleminin taşıdığı önemin bilincine varmasıyla, teorinin sınırlarını zorlayabileceğini söyledik. Bu noktada Türkiye aydını kendinde çok özel, çok özel olduğu için de evrensel boyutlar taşıyan misyonlar bile görebiliyor. Kanımca, kısa ömürlü Kadro hareketi bunun en ilginç örneklerinden birini oluşturuyor. 1930’ların özgün uluslararası konjonktürünün de, Kadro olayının biçimlenmesinde etkili olduğunu ekleyeyim.
Burada, bir de şunu eklemek gerekiyor: Kadro hareketinin, nesnel olarak, şu ya da bu ideolojik konumda olması, düzenden yana belirli işlevleri yerine getirmesi vb. çok ayrı bir konu. Burada tartışılan bu değil. Söylenen şu: Ulaştığı içerik ne olursa olsun, kendi önemine ve misyonuna ilişkin modeller kurabildiğinde, geçmişini bu modeller çerçevesinde yeniden inşa ettiğinde, Türkiye aydını bile teorik olmaya yaklaşabiliyor. Unutulmaması gereken bu.
Kadro denildiğinde, akla 1930’lar geliyor. 1930’lar Türkiye’sinin kuşkusuz belirli ilginç özellikleri var. Yalçın Küçük’ün deyimi ile düzen bu dönemde “oturuyor”. “Düzenin oturması”, bana oturmuşluğun ötesinde, dingin toplumları da anımsatıyor. Bu noktada kimi genel doğruların, başka özel doğruları gizleyebileceğini ikinci kez düşünmek gerekiyor. Türkiye aydınının özellikleri üzerinde kafa yoran bir bilim adamı, Hilmi Ziya Ülken’e kulak verelim: Ülken’e göre “buhranlı cemiyet, soyut düşünceye fırsat bırakmaz”; devam ediyor “İlim adamları ve ideologlar ancak siyasal buhranı atlatmış ve durulmuş bir cemiyette seslerini duyurabilirler. Bunun dışında söz, hep siyasetçilerde olur.” 8
En genel planda Ülken’in yargılarına katılmamak mümkün görünmüyor. Ancak, yine aynı hatırlatma: Genel doğrular, bazı özel doğruları gizlememeli. Sormak gerek: Türkiye, soyut düşünceye olanak bırakan bilim adamları ve ideologların sesini duyurabilecekleri siyasal buhranlardan uzak ve oturmuş bir toplum olabilir mi? Bu soruya olumsuz yanıt verenlerin, “soyut düşünce”den de umut kesmeleri mi gerekiyor?
Ben kişisel olarak, Türkiye aydınının Ülken’i tekzip etmesi gerektiğine, dahası edebileceğine inanıyorum. Başlarda anlatmaya çalıştığım nedenlerle: Yaşanılan bunalımların olumsuz etkisi ne olursa olsun, siyasal pratiğin bunca birikimi, aydını bir yerde mutlaka ülkesinin ve kendisinin geçmişine ilişkin yeni bir teorik yapılanma aranışına itecektir. Kuşkusuz çoğunu değil, kuşkusuz doğrudan pratiğin yansıması biçiminde de değil. Önceleri pek azını ve siyasal pratiğin sağlayacağı öznel modeller aracılığı ile.
Elbette, kimi yapay engellerden de kurtularak.
Teorik İnşa Sürecinde Yapay Engeller
Artık sonuca yaklaşmak gerekiyor. Buraya kadar söylenenlerden en azından iki önemli noktanın belirginleştiğini umuyorum. Bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’nin sol kanat aydınının kurtulması gereken iki temel yanılgı var. Bunlardan ilki “bilim” ile siyasetin birbirinden çok kesin çizgilerle ayrılması, giderek siyasetin, “bilim”in gereklerini alıp bir başka ülkeye taşıyan bir aracı olarak görülmesi. Türkiye aydını nesnelliği fetişleştirip subjektif unsurun belirli bir nesnelliğin oluşumundaki payını görmezlikten geldiği ölçüde, “bilim”ini daha çok bilim yapacağı inancından vazgeçmelidir.
İkincisi, farklı kesimlerce benimsense bile az öncekinin doğal uzantısı olan bir başka yanılgı: Türkiye aydını, harekete geçmek, “bir şeyler yapmak” için, yaşanılan an’ın mutlak ya da ona yakın bilgisini bir ön koşul olarak görme hastalığından da kurtulmalıdır.
Bu iki temel yanılgının ortadan kaldırılması, kanımca, tek bir yoldan gerçekleştirilebilir. Buna özetle “eldeki malzeme ile binanın baştan kurulması” denebilir. Sanıldığı ölçüde baştan alıcı, işleri uzatıcı ve erteleyici değil kesinlikle. Üç kademede bir “yeniden inşa” sürecini gerekli kılıyor. Önce “bilim”i, ekonomist, mekanik, maddeci ya da benzeri sıfatlarla tanımlanan yorumlarından, bunların en küçük kalıntılarını bile dışlayarak arındırmak gerekiyor. Çok güç olacağını sanmıyorum: Yazılanları, yazıldıkları zamana ve gereklerine göre okumak büyük ölçüde yeterli. Sonra dönüp Türkiye’ye bakmak gerekiyor. Türkiye’ye bakıldığında ise şu hatırlanmalı: Oturmamış yapısı, kurumları ve ideolojisi ile Türkiye toplumunda “nesnellik”, başka pek çok toplumdan daha çok subjektif öğeye dayalı çıkışların damgasını taşıyan, onlarla tam tamına yoğrulmuş bir nesnelliktir. Bu nedenle Türkiye toplumunda, bilim adına, subjektif öğeden tümüyle bağımsız kimi “nesnellikler” aramak, başka toplumlarda olduğundan çok daha ağır bir ekonomizm ya da mevcuda yönelik şakşakçılıkla sonuçlanacaktır. Son olarak da şu: Türkiye aydını, aldığı darbeler ne olursa olsun, geçmişte ülkesinin toplumsal-siyasal gelişiminde en etkin güçlerden biri olduğunu bilince çıkartacak bir modeli ya da sistemi kurmaya çalışmalıdır.
Türkiye aydını bu görevlerin altından kalkabilecek mi?
Bu sorunun yanıtında ne aşırı umutlu ne de aşırı karamsar olmak gerekiyor. Aşırı umutlu olmama, kuşkusuz, Türkiye aydınının büyük kitlesi ile böyle bir yükün altından kalkmasını beklememe anlamını taşıyor. Böyle bir umudu kimse taşımamalı. Çünkü Türkiye aydınının potansiyel olarak en önemli avantajı siyasal pratik ve orientasyon, hiç kuşkusuz, geniş bir kesim için tam tamına dar pratikçiliğin çerçevesini oluşturacak bundan böyle de. Ya da hareket için yaşadıkları anın “gerçek” ve “mutlak” bilgisi peşinden koşanlar ve salt bu nedenle de siyaseti reddedenler olacak bir başka köşede. Bunlar olacak. Başkalarının çıkması için, bunların olması gerekiyor.
Kimler, nasıl aydınlar olacak bu “başkaları”? Belki de, söylenenlerin çoğunu bir Batılı düşünürün cümleleri özetliyor. Yaşamını İspanya İç Savaşı’nda yitiren Caudwell’i dinliyoruz: “Şarlatan, yalnızca insanlar üzerinde etkilidir. Kahramanlar ise olaylar, dış gerçeklik ve madde üzerinde de egemendirler. Onlar, yeni toplumsal gerçeklik ile eski arasındaki gerilimin bilgisi ile yetinmekle kalmazlar; bu gerilime yaratıcı bir biçimde son verecek eylemin ne olduğunu da, tam olmasa bile, eyleme izin verecek ölçüde bilirler.” 9
Başkaları, bu tür kahramanlar olmalı. Bunların, ilk çıkışta, egemen olmaları gereken ya da en azından etkilemeleri gereken “madde”, sol kesimdeki Türkiye aydınının yaşadığı sürecin bütünüdür. “Yeniden teorik inşa” biçiminde özetlediğimiz özgün görevlerinin yanı sıra, güncel nitelikte iki önemli görevleri daha bulunuyor. Bunlardan ilki, sol aydını yeniden bir sıradanlaşmaya sokacak yapay sentez aranışlarının karşısına çıkmak. İkincisi ise, “teorik inşa” sürecinin önündeki kimi bulanıklıkları ortadan kaldırmak için, teorik konumlu birikim odakları karşısında ayıraç işlevi görmek ve bunları “kendinde şey” durumundan “kendisi için şey” olmaya zorlamak. Bir başka deyişle, maskeleri olanların bu maskeleri düşürmenin yanı sıra, ne olduklarını bilmeyenlere, mevcut konumlarından hareketle “ne olabileceklerinin” bilgisini vermek. Bu iki görev, bu iki somut işlev, bu aşamada tam tamına “madde üzerinde egemen olma” denemesidir.
Burada çok açık olarak vurgulamak gerekiyor: Teorik bir çerçeveye kavuşmadığı sürece, yaşanılan deneylerden çıkarılan “pratik” dersler ne uzun ömürlü, ne de gerçek anlamda birleştirici olacaktır. Başka deyişle, teorik inşa girişiminde ileri adımlar atmadığı sürece, aydın kesimin çıkardığı pratik dersler yalnızca sıradanlaştırıcı, yapay ve kısa ömürlü sentezlere olanak tanıyacaktır. Bunlara “birlik” demeye hevesli olanlar bulunsa bile.
Son olarak 12 Eylül’den çıkan Türkiye aydını, kendi içinde anlamlı kılınabilecek ciddi çelişkiler taşıyor. Ama öncelikle bu çelişkilerin kendilerini tüm boyut ve nitelikleri ile sergilemeleri gerekiyor. Çelişkiler bütünü içinde kendini daha zengin biçimde sergileyebilen her odak (ya da marjinal kümelenme) başka olanakların da açılıp saçılmasına, kendilerini “gerçekleştirmelerine” olanak sağlar. Gelişip sivrilmesi gereken çelişkilerin, sentez aranışları adına birbirlerini törpüleyip alt düzeyde standartlaştırmasını önlemenin yolu, bunları belirli bir teorik çerçeve içerisinde yeniden üretip dışarıya yansıtmaktır. Türkiye’de aydın kesimde gereken güncel teorik müdahale, budur. Her türlü sentez ya da birlikten önce yapılması gereken, budur.
Türkiye’de tüm bu görevlerin altından kalkabilecek aydınlar vardır. Sayıları çok değil. Olması da düşünülemez. Ama vardır. Önce kendi kesimlerini, sonra da toplumu dönüştürecek öncüler de, onlardır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Tolstoy Lev; Savaş ve Barış cilt III çeviren: A.Tokatlı Sosyal Yayınlar İstanbul 1984 s.333
- Küçük Yalçın; Aydın üzerine Tezler (1830-1890) cilt I Tekin Yayınları İstanbul 1984 s.29-30
- Therborn Göran; Science Class and Society N.L.Books 1976 s.65
- Gramsci Antonio; Prison Notebooks (ed:Quintin Hoare) Camelot Press s.334
- Turgenyev I; On the Eve Penguen Books 1981 s.125
- Türk ali Vedat; Mavi Karanlık Adam Yayıncılık İstanbul 1983 s.165
- Aydemir Şevket Süreyya; Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa cilt II Remzi Kitabevi İst. 1971 s.236
- Ülken Hilmi Ziya; Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi ülken Yayınları (2. baskı) İst 1979 s.221
- Caudwell Christopher; Ölen Bir Kültür üzerine İncelemeler cilt I çeviren: Mehmet Gökçen Metis Yay. İst 1982 s.46