Kendinize hiç “ne ölçüde Avrupalıyız” diye sordunuz mu? Ülkemizin, hıristiyanlığın üç temel mezhebinin de var olduğu bir kıtada Müslüman nüfusun ağırlık taşıdığı tek ülke olmasını bir kenara koyalım. Topraklarının ana bölümünün Asya’da olduğunu özgün bir şarklılıkla yoğrulmuş geleneklerimizi ve alışkanlıklarımızı bir an için unutalım. Yalnızca ekonomik göstergelerden hareketle Portekiz ile birlikte Avrupa’nın en az gelişmişleri oluşumuzu da söz konusu etmeyelim.
Ortaçağ karanlığından, burjuvazinin tarihsel çıkışı ile kurtulmaya başlayan Avrupa, teknolojik ve endüstriyel ilerlemeye olduğu kadar gelişme ve değişme mesajları veren köklü akımlara da zemin oluşturdu. Fransız devrimi burjuvazinin toplumsal bilimlere yaptığı belki de en son katkı olan siyasal iktisat Hegelci düşünce ve insanoğlunun ulaştığı en bilimsel ve reel düşünce sistemi Avrupa’da boy attı. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Petrograd ve Moskova’da yeni bir devir açılırken “batının en ileri ideolojisi”nden hareket edildi. “Batılılaşma” yenilik ve gelişme yanlılarının sürekli olarak içselleştirmeye çalıştığı bir gelenek oldu. Sonuçta batılı zihniyet ilerlemenin nitel sınırlarına ulaşıldığı “batı”nın kalıplarını aşıp aydınca düşünen bütün insanların malı haline geldi.
Peki, bugün Avrupalı olmak, oldukça ilginç ve gelecek vaadeden bir ülkenin aydınları, bizler için ne anlama gelebilir? Önce kendimizi, kapitalizmin eşitsiz gelişiminin, çelişki ve dinamikleri endüstriyel toplumlardan daha farklı düzlemlerde ortaya çıkarttığı kimi azgelişmiş ülkelerin değil, çelişki ve dinamikleri bağrında uzunca süre saklayabilecek zenginlikteki gelişmiş kapitalist ülkelerin toplumsal yapısına yakın hissetmemiz gerekiyor. Bu bir.1
İkincisi, hiç küçümsemiyorum, Türkiye’deki sosyalistleri Üçüncü Dünya ülkeleri ilericisi mantığı ile düşünmeye sevk eden azgelişmişlik psikozundan kurtulmamız zorunlu hale geliyor.
Dünyamızın içinde yaşadığı süreci değerlendiren bir çalışmaya, Türkiye aydınının belki de en popülistçe yaklaştığı alan olan dış olaylara “mazlum bir ulusun bireyleri” olarak bakılmaması gerektiğini belirterek başlamak durumundayım.
Yalnızca 80’lerle birlikte değil, Türkiye solu dış değerlendirmelerde her zaman naif yaklaşımları benimseme yoluna gitti. Elbette nedenleri var. Ancak, siyasetin her boyutu ile beraber, dünyaya bakarken de kendini bir bütüne dahil etmeyen yaklaşım tarzlarını yıkmak gerekiyor. Dünyada, dünyanın herhangi bir yerinde ne olursa, biz de yüreğimiz ve bilincimizle orada olmak durumundayız.
Türkiye Aydını Dışarıya Bakarken:
Aydınımız dış olaylara bakarken ne tür sınırlamalarla karşı karşıya? Önce, enformasyon kaynakları… Kitle iletişim araçları ve haberleşme kanallarının 1960’larla birlikte teknolojik gelişmelere anında duyarlı hale gelmesi ile, yeni bir aydınlanma çağının doğuşu selamlanmaya başlanmıştı. Çeşitli nedenlerle dış kuşatmalara karşı bağışıklık yitirmeye başlayan “aydın”lar, reel ve objektif bilgi patlaması ile karşılaşacaklarını umdukları sırada yeni bir “ideolojik” çekim alanına giriverdiler. Teleks bağlantıları, uyduların aracılık ettiği link sistemleri AP, Reuters, BBC, AFP, NBC gibi dev merkezlerin haber bombardımanlarını daha hızlı ve kuşkusuz “rasyonel” hale getirdi. Bunlar, uzman kuruluşlar. Hitap ettikleri kesimlerin “Aşil topuğunu” çok iyi biliyorlar. Ve hiç kuşkusuz, hitap ettikleri kesimler arasında entelijansiya da bulunuyor. Türkiye’dekiler dahil olmak üzere….
Türkiye aydını, derya içerisinde olup deryayı bilemiyor. Büyük bir zenginlik içerisinde ciddi bir kısırlık ve zayıflığı yaşıyor. Bu kısırlık ve zayıflık içerisinde batılı ajansların şekillendirdiği bir dünyaya bakıyor. Kendi dışında kabul ettiği diyarlardan gelen projeksiyonlara, avantür film seyrederken olduğundan daha fazla bir entelektüel enerji harcamıyor. Bu yüzden, daha üzerinden çok geçmedi, Çernobil’de 2000 kişinin öldüğüne inanıyor, Papa suikastinde Bulgar parmağı olmasına hayıflanıyor; yalan makinelerinin ürünlerine boyun bükerek katlanıyor. Sonuçta kafasında entrikalar ve Bizans oyunları dışında hiçbir “geleceğin” olmadığı bir gezegen imajı yerleşmiş oluyor. Çirkinlikleri görmektense ufkunu sınırlamaya, kendi bahçesinde erdem ağacı yetiştireceği günlere özlem duymaya başlıyor.
Bu sinik psikolojiyi enjekte etmek çabasında kimi köşe yazarları da önemli yardımlarda bulundular. Dış olayları “iki süper gücün tepişmeleri” ve mağdur olan üçüncü partiler biçiminde aktardılar. Özellikle yeni kuşakların “evrensel” düşünebilme yollarını tıkamak işlevini üstlendiler. Türkiye aydını dünyaya bir gazetenin 3. sayfasından bakmak alışkanlığından kurtarılmalıdır.
Sonra, “iç politika-dış politika” tekerlemesi geliyor. “İç politika dış politikayı belirler”. Ya da, “birisi diğerinin aynasıdır.” İç politika ile dış politika arasında kuşkusuz köklü bağlar var. Ne var ki bu bağlar, zaman içerisinde ortodoks sol literatürde haklı bir propaganda kaygısı ile mutlaklaştırıldı. Gitgide, herhangi bir ülkenin dış politikasının tamamen iç yapının (hakim ideolojik kalıplar dahil olmak üzere) bir yansıması olduğu kabul edilmeye başladı. Dış politikanın kendine özgü yanlarının ihmal edilmesi sık sık rastlanan bir yanılgı oldu.
Kapitalist ülkeler için iç ve dış politikaların karşılaştırıldığı bir otopsi masası alışılagelmiş bir şey değil. Bu ülkelerin önemli bir bölümü zaten “iç-dış” tekerlemesini hiç de haksız kılmayan “tutarlı” bir dış politika sürdürüyorlar. Bu yüzden örneğimizi her zaman eldeki mevcut kıstaslara göre değerlendirilen ve kitaba uygunluğu sınanmak istenen Sovyetler Birliği ile sınırlayıp, dış politikanın kendine özgü yanları üzerinde duralım.
Verili bir anda dünyamız, hiç kuşkusuz birbiri ile temas eden, ancak ideolojik, sınıfsal ve coğrafi yönlerden birbirinin çok uzağında yer alan değişik süreçleri barındırabiliyor. Belli tarihsel kesitlerde, genel bunalım veya dünya savaşları gibi gelişmeler bu süreçleri daha derli toplu hale getirebilmekte, kimi süreçleri ya etkisizleştirmekte ya da tümden kendisine bağlayabilmekte. Ancak, örneğin bugün, bir İran-Irak savaşı var; Filistin, Nikaragua, Filipinler, Pinochet sorunu var; silahsızlanma görüşmeleri var… Bunların hepsi “uluslararası”dır. Bu uluslararası sorunların hepsine “politika” üretmek zorunda olan bir ülke, konuya nasıl bir ortak ilkeden, hangi teorik kalkış noktalarından yaklaşacak? Ne olursa olsun, böylesine bir çeşni içerisindeki dünyada, tüm süreçlere “kitabına uygun” müdahale olanağı olmadığı bilinmelidir. İran-Irak savaşına Polonya sorunundaki ilke ve tutarlılık ile yaklaşmak mümkün olmayabilir. Dış politika, örneğin 1917 Kasım’ında tüm dünyaya ilan edilen çarpıcı mesajların yerine getirilmesinden ibaret olmayabilir.
Daha da öteye geçelim. Dış politika hedefleri birbirleri ile çelişebilir, çelişir. Aynı anda birbirini çelen politikalar geliştirilebilir. Çünkü uluslararası olaylar tek bir parametrenin değerlendirilmesi ile denetlenebilecek ölçüde sığ ve renksiz değildir. Herhangi bir ülkedeki devrim sürecine destek olmak, batılı ülkeler arasındaki çatlaklardan yararlanmak, bu ülkelerdeki görüş ayrılıklarını değerlendirmek ve nükleer savaş tehdidini azaltabilmek gibi amaçların tektek her durumda birbiri ile uyum içerisinde olduğunu düşünmek çocukluktur. Çocukluk ise çokça rastladığımız bir durum. Zamanında Arjantin ile neden diplomatik ilişki kuruldu diye soranlar, 39 Hitler-Stalin anlaşmasını anlamakta güçlük çekenlerin çocukluğunu sürdürüyorlar. Oysa “dış politika” olgunluk ve kimilerini kızdıracak ölçüde “reellik” istiyor.
Ancak, dış politikanın özgünlüğünün sınırları nereye varabilir? Herhangi bir ülkenin sınıfsal karakterine, resmi ideolojisine, daha somutu içteki uygulamalarına sırtını dönen bir dış politika düşünülebilir mi? Özgünlük, “yargılama” ve eleştiri söz konusu olduğunda bir tür dokunulmazlığa dönüşmez mi?
Bu sorulara değişik yanıtlar verilebilir. Ancak burada, bir değerlendirme kıstasını kenara koyup yeni bir yanlış-doğru cetveli yaratmak gibi bir niyetim yok. Yukarıdaki uyarılardan sonra iç ve dış politikaların aynı ideolojik kökenlere sahip olduğunu, dış politika tercihlerinin “yanlış” veya “doğruluğu”nu saptamaktan ziyade bu tercihlerin hangi hedeflere tekabül ettiğini gözlemek gerektiğini söylemekle yetinilebilir.
Neden bu kadar “pratisyen” konuşuyorum? Çok basit. İçerde beş yıllık planlar var, yasal çerçeve var ve siyasal örgütlenme var. İçerde bir “yaptırım” gücü, daha doğrusu yapabilme gücü, bir “iktidar” var; dışarıda ise birçok yapabilme gücü ve iktidarlar var. Bu, önemli bir ayırım.
Bir de şu var: Dış politikada esneklik, yalnızca tek ata oynamama, manevra serbestliği gibi “karmaşıklaştırıcı” faktörler, iç politikadan daha yoğun olarak karşımıza çıkıyorlar. Buna bağlı olarak (sorumsuzluğu kastetmiyorum) dış politikadaki alternatif seçeneklerin birbiri ardına devreye girmesi, içerde, yani belli bir toprak parçasındaki ilke ve iktidardan feragat etme sonucunu doğurmuyor. Şimdilik, söylenebilecekler bunlar.
Yaşadığımız çağı, yani geçiş süreci dönemini kavrayabilmek, bu sürecin tektek halkalarını değerlendirebilmek için kurtulunması gereken ayak bağları bu kadar değil.
Uluslararası ilişkilerin karmaşıklığından ve çok sesli olmasından söz ettim. Bundan söz edince olaylara biraz daha farklı yaklaşmak gerekiyor. Daha önce değindim; herhangi bir bölgedeki, sınırları çizilmiş bir olayı tek bir parametre ile analiz etmeye çalışmak mümkün değil. Anglo – Amerikan kolejlerinin toplumsal bilimlere katkısı olan “somut” ve “bilimci” analiz eğilimlerinin sol cenaha da bulaşması yüzünden, tüm bağlantıları ile incelenmesi gereken toplumsal olaylar göze hoş gelen bir iki şema ile halledilmeye başlandı.
Küba devrimi mi? ABD şeker kamışı ithalini kesti, Castro Sovyetler’ e mahkum oldu… Allende mi devrildi? Emperyalist tekeller bakır alımını durdurdular… Nasır rejimi mi? Her şey batılıların Asuan Barajı projesini finanse etmemeleri sonucunda Albayın çaresizlik içerisinde sosyalist bloğa dönmesi ile başladı…
Bu kadar basit. Tembellik ve kişiliksizlik, toprağı eşelemeyi, karmaşık ve çok yönlü kökleri ortaya çıkarmayı engelliyor. Küba’da devrimci demokrasinin alanının daralması, iki kamp arasında bir orta yolun olmadığı, kurulan dürüst ve dostça ilişkiler… Bunlar yok. Şili devriminin taşıdığı zaaflar, ilerici güçlerin tarihsel yanılgıları, kamyoncular grevi… Yok. Mısır’ın iç dinamiği, Mısır’ın ve diğer liderlerin hesapları, Sovyet yönetiminin soğuk savaş kuşatmasını ortadan kaldırmaya yönelik çabaları… Bunlar da yok. Yalnızca “neden” ve “sonuç” var.
Saplantılar bitmiyor. Dünyanın siyasal coğrafyası söz konusu olduğunda önemli bir başka yanılgı da, son yirmibeş yıldan beri uluslararası ilişkilerin ana ekseninin iki (bipolar) kutupludan tripolara, hatta çok merkezliye doğru kaydığı düşüncesidir. Bu yanılgı büyük ölçüde, uluslararası durumun karmaşıklık derecesinin artması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Batıda yıllardır bu tezi destekleyen çalışmalar yapılıyor. Bunlara ek olarak, özellikle Macaristan ve Romanya gibi sosyalist ülkelerin bilim adamlarınca da benzer görüşlerin -rafine halde olmasa da- savunulduğunu görüyoruz. Bu yeni yaklaşımlar 1960’lı yılların başından itibaren yaşanan kimi gelişmelerin ampirisist güdülerle sistemleştirilmesi sonucu ete kemiğe büründü.
Bu gelişmelerden birincisi “Üçüncü Dünya Ülkeleri” ve “Bağlantısızlar” gibi ülke topluluklarının uluslararası ilişkilerde ağırlıklarını hissettirmeleri. İkincisi, Çin ve Arnavutluk’un sosyalist bloktan kopmaları. Üçüncü olarak, Avrupa kapitalist ülkeleri ve bu arada Japonya’nın ABD ile ilişkilerinde artan sorunlar. Bu üç gelişmeye başkaları da eklenebilir. Ancak bu üç gelişmeye ilişkin bazı söyleyeceklerim var.
Bağlantısızlar ve Üçüncü Dünya gibi sıfatlar bir yana, azgelişmiş veya kapitalisteşmenin yüksek düzeylerine ulaşmamış kimi ülkeler için, 1950’li, 60’lı yıllar ve 70’lerin ilk yarısı bir tür yol ayrımının gözlendiği dönemlerdi. Ulusal kurtuluş savaşlarının pek çok halkı sömürgecilikten kurtardığı bu ülkelerde, iki temel ideoloji kıyasıya ama birçok araçtan yoksun bir mücadele içine girdiler. Kapitalist sistem içinde yeni bir statükoya oturan genç devletlerin karşısında, zaman zaman oldukça vahim sonuçlar doğuran “kapitalist olmayan yol” zorlamaları ve bunlardan çok daha öte bir anlam taşıyan Küba, Vietnam gibi ülkeler yer aldı.
“Değişme dinamiği öldü” demiyorum ama az çok bütün genç devletler yerini buldu; yani önemli bir bölümü statikleşti. Bağlantısızlar hareketi denen ülkeler toplamı da sonuçta bütün nüanslara rağmen iki karşıt ideolojinin mücadele ettiği bir platform durumuna geldi. Bu “toplamın” etkin unsurları olan Küba mı “bağlantısız”, Pakistan mı? Dış politikada bir tür üçüncü yol tutturduğu söylenebilecek Hindistan gibi ülkeler de, ne olursa olsun, iki sistem arası mücadeleyi üç sesli hale getirmek bir yana, tamamen, iki sistem üzerine kurulu bir düzlemi esas alan bir ara çizgiyi ifade etmektedirler.
Azgelişmiş ülkelerin ayrı bir dünya gücü olduğu tezi tamamen ideolojik bir tezdir. Batının “bizden olmuyorlar, kırmızı da olmasınlar” kaygısının ürünüdür. Etkileri hiç küçümsenmemelidir. Afrika’nın, Asya’nın ve kimi Güney Amerika ülkelerinin “aydın” kuşakları, ülkelerinin siyasal yaşantısı üzerinde en büyük etkiye sahip kesimlerden birisidir. Bu potansiyel aydınların eğitim süreçleri ve dahası ideolojik şekillenmeleri kendi ülkelerinde değil, yurt dışında ya İngiliz-Amerikan ya da sosyalist ülkeler üniversitelerinde gerçekleşmektedir. Uluslararası konferanslarda kapitalist ülkelerden gelen kara derili ya da çekik gözlü genç akademisyenler, “dünya kırları-kentleri”, “zenginlik-yoksulluk” edebiyatı yapıyorlar. Batı üniversitelerinde, sosyalist düşüncenin prestijine karşı böylesi naif popülist bir ideoloji destekleniyor. Birleşmiş Milletler oturumlarına, UNESCO sempozyumlarına bakın, bu “ideolojinin” hangi boyutlara ulaştığını kolaylıkla görürsünüz.
Azgelişmiş ülkelerin uluslararası planda yepyeni bir güç odağı olduğu tezi, yanlış bir tez. Ancak doğru olan bir şey var: İkinci savaşın hemen ertesinde dünyamız doğu ve batı arasında, yani iki farklı sistem arasında bir çatışmaya doğru yola çıkarılmak istendi. Sonra 60’larla birlikte batı dünyası güneydeki ülke halklarından gelen güçlü çıkışlar ile karşılaştı. Ulusal kurtuluş savaşları emperyalist ülkelerin siyasal ve ekonomik çıkarlarını altüst etti. Çelişki ve çatışma, kuzey-güney eksenine kaydı. Kesinlikle iki sistem aracı mücadelenin bir parçası olmasına karşın, çelişki ve çatışmanın doğu-batı yerine kuzey-güney eksenine kayması “detant” sürecini kolaylaştırdı. Doğru olan bu.
Sosyalist kamptaki bölünmenin, iki kutba bir üçüncüsünü, Çin’i eklediği görüşü ise bugün düşünebilen herhangi bir canlının ciddiye alabileceği bir iddia değil.
Batı Avrupa’nın Birleşik Devletlere rağmen bir yeni güç odağı olarak ortaya çıkması da, Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinin ne ekonomik, ne askeri, ne de siyasal açıdan apayrı bir ipte oynama olanaklarının bulunmaması nedeniyle mümkün değil. Yazının son bölümlerinde Çin ve Batı Avrupa’ya daha ayrıntılı değinmeye çalışacağım.
Uluslararası ilişkilerin temelde iki sistem arası mücadele üzerine kurulu olmasına ilişkin söylenebilecek iki şey daha kaldı. Birincisi, iki karşıt sistem yerine çok merkezli bir dünyada yeni bir savaş tehdidi çok daha fazladır. Son olarak, batıda yetmişli yıllarda çok revaçta olan “monolitik” bir dünya ve yakınlaşma teorilerinin artık rağbet görmediğini söyleyebiliriz. Bu tezler yumuşamanın parlak günleri yaşandığı sıralara denk düşüyordu. Şimdi Beyaz Saray’da “war game” oynanıyor. “Yakınlaşma” tezleri yerini “iyi adamlar-kötü adamlar”a bıraktı.
Uluslararası ilişkilerin mantığına ilişkin olarak hazırlamaya çalıştığım bu bölümü bir iki hatırlatma ile sona erdirmek istiyorum. Politikanın hiçbir türünde ama özellikle dış politikada safdil olmamak gerekiyor. Peygamber tavrının, Tolstoyist eğilimlerin “ölüm” olduğunu bilmek gerekiyor. Ve en başta, “güç”, “çıkar” gibi kavramların ne anlama geldiğini, bu kavramlardan yorgan altına saklanarak kurtulunamayacağını bilmek…
Sonra, uluslararası ilişkilerin “hukuk düzenlemeleri” ve uluslararası örgütler ile ıslah edilebileceği konusunda vaaz veren bütün ders kitaplarının bir kenara atılması gerekiyor.
Uluslararası ilişkilerde insani normlar, bilinçli kurallar kimi zaman hakim olamazlar mı? Olurlar; güç ile, kimi zorlamalar ile olurlar. Yalnızca sömürgecilik olgusuna bakalım. Bu yüzyılın başlarında “uygar” ülkeler için başka halkları sömürmek bir tanrı buyruğu anlamına geliyordu. Diplomasi çoğu kez orman kanunları ile yürüyen ilişkilerin bir tür süsü durumundaydı. Sonra 1917 geldi. Bu yeni misafir, “uygar” dünya tarafından kabul edilmedi. Ta ki o kendisini kabul ettirinceye kadar; 30’lu yıllara gelindiğinde, büyük ölçüde uluslararası ilişkilere katılan bu yeni unsurun sayesinde “sömürgeci ideoloji” çözülmeye başladı. Bize bugün olağan gelen kimi normlar ise ancak 2. Dünya Savaşı’nda faşist yayılmacıların yanında Churchill gibi liderlerin temsil ettiği “imparatorluk” felsefesinin burnunun sürtülmesi ile yerleşiklik kazandı.
Yumuşama Ne İfade Ediyor:
Bugüne ve devam ederek yeni yüzyıl dönemecine ulaşabilmek için üzerinde durulması gereken konuların başında “yumuşama” süreci geliyor. Burada geniş ve çarpıcı tanımlara değil, yumuşamanın köken ve sonuçlarına değinmek istiyorum.
“Yumuşama”, karşılıklı anlayış ve iyi niyetten doğmadı. Doğumu için genellikle 60’ların başı gösterilir. 60’ların başı Küba’dır, sonra Vietnam’da ABD’nin artan askeri varlığıdır. Yani, iyi niyet veya anlayış yılları değildir.
“Yumuşama” batının bir nesnelliği kabul etmek zorunda kalması ile başlayan bir süreçtir. Nedir bu nesnellik? 21. Parti Kongresi’nde Hruşçov, “Sovyetler Birliği ilk kez bu kadar güvenli ve istikrarlı bir duruma ulaşmıştır” biçiminde konuşuyor. Yıl 1959’dur. Soğuk savaş rüzgarları estirileli beri on yılı aşkın bir süre geçmiştir ve sonuç budur.
Hruşçov oldukça gerçekçi konuşmaktadır. O yıllarda Sovyetler ABD’nin herhangi bir bölgesini vurabilecek askeri teknolojiye ulaşmıştır. Uzay çalışmalarında öncülük bu ülkededir. Uluslararası ilişkilerde ise batıda hiç kimsenin beklemediği gelişmeler olmuştur.
Savaş sonrası dönemin ABD politikası, başta Sovyetler Birliği olmak üzere bütün sosyalist ülkeleri kuşatmak, hatta sosyalizmi yeniden anayurduna hapsetmeye yönelikti. Ancak daha 50’lerin başından itibaren bu kuşatmanın etkisizleştirileceği alan kendiliğinden ortaya çıktı.
Sovyetler bu yıllarda azgelişmiş ülkelere alternatif yardım politikalarına başladı. Hruşçov ve Bulganin ülke ülke Afrika ve Asya’yı dolaştılar. Başta Hindistan, Mısır, Suriye, Afganistan ve Endonezya olmak üzere birçok ülke ile ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalandı.
Bu yıllar bağımsızlıkçı ideolojinin bayrak olduğu yıllardı. Hemen her yerde batı aleyhtarı hareketler oluşuyordu. Batılı ülkeler bu süreci, oldukça ideolojik davranarak, tamamen karşılarına aldılar. Sovyetler Birliği ise her ülkeyi ayrı ayrı değerlendirdi. Tek tek örnekler bir yana, 40-50 arası 13, 50-60 arası 27, 60-70 arası 26 bağımsız ülkenin ortaya çıktığı bir süreci ciddiye aldı. Kuşatma bu anlamda da suya düştü. Katı ve atgözlüklü denilen Sovyet dış politikasının ne kadar esnek olduğu görüldü.
Yumuşama, bir nesnelliğin kabul edilmesi ile başlar. Tarihsel sürecin bir parçasıdır. Kapitalist topluluğun aleyhine işleyen bir sürecin parçası. Yani statükocu bir süreç değil. Bu nedenle “yumuşama”ya karşı başlatılan sertleşme, tarihsel gelişime yöneltilen yeni bir itirazdan başka bir şey değildir.
Birinci Savaş’tan beri belirginleşti: İngiltere, Fransa kaybediyor, yerlerini ABD doldurmaya çalışıyordu. Bu ülke, bütün dünyayı kendi çıkar bölgeleri olarak değerlendirerek bir koruyuculuk işlevine soyunuyordu.
Hep bir şeyler tersine çevrilmek isteniyor. Grenada, Falkland, İsrail’in Ortadoğu kabadayılığı, Libya’ya karşı provokatif hareketler…
“Yumuşama” süreci henüz bitmedi. Nesnelliğin karşısında durabilmek çok güç. Bu nedenle her sertleşme belirtisi “yumuşama” sürecinin damgasını taşıyan biçimde ortaya çıkıyor. Ancak, nesnelliğe yapılmak istenen her müdahale dünyamızı biraz daha geriyor.
Gerilen dünyamızda göze batan gerginlik noktaları ise oldukça ilginç özellikler taşıyorlar. Gerginlik, sınıf mücadelesinin kendisine bütün heybeti ile çıkış bulabildiği bölgelerde değil, Güney Afrika, Lübnan, İran, Filipinler gibi ülkelerde, yani marjinal süreçlerin bir türlü yerini “sınıfsal” kategorilere bırakmadığı örneklerde ortaya çıkıyor. İki sistem arası mücadelenin açık bıraktığı kimi gedikleri dolduran bu örneklerin ne zaman kaplarına sığamayacakları iç dinamikleri ile beraber gene iki sistem arası mücadelenin durumuna, her iki sistemin olaylara müdahale edebilme yeteneklerine bağlı gözüküyor.
Batı: Reaganizmin Gölgesinde
Kapitalist dünya 1980 ile birlikte bir prestij kazanma mücadelesini başlattı. Yumuşama ile ilgili bölümde aktarmaya çalıştım: 60’lı yıllardan itibaren, oldukça gerçekçi bir saptamayla, kaybeden hep batı oldu. Üstelik, “kayıplar”, gelişmiş kapitalist ülkelerin bir ekonomik balayı yaşadığı yılların üzerine geliverdi. Erime sürecini durdurabilmek için bu ülkeler için bilinen en etkili yol, “power politics” yeniden devreye sokuldu.
Ancak, batının ABD’nin öncülüğünde denemek istediği güç gösterisi, uluslararası ilişkilerde anlaşılabilir, ama ekonomik açıdan son derece talihsiz bir döneme denk geldi. 80-82 arasında gelişmiş kapitalist ülkeler savaş sonrasının en büyük bunalımını yaşadılar. Büyüme hızları eksilere, enflasyon ve işsizlik çift rakamlı sayılara ulaştı.
Sonra, 1982 ile beraber, çarpıcı bir ekonomik canlanma sürecine girdiler. Bunun da verdiği rahatlık ve güvenle, başta Birleşik Devletler olmak üzere, batılı ülkeler cüretli bir saldırıya geçtiler. Grenada, Pershing ve Cruise füzelerinin Avrupa’ya yerleştirilmesi konusundaki kararlılık bu yıllara oturdu.
Bütün bunlar ve Reagan’ın uygun kişiliği, Avrupalı aydınlara hüsran, tüm dünyanın tutucu güçlerine belki de beklenmedik anda umut aşıladı. Bu güçlü çıkış, dünyada devrimci hareketin oldukça soluksuz kaldığı ve marksizmin uluslararası planda tarihinin en itibarsız dönemini yaşadığı bir sıraya denk düştü. Elbette bir rastlantı nedeni ile değil.
ABD ve diğer emperyalist ülkeler, belki de yapabilecekleri son evrensel çıkışlardan birisi olan bu güç gösterisinde kimi kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımların herhalde en önemlisi, hala sürüyor, uluslararası ilişkilerde hak-hukuk gibi kavramların dünya kamuoyunca da ciddiye alınmamaya başlaması oldu. Ayrıca bazı stratejik başarılar da elde ettikleri söylenebilir.
Ancak nereye kadar? Tekrar olacak, tarihsel nesnelliğe karşı yapılacak olan bir “show” nereye kadar gidebilir? Bu soruya yanıt vermeden önce, başlatılan gösterinin etkinliğinin sınırlarına ulaşılmaya başlandığını söylemekte yarar var.
Ekonomik olarak, batı dünyasında para ile bu kadar oynanan bir başka dönem bulmak zor. ABD, doların arz ve talebini kimi piyasa manevraları ile düzenleyip Avrupa’yı gerçekten zor durumlara soktuğu zamanlarda, Kongre üyeleri arasında bu kumara son verilmesini talep eden Cumhuriyetçilerin sayısı hiç de az değildi. Doğrudan üretim artışından kaynaklanmayan bir canlanma döneminin suni olduğunda birçok iktisatçı birleşiyordu.
Ayrıca dönemin en belirgin özelliklerinden birisi olan endüstrinin askeri alanlara doğru çekilmesi de çoğularının sandığı gibi ABD ekonomisini her zaman canlı tutabilecek bir olgu değildi. Silahlanmaya ayrılan kaynakların önemli ölçüde artırılması üretim sürecinin sürekliliğini zedeleyen, kendi kendisini beslemeyen bir ekonomik modelin oluşması sonucunu verdi. Hiç kuşkusuz SDI projesi ve diğer askeri yatırımlar ile bazı sektörlerde büyük canlanmalar görüldü, örneğin seramik endüstrisi kış uykusundan uyandırıldı. Bilimsel çalışmaları ileriye çeken askeri araştırmalar, bu sayede diğer sektörlere de ufuk açıcı bir etkide bulundu. Ancak, ileri teknolojinin ürünü gelişmiş silahların konvensiyonel silahlarda olduğu gibi dış pazara açılamaması ve böyle bir niyetin de pek olmaması yüzünden ABD yönetim tamamen iç kaynaklara yönelen tehlikeli bir maceraya atılmış oldu. Sonuçta silahlanmanın bütün koşullarda bir kapitalist ekonomiyi ihya edeceği tezi de etkisizleşmeye başladı.
Batılı ülkelerin liderliğini yapan ABD’nin şu andaki ekonomik göstergeleri yaşanan sürecin ürünlerini de ifade ettiği için oldukça öğretici durumda. Bu ülkenin dış ticaretinin durumu ortada. Bugün Federal Almanya’nın ihracatı, “dev” ABD’ye hızla yaklaşıyor. Artan maliyetler ve yatırımların azalması ile ABD’nin dış pazarlardaki rekabet gücünün bir hayli düştüğü görülüyor. Silahlanma harcamalarının yükü yeni vergilerle karşılanmaya çalışılıyor. Bu yük yalnızca çalışan sınıflara değil, yatırımların da üzerine binmeye başladığı için homurdanmalar da artmaya başlıyor. Yüzde 7.3’e ulaşan işsizlik oranı ile beraber alındığında son yıllardaki gelişmelerin “mutlu” Amerikalılar için hiç de sevimli gelmediği çok açık. Son olarak, sürdürülen ekonomik politikanın ideolojik iflası da söz konusu. Hem liberalizm diyeceksin, hem de hemen her alana devletin kudretli elini uzatacaksın. Bugün batıda herkes, monetarist eğilimlerin ve neo-liberalist iddiaların tadının kaçtığında hemfikir.
ABD’nin diğer batılı ülkeler ve Japonya ile ilişkilerinde ise elbette sorunlar var. Ancak sorunların önemli bir bölümünün ekonomik nedenleri olması sürtüşmenin derecesini de etkiliyor. Bugün, özellikle Avrupa ülkeleri geçmişte Almanya’nın başını çektiği türden bir doğu politikası uygulayabilecek araçlara sahip gözükmüyorlar. Hiç değilse şimdilik. Aslında uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda Avrupa bir kimlik bunalımı yaşıyor. Gergin bir dünya konjonktürünün gerektireceği askeri harcamaları kabullenmek istemese ve sosyalist kampın burnunun dibindeki bir sertleşmede güvensizlik hissetse bile, dış politikada Reaganizmin gölgesini kabullenmiş durumda. Bir anlamda sınıf bilinci ile davranıyorlar. Bu politika tercihleri Avrupa’daki tüm siyasal yapıyı da etkiliyor. Örneğin hemen hemen bütün ülkelerde “yürütme” gücünün etkinliği artırılıyor. Özellikle bazı batılı toplumlar için bu oldukça yeni bir olgu.
Daha önce 60’ların başında Fransa’nın başlattığı “Avrupa’da bir üçüncü nükleer güç” süreci de bugün pek bir anlam ifade etmemeye başladı. Bu ülke de dahil olmak üzere hemen hemen bütün batı, kendisini ABD’nin silahlanma stratejisine kaptırmış durumda. Kısacası ortaya çıkan önemli sorunlara rağmen, özellikle NATO üyesi Avrupa ülkelerinin, ABD’nin uluslararası ilişkilerine çok fazla itiraz etmeleri pek beklenmemeli.
Bekleyenler var. Bilindiği gibi, ABD Dışişleri Bakanı Schulz bu yıl Akdeniz ülkelerini kapsayan bir geziye çıktı. Gezinin ana konusu, ABD’nin bölgedeki kimi misyonlarını “dost ve güvenilir” ülkelere devretmesiydi. Bu görüşmeler “ABD Avrupa’yı bırakıyor” diye değerlendirildi. Hiç ilgisi yok. Washington’un “bütün dünyayı korumak” sevdası, ne ekonomik, ne askeri, ne de siyasal açıdan gerçekleştirilir bir şey. Bu nedenle misyonunu, altından kalkabilecek dostlarıyla paylaşmak ve Latin Amerika ile Pasifik’te demir yumruğunu daha da pekiştirmek niyetinde. Akdeniz’in “korunması”nın Avrupalılara bırakılması ise, bu ülkeler ile ABD arasındaki koordinasyonun artması, bağların güçlenmesi ile mümkün olabilir. Bu da, herhalde ABD’nin Avrupa’yı bıraktığı anlamına gelmez.
Avrupa ile ABD arasında uyumlu bir dış politika dünya, barışını tehdit edici bir durumdur. Dünya barışını tehdit eden bir başka faktör ise İngiltere’dir. Bu ülke hep kaybediyor. 1. Dünya Savaşı’nda “kazananlar” arasındaydı, pek bir şey kazanmadığı ortaya çıktı. İkinci Savaş’tan sona ise durumu daha da vahimleşti. Tahran Yalta Potsdam’da Sovyetler ve ABD’nin yanında kendisine yer bulan İngiltere’nin parlak günleri çoktan sona erdi. Sürekli kaybeden bir ülkenin aceleci ve pragmatik çözümlere yönelmesi hiç şaşırtıcı değildir. Nitekim İngiltere Thatcher liderliğinde oldukça saldırgan bir dış politikayı benimsemişe benziyor.
Kapitalist dünyaya baktığımızda bir bunalımın sürekli olarak geriye atıldığını görüyoruz. Ertelenen her bunalım daha can alıcı ve etkili olur. Kuşku yok, böylesi bir bunalımın siyasal sonuçları da olacaktır. Bu sonuçların ne tür uluslararası süreçlere hız vereceği ise yalnızca batı değil Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler ile de ilgilidir.
Bu yazı hazırlandığı sırada, Reykjavik’te yapılacak zirve büyük bir merakla bekleniyordu. Gorbaçov ile Reagan arasındaki görüşmelerin konusunu ve sonucunu hep birlikte göreceğiz. Ancak, şimdiden bir iki hatırlatma yapılmalı. Washington’da SDI projesi, beklenmedik engellerle karşılaşmaya başladı. İlk önce projeye ayrılan ödenekte bir milyar dolardan fazla indirim yapıldı, sonra ABD’deki birkaç bin bilim adamı araştırmaları boykot etme kararı aldılar. Brzezinski ve Kissinger gibi ünlü politikacılar da “Star Wars”un gerek ekonomik, gerekse bilimsel açıdan elde edilebilirliği konusunda kuşkularını açıkladılar. Schulz ise SDI’nin bir pazarlık aracı olarak kullanılmasının, gerçekleşmesinden daha yararlı olacağı temasını işliyor. Sonuçta, onca gürültü koparılan “uzay savaşları” Reagan ve Weinberger’in kişiliğinde somutlanan eğilimlerin üzerine kaldı. 1989 başına kadar başkan kalacak olan Reagan, SDI projesini rafa kaldırmasa bile, Sovyetler’in güçlü ve somut önerilerine tamamen duyarsız kalamaz. Projeyi Reagan’ın vasat zeka düzeyli Amerikalılara hitap ettiği “bilimkurgu” biçimiyle değil, büyük ölçüde gerçekleşmese bile, uzayın silahlandırılması olarak kavrayan Sovyet yönetimi bu süreci durdurmak için belli sınırlar içersinde yapıcı davranmak yolunu seçmiştir; Reykjavik’de de öyle olacaktır. Yumuşama nesnel bir süreçtir. Nesnel bir süreci öznel çabalarla büsbütün ortadan kaldırmak pek mümkün değil. İzlanda’da gerginlik ve diyalog, sertleşme ve yumuşama iç içe geçmiş olarak karşımıza çıkacak.
Gorbaçov Dönüşümleri:
1985 Nisan’ında yaptığı çarpıcı Merkez Komite konuşması ile beraber, bütün batılı yayın organları Gorbaçov ile Hruşçov arasında analoji kurma yarışına girdi. “Reform”, “bürokrasi ile mücadele” gibi hedeflerden batılıların yalnızca 20. Kongre’yi anladığı ortaya çıktı. Kremlinoloji’nin elinden bu kadarı geliyor.
Ne var ki burada Hruşçov döneminin kimi özelliklerinin altını çizmeden bugünkü dönüşümlere geçmek olmayacak. Stalin’in ölümü ile başlayan süreç, ne olursa olsun, Sovyetler’in o günkü uluslararası durumu ile beraber değerlendirilmelidir. Daha önce sözünü etmeye çalıştığım soğuk savaş kuşatmasını yarma çabasında, Hruşçov ile yaratılan imajın büyük yardımı oldu. Bu yardımın maliyeti, ideolojik zaafları şu anda bu yazıyı ilgilendirmiyor. İçerde, bugün gerçekleştirilmek istenen dönüşümlere benzetilen reform girişimleri ise şu andakinden çok farklı bir toplumda denendi.
Kollektivizasyon, İkinci Savaş gibi sarsıcı gelişmeleri ardı ardına yaşayan Sovyetler, hemen hemen bütün unsurları ile yorgun bir toplum görüntüsü veriyordu. Bu yetmedi, soğuk savaş belası ek bir yük olarak bu toplumun üzerine bindi. Halkın yaşam standartının yükseltilmesi, parti ve devlet mekanizmasının topluma daha fazla emdirilmesi, kimi iktisadi hantallıkların ortadan kaldırılması gibi bir süredir ertelenen hedefler, dış politika açılımları ile birleşince, kullanılması sevilen deyimi ile “buzların çözülüşü” süreci başlatıldı. Ancak, yeterli sigortalar sağlanmadan başlatılan “yenileme” hareketi belli bir süre sonra, içerde ve uluslararası sosyalist harekette önemli sorunlar ortaya çıkardı…
Bürokratizm ve hantallık eğilimlerinin yalnızca merkezi planlamadan kaynaklandığı ve tarımdaki kollektivizasyonun oldukça büyük yaralar açtığı tezleri, tek başına ekonomik sorunlara değil, ideolojik boşluklara da neden oldu. Toplumsal tabanın genişleyeceği beklentisi ile kırsal kesimdeki geleneksel mülkiyet arayışlarına prim verildi. Özellikle tarımsal üretimde meydana gelen düşüşler sonunda Hruşçov dönemi bitirildi.
Bugünkü “reformlar” ise oldukça farklı bir Sovyetler Birliği’nde ve oldukça farklı bir ekip ile başlatıldı. Sovyet toplumu 1985 yılında bazı sorunlara rağmen, 55-56 yıllarından çok daha olgun bir yapıya sahiptir. Ayrıca zamanlama da çok önemlidir. Toplumun reorganizasyonu için ilk çabaların ortaya çıktığı 1983 yılında, ülkede büyüme hızı alışılagelmiş sınırların altına düşmüştü. Batı ise 80-82 krizini atlatmış ve genişleme sorunlarını aştığı gibi, teknolojik gelişim açısından oldukça yoğun bir döneme girmişti. Bunlara ek olarak dünya devrimci hareketinin soluksuz kaldığı bir zaman kesitinin yaşanması da Sovyetler Birliği’nin “içeriye dönmesi” için uygun bir fırsat yaratıyordu.
Fırsat 1985 ile birlikte oldukça çarpıcı bir biçimde değerlendirilmeye başlandı. Üretim sürecindeki sorunlara yönelik üç temel müdahale hazırlandı. Teknoloji transformasyonu, ülke kaynaklarının optimum kullanımı ve yönetsel düzenlemeler olarak gruplandırılabilecek bu müdahaleler, ideolojik ve siyasi alandaki kimi uygulamalar ile takviye alıyordu. Hruşçov döneminde hazırlanan ve “ütopik” öğeler içerdiği kabul edilen parti programı ve bu arada tüzüğü 1986’daki 27. Kongre ile değiştiriliyordu. Yerel Sovyetlere tanınan yetkiler artırılıyor ve elbette her ciddi politik atılım döneminde olduğu gibi parti ve devlet kademelerinde önemli kadro değişiklikleri yapılıyordu.
Parti Merkez Komitesi’nde ağır sanayi deneyimi olan sivil-asker teknokratların ağırlığı artırıldı, Bakanlar Kurulu büyük oranda yenilendi. Ordu’da yeni yönetsel birimler kuruldu. Bir dönemi Brejniyev ile beraber Suslov, Gromiko, Ustinov, Pelşe gibi kadrolar sırtladılar. Şimdi Ligaçov, Şvardnadze, Rizkov, Yeltsin, Arhipov, Kapitsa, Frolov gibi genç sayılabilecek yöneticiler Gorbaçov’un kişisel damgasının da hissedildiği bir dönemin sorumluluklarını üstlendiler.
1985 Nisan’ından 1986 Ekim’ine kadarki dönem, bu atılım için seçilen zamanın ve araçların pek yanlış olmadığını ortaya çıkarıyor. 2’lere düşen büyüme hızı şu anda yüzde 6’yı aşmaya başladı. Tarım sektöründen sanayiye on milyonlarca işgücü transfer edildi. İleri teknolojinin üretim sürecinde kullanılmasında batılıların da kabul ettiği önemli gelişmeler sağlandı.
Dış politikada ise daha girişken ve cüretli bir çaba gözlendi. Silahsızlanma görüşmelerinde Sovyet tarafının attığı adımlar artık “propaganda” diye geçiştirilmesi mümkün olmayan bir somutluğa ulaştı. ABD tarafından başlatılan sosyalist ülkelerin diplomatik izolasyonu denemesi de kayda değer bir sonuç vermedi. Üstelik Sovyetler şimdiye kadar uzak durduğu bazı uluslararası örgüt ve platformlara da katılma yollarını zorlamaya başladı. Sosyalist ülkeler arası işbirliği ve entegrasyonda ortaya çıkan bazı pürüzler giderildi.
Bütün bunlar gözle görülür gelişmelerdir. Ancak, Sovyetler Birliği’nin böylesi bir atılımı mutlaka gerekli görmesini, hatta “ölümcül” olarak nitelemesinin altında yatan nedenler nedir?
İşte batılı gözlemcilerin köhnemiş açıklamalar dışında mantıksal bir değerlendirme yapamadığı sorun budur. Sorunun yanıtı ise Gorbaçov’un 27. Kongre’nin açılış konuşmasında vardır. Bu konuşmada Sovyet lideri 20. yüzyılın son yıllarında kapitalist dünyada can alıcı bir genel bunalımın öngörülebileceğini belirtmiştir. Gorbaçov, Birleşik Devletler ile Sovyetler Birliği arasındaki teknolojik “gap”in açıldığı koşullarda, Beyaz Saray’da genel bunalımdan sıcak savaş yollarının zorlanması ile çıkılabileceği düşüncesinin hakim olabileceğini sözlerine eklemiştir. İşte yürürlükteki dönüşümler bu “ara”yı kapatma ve 21. yüzyıl dönemecine, ekonomik, askeri ve psikolojik açılardan hazır olma mücadelesidir. Değişimin bu yönünü kavrayan bazı batılı siyasetçiler ,”Sovyetlere bu fırsat verilmemeli” mantığı ile “global şov”un daha gürültülü ve soluk aldırmayıcı olması gerektiğini öne sürüyorlar. Mümkün mü? Hep birlikte göreceğiz.
(Çin):
Burada, başta da belirttiğim gibi bir Çin parantezi açmak gerekiyor. Çin Halk Cumhuriyeti yönetimi, 1986 yılının ikinci yarısından itibaren dış politikanın yalnızca batıya açılma hesapları ile idare edilemeyeceğini görmeye başladı. Sovyetler Birliği’nin üst düzey yöneticilerinden İvan Arhipov’un 27 Temmuz’da başlayan bir aylık Çin gezisi, iki ülke arasındaki çeşitli konulardaki görüşmeler, Jaruzelski’nin gerçekleşen ve Honecker’in planlanan ziyaretleri bu döneme denk geldi. Bütün bunlar göstermelik gelişmeler değil. Çin Halk Cumhuriyeti’nin dış politikasında ortaya çıkmaya başlayan yeni bir evreyi özetliyorlar.
Çin-Sovyet anlaşmazlığının kökenleri üzerinde duracak değilim. Ancak, Çin’in 1960’tan itibaren geçirdiği “evrim”i kısaca hatırlatmakta büyük yarar var. Sözünü ettiğim yılda, yani 1960 yılında, ÇKP’nin yayın organı Kızıl Bayrak dergisinde tuhaf bir yazı yayımlanıyor: “Muzaffer halklar, imha edilen emperyalizmin yıkıntıları üzerinde, binlerce kez daha ileri bir uygarlığı son derece hızlı bir şekilde inşa edeceklerdir.” Yazı, uluslararası ilişkilerin oldukça sıkıntılı bir şekilde seyrettiği bir sırada yayımlanıyor. Sıkıntılı bir dünyada nükleer savaşın nimetlerinden söz ediliyor. Birkaç yıl sonra Sovyetler Birliği’nin “halkların düşmanlığına yöneldiği”, daha sonra ise sırasıyla “iki süper güç”, “en kötü süper” ve hatta “birine karşı diğeri ile işbirliği”… tezleri geliyor.
Çin, iktisadi aceleciliğin gelenekçi ideolojik öğelerle ve deforme parti kadroları ile birleşmesi sonucu “içerde” bir süreci yaşarken, bu süreç en hızlı ve sorumsuz ifadesini “dış” politikada bulmuştur.
1970’lerin sonunda en uç sınırlarına ulaşan ÇHC dış politikası artık yeni düzenlemelere ihtiyaç duymaya başlamıştır. Bir kere içerde uygulanan hızlı “liberalleşme”nin, ABD ve Japonya başta olmak üzere batıyla sürdürülen ilişkilerde “teslimiyetçi” yaklaşımlarla beraber yürümesinin ülkede ciddi toplumsal sorunlar yaratacağı ÇKP yönetimi tarafından az çok sezilmektedir. Bu nedenle daha dengeli bir dış politikanın ilk adımlarını atma yoluna gitmişlerdir.
Bunun dışında Çin’in önemli kaygılarından birisi, geleneksel baş ağrısı Japonya’nın hızlı silahlanma sürecidir. Her ne kadar iki ülke arasında “yumuşak” diye nitelenebilecek ilişkiler kurulmuş olsa da, Çin’in yanı başındaki güçlü Japonya’nın varlığını içine sindirebilmesi, diğer komşuları Moğolistan, Sovyetler, Vietnam ve Hindistan ile sorunlarını bir ölçüde halletmesi ile mümkün olabilecektir.
Çin’in sosyalist kamp ile ilişkilerini düzeltmesini kolaylaştıracak etkenlerden başlıcası ise Sovyetler Birliği ile bu ülke arasında artık, uluslararası sosyalist hareket üzerinde öncülük sorununun kalmamasıdır. ÇHC bugün herhangi bir “öncülük” iddiası taşımıyor. Aynı ortak hedeflere sahip olan ve kendilerini birbirlerinin az çok rakibi gören iki insan, parti veya devlet arasındaki ilişkiler, kısa zamanda çok gerilimli bir hal alabilir. ÇHC ile SSCB arasında böyle olmuştur. Bugün bir “rekabet” yok. Bu nedenle çok daha yapıcı bir süreci başlatmak olası.
Sırası gelmişken, ne kapitalist kampta, ne de sosyalist ülkeler topluluğunda yer aldığı söylenemeyecek olan Çin’in neden bir üçüncü odak olmadığına açıklık getirmek gerek. İki sistem, Sovyetler Birliği ve ABD’nin tek tek liderliğinde evrensel birer sistemdirler. Hem fiilen öyledirler, hem de o iddiayı ve perspektifi taşırlar. Çin, her şey bir yana, ulusallığın ve özgünlüğünün altını çizdiği için uluslararası bir odak olamaz. Yalnızca bu bile yeterli bir eksikliktir.
Bugün dışarıya bakarken göze batan ama burada değinilmeyen olgular var. Ortadoğu, Nikaragua, Güney Afrika,Şili bunlardan ön plana çıkanları. Ayrıca “barış” sorunu başlı başına bir fenomen. Kimi kalıpları kırmaya ve uluslararası durumun ana hatlarını saptamaya yönelik bu çalışma, kuşkusuz daha “spesifik” alanlardaki incelemelerle devam ettirilmelidir.
Dünya, 21. yüzyıla doğru “yüklü” yol alıyor. Bu yükü anlayabilmek yetmez. Bu yükün her toprak parçasına malettiği görevler öğrenilecek, ona göre davranılacak. Yazıda bir “prestijden” söz ettim. Şimdi, bu denli yüklü bir dünya, o prestiji yeniden yaratma fırsatını ortaya çıkartabilir. Değerlendirebilene…
5 Ekim 1986