Tarihimize ilişkin anı kitaplarını okur musunuz?
Görebildiğim kadarıyla bu tür kitaplarda ortak bir özellik bulunuyor. Geçmişin siyasal kamplaşmalarında belirli bir kesimde ön plana çıkanlar tam tamına karşıt kesimin seçkinlerine yönelik insancıl bir anlama çabası sergiliyorlar. Bu çaba kimi durumlarda aklama girişimlerine de dönüşebiliyor. Anlatılan olaylar ne kadar geride kalmışsa, duyarlılık o kadar artıyor. Yazdıkları anılarda bu tür bir flash-back şövalyeliği sergilemeyen az kişi var.
Örnek mi gerekiyor?
Abdülhamit, saltanatı boyunca karşısında yer alan Türk aydını için hep “Kızıl Sultan” oldu. Ama Abdülhamit’i böyle niteleyenler sabık Sultan’ın Selanik sürgününden başlayarak kendisinde yurtseverlik ve dış politika ustalığı keşfetme yarışına girdiler. Devam edilebilir: Gerçi oldukça zorlama kaçıyordu ama Vahdettin’i kurtuluş savaşının perde arkasındaki gizli örgütleyicisi olarak onore etme çabaları da görüldü. Sonra Cumhuriyet dönemi geldi. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde liberal kampın önde gelenlerinden Ağaoğlu Ahmet Bey’in en çok ilgi duyduğu kişi, karşıdaki devletçi kampın ideologlarından Şevket Süreyya Bey idi. Buna karşılık Şevket Süreyya Bey’in en duyarlı yaklaşımlar sergilediği ilgi alanlarından birini Menderes oluşturur. Böyle sürer gider.
Küçük bir ekleme daha yapılabilir. Ekleme 1930’lar devletçi ideolojisinin kalbur üstü temsilcisi Şevket Süreyya (Aydemir) ile Türkiye’nin büyük kapitalistlerinden Vehbi Koç arasındaki samimiyetle ilgili. Aydemir’in yakınlarından biri anlatıyor, dinleyelim: “Kimilerince bağışlanmaz solculukla suçlanan bu yazar (Aydemir kastediliyor m.ç.) Türkiye’nin bir numaralı iş adamı Vehbi Koç’un eski ve yakın bir dostuydu. Gel gör ki Koç, kendisine adsız saldıran bir kitaba karşı yaşantısını yazmak zorunluluğunu duydu… Ve Koç’un hayatı geçen yıllarda yayınlandı. Ancak bu kitap basımından önce; incelenmek ve düzeltilmek üzere Aydemir’e Koç tarafından verildi. Aynı zamanda yazar Tarabya Otelinde bir hafta Koç’un konuğu oldu.” 1
Aydemir, Koç’un yazdıklarını okuyor. Ama herhangi bir değişiklik önermiyor. Aynen basılabileceğini söylüyor. Doğrusu insan merak ediyor: Büyük sermayedar Koç, zenginleşme öyküsünü, üstelik de “incelenmek” ve “düzeltilmek” üzere neden bir devletçi ideologa veriyor? Burada okuyucunun hoşgörüsüne sığınarak Şevket Süreyya ve Vehbi beyler arasında bir “muhayyel” diyalogu sesli olarak düşünmek istiyorum:
- Vehbi Bey teveccüh buyurdunuz, teşekkürler. Lakin böyle bir vazife için hususi olarak beni münasip görmeniz doğrusu merakımı mucip oldu…
- Haklısınız Şevket Bey, bazı sualler var zihninizde. Size olan şahsi saygı ve sevgime ilaveten ricamın esasını şöyle vuzuha kavuşturabilirim: Sizin yakın tarihimize ve geçmişte vücut bulan iktisadi politikalara dair kıymetli fikirleriniz cümlenin malumu. Arzum ve endişem odur ki naçizane kaleme aldıklarımla sizin bu kıymetli fikirleriniz arasında bir tenakuz olmasın, genç dimağlar bulanmasın…
- Anladım, hiç süphe buyurmayın Vehbi Bey. Ne çare ki dedikleriniz hep mazide kaldı. Kadroculuğumuz, ınklap ideologluğumuz falan işte… Bakın bizim Vedat Nedim’i bilirsiniz, o halen bağlıdır müşterek mazimize. Hatta bazen kızar da bana. Ama artık hakikatleri kabul etmek iktiza ediyor Vehbi Bey. Hülasa olarak, buyrun serbestçe anlatın sermayenizin alınterinizle nemalanma vetiresini. Ne şahsımın ne de bir başkasının fikirleri zarar görür. Yakup Kadri, Ahmet Hamdi, bendeniz hep ideoloji peşinde koştuk, kaybettik. Siz kazandınız. Hakikat budur Vehbi Bey…
Mustafa Kemal ordu müfettişliği görevi ile Dersaadet’ten ayrılırken Vahdettin’le yaptığı görüşmeden Kurtuluş Savaşı fantezileri çıkaranları okumaya alışkın insanların, bu “muhayyel” diyalogu da hoşgörü ile karşılayacaklarına inanıyorum.
Temel dinamiğiyle, sermaye birikimi sürecine hız kazandıran, buna karşılık üst yapıda aldatıcı olabilecek bir ideolojik şekillenmeye ortam oluşturan 1930’lar, Cumhuriyet döneminin belirli bir evresini anlatıyor yalnızca. Bunun bir geçmişi var. 1930’ların devraldığı bir birikim var. Bu birikim 1908-1924 arasında oluşuyor. 1908-24 arası birikim belirli bir şekillenmeye ulaşamıyor. Mevcut malzeme birikimini şekillendirme girişimleri özgün dünya koşulları ile birleşerek 1930’larda hız kazanıyor.
1930’lar 1908-24 birikimine sınıf içgüdüsü ile seçici biçimde yaklaştı. Ne getirmişti Türkiye’ye 1908-24 birikimi?
İlk Birikimde Fırtına Öncesi (1908-1918)
Osmanlı’da sermaye birikimi sürecinin 1908 Meşrutiyeti ile birlikte hız kazandığı görülüyor. Bazı özet sayıların açık gösterge oluşturacağını sanıyorum: Osmanlı İmparatorluğu’nda 1849-1907 arasındaki 58 yılda kurulan toplam şirket sayısı 110. Buna karşılık 1908-1918 yıllan arasındaki 10 yıl içerisinde toplam 230 şirket kuruluyor. Buna eklenebilecek bir bilgi de şöyle: 1849-1907 arasında kurulan şirketlerden merkezi yabancı bir ülkede bulunanların sayısı 20. 1907-1918 arasında kurulan 230 şirketten ise yalnızca 16’sının merkezleri dışarıda. 2
Sermaye birikimi sürecinin böyle bir ivme kazanması kuşkusuz siyasal ve ideolojik planda yansımalarını da buluyor. Burada bir noktanın altı çizilebilir. Bu dönemdeki gelişim, bir bütün olarak, olağan boyutların ötesine pek taşmıyor. Daha açık olması için şöyle söylenebilir: Sermaye birikimi süreci ile siyasal-ideolojik şekillenmeler arasında henüz çarpıcı eşitsizlikler görülmüyor. Kuşkusuz belirli eğilimler, yönelimler var. Örneğin ittihatçı ekolün “gecikmişlik” endişesinden kaynaklanan siyasal zorlamaları, otorite ve devletçilik gereğine belirli bir ağırlık kazandırabiliyor. Ama gene de fırtına öncesi dönemde “kopma”lar gerçekleşmiyor. Fırtına öncesi döneminin üstyapısı, şu ya da bu öğenin sivrilip ötekilere damgasını vurduğu, giderek sermaye birikim sürecini ağırlıklı olarak yukarıdan çekip çevirdiği bir dinamizm yaşamıyor.
Bu dönemin göreli olağan boyutları neredeyse batı toplumlarının yükselme dönemlerini andırır bir ekonomi-politik ilgisine de yol açıyor. Doğal olarak, gecikmiş Osmanlının bu ekonomi-politik ilgisi, 19. yüzyılın bir başka gecikmiş ülkesinin, Almanya’nın izlerini taşıyor. Alman etkisinden Parvus Efendi’nin nasihatlerine dek tüm eğilimler bir noktada buluşuyor: Devletin yardımı, devletin yol göstericiliği. Kısacası devlet-sermaye işbirliği döneme özgü ekonomi politiğin temelini oluşturuyor.
Kim ne derse desin tarihsel gelişimin bütünlügü ayrık ve geri konumda olanlara bile evrenselci bir bakış açısı sağlıyor. Gecikmişlikten kaynaklanan devletçilik vurgusu, yetişme tutku ve perspektifinden kaynaklanan işçi politikasıyla bütünleşiyor. İttihatçıların Maliye Nazırı Cavit 1912 yılında Selanik Garının açılış töreninde yaptığı konuşmada çok açık söylüyor: “Bizim ülkemiz özgürlük fikrini temel alan bazı ilkelerin kabul edildiği kimi ülkelerden farklıdır. Şu anda üstesinden gelmeye çalıştığımız siyasal zorluklar yüzünden bu ilkeleri ülkemizde kabul edemeyiz. Biz medeniyetin silahlarıyla donatılmadık daha… Belki ileride ama çok ileride sosyalistlere ve fikirlerine katlanabiliriz… Çağdaş ilerlemenin gelişimi kapitalistin ve proletaryanın işbirliği ile sağlandı ve ancak bu aşamadan sonradır ki, sosyalist fikirler tüm güçleri ve şiddetleriyle her ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılabildiler. Bu aşamanın daha ancak başlangıcında ve bir kuşku ve şaşkınlık döneminde bulunan bizler için böyle bir durum tam bir yıkım olur. Çünkü yurdun çıkarları ve ülkenin selameti tehlikeye sokulur.” 3
Bu, ilginç bir gelişmedir: Cavit, baştan sona ideoloji konuşuyor. Kuşkusuz Cavit ilk değil, ama bakan olduğu için önemli bir örnek. Türkiye’de sermaye birikimi süreci hız kazanıyor. Tüm gecikmişlik kaygısına karşın gene de ortada bir gelişme, hem de “yetişme”yi içeren bir gelişme perspektifi bulunuyor. Bu perspektif Osmanlı bürokratına, devleti ayakta tutma ve gerektiğinde silahla kollama türü geleneksel misyonlarının dışında, Cavit örneğinden görüldüğü gibi, mantıksız ideolojik misyonlar da yüklüyor.
1907-1918 dönemi ideolojide ilk birikim dönemi oluyor. Gecikmişlik kaygısı ile yetişme tutkusu ittihatçı kadroların siyasal zor silahını özellikle hazır tutmalarını getiriyor. İttihatçı kadroların siyasal zor uygulamaları, bir karşı tepki olarak ilk Osmanlı sosyalistleri dahil anti ittihatçı kadrolaşmaların aşırı nesnelci ve mekanik yönelimlerine çanak tutuyor. Kanımca Türkiye’de bilim ile siyaset arasındaki yapay kopukluğun geçmişi buralara gidiyor.
İlk Birikimde Fırtına Dönemi (1918-1923)
İlk birikim döneminin ikinci evresi olan 1918-1923 arası öylesine çalkantılı ki…
Savaş yitirilmiş, ülke çökmüş, Yunan istilaya başlamış ve hemen yukarılarda bir ülkede bir büyük ihtilal olmuş. Bu ihtilal, Osmanlıyı dize getiren batılı güçlerin tümüne meydan okuyor. Dünya bütünüyle karışmış. Bu karışık dünyanın belki de en karışık bölgesinde yenilmiş bir ulus çevresine bakınıyor.
Bugün o dönemin insanı olmak, onu yaşayıp onun gibi düşünmek olanaksız. Gene de belirli yaklaşımların sağlanabileceğini sanıyorum. Bu yaklaşımlar için uzun uzun savaş sonrası jeopolitik değerlendirmeler yapmak yerine, önem taşıdığını sandığım gözlemlere başvuracağım. Gözlem sahipleri Halide Edip’ten Mihail Frunze’ye kadar hep aynı yargıda birleşiyor. Bu dönemde seçkin askeri-siyasal önderlerle birlikte Türkiye’nin tüm orta sınıf aydın-bürokratları güçlü bir aranış içinde. Tümü dünyadaki gelişmeleri izliyor, tartışıyor, değerlendiriyor. Özetle 1918’den başlayarak Türkiye’nin orta sınıf bürokratları, kasaba mutasarrıflarından subay kadrolarına uzanan bir kitle halinde arıyor, araştırıyor. Türkiye böyle bir dönemi daha sonra yaşadı mı? Şu ortamı yaşadı mı: Samsun mutasarrıfı, Trabzon’da albay Sabit Sami, Sungurlu kaymakamı ve daha pek çoğu genç Sovyet hükümetinin aldığı ekonomik tedbirlerden yeni dünya dengesinin ayrıntılarına dek her konuya tutkuyla eğiliyor. 4
Falih Rıfkı Atay bu özgün ve dinamik hareketlenmeye çelişik ögeleri de birleştiren oldukça yerinde bir kavramla yaklaşıyor: “Çare arayış mistiği” 5 . Çare arayış mistiği, çare olabilecek siyasal kombinezonları, diriliklerini koruyan kadroların elinde ilginç bir çeşniye kavuşturuyor. Çökmüş Osmanlının din siyasetçileri ölmek üzere olanları bu zengin siyasal olasılık örnekleri ile ayakta tutmaya çalışıyor. Kuşkusuz etkili oluyor. Çare arayış mistiğinin o günlerde ne tür perspektifleri gündeme soktuğunu daha iyi anlayabilmek için bunlara alaycı bakan bir yazarın sözlerine kulak vermek gerekiyor. Bugünün Saraylısı yazarı, o günün saraycılarından Refik Halit Karay çare arayanlara şöyle sataşıyor: “Hani renk renk ordular gelecekti? Hani ingiltere karışacak, Fransa bunalacak, Çin canlanacak, cihan pusulayı şaşıracak, sonra Lenin ile Enver, Troçki ile Talat kolkola bu karmaşık dünya haritası üzerinde batıdan doğuya kadar gezecek, tozacak, hükümran olacaktı?” 6
Bu noktada önem taşıdığını sandığım bir parantez açmak gerekli oluyor. Bu parantez içinde özellikle vurgulamak istediğim nokta şu: Kurtuluş felsefelerinin ve ideolojik şekillenmelerin cirit attığı bir ortamda, özel çare arayış mistiği, siyaseti ve siyasal eylemi tartışmasız en ön plana çıkarıyor. Reel politika elbette üst yapıdaki öteki tüm şekillenmeleri yok etmiyor. Ama tümünün üzerinde sarsılmaz bir egemenlik kuruyor. Bir başka deyişle üstyapıdaki ögeler arasındaki eşitsiz gelişim, siyasetin kendi adına ön plana çıkıp öteki tüm ögeleri belirlemesiyle yol alıyor. Parantezi kapatıyorum.
Kurtuluş Savaşı döneminin ilk meclisindeki Birinci ve İkinci gruplar olayına da bu çerçeve içinde bakmak gerekiyor. Bunun için resmi tarihçiliğin ilk meclisteki ikinci gruba giydirdiği öcü pelerinini sıyırmak zorunlu oluyor. Resmi tarihe göre, Mustafa Kemal ve yakın çevresinin karşısında yer alan grupta şeriatçı, saraycı, hacı-hoca takımı var. Böylece yakın tarih meraklısı genç, ikinci grupta bulunanlar zaman zaman Türk filmlerinde izlediği Erol Taş, Bilal İnci vb. gibi tiplerle özdeşleştiriyor. Doğru değil. Kuşkusuz ikinci grup’ta tutucular da var. Ama grubu belirleyen özellik bu değil. İkinci grup kesinlikle yaşlılar takımı da değil. İlk Meclisi yaşayanların aktardığı, sağlıklılığından kuşku duymak için bir neden olmayan bilgilere göre grubu oluşturan temsilcilerin yarıdan çoğu 30-40 yaş arası insanlar. Yaklaşık 66 kişi sayılan grup “üyeleri” arasında çiftçi, tüccar ve din adamı sayısı 9. Asker kökenlilerin sayısı da oldukça düşük: Yalnızca 5. Büyük bir çoğunluk orta sınıf sivil aydınlardan oluşuyor. 7
İlk meclisteki ikinci grup olgusundan söz etmemin nedeni şu: Her iki gruptaki ayrık bazı unsurlar dışında, iki grup arasında ideolojik planda ciddi bir ayrılık bulunmuyor. En azından Mecliste bir karşıt grup oluşmasında çıkış noktası olarak rol oynayan köklü bir farklılık yok. Ama zamanla şöyle bir ayrışma ortaya çıkıyor: Siyasetin Birinci grupta, giderek Mustafa Kemal’in şahsında tekelleşmesi ve sözünü ettiğimiz çare arayış mistiği çerçevesinde bu tekelciliğin zaman zaman kural-sual tanımaz bir hegemonya kurması, dışarıda kalanları ideolojik tepki ve aranışlara itiyor. Kanımca, olay bu.
Kuşkusuz, “yaratılan” bu ikinci Grubun ideolojik aranış açısından bazı ilkel ön dürtülere sahip olduğu da söylenebilir. Ama aranışın niteliğini ve yönelimini asıl belirleyen az önce sözünü ettiğimiz tekelleşme süreci oluyor. Öyle görünüyor ki anti elitizm, avamcılık ve anti subaycılık, ideolojik yapılanmanın bu ilk birikim döneminde, ilk şekillenmelerine kavuşuyor. 1930 Serbest Fırka olayı, tepkici şekillenmenin sürdügünü gösteriyor. 1946 Demokrat Parti yükselişi de aynı tepkici şekillenmeden kendi hesabına yararlanmasını biliyor.
Belki tekrar olacak ama gerekli: Çare arayış dönemi, siyasal realiteyi ve bu realiteye yanıt olacağına inanılan siyasal adımları, ideolojik-felsefi şekillenmelerden oldukça bağımsızlaşmış bir öge olarak en ön plana çıkardı. Böylece Türkiye’de bir gelenek başladı: Siyaset ve siyasal etkinlik, üst yapının en güçlü öğesi oldu. Bunun, bütün ağırlığı ile günümüze de uzanan önemli sonuçlar olduğuna inanıyorum.
Yerleşme Denemesi: Nutuk
Nutuk dünya siyaset tarih ve literatürünün en uzun konuşmaları arasında yer alıyor. Mustafa Kemal ünlü nutkunu günde 6 saat okuyarak 6 günde tamamlıyor. Belirli yönleriyle Nutuk elbette çok önemli bir siyasal belge oluşturuyor. Gene de Atatürkçülüğü hiç tartışılamayacak bazılarının Nutuk’a beklenildiği ölçüde sıcak yaklaşmadıkları görüldü. Sözgelimi Falih Rıfkı Atay’ın yaklaşımı oldukça ilginç: “Meclis ve sonra Devlet reisliği sıfatı gündelik tartışmalara engel olduğu için meşhur ‘nutk’unu yazmıştır. Benim samimi düşüncem hiç yazmaması idi.” 8
Atay bu düşüncesinin gerekçesini “daha sonraki tarihçileri serbest bırakma” kaygısı ile açıklıyor. Atay içtenlikli olabilir. Hatta öyledir. Solcu olmadığı için” resmi tarih” bulup karşı çkayım diye gözlerini başka ülkelere çevirmiyor.
Burada yeniden bir parantez açıp model aramak gerekiyor. Model en genel hatlarıyla şöyle çizilebilir: Aranış ve geçiş dönemlerini izleyen yerleşme ya da oturma dönemlerinde ideoloji, gerekliliğini daha yakından dayatmaya başlıyor. Arayış ve geçiş dönemlerinde özellikle de Türkiye deneyiminde özgün bir ağırlığa kavuşan siyaset, yerleşme ve durulma dönemine girildiğinde ideolojik çerçevenin desteğine daha çok gereksinme duyuyor.
Tarihin resmileştirilmesi hiç kuşkusuz ideoloji alanında atılabilecek adımlardan biri. Nutuk yakın tarihin bir bölümünü resmileştirme girişimidir. Bu nedenle Nutuk bir ideolojik şekillendirme çabasıdır. Ama bu noktada çok daha ileriye gitmemek, durup düşünmek gerekiyor. Yazılışından önceki ideolojik aranış dürtüsü ne olursa olsun, Nutuk gerçekleştiği özü ve biçimiyle, ideolojik işlevine kendi kendine doğal ve dar sınırlar çizmiştir. Nutuk yerleşme dönemlerinde çok sık rastlanan, hatta böyle dönemlerin “olmazsa olmaz”ı demek olan uzlaşma ya da “konsensus” aranışından büsbütün uzak, bir kesin hesaplaşma belgesidir. Nutuk, kurtuluş savaşı yıllarındaki siyasal tekelciligin kendi sınırları içinde bir “ideoloji” olarak kalıcılaştırılmasına yöneliktir. Yapılmak istenen, somut bir önder ile soyut bir halktan oluşan, görüntüde ikili, özde ise tekçi bir yapının oluşturulmasıdır.
Siyasal tarihte Nutuk ölçüsünde katı bir hesaplaşma belgesi bulunabileceğini sanmıyorum. Bu belgede kötü olan her şey somut ve kişisel (Rauf Orbay, Çerkes Etem, Padişah Nureddin Paşa vb.). Buna karşılık iyi olan her şey soyut ya da anonimdir (millet, halk, telgrafçılar, askerler…). Bu yönleriyle bakıldığında “kötü’yü resmileştirme dışında, Nutuk’un kapsamlı bir ideolojik nitelik taşıdığını ya da tam tamına bu amaçla yazıldığını söylemek mümkün görünmüyor. Gene aynı çerçevede, kapsamlı bir siyasal belge olmasına karşın Nutuk’un günümüze uzanan ideolojik etkilerini de abartmamak gerekiyor.
Yerleşme denemesinin ilk adımında, lider kültünün, ideolojik yapılanmaları gereksiz kılıcı bir ikame etkisine sahip olduğu sanıldı. Sonra yerleşme denemesinin ikinci adımına sıra geldi.
Yerleşme Denemesi: 1930’lar
Serbest Fırka denemesi siyasal yönetim açısından ilginç dersler çıkardı ortaya. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde siyasal iktidar, konumunu ideolojik mevzilerle güçlendirme gereğini en dayatıcı biçimde ilk kez 1930’larla duymaya başladı.
Ahmet Hamdi Başar’ın tanıklığına göre “amele meselesi” özellikle Serbest Fırka deneyimi ile düzeni rahatsız edici bir sorun olarak ön plana çıkıyor. 9 Amele dışında, düzeni huzursuz eden bir başka unsur da aydınlar. 1930’larla dünya ilginç bir gelişim sergiliyor. Çok önceleri Türkiye’yi yönetenler için bir hedef oluşturan, Maliye Nazırı Cavit’in göğsünü gere gere “ulaşılacak model” ilan ettiği batılı toplumlar, eşi görülmedik ekonomik ve siyasal bunalımlar yaşıyor. Böylece başlarda Türkiye de, en başta aydın kesimi huzursuz eden ve havada bırakan bir hedef bunalımı ile yüz yüze gelmiş oluyor.
Ama bu bunalım usta ellerde ilginç bir şekillenmeye, aydın kesimdeki hedef bunalımı da zamanla gene ilginç ve az rastlanır bir özgüven duygusuna dönüştürülebiliyor. Siyasal yönetim Cumhuriyet tarihinin göreli olarak en kapsamlı ve etkili ideolojik atılımını bu sayede gerçekleştirebiliyor.
1930’lar, dünya ve Türkiye koşullarının ilginç bir çakışmasını içeriyor. Daha ittihat ve Terakki dönemlerinde şekillenen devlet kapitalizmi doğrultusundaki görüşlere takviye olarak, sermaye birikiminin ulaştığı boyutlar, yeni bir sıçramanın gerçekleştirilebilmesi için büyük ölçekli yatırımları gündeme sokuyor. Devlet girişimciliği bu noktada nesnel bir zorunluluk olarak beliriyor. Daha önemlisi Türkiye’deki siyasal yönetim örneğin Duverger’in 1960’larda keşfedeceği “convergence”ın bir türünü, 1930’lar dünyasında kendi bakış açısından görüveriyor. Özetle şöyle oluyor: Batı dünyasında bir yanda faşizm, öte yanda komünizm ekonomide devletçiliği, siyasette ise otoriter rejimleri çözüm olarak netleştirdiğine göre, batı ülkelerinin özgün gelişim evrelerini bir bir yaşamanın ne anlamı var? Türkiye hep kaçırdığından korktuğu bir treni batı dünyasındaki yeni ve kapsamlı gelişimle bir anda önünde bulmuyor mu? Böylece geri kalmaktan korkan Türkiye, batıya yetişme olanağının da ötesinde, tüm azgelişmiş ülkelerin önderi ve modeli olma (Kadro) fırsatını da yakalamış oluyor. Kuşkusuz bunların tümü siyasetçiye ve aydına önemli bir özgüven duygusu sağlıyor.
Burada da küçük bir parantez gerekli oluyor. Bu parantez, şematizme ve basitleştirmeye meraklı eğilimlerin yanlış yorumlarına karşı açılıyor. Kuşkusuz her şeye kadir bir sınıfsal güç, tüm gelişmelerin güncel ve tarihsel boyutlarıyla apaçık görülebildiği bir ekranın başına oturup atılması gereken adımlar için düğmelere basmıyor. Egemen güçlerin hiçbir kesiminde böyle bir “tarih bilinci” olmadı. Türkiye burjuvazisinin siyasal temsilcileri dünya ve Türkiye koşullarının yarattığı siyasal-ideolojik şekillenmelerin yönetiminde, yaşadıkları güncelliğe ilişkin kararlar alıp, adımlar atıyorlar. Bu kararların, adımların ve düşüncelerin bileşkesinin nesnel olarak nereye oturup nereye yöneldiği ise, söz konusu dönemin kendi güncelliğinin ötesine taşıyor, daha sonraki araştırıcıların konusunu oluşturuyor.
Devam ediyoruz. 1930’lar aydının ve siyasetçisinin ilginç bir özgüven duygusuna ulaştığından söz ettik. İki örnek vereceğim. İlki Cumhuriyet Halk Fırkası Katibi Umumisi Recep Peker’den. Peker 1935 yılında Fırkasının dördüncü kurultayında şöyle konuşuyor: “Amme haklarında anarşiyi besleyen, ekonomi ve ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınını istismar eden liberalizme karşı cephemizi daha sıklaştırıyoruz. Haklarda hürriyetin sınırını, devlet varlığının sınırı içinde alıyoruz. Tek’lerin ve hususi toplulukların faaliyetini, genel menfaatlere aykırı olmamak kaydı ile bağlıyoruz. Artık her yerde son nefesini vermekte olan liberal devlet tipinin kucağında beslenip büyüyen çatışmalar zincirini kırıyoruz ve sınıf kavgaları yollarını sımsıkı kapıyoruz. Liberal devletten ulusal devlete geçiyoruz. Türkiye’de her ekonomik teşebbüs, ulusal bütünlügün ahengine uygun olacaktır. Ekonomi gibi kültür de plana bağlanacaktır.” 10
Bir olasılıkla Vehbi Koç sermayesi Peker modeline uygun yollardan geliştiği için, yaşam öyküsünü Aydemir’e çek ettirerek yıllar sonra bir vefa borcu ödemiş oluyor. Şaka bir yana, Peker’in sözleri üzerinde yeniden durmayı gerektirmeyecek ölçüde açık. Peker’in bu güvenli ve iddialı sözlerinden bir kaç yıl önce, aralarında eski komünistlerin de bulunduğu bir kesim aydın Kadro dergisini çıkartmaya başladı. Kadro’nun içeriği üzerinde ayrıntılı olarak durmak burada mümkün değil. Gene de bu ideolojik şekillenme döneminde Kadro’nun kendine ilginç bir misyon seçmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bazı durumlarda insanların aralarında konuştukları, okunmak üzere yazdıklarından daha anlamlı oluyor. Kadroculardan Vedat Nedim Tör aradan yıllar geçtikten sonra bu önemli misyonu şu sözlerle anlatıyor: “Hep gençtik, biliriz gençlik daima uçlara kaçar: En ileri veya en geri. Onun için biz Kemalizmi ‘en ileri’ bir fikir sistemi olarak ‘kurmak’ durumundaydık. İste burada bilimsel yaratıcı gücümüzün harekete geçmesi gerekirdi.” 11
Vedat Nedim Tör büyük bir içtenlikle yazıyor: Bu işi öyle ileri kuralım ki, kimsenin canı daha ileri gitmek istemesin… Buna karşılık Kadro hareketine beklediği desteği vermeyen siyasal iktidarın da uzun dönem açısından oldukça gerçekçi davrandığını kabul etmek gerekiyor. Doğru, Kadro çevresindeki seçkin aydınlar söz konusu dönemde gerçekten de Kemalizmi kapsamlı ve sistemli bir bütünlüğe ulaştırabilecek düzeydeydiler. Ama öyle sanıyorum ki şu kural da geçerli: Özellikle aydın kesime yönelik bir ideolojik şekillenme, gelişkinliği ve kapsamlılığı ölçüsünde, radikal kopmaların da zeminini oluşturur. “İdeoloji” olduğu sürece bunun en gelişkin ve kapsamlısı başka yerlere sıçranacak en iyi tramplendir.
Böylece siyasal iktidar Kadro’yu ve başka ideoloji aranışçılarını önce yüzlerine gülüp sonra yarı yolda bırakıveriyor. Şevket Süreyya küsüyor, Yakup Kadri “ben liberalim” diye bağırarak rahatlıyor. İdeolog adaylarından Ahmet Hamdi Başar ya da Limancı Hamdi gerçeğe yaklaşmışa benziyor. Şunu yakalayabiliyor: “Halk Fırkası tarafından temsil edilen ideolojinin kısası, ideolojinin inkarından ibaretti. ‘Biz bize benzeriz’ formülü içinde her şey istenirse kabul, istenirse reddolunur ve her şey yapılabilirdi. Vaziyet bu merkezde olunca da inkılabın ideolojisiyle bir fikir hareketi peşinde koşanlar lüzumsuz ve hatta zararlı işler yapmış sayılacaklardı.” 12 Öyle anlaşılıyor ki siyasal pratik ve sezgi birikiminin önemli boyutlara ulaşması, Türkiye’deki siyasal iktidarlar açısından, ideolojinin kendini en çok dayattığı dönemlerde bile “ideolojileşme”nin tehlikelerini haber veriyor. Böylece, işi başlatanlar yarı yolda alarm zillerni duyup ağırdan almaya koyuluyorlar.
Eklenecek bir nokta daha kaldı. 1930’larda bazı Avrupa ülkelerindeki gelişmeler Türkiye aydınında, köklü aranışçılık bir yana, mevcutu öpüp de başa koyma eğilimini kendiliğinden doğuruyor. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Nazilerin iktidara gelmelerinden hemen önce Almanya’daki siyasal kavgalara tanık oluyor ve derin bir “oh” çekiyor: “Ben burada bu sonu gelmeyen fıkra boğuşmalarının; dilenciliğe kadar varan bu ihtiras düşkünlerini gördükçe, içimde iki şey hissediyorum: Birincisi bugünkü Türkiye’nin çocuğu olmaktan doğan bir gurur ve iftihar. Diğeri de, çalışma usullerini çok sevdiğim; disiplin ve tekniklerine hayran olduğum Alman milletinin büyük adam ve kurtarıcı yokluğu yüzünden içte ve dışta düştüğü bugünkü vaziyetten doğan bir merhamet. “13
Velidedeoğlu’nun “büyük adam” ve “kurtarıcı” yokluğu yüzünden acıdığı Almanya, bir yıl sonra Hitler iktidarına kavuşuyor… Siyaset, Türkiye’nin en köklü geleneğidir. Bu köklü gelenek kendi dinamizmi ile “yozlaşma” sanısı yarattığında kurtarıcı aramak da aynı geleneğin ayrılmaz bir parçasıdır. Hep böyle olmadı mı?
Genel Çerçeve için Kısa Bir Uzaklaşma
Buraya kadar söylenenlerin, kendi başlarına alındıklarında bile, az çok belirginleşen bir modele işaret edeceklerini umuyorum. Gene de bu modelin çizgilerini kalınlaştırmak, daha ileri düzeyde bir belirginlik sağlamak gerekiyor. Burada, klasik teorinin sunduğu çerçevenin bazı özelliklerini hatırlamakta yarar olabilir.
Klasik teori ya da klasik çerçeve dendiğinde ilk ve en önemli duraklardan biri elbette Alman İdeolojisi oluyor. Büyük önem taşıdığına inandığım bir bölümü buraya aynen alıyorum: “Daha önce de, günümüze dek tarihin belli başlı güçlerinden biri olduğunu gördügümüz işbölümü, zihinsel ve maddi emeğin ayrışması biçiminde egemen sınıfların içinde de ortaya çıkar. Böylelikle egemen sınıf içinde bir kesim, bu sınıfın düşünürleri (yani sınıfın kendisine ilişkin yanılsamaları geliştirip mükemmelleştiren, bunu başlıca geçim kaynağı yapan ideologlar) olarak belirirken, ötekiler bu fikir ve yanılsamalar karşısında daha edilgen, daha kabullenici bir tutum içinde kalırlar. Çünkü gerçekte bunlar, sınıflarının faal üyeleridir ve kendilerine ilişkin fikir ve yanılsamaları üretecek zamanları da yoktur. Egemen sınıf içindeki bu ayrışma, iki kesim arasında belirli bir karşıtlık ve düşmanlığa bile dönüşebilir. Ne var ki sınıfın kendisinin tehlikeye düşeceği fiili bir çatışma anı geldiğinde bu çatışma kendi usulünce ortadan kalkıverir. Böylelikle, egemen fikirlerin egemen sınıfların fikirleri olmadığı, bu fikirlerin sınıfın gücünden bağımsız, ayrı bir güce sahip olduğu yolundaki yanılsama da ortadan kalkar. “14
Hemen açıklayayım: Marksist literatürde sınıf-ideoloji ilişkileri söz konusu olduğunda yukarıda aktarılanların kendi başına, daha sonraki gelişmeler ışığında bile üzerinde yeniden durmayı gerektirmeyici tek model ya da sonuç olduğunu söylemek mümkün değil. Sözgelimi en azından Alman İdeolojisi’nden altı yıl sonraki Brumaire’de sınıfın kendisi ile siyasal temsilci arasındaki açıklığın iyice kapatıldığına tanık oluyoruz. Son olarak Engels’in 1890’da Bloch ve Schmit’e yazdığı oldukça önemli iki mektubun getirdiği bazı açıklıklar da var. Bunların hep birlikte ele alınıp çok daha doyurucu bir çerçeve oluşturulması kuşkusuz mümkün. Ama Alman ideolojisi‘nde söylenenlerin, öz olarak, herhangi bir modelde temel alınması gene de zorunlu görünüyor.
Alman İdeolojisi‘nin yazıldığı yıllarda ortada kapitalist düzeni toptan hedef alan ciddi bir tehlike yok. Daha sonra 1848-1850, 1871 ve 1917 yılları üst yapı oluşumlarına oldukça yeni ve zengin boyutlar kazandırıyor. Gelişimi ve içerdiği çelişkileri en genel hatları ile şöyle özetlemek mümkün: Sınıfsal dinamiğin gelişmesiyle kapitalist düzenin doğrudan varlığını sorguya çeken siyasal hareketlerin şekillenmesi, varolan düzenin yaşam güvencelerinden biri olan ideolojik yapılanmanın çok geniş alanlara yayılabilen kapsayıcı bir nitelik kazanmasını zorunlu kılıyor. Gelişme ve tehlike, düşünsel oluşumun, klasik ekonomi politiğin verdiklerinin çok ötesinde felsefi, siyasal, etik boyutlar kazanmasını gerektiriyor. Yayılma ya da yaygınlaşma ölçüsünde “bağımsızlık” görünümü de aldatıcı bir özellik kazanıyor. Dingin dönemlerde daha da güç kazanan bu “bağımsızlık” görüntüsü “sınıfın kendisinin tehlikeye düşeceği” bir ortamın oluşmasıyla ortadan kalkıyor; eski bir deyimle asli temeline “irca oluyor”. Bu sürecin gerçekleştiricisi kuşkusuz siyasal güçtür. Bir başka deyişle üst yapıda, göreli bağımsızlık alanı en dar olan siyaset, son sözün söylenmesi gereken durumlarda, bu sözü söyleyen faktör oluyor.
Yukarıdaki, elbette son derece genel bir model. Somut ülke koşullarına tam tamına bu konumu ile uygulanması yalnızca çocukluk olur. Önemli olan, modelin verdiği bazı ipuçlarından hareketle çakışma ve özgünlüklerin altını gerektiği biçimde çizebilmek. Öyle sanıyorum ki bir genel kural olarak her yerde en son sözü söyleyen siyasetin, bazı somut süreçlerde ilk sözü de söyleyebilmesi, Türkiye’ye yaklaşımda en önemli hareket noktalarından birini oluşturuyor.
Bazı Özel Sonuçlar
Buraya kadar söylenenlerden Türkiye’deki ilk birikim dönemine ilişkin çıkarılabilecek önemli sonuçlardan biri şu olsa gerek: Kapitalistleşme dinamiği ile üst yapı oluşumları arasında varlığından belirli ölçüler içerisinde söz edilebilecek olan, ama kesinlikle abartılmaması gereken eşitsizliğin yanısıra, siyasetin en önemli ve belirleyici güç olarak ön plana çıkmasına yol açan üst yapı şekillenmeleri arası eşitsizlik, yakın tarihimize ve günümüze ilişkin pek çok sorunun yanıtını oluşturabilecektir.
Türkiye’de asker-sivil bürokrasinin ağırlığı siyasetin gücünü, siyasetin gücü de asker-sivil bürokrasinin ağırlığını belirledi. Kimse “hangisi önce” dememeli; yumurta-tavuk tartışmalarına hiç gerek yok. Süreç, kendi başına bir bütündür. Sözünü ettiğim karşılıklı beslenme sürecinde siyasal güç ve tekel, ideolojik oluşum ve şekillenmeleri hep geri plana itti. Bazılarının pek sevecekleri bir terminolojiden kalkacak olursak: Türkiye’de “siyasal toplum” hegemonyası, “sivil toplum”un nüvesel oluşumlarını yok etmediyse bile, bunları daha beşikteyken kısırlaştırdı. Hiç çekinmeden daha da ileri gidilebilir: Türkiye’de son sözü söyleyecek siyasal gücün dışında, belirli ideolojik oluşum ve şekillenmelerin düzenin gerçek güvencesini oluşturabileceği bir “sivil toplum”, bundan sonrası için de yalnızca bir ütopyadır.
Yukarıda anlatılan gelişim biçimi çoğu kez farkına varılamayan ilginç yan ürünler de verdi. Bunlar arasında belki de en ilginç olanı şöyle özetlenebilir: Siyasal güç hegemonyasının en açık ve en yoğun olduğu dönemin tek “ideolojik” girişimi olan Kemalizm, en önemli nüfuz (penetrasyon) başarısını, kendisi de en çok Kemalizmin etki alanına oynamak durumunda kalan sol düşünce üzerinde gösterdi. Kemalizmin kendini içselleştirebildiği tek alan sol düşünce oldu.
Kemalizmle devam ediyorum. Kemalizmin herhangi bir dönemde gelişkin ve kapsamlı bir ideolojik bütünlüğe kavuşturulduğunu söylemek mümkün değil. Ama bu doğrultuda belirli girişimlerde bulunulduğu dönemlerde bile, denemenin “sivil” katlarda gerçekleşen kendiliğinden ideolojik oluşumlardan ayrık kalması, Kemalizmin bu oluşumlar karşısındaki güçsüz ve nüfuz edici olmaktan uzak niteliğine yol açtı. Daha açık söylenebilir: Siyasal toplumun güçlü odakları dışında gelişen ideolojik şekillenmeler 1946 ve 1960 sonrası siyasal silkinişlerle bütünleştiklerinde, Kemalizmin bunlar üzerindeki denetimi ideolojik etkililiğinden değil, kendisine içerilmiş siyasal gücün caydırıcılığından kaynaklandı. Kemalizm, toplumda hep birlikte ve yan yana “egemen ideolojiler” olmaya aday kendisinden sonraki şekillenmelerden ayrık kaldı. Sonuç: Kemalizmin her alanı damgalayacağı çözüm bundan sonrası için de mümkün değildir.
Türkiye’nin siyasal geleneği, “resmi” ve “sivil” ideolojik oluşumlar kendi mantıkları ve doğal dinamikleri içinde savunulduklarında, egemen gücün güncel siyasal gereksinim ve sezgiler ışığında bunlara “dur” diyebilmesini de içeriyor. Çok örneği var. 1946 ile birlikte başlayan CHP-DP mücadelesi ilginç boyutlar taşıyor başlarda. DP içindeki unsurlardan bir kesimi burjuva ihtilalci, demokrat ve avamcı görüşleri zaman zaman gereğinden çok vurguluyor. Karşı uçta ise 1930’ların “özgün” modeline bağlılığını inatla sürdüren Recep Peker gibileri var. İşler fazla kızışmadan CHP ve DP’nin ortak paydada buluşabilen ve “işin aslını bilen” önderleri bir araya geliyorlar. Bu “konsensus” sonucunda DP’de Fransız ihtilalinden biraz fazlaca bahsedip CHP bürokrasisine karşı kinlerini dizginleyemeyenler uyarılıyor ya da dışarıda bırakılıyor. Karşı taraf da Peker gibi fazla coşkulu devletçileri pasifize ediyor. Özetle siyaset, ideolojik boyutların şekillenmesine varabilecek gelişmelere bir kez daha “dur” diyor.
Güncel siyasal kaygıların ideolojik miras ya da şekillenmeler karşısında, bu miras ne denli güçlü olursa olsun, hep üstün ve belirleyici olacağının son örneklerinden birini de 12 Eylül döneminin sözgelimi Türk Dil Kurumu karşısındaki kararlı tutumu oluşturdu.
Türkiye’deki siyasal-ideolojik şekillenmenin ilginç boyutlarından bir başkası 1960 sonrasında gözlenen bir olguyla ortaya çıkıyor. Türkiye’de sosyalist düşünce ve hareket Kurtuluş Savaşı yıllarındaki kısa dönemi bir yana bırakırsak ilk kez 1960 sonrasında “kitleye yönelik” ya da avam demokratların kendiliğinden aranışları ile bütünleşebilen bir özellik kazandı. Sosyalist düşünce ve hareket bu özelliği kazanırken, gene 1960’larla birlikte, çıkış noktaları belirli ideolojik şekillenmeler olan yeni siyasal oluşum ve dönüşümler de gözlendi. Sosyalist düşünce ve hareket özellikle “bağımsızlık”, “sanayileşme”, “dış sömürüden kurtulma”, “eşitlik”, “toprak reformu” gibi açılımlarıyla bu yeni oluşumlar üzerinde sanıldığından önemli bir katalizör işlevi gördü. Bunu başka türlü söylemek de mümkün: Kemalizm yeterince şekillenmemiş ve ayrık bir alan olarak yeni ideolojik şekillenmeler üzerindeki sınırlı etkisini doğrudan değil, sosyalist düşünce ve hareket aracılığıyla gerçekleştirmiş oldu. Sonuç: Bundan sonrası için de, Türkiye’de Kemalizmin tek şansı sol olacaktır.
Çizilen modelin somut sonuçlarını çıkarmayı sürdürüyorum. İdeolojik yapılanmaların azgelişmişliği, Türkiye’de sermaye ile siyasetçi arasındaki ilişkileri olması gerekenden daha doğrudan kılıyor. Yanıltıcı tüm dış görüntülerine karşın siyaset, üst yapının temele en yakın öğesini oluşturuyor. ideolojik oluşumların azgelişmişliği de buna eklenince siyasetçinin sermaye karşısındaki göreli bağımsızlık alanı daralıyor. Ekonomik sorun ve bunalımların süreklileşmesi, siyasetçinin görevlerini daha da ağırlaştırıyor.
Böylece Türkiye’de sermaye kolay siyasetçi harcıyor. Bu kolay yıpranma olgusu, ortaya bir de “yedekler” sorununu çıkarıyor. Kimse küçümsememeli. Bugün Türkiye’de temel siyasal felsefesi yedeklik olan siyasal partiler vardır. Yüzde 1‘in altında oy alırlar; ama yedeklerin gününün de geleceğini bildikleri için beklerler. Yedekçilik, Türkiye’de siyasal yaşamın köklü bir geleneğidir. Nasıl insanlar bu yedekler? Hüseyin Cahit Yalçın pek güzel çizmiş. Öyle ki insan ister istemez “acaba H. Cahit hala yaşıyor mu” diye soruyor. Dinleyelim: “31 Mart sonrasında sadrazamlığa gelen Tevfik Paşa, işte eski zamanın bu iyi ve temiz kişilerine tam bir örnektir. Bu gibi kişiler, bunalım zamanlarında yalnızca bir geçiş dönemini atlatmak içim yönetim başına getirilir. Çünkü öyle dönemlerde, işlerin gemini ellerinde tutanlar, içyüzlerini ve amaçlarını pek belli etmeden halkın zihnini oyalamak isterler. Kendileri pek ortaya çıkmadan bir süre halkın gözünün önüne bir paravana çekmek yolunu tutarlar. İktidar mevkii için, sağlam olmayan, zayıf ruhlu, ama halkça temiz ve güvenilir diye tanınmış kişiler ararlar.”15
Sonuç: Türkiye’de 1930-1940 arası ideolojik yapılanmanın yetersizliğine, onca demokrasi deneyimine ve nihayet Özal iktidarı ile birlikte gerçek sivil toplum oluşturmaya yönelik tüm çabalara(!) karşın, bu dönemin mirasçıları olduklarını söyleyenler ve Türkiye’nin yeni “ara rejim”ler yaşayabileceğini hesaplayanlar, köşelerinde bekliyorlar. Türkiye kapitalizminin bu tür kadroları ıskartaya çıkartabilecek bir oturmuşluğa ulaşmasını beklemek de, sanıyorum bir başka ütopyadır.
Sonucun Sonucu: Solda Kişilik Aranışı
Türkiye’de boyutlarını sergilemeye çalıştığım ideolojik-siyasal birikim süreci sonuçları ve yan ürünleriyle günümüze uzanıyor. Kendi bütünlügü ile Türkiye solunda ideolojik bir saflaşmaya yol açıyor. Türkiye solunda kaba hatlarıyla iki düşünce biçimi ortaya çıkıyor. Şimdi, okuyucunun hoşgörüsüne son kez sığınarak bu iki kesimi gene “muhayyel” biçimde konuşturmak istiyorum.
Birinci kesim: Türkiye’de burjuva devrimi olmadı. Çünkü ülkede burjuva devrimi şüreci engellendi, beşikte boğuldu. Burjuva devrimini engelleyen bürokrasidir. Bu ceberrut bürokrasi burjuva devrimini engelleyince sözgelimi ulusal felsefe, kültür, ahlak gibi pek çok üst yapı ögesi de bizde kendi dinamizmi içinde şekillenemedi. Ama umutluyuz. Bunlar bizde de olacak. Çünkü bu doğrultuda bir dinamizm başladı. Gelişen ekonomik güçler, uygarlaşan ve dışa açılan sermaye, öteden beri engelleyici işlev gören bürokrasiyi ve “siyasal toplum ”u iyiden iyiye zorlamaya başladı. ANAP ve Özal iktidarının “sosyolojik” anlamı da budur zaten. Süreç tamamlandığında Türkiye’de gerçek bir batılı üst yapı, “sivil toplum ” ortaya çıkacaktır. Elbette kendi özelliklerimizi de barındıracak olan bu uygar ve renkli “sivil toplum ”da örneğin bir yanda İbrahim Tatlıses “Ayağında Kundura”yı söylerken öte yandan emniyet müdürleri ellerinde Kundera ile gezecek, insanlara çok daha sıcak yaklaşacaktır.
İkinci kesim: Türkiye’de burjuva devrimi olmadı. Geciktiği ya da engellendiği için değil, olamayacağı için olmadı. Başını sui generis Atatürk düşüncesinin çektiği bir devrim burjuva devrimi olamaz. Olsa olsa, bize özgü bir devrim olur. Burjuva devriminin ekonomisi vahşidir, zalimdir, kölecidir. Ama üst yapısı, sanatı, müziği, kültürü, hele hele hümanizması pek güzeldir. O halde Türkiye’de yapılması gereken, 1930’larda bir ara ortaya çıkar gibi olup sonra unutturulan o biricik, kimseye benzemez devletçiliğimizin üzerine, en başta devletin ve aydınların girişimi ile uygar ve batılı bir üst yapı oturtmaktır. Bu gerçekleştiğinde sözgelimi KİT genel müdürleri Mozart’ın 5. Keman Konçertosunun özellikle son bölümünü dinledikçe Türk olmaktan daha bir gurur duyacak, coşup işçilerini ücret zamlarına garkedeceklerdir.
Genel olarak bakıldığında Türkiye’de sosyalist düşünce birincisi daha yeni, ikincisi ise geleneksel bu iki ideolojik şekillenmenin etkisi altında bulunuyor. Bu şekillenmelerden özellikle ikincisinin geleceğe ilişkin siyasal önemini ve işlevlerini şimdilik bir yana koyuyorum. Sosyalist düşüncenin kişilik kazandırıcı bir sıçramayı gerçekleştirebilmesi için, ideolojik düzeyde, öncelikli olarak bu şekillenmelerin etkisinden arınması gerektiğini sanıyorum.
Dipnotlar ve Kaynak
- Göktürk H. İbrahim; Bilinmeyen Yönleriyle Şevket Süreyya Aydemir,Ankara 1977 s:185
- Toprak Zafer; Türkiye’de “Milli iktisat” 1908-1918, Yurt Yay. Ankara 1982 s: 355-65
- Haupt G-Dumond P; Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler, Çev: Tuğrul Artunkal İst. 1977 s:237-238
- Frunze M.V; Türkiye Anıları, Çev: Ahmet Ekeş, Cem Yay. 1st. 1978 s:21, 33, 94.
- Atay Falih Rıfkı; Çankaya Bateş, 1st. 1980 s:36
- Ilgar İhsan; Mütarekede Yerli ve Yabancı Basın, Kervan Yay. (tarihsiz) s:65
- Goloğlu Mahmut; Cumhuriyete Doğru (1921-22) Ank. 1971 s:408-409 (llgili bilgileri veren Damar Arıkoğlu)
- Atay Falih Rıfkı; a.g.e. s:551
- Başar Ahmet Hamdi; Atatürk ile Üç Ay ve 1930’dan Sonra Türkiye,AİTİA Yay. Ank. 1981 s:11
- Aydemir Ş. Süreyya; Tek Adam, cilt:3 Remzi Kitabevi (4. baskı)İst.1973 s:468
- Tör Vedat Nedim; Kemalizmin Dramı, Çağdaş Yay. İst. 1980 s:30
- Velidedeoğlu H.V.; Anıların İzinde, Remzi Kitabevi, İst. 1980 s:210
- Başar A. Hamdi; a.g.e. s: 159
- Marx-Engels; Collected Works (İngilizce) içinde, cilt:5 s:59-60
- Yalçın H. Cahit; Siyasal Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. İst.1976 s:102