Türkiye solu bir gerileme döneminden, sağ bir dalganın etkilerini her bir yanında taşıyarak çıkmaya çalışıyor. Özellikle de Yeni Sol’un oluşturmaya çalıştığı sağ platform bugüne kadar benzer dönemlerde pek rastlanmamış bir hitap alanı buluyor. Oysa Türkiye solu derlenip toparlandığı konjonktürlerde, tam tersine, radikal rüzgarlar estirmeye alışıktı. 60’ların başı sosyalist teori ve politikanın derinlikten yoksun algılanışlarına rağmen, hem sınıfın içinde ileri uçların tutulması, hem de sosyalizme açık aydınlar üzerinde bir çekim gücünün kurulmasıyla yaşandı. 70’lerde 12 Mart durgunluğundan uyanılırken bir yandan geleneksel solun süratli yükselişi, diğer yandan da devrimci demokrasinin mücadeleciliği, süreci belirledi.
80’lerin ikinci yarısında bir kez daha kesintiyi onarmak, yeni bir çıkış yapmak durumunda kalan Türk solunda bu kez hem geleneksel sol, hem de mücadeleci devrimci demokrasinin adımları ağır kalıyor. Yeni Sol’un çok ciddi politik merhaleler katetmesi zaten teorik olarak mümkün değil. Ancak Türk solcusunun, bugüne dek birkaç akademisyenden, tekil yazarlardan ya da yankı vermeyen küçük sol çevrelerden hayal meyal duyduğu sağ tezler, artık sosyalist politika adına yayın organlarında tartışılır hale gelmiştir. Bunu bir anlamda 12 Eylül’ün dolaylı bir başarısı saymak mümkün.
Bu yazı Yeni Sol’un çeşitli kesimlerinin Zemin dergisinde sürdürdükleri tartışmalara bir müdahale amacını taşıyor. Sol doktrinerlik, sağ popülizm ve demokrasicilik çeşnisini bir tek derginin sayfalarında hep bir arada bulabilmek, böyle bir eleştiri yazısı için şans sayılmalı. Bu çeşni, yazının eleştiri boyutlarını aşmasını ve genel perspektif üzerine tezlere dönüşmesini kolaylaştıran bir malzeme bolluğunu da içeriyor.
Demokrasi : İdeal mi Taktik mi ?
Gelenek Dizisi’nin 2. kitabında Gündem yazısında Yeni Solun Türkiye siyasi panoramasında demokrasinin boş kalmaya mahkum alanına oynadığı tespit ediliyordu. Zemin’de kurulan birlikteliğin ortak paydasının demokratizm olduğu görülüyor. İlk sayıda Uğur Cankoçak’tan bir ifadeyi aktarmakla başlayabiliriz: “Demokrasi ile sosyalizm madalyonun iki yüzü gibidir, birbirinden ayırt edilemez.”(1) Bu geri tezin Türkiye solcusu için çok yadırganacak bir görüş olmadığını itiraf etmek gerekiyor. Sol hareket, “önce demokrasi, önce demokratik devrim, önce baş düşmanı bulalım” saplantılarıyla yoğrulmuş bir formasyondan geçmiştir. Demokrat ile sosyalisti ayırmak değil bir arada tutmak, solun yaygın ruhsal durumu olunca, birinin de çıkıp “sosyalizm ile demokrasi zaten özdeş” deyivermesi pek şaşırtıcı olmuyor…
Bu tek madalyon yanılsamasını biraz eşelemek gerekecek. Rus Menşevikleri Bolşeviklerin iktidar projelerine karşı “demokrasi”yi savundular. Alman sosyal-demokratları Spartakist başkaldırışı boğarken bunu demokrasi için yaptılar… Örnekler çoğaltılabilir. Ama Menşevik demokrasiciliğin, Alman sosyal-demokrasisinin ve benzerlerinin, sosyalizmin karşısında gerici bir anlam kazandıkları reddedilemez. Sosyalist iktidar biçimsel demokrasiyi karşısına almadan başarıya ulaşamazdı. Dahası, Bolşevik yönetimin, 1918 Kurucu Meclisi’ni toplanır toplanmaz dağıtmaması ancak sosyalizmden ödün vermek anlamına gelebilirdi. Kazanan “demokrasi” olacaktı. Ama sosyalizmin zaferi demokrasinin aşılması olmayacaksa, varlık temeli olarak başka ne kalabilir?…
Sosyalizm ve demokrasinin karşı karşıya gelişinin sorunlarını çözmek üzere, sosyalist teoride devletin ve biçimlerinin sınıfsallıkları üzerine bir literatür yaratıldı. Demokrasi burjuva ve sosyalist sıfatlarla ayrıştırıldı. Bir noktaya dikkat etmek gerekiyor: Tarihsel bir kategori olan demokrasi, ait olduğu sınıfsallığa göre hem öz, hem de biçim olarak belirlenir. Burjuva demokrasisinin de sosyalist demokrasinin de kendilerine özgü içerik ve biçimleri vardır. Burjuva demokrat şekillenmelerin başka tarihsel gündemlere yerleştirilmeye kalkılması, başarısızlığa mahkum, öznelci bir girişim olabilir ancak. Demokrasinin sınıfsallığı tezinin siyasal uzantısı çok basit: Burjuva demokrasisine sosyalizmin kendi projesini gerçekleştirme sürecinde verilecek primler, sosyalist gücü silahsızlandırmak anlamına gelir… İktidar, ona sahip olan sınıfa hareket esnekliği ve müdahale gücü kazandırır. Soyut bir eşitlikçilik, politika-üstü bir adaletçilik sosyalizmin yalnızca bu olanakları yitirmesi olacaktır. Belki de evrensel ve mutlak anlamda bir demokrasinin anlam kazanabilmesi, sınıflar ve politikanın varolmadığı bir dünyada gündeme gelecektir.
Bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Çalışan sınıfların siyasal ve sosyal karar alma süreçlerine katılım koşullarının hem maddi hem de öznel yetkinlik anlamında gelişebilmesi açısından bakıldığında, olgun sosyalist bir toplumun gerçekten “kat kat demokratik” bir yapı yaratacağı açıktır. Burada tartıştığımız, bu yapının da burjuva demokrat formların dışında kendi biçimlerini yaratması bir yana, özellikle bir iktidar olma süreci ve bu süreç ile soyut anlamda demokratikliğin ilişkisidir.
Bu çerçeve içinde, sosyalizm ve “demokrasi” arasında görünüşte bir “çelişki” ortaya çıkıyor. Zemin yazarlarının vurguladıklarından farklı bir çelişkiden söz ediyorum. Cankoçak, “sorun acele iktidarı almak mı, yoksa sosyalizmi gerçekleştirmek mi ikileminde yatmakta” 1 diye sorununu ifade ediyor; B.Somay ise ‘17 yılına ve sonrasına göndermeyle “Mağlup sayılır bu yolda galip” 2 esprisini yapıyor. Bu ikilemler gerçek dışı. Yeni bir toplum kurmayı arzulayanların iktidarı almanın eşiğine gelip, “ama sonra, ya beceremezsek” diye düşünüp taşınıp, o an için vazgeçmeleri çocukça bir fantezidir. Tarih böyle işlemiyor. Bunun gerçek adı yenilgi oluyor.
Bizim söz ettiğimiz, iktidar olma sürecinin bazı dönemlerinde demokrasi uygulaması ya da motiflerinin ağırlık kazanması, diğer kimi konjonktürlerde ise dönüştürücü müdahaleciliğin demokrasi formlarını “üzerine çıkması” olgusu.
İdeal burjuva demokrat biçimlenmeler, burjuvazinin sahip çıkmaması, hatta düşmanlık beslemesi durumunda sınıfsal özlerinden sıyrılarak, soyut-evrensel bir demokrasi fikri şeklini alıyorlar. Burjuvazinin dışlamakta olduğu kendi kaderini tayin hakkı, ulusal bağımsızlık, demokratik temsil vb. kavramın, tarihsel kategori olarak burjuva sıfatına layık görülmesi mümkün. Ancak pratik olarak bu kavramları ne burjuvaziye zorla maletmek, ne de boşlukta bırakıp sırt çevirmek mümkün değil. Yukarıda bu demokrasici ideolojinin sosyalistleri silahsızlandırması riskinden söz ettik. “Demokrasi” sosyalist gelecek açısından konjonktürel ve taktik zenginlikler de taşıyabilir. Bu zenginliğin karşısında demokrasiye teslim olmak ile demokrasiyi reddetmek arasında üçüncü bir hat mevcut. Demokrasiden, uygun konjonktürlerde işlevsel ve önemli aletler türetilebildiğinin başarılı örnekleri 17’de, II. Dünya Savaşı sonrasında vb. çok verildi… Açık olan şu ki, bir kategorinin kimi zaman önemsiz, kimi zaman önemli olması, konjonktürel ve taktik oluşunun, kesinlikle birincil hedef olmayışının kanıtıdır. Sosyalizmin birincil hedefi demokrasinin inşası değildir. Elde ikiyüzlü bir madalyon değil, çok veçheli dinamik bir süreç var. Asli öğe sosyalist hareket için kendi toplumsal projesi ve buna olanak veren siyasal iktidardır. Evrensel ve soyut anlamıyla, burjuva demokrat formların soyutlanmış halinden başka bir şey olmayan “demokrasi”, ancak bir sonuç-ürün, bir yan-ürün olarak kalıyor.
Sosyalist siyaseti yerleşik siyaset türlerinden ayıran nokta, teorik ve pratik uzantılarını vurgulayarak siyasal söylemi belirleyici bir öğe mevkiine yükseltmesidir. Genel demokrasi biçimlerinin sosyalist hareket için ilk sıraya konamayacağı daha işin abc’sinde yazılı duruyor. Sosyalizm ve demokrasiyi, “demokratik sosyalizm” köprüsüyle birleştirince, dünya ve tarih bir çelişkiler yumağı haline gelmekte: Bolşevikler, savaş aleyhtarlığı, demokrasi, köylüye toprak vb. motiflerin üzerinde yükselip, sosyalizm adına demokratik talepleri yok sayıyorlar. 17 sonrasında koalisyon hükümeti kurup, bir yıl sonra seçimleri kaybedince, iktidarı bırakmayı hiç düşünmüyorlar. II. Savaş sonrasında birçok Doğu Avrupa ülkesinde birden fazla partinin varlığı söz konusu iken, birkaç yıl sonrasında tek partinin içinde ton farklılıklarına dahi hoşgörü gösterilmiyor. Sosyalist iktidarlar çeşitli yerlerde nüfusun çoğunluğunu karşılarına alıp, kapitalist restorasyona ve dinsel fanatizme karşı direnmeye çalışabiliyorlar… Tekil deneyimler üzerinde ve zengin ürünler elde etmek elbette mümkün. Ama genel sürecin görünüşteki çelişmelerini, “ilgi kesme”nin gerekçesi olarak ele almak mümkün değil. Sosyalizm teorik özüyle soyut demokrasi fikrinden ve burjuva demokrat şekilcilikten kopuşu taşıyor. Görünüşteki çelişmeler, yalnızca bu teorik özü sindiremeyenler için ürkütücü olabilir. Gerçek çelişkinin, aksine, sosyalist teori ve politika ile “demokrasicilik” arasında olduğu bilinmelidir.
“Demokratik sosyalizm” denilen bakışın sol içi ve dışı kökenlerine eğilmek gerekiyor. Bundan önce, demokrasi ve sosyalizmin ayrı tanımlanması tezinden bir adım daha öteye gidilebilir. Yalnız sosyalizm için değil; hiçbir devrim sürecinde demokrasi temel hedef, ülkü konumuna ulaşmamıştır. Her zaman yan-ürünlüğe mahkum edilmiştir. İdeolojik yanılsamalar ya da söylem biçimleri ne olursa olsun, burjuva devrimi de genel olarak bir toplumsal düzeni hedefler. İçerisinde demokrasinin, diğer sınıfların mücadelesiyle gelişebildiği ve sürekliliğini burjuvazinin kendine güvenmesinde bulabilen bir düzen; burjuvazinin, demokratik radikalleşmeler karşısında restorasyon kurtarıcısını hiç aklından çıkartmadığı bir düzen…
Demokrasicilik ve Kökenleri
Demokrasiciliğin sol dışı kökeni burjuva liberalizminde aranmalı. Liberalizm ideal ve ilkeleriyle kapitalizmin dengede olduğu, tarihin ne gerisinden ne de ilerisinden uzananlar tarafından tehdit edilmediği, huzur içinde geliştiği bir atmosferi varsayar. Bu varsayımın gerçek dışılığı, liberal ilkelerin uygulanabilirliğini de sıfıra yaklaştırmıştır. Liberalizm bu varsayımıyla kategorik olarak bazı dönemler için kendi sınıfına hoşgörüyle bakmayı kabullenmiş olmaktadır. Bu dönemlerin kapitalizm için hiç sona ermemeleri bir yana, liberalizm, merkantilizme ve monarşiye, iktisadi bunalımın yoğunlaştığı ya da başka güçlerin düzeni zorladığı sıralarda ilkelerinin deforme edilmesine, hatta reddedilmesine karşı ses çıkartmanın anlamsızlığını, işleyen süreçlerin gereklilik ve nesnelliğini bilir. Liberal sosyalistler, liberalizmin kendisi için ciddiye alamadığı soyut ilkelerin çekiciliğine kapılmışlardır. Öyle ki, liberal sosyalistin iktidar olma, ilk birikim, kuruluş gibi süreçlere, hatta savunma gibi zorunluluklara tahammülü yoktur. Sıkıldığı zaman “artık ilgilenmiyorum” demek hakkını kendinde bulabilir.
Liberalizm, yaşanılan dönem ister kendisine bir nesnellik sunsun ister sunmasın, kapitalizmden asla yüz çevirmez. Sistemlerin dışında başka alternatiflerin varlığını ve tehdidini bilirler. “Demokratik sosyalizm” ise sosyalizme sırtını döndüğünde, yüzünü dünya kapitalizmine çevirmekten başka çaresi olmadığının farkında değil. Ancak, iki sistemli dünya bir bahane oluşturamıyor. Kapitalizme dönük nesnel konumları, emperyalist sistem hatta sınıfların varlığı son bulana kadar sürecek. Sonrasında ise biçimsel demokrasinin erdemleri masalı, herhalde bir daha doğmamak üzere yok olacak.
Demokrasi vurgusunun sosyalist hareketin tarihinde de kökenleri var. Sosyalizm, burjuva devriminin hümanizmasının biçimlendirdiği bir toprağa ütopizm olarak doğdu. Hep durağanlık ve tutuculuk arzulayan burjuvazinin bir yana ittiği demokrasi düşüncesi, ilk sosyalist modellerde cisimleştirilmek istendi. Sosyalizmin demokrasiden ayrışması ve kendi yolunu tamamlaması sonradan ve adım adım mümkün oldu. Bu süreç işleye dursun, sosyalistlerin içinden demokratlığa kaymalar ve demokratların sosyalist sıfatlarla bezenerek ortaya çıkışları hep yaşandı. 19.yy. sosyalizmi 20.yy başında pratik ve teorik bir operasyondan geçirilerek ayrışmanın dönüm noktasına gelindi. Kökenin bu ayrışma yaşandıktan sonraya da bir miras bırakmamış olması düşünülemez. Nitekim, sosyalist kimliğini netleştirme yönünde bir operasyonu geç ve zorlamayla yaşayan, büyük ölçüde de sindiremeyen Avrupa Solu, demokrat kökeni bugüne taşımayı sürdürüyor. Yeni solun çeşitli varyantları da abartılı bir “yüzyıllar” karşılaştırmasıyla geçmişin safını yeniden oluşturmaya çabalıyorlar.
Sosyalizmin tarihsel köklerini demokrasi ile birbirine dolayan nesnellik kapitalizmin doğasında var. Demokrasiyi doğuran ve sahipsiz bırakan sınıf bir ve aynı:Burjuvazi. İşçi sınıfını ve sosyalist düşünceyi demokrasicilik yapmaya zorlayan bu sahipsizliktir. Ve bu noktada risk ve avantaj birlikte doğuyorlar. Demokrasi’ye teslim olmak, kişiliksizlik, aynı anlama gelmek üzere ölümdür. Demokrasi alanındaki boşluğu sosyalizme angaje etmek ise iktidar yolunu açabiliyor. Örneklerini, sosyalist iktidara yürürken anti-militarizmleri, barışçılıkları, yoksul köylüyü topraklandırma programlarıyla demokratik kitle hareketini de sürüklemeyi başaranlar verdiler. Hiçbir zaman, hiçbir yerde sosyalizm saf işçi sorunlarını dile getirerek, ya da saf sosyalist hedefler göstererek kurulmadı. Kapitalizmin eşitsiz gelişim süreçleri demokratik süreci ayrı bir aşama olmaktan çıkartmış ve demokrasi sorununun çözümünü sosyalist devrime bağlamıştır. Her nerede önderlikler demokratikliğin güncellik ve acilliğini, sosyalist perspektife oturtabildiler ve sosyalist geleceğe kanalize edebildilerse, sağlam adımlar oralarda atıldı. Demokrasinin ufuk sınırlayıcı soyutluğuna ödün verilmesi ise her zaman baş ağrıları yarattı.
Eşitsiz Gelişme ve Umut
Bu ara bölüme, bir önceki bölümlerde sezilen bir “sonuç” ile başlanabilir: Bir toplumun demokrasiden uzaklığı, sosyalizmin olanaklılığını da daha uzaklara ertelemeyi gerektirmiyor. Bir toplumun demokratikleşme derecesinin, sosyalist iktidar açısından bakıldığında, “tarihsel olarak ileri” ya da “geri” vb. terimlere aktarılması mümkün değildir. Yalnızca iki durumda mümkün olabilir: Birincisi, yorumcunun tarihi hep aynı istasyonlardan geçmeye mahkum bir demiryolu sanması hali. İkincisi ise tarihsel bir özne olarak burjuvazinin, birtakım misyonları taşıdığına inanılması… İkincisi 1848’de yapıldı, burjuvazinin demokratik devrim yolunda atacağı emin adımların hala mevcut olduğu düşünülerek… 150 yıl sonra bu güveni duymamak herhalde gerçekçiliktir.
Doğrusal tarihsel gelişim yanılsamasını yaşayanlar çok çeşitli. Buradaki örneğimizde, Zemin’in bütün yazarlarının, hiç sevmedikleri doğrusal tarih anlayışlarından nasiplerini almış oldukları görünüyor. “Önce sivil toplum” diyen misafir yazar M. Belge’yi ve “önce demokrasi”ci Aybar’cıları bir yana bırakıp, daha neşeli bir örnek seçelim: “Bence Rus Devrimi Stalin’le birlikte aslına döndü. Aynı şekilde, Rus Devrimi’nin sonuçta despotik ve otoriter bir devlet düzenine varmasının suçunu ‘Leninist örgüt anlayışına’ yüklemek idealizm oluyor da, Rusya’nın o geri kültürel koşullarında demokratik ve özgürlükçü bir kurumun, o koşulların meşruiyetine uyarak iktidara gelebileceğini, elde tutabileceğini söylemek mi materyalizm oluyor? Bolşevik Partisi’nde esas olan onun Rusluğudur.” 3 “Rusluk” ve “asıl” olan despotizm ve otoritarianizm oluyor. Bu karşı konulmaz nesnellik karşısında tek çıkar yol “sosyalistçe bir yenilgi” oluyor. Kısaca “çıkar yol” yok: “1917’de Rusya’da özgürlükçü sosyalistlerin temel bir açmazları vardı:Rusya’da ‘sosyalizm’ mümkün değildi… Rusya ölçeği bir kere kabul edildi mi, Rusya’nın maddi koşullarının ve o koşulların faili olan ve aslında sosyalizm, özgürlük ve demokrasi gibi kaygıları da olmayan milyonlarca Rus köylüsünün, Rus küçük burjuvasının ve Rus bürokratının belirleyiciliği de kabul edilmiş demektir. Rusya kazandı, sosyalizm kaybetti. Bolşevikler Rusya’nın tarafını seçtiler, kazandılar. Bir yanları da sosyalist olduğu için kazanırken kaybettiler. Şairin sözü tersine çevrilirse: Mağluptur bu yolda galip (…)” 4 Alıntıyı bu denli uzun tuttuğum için okurlardan özür dilemek zorundayım. Ama bu kadar zengin malzemeyi bir arada yakalamak kolay olmuyor. Okur, bu umutsuz, karanlık satırları dönüp dönüp okumak zorunda kalmamak için şimdiden zihnine kazısın; zira ileriki sayfalarda Somay’dan aktarılan bu malzemeyi tekrar tekrar hatırlamak gerekecek…
Çözüm kesinlikle yok!.. İlk itiraz teorik: Kapitalizmin sosyalizme tüm çıkış yollarını tıkayacak bir yapı kurması asla mümkün değil. Sosyalizme yönelişleri besleyen bir maddi zemin mevcutken, bu, yalnızca tarihte öznel faktörün rolünü sıfırlamak, ya da öznel sayılanın nesnelliğin bir parçasını oluşturduğunu anlamamak oluyor. Bir başka deyişle kendiliğindenciliğin en korkak, en sinik türü… Yüzyılın başında kendiliğindenlik-siyasal müdahale çiftinin etrafında dönen klasik tartışmada, “kendiliğindenlik”le nitelenen olgu sınıfın “kendinde halini” değiştirmeden kabullenmekti. Buna rağmen “kendiliğindenlik” bir mücadeleyi içeriyordu, eksiği mücadelenin ekonomik düzlemle kendisini hapsetmesinde ve dolayısıyla sınıfın nesnel konumunu değiştirme şansını yitirmesindeydi. Somay’da örneklenen tür ise bir müdahale aktivitesini kategorik olarak gereksiz kılacak şekilde, kuru-maddi nesnelliğe prim vermek oluyor.
Yukarıda söylendi. Toplumun demokrasiden uzaklığı her zaman sosyalistlerin mahkumiyeti anlamına gelmiyor. İşçi sınıfının etkin bir güç haline geldiği, düzen eleştirisinin yetkinleştiği, sosyalizmin tehditkar boyutlar aldığı bir toplumda, eğer burjuva demokrat bir dönüşüm tam anlamıyla yaşanmamışsa, ileri gitmenin tek yolu sıçramak oluyor. Biriken eşitsizlikler, bir toplumsal kaldıraç için mükemmel bir dayanak noktası haline geliveriyorlar…
Üçüncü nokta, yazar, herhalde Rusya’da bir olumlu geleceğin ihtimaller dahiline girebilmesi için, köylü, küçük burjuva ve bürokratların, ilk önce bunların değişmesi gerektiğine inanıyor. Amacımız açısından Rus örneği burada aşılabilir. Soyutlanınca, geriye aşamalar kalıyor… Oysa köylü, küçük burjuva ve bürokratları değiştirebilecek tek dinamik, sosyalist iktidara yönelen dinamik olabilir. Ne burjuva siyasal, ne sınıflarüstü, ne de kültürel başka bir dinamiğin bunları değiştirebilmesi sözkonusu olmayınca, sosyalist iktidar sorunu toplumsal devrimin merkezi sorunu mevkiine yükseliyor, bu anlamda işe ancak bununla başlanabiliyor.
Ve M. Belge’ye geliyoruz. Zemin’in 3. sayısındaki makalesinde, yazar, Somey ile “concensus”a ulaşmış görünüyor: “Toplumun kendisinde demokratik gelenekler kurulmamışsa, böyle bir toplumda Marksist-sosyalist hareketin kendisi de uzun vadede demokratik olamamıştır.” 5 Örnekler Sovyetler ve Çin olarak seçiliyor. Daha kısa olarak Somay’ın tezleri tekrarlanmış oluyor. O halde, Marksist analizin ilk adımı sınıflar ve üretim ilişkileri vb. kavramlar da terkediliyor. Önemli olan toplumda bir takım kategorilerde kaydedilen tedrici ve uzun dönemli değişmeler oluyor. Amerikan sosyoloji kitaplarındaki sosyal değişmeyi gelenek ve göreneklerde, kişisel yaşantı ve alışkanlıklarla kültürel formasyonda vb. tanımlama sığlığı, sosyalizm adına Türkiye’de sergileniyor. İktidarlar değişmiş, üretim araçlarının mülkiyet sistemi ve üretim ilişkileri değişmiş… Varsın olsun, önemli olan “demokratik gelenekler” kuruluyor mu, kurulmuyor mu, bu. Ve iktidarı hedefleyen sosyalistler için hüküm önceden veriliyor!..
M. Belge “demokrasiyi önemsiz bir sorun ya da bir ‘yan-sonuç’ olarak kenara koyuveren yorumların sonunda Marksist teoriyi de terketmek durumunda kaldığını” düşünüyor. 6 Üstünde düşünülmesi gereken, Marksistliğin denek taşını demokratlığa indirgeme hakkının nasıl elde edildiği olmalı… Belge düşündürtmeyi seviyor: “Türkiye, demokrasinin kökleşip kurumlaştığı bir Batı ülkesi değil. (…) her şeye rağmen kitlesel bir dinamizmle dolu, dolayısıyla bir çok radikal yeniliğe potansiyel olarak açık (ve bir çok radikal yeniliği de fiilen sindirmiş) bir toplum. Bunlara dayanarak, yaşanan pek çok olumsuzluğa rağmen, Türkiye’de demokratik sosyalizm potansiyelinin varolduğunu, ileri sürüyorum.” 7 … Türk aydınının, daha son 5-6 yıl içinde, demokrasisi elinden alındığı zaman bundan neredeyse büyük bir huzur duyan, hele kitlesel dinamizmini kimselere göstermemeyi pek iyi beceren halkını, nasıl bu kadar çabuk unutuverip, ona demokrasi ve dinamizm gelenekleri bahşedebildiği üzerinde gerçekten düşünmek gerekiyor…
19. Yüzyılda Rusya Fobisi
Somay ve Belge ile beraber 19.yy. sol düşüncesine geri döneceğiz. Bu kez, Avrupalı demokrat-sosyalist tipinin -kökeni haklı- başka bir saplantısını “Rusya fobisi” olarak adlandırmak mümkün. Avrupa’da demokrasi için Çarlık despotizmi ve saldırganlığı bir hayalet rolü oynamıştır. Nerede bir demokrasi atılımı yaşansa, Rusya’nın, gericiliğin kalesi ve jandarması olarak tehdidi hissedildi. 19.yy. Avrupa sosyalistleri bu psikolojik baskıyı teneffüs ederek yetiştiler, Rusya’ya pek uzak, anlaşılmaz, mistik ve ürkütücü bir imajı layık gördüler; Rusya’yı anlamamakta direndiler. Rusya’da birikimin sıçramalara gebe olduğunu sezenlerin başında Marx ve Engels geliyor. Manifesto’nun 1882 Rusça baskısının çift imzalı önsözüne bakılabilir: “Ya Rusya! 1848-49 Devrimi sırasında, Yalnızca Avrupalı prensler değil, Avrupalı burjuvalar da henüz uyanmakta olan proletaryanın elinden kurtuluş yolunu Rus müdahalesinde bulmuşlardı. Çar, Avrupa gericiliğinin başı ilan edilmişti; bugün o, Gatchina’da devrimin bir tutsağıdır, ve Rusya, Avrupa’daki devrimci eylemin öncüsüdür.” 8 Böylece Rusya’ya bir gericilik değil, önderlik misyonu veriyorlardı… Ama yeterli olmadı. Avrupalı aydının Rus fobisi derinlerde yaşamını sürdürdü.
Dünyaya “demokrasi”den ve bir yüzyıl öncesinden bakan Türk Yeni Solcuları, Rus tarihine göz attıklarında, despot Çar’ı, cahil mujiki, dünyaya kapalı küçük burjuvayı ve silik bürokratı görüyorlar. 19.yy.’a damgasını vuran bir entelijentsia’nın sarsıcı varlığına ve önemine modellerinde bir yer bulamadıklarından olacak, unutmak istiyorlar. Hatırlatmak gerekiyor: Rus tarihi tartışılırken devrimci demokrat siyasal aydınları, romancı ve hikayecileri, sürekli düzen dışına kaçan eleştirel edebiyatı, sosyalist hareketin devralıp içinde yoğrulduğu bu entellektüel mirası ve siyasal örgütlenme yeteneğini akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Yeni bir alt bölüme geçmeden eğlendirici bir alıntı yapıp, bir kısa değinme ekleyelim… “Çarlık Rusyası’nda bir devrimci, telgrafın telini kesti mi çarın polisiyle eşit duruma gelirdi. Artık kimin atı hızlı giderse yarışı o kazanırdı.” 9 Eskiden ne kolay olurmuş! Bir toplumsal düzen, bir atın bacak adalelerinde değişiyor… Yazara göre, bu iş, artık mümkün değil, kapitalizm devleti ve teknolojisiyle pek gelişti çünkü… Sosyalist siyasal mücadeleye, örgütlü güce ve tarihte öznenin rolüne ancak bu kadar beceriksizce hakaret edilebilir. Söylenecek şeyler fazla değil; Örgüt teorik bir sorundur; Cankoçak ise ancak kahve sohbetlerinde işlevsel olabilecek bir düzey tutturabiliyor…
Marksizmin Ütopyası
Yukarıda öne sürülen bir tez, biçim demokrasiciliğinin sosyalizmi silahsızlandırma, giderek likide etme işlevi olduğuydu. Bir bağlantı daha kuralım: Sosyalist politikayı kendi etkisine kapalı bir nesnelliğe hapsetmek, ister rakip sınıfsal güçler eliyle olsun, ister işçi sınıfının geriliği ile olsun, bir çözümsüzlüktür. Sosyalizmin politikayla, dönüştürme eylemiyle buluştuğu nokta nesnelliğin bir özne tarafından değiştirilebileceği fikridir. Ne kapitalizm sosyalizme davetiye çıkartıyor, ne de işçiler kucak açıyor. Bu durumda, nesnelliği dönüştürme eylemi, çıkış anında kendine özgü hedefler gözetmek, dahası bir “proje”ye sahip olmak zorundadır. Marksizmin felsefede ve politikada devraldığı iki paralel unsur, tarihin bir yönü olduğu fikri ve bu yönün “bilimsel bir ütopyada” ifade edilebileceğidir. Ütopya, proje ya da model, ne denirse densin, uzun vadeli bir erek olmadan varolanı değiştirme eylemine girişilemez, devrimci siyaset yapılamaz.
Bu bağları Orhan Dilber, tersinden kuruyor: “Öte yandan Marksizmin önüne ‘bir ideal’ koymuyor, ‘o gün varolan toplumsal düzeni ortadan kaldırmaya çalışan gerçek kitle hareketiyle’ kendi hedefini özdeşleştiriyordu. ‘Yeni bir toplum tasarlamıyor’, ‘yalnızca yeni toplumun eskisinin içinden doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini doğal bir süreç olarak irdeliyordu; ‘somut proleter kitle hareketini alıp’, ‘ondan pratik dersler çıkarmaya’ çalışıyordu. Bu bakımdan Marksizm’in bir ‘ütopyası’ olduğundan söz edilecekse bu salt bir felsefi zihinsel faaliyetin ürünü değil, ‘göğü fethetmeye çıkan’ komünarların (ve başka deneyimlerin) ‘okulundan çıkarılan derslerin’ bir ifadesiydi. Bu ‘ütopya’, ‘temel olarak işçi sınıfının toplumsal yapısına, tarihsel ihtiyaçlarına ve bizzat kendi düşünüş tarzına karşılık düşen’ ve nitekim işçi kitlelerinin tarihin bir noktasında (ve sonra bambaşka noktalarında) kendi başlarına yarattıkları bir gerçeklikten, onun teorik ifadesinden ibaretti; bu anlamda “ütopya” olmaktan uzaktı.
“Bu yüzden sosyalizm tarihte ilk kez böylesine demokratik bir hareketin ifadesi olarak ortaya çıkıyordu ve bu yüzden de sosyalizm hedefi zorunlu olarak demokratik bir içerik ve karakter taşımak zorundaydı.” 10 Dilber’den aktardığımız ve kendisi aşırı sayıda göndermelerle dolu bu pasajı sonuna kadar okuyabilenler, demokrasicilik ve projesizliğin aynı anlama gelmek üzere apolitizasyonun ne güzel bir sıraya girdiklerini görmüşlerdir. Proje yapmak, bir siyasal hareketi demokrasiden arındıran, projesizlik ise varolandan yola çıkmak anlamında, kitleye, dışsallıklar dayatmamak anlamında demokratik kimlik veren güçler sayılıyor. İkisi birden devrimci siyaseti devre dışı bırakmaya yarıyor…
Dilber, bir yüzyıl öncesinden alıntılar yaparak, üstelik bütünüyle yanılsamalı bir tezler dizisi geliştiriyor. Alıntılarının kendisini kurtarması mümkün olamıyor. Bilimsel sosyalizm, nesnellikten kopuk zihinsel spekülasyonların karşısına nesnel yasaları, ütopik iradeciliğin karşısına determinizmi çıkararak kuruldu. Sosyalist “deneme çiftlikleri” ya da “adalarının” egemen oldukları bir atmosferi politize etmenin yolu yalnızca bu vurgudan geçiyordu. Ama geleceğe dair “ütopya” kurmayan bir sistemin herhangi bir siyasal geleceği de olmayacaktır. Böyle bir doğum ölü doğumdur. Dilber, Alman İdeolojisi’nin ünlü, okuyan, yazan, çalışan, sonra da balık tutan bütünlüklü insan fantezisini herhalde pre-Marksist sayıyordur. Aynı şekilde, Manifesto’nun ve hatta Kapital’in sınıfsız toplum kurgularını da görmezden gelmesi gerekiyor. İçeriğine ve üslubuna ister katılınsın, ister karşı çıkılsın, bunların her biri birer gelecek projesidir. Marx ve Engels sanıldığı gibi birer kaba maddeci olmadılar. Marx ve Engels’in de “ütopyaları” vardı… Yoksa, bir sınıfsız toplum tasavvurunun, kendini dayatan bir nesnellik olduğu mu iddia edilecek? Yoksa, işçilerin bağırlarında yeşerttikleri özgürlük tohumlarının teorik ifadesi, kapitalizm öncesi sınıfların siyaset ve ideoloji sahnesinde cirit attıkları bir dönemde ve ortada hiçbir başarılı deneyim yokken, sınıfsız toplum içeriğinin serpilmesini mi sağlamıştır? “İşçinin bağrı” mitosunun ‘86 Türkiye’sinde hangi sınıfsal sinyallerden türetilebileceği bir merak konusudur. Dilber, Marksist teorinin eski zamanları ile bugünü karşılaştırdığında da, bugün teorik atılım koşullarının “daha beter” 11 olduğunu söylüyor. Sosyalist sistemi ister beğenin, ister beğenmeyin; bu bir yana, 1800’lerin başında işçilerin en saf ve en kalabalık oldukları ülkede henüz makinalara saldırmakta olduklarını da mı hatırlatmak gerekiyor?
Bir ilgi çekici nokta daha var. Demokrasicilik, projesizlik ve politikasızlığın yanına Yeni Solun tümü “eski projelere bağlılığı” koymakta da ortaklaşıyor. Ayrıldıkları nokta tarihin nereden kesileceği, eski projenin değişerek bugüne evrildiği sürecin hangi aşamada terkedileceği… Bu ayrıntı tartışmaya girmek bu yazı için söz konusu olamaz. İster Rusya’da yeni bir örgüt pratiğinin doğuşunu, ister 17’yi, ister parti içi muhalefetin yasaklanmasını, ister Trotskiy’in sınırdışı edilmesini dönüm noktası olarak alsınlar, tarihe aynı yöntemle yaklaşıyorlar. Tarihe saygı duymuyorlar…
Tarih ne sevilecek ya da reddedilecek bir olaylar yığını, ne de bugünden bağımsız bir fosiller toplamıdır. Tarih bugüne gelendir, içine doğduğumuz bir miras, bir gelenektir. Tarihe bugünden ve saygıyla bakılmalıdır.
İlk önce bir yön duygusuna ihtiyaç var. Bu yön ile tarihe “politik” bakan insanın içselleştirdiği gelecek dünya modeli birbirlerini besleyebilmelidirler. Model ya da proje ise değişmeden bağımsız değil. Sosyalizme 1987 yılından bakıldığında, kendini kabul ettirebilen model sayısı pek fazla değil; sınırları daraltıldığında bire kadar inebilir. Bu model bir sonuçtur, yüz elli yılın sonucudur. İstenirse, 150 yılın her bir kesitinden ayrı bir model türetmek mümkün: Alman İdeolojisi’nin toplumsal işbölümünün tüm maddi ve teknik veçheleriyle yok olacağını varsayan modelinin bugün için ne anlamı olabilir? Ya da, bir yangın gibi yayılacak, “dünya devrimi” beklentisinden geriye ne kaldı? “Aşamacılık” ‘17 Nisan’ında toprağa gömülmedi mi? Daha yakınlardan, “kapitalist olmayan yol”un yıllardan beri tıkanmış olduğu açık seçik görülmüyor mu?… Bütün olarak alındığında geriye pek bir şey bırakmıyorlar. Ama her biri, geleneğimizin oluşum sürecine yapılmış bir katkıyı simgeliyorlar… Yön duygusu gelenekten geleceğe çizilen çizgide kendini bulanların edinebileceği bir niteliktir.
Tarihe bu bütünlüklü bakış, konjonktürel güncellikleri yasalaştırmanın da, tarihin kimi kısımlarını unutma eğiliminin de panzehirini oluşturuyor. Bundan yoksun köksüz aydınlar, rahatlık ve uyuşukluk veren bir özgürlüğe sahip oluyorlar. Eşanlı olarak doğan teorik çözümsüzlüklerin, keşfedilen uydurma çelişki ve dinamiklerin boğuculuğundan kurtuluş, tarihe reddiyeler düzmekten geçiyor. Bu bir kısır döngüdür. Reddiye rahatlatır ve çelişki yaratır, rahatlık yeni reddiyelerin yolunu açar. Yeni Sol bu yüzden dengeye gelemez. Akıntıya kapılarak sürüklenir. Bir gün Mao’nun “kültür devrimi yaratıcılığına” sevecenlikle yaklaşır, ertesinde öğrencilere, sonra köylülere ya da parlamentolara sempati besleyebilir. Belirleyen sosyal rüzgarlardır, çok sol ya da çok sağa gidilebilir. Bu anlamda Yeni Sol siyasileştiği zamanlar ancak bir aydın kendiliğindenliğini temsil edebilir.
Politikaya bağımlı Avrupa KP’leri en özgürleştikleri zaman bile fazla ileri gidemiyorlar. Hiç de cahil sayılamayacak olan Avrupalı Yeni Sol, reddiyenin intiharla eşanlamlı olduğunu bilerek mantıksal sınırlara ulaşmaktan kendini alıkoyuyor. Müzmin muhalefet Trotskizm kendine özgü sorunlu geleneğiyle kısmi reddiyelerde denge aramayı sürdürüyor. Bu bağların hiçbirisine sahip olmayan Türkiye versiyonları daha pervasız oluyorlar: “… ‘Bolşevizmi Stalinizmden (tabir yerindeyse) bir epistemolojik kopuşla ayırma’ uğraşı, kendimize bir ata bulalım derken hesabını zor verebileceğimiz bir mirası da sırtlama anlamına gelebilir. Şimdi bu mirası devralmaktansa öksüz ve yetim yaşamanın tercih edilebileceğini savunmaya geçebilirim.” 12 Elbette kendini öksüz-yetim saymakta her bireyin sonsuz özgürlüğü var. Ama bir çaresizlik psikolojisinin siyasal mesaj içeriği sıfırdır. Köksüzlük, sonsuz özgürlük ve eşanlamlı olarak çaresizliktir. Elbette siyasal mesaj içeriğinden vazgeçmek, bireysel özgürlük sınırları içinde yer alıyor. Hiç olmazsa, “sevimsiz çağrışımları” 13 olan sosyalizm terimini terketmeleri ise, en kısa zamanda atmaları gereken bir adımdır…
Son Değinmeler ve Tarih Anlayışı Üzerine
Miras sorunu, dönüp dolaşıp “tek ülke” tartışmasında ve örgüt teorisinde düğümlenmekte. Bir de Jakobenizm eki ile tablonun tamamlanması gerekiyor. Somay, bu adımı da eksik bırakmıyor. Bir uzun aktarma daha yapmak yine açıklayıcı olacak: “(Bolşevikler) kısmen kendi önderlerinin iyi niyetiyle, kısmen de Petrograd işçilerinin dayatmasıyla bazı özgürlükçü, demokratik tedbirleri tüm Rus toplumuna dayattılar. Bu yaptıkları da Jakobenceydi, milyonlarca Rus köylüsünü ve Rus küçük burjuvasını kendilerinden kurtarmaya yönelikti…
“Sosyalist Jakobenizmin en büyük sorunu, tarihsel olarak kaçınılmaz bir biçimde yenilgiye mahkum olmasıdır. Giyotin, idam mangası, buz baltası ya da entellektüel egzantrizm yoluyla ölüme mahkum olmasıdır. Kazanan hep (aslında Jakoben falan da olmayan) Stalin ve benzerleri olacaktır.” Öyleyse “Sosyalistler, radikallerle birleşin. Kaybedecek Jakobenizminizden başka bir şey yok, oysa kazanacağınız bir dünya var.” 14
Tarihte gözle görülür çelişkiler ve kopuşların daha üst soyutlama düzeylerinde bir sürekliliğe dönüştükleri düşünüldüğünde “Jakobenizm-Bolşevizm-Stalinizm” üçlüsü arasındaki bu araştırmalar anlamlı olmayacaklardır. Birincisi, Jakobenizmin tarihsel olarak yenilgiye mahkum olduğu çerçeve burjuva devrim sürecinden oluşur. Mahkumiyetin gerekçesi, Jakobenizmin, burjuva muhafazakarlığı ve restorasyon özlemlerinin karşısında, burjuva sınırların ötesine geçen bir radikalizm olmasıdır. İki, sosyalist devrimde düzenin oturması bir restorasyon eğilimi doğurmuyor. Aksine sosyalist toplumun olgunlaşması yeni ufuklara doğru ilerliyor. Bu anlamda “ilk atılıma” denk düşen Jakobenizmin sosyalist devrimde yenik düşmesi gerekmiyor. Kazananlar ise başka şeyler adına değil, hep aynı değerler yönünde kazanmış oluyorlar… Jakobenizmden yalnızca bir müdahale ruhu olarak söz edildiği taktirde, şu söylenebilir. Bu anlamda, bir altüst oluşun psikolojisi ancak altüst oluş sürecinde hayat bulabilecektir. Dar anlamda Jakobenizm, siyasal devrim konjonktürüne aittir. Sonraki durgunluğun bir ölçüde gereksiz kılacağı şey, devirme ve ilk anların coşkunluğudur, o kadar. Jakobenizme ve sosyalist mirasçısına özgü, “kitleyi kendisinden kurtarma” iradeciliği ise, belki de kuruluş-oturma yıllarında çok daha sistemli ve güçlü olarak işlemeye devam edecektir…
Jakobenizm örgüt sorununa taşındığında, kitle putlarının kırılması oluyor. Zemin’in bir diğer yazarı, “Parti işçi sınıfının tüm çelişkili unsurlarını bağrında toplayacak genişlikte olursa, tüm sınıfı bağrında toplayabilir,” 15 “Parti sınıftan ayrı bir öncü değil, sınıfın örgütlü kısmı olmalıdır. Parti bu anlamıyla yeni tipte bir parti olmalıdır.” 16 şeklinde konumunu açıklıyor. Bunun yeni değil, çok eski tipte bir parti olduğu söylenmeli. Geçen yüzyıl sonu, Avrupa’da çelişkilerle dolu ve sosyalist kimliğini kitlesellik içinde yitiren çok sayıda parti mevcuttu. Siyasal program alanında da kimliklerini yitirmekte gecikmediler… Cankoçak ise, eğlendiriciliğini kaybeden bir diğer ifadesinde sosyalizme geçişin üç yolunu tarif ediyor: işgal yolu ile sosyalizmin dışarıdan getirilmesi, bağımsızlık savaşları ve bir sosyalist partinin diğer partilerle demokrasi kuralları içinde mücadele (etmesi), geniş halk yığınlarının oylarını alarak iktidara (gelmesi), oy kaybedince iktidarı (bırakması).” 17 Tercihinin hangisi olduğu ve bunun anlamı çok açıktır. Cankoçak fetişleştirilmiş bir kitlesellikle birlikte radikalliğin de öldüğünü biliyor, ve Avrupa sosyalist partilerine benzemeyi hayal ediyor. Neden kitlesellik zorunlu sayılıyor, neden bir politik programı olan ve iktidarı hedefleyen sosyalistlerin örgütü, sınıfın çoğunluğunu, hatta 2/3 oranını 18 içermek zorunda olsun?.. Sosyalist örgüt organik ilişki ve temsil sorunuyla elini kolunu bağlayıp liberalizmle kendini likide etmemelidir. Zira sosyalist partinin misyonu elden geldiğince çok hastayı iyileştirmek değil. Sosyalist parti, sınıfı ve toplumu bir bütün olarak dönüştürmeyi hedefler.
Sosyalist bir parti, bir anlamda hitap ettiği sınıfın eşitsizliklerle bezenmiş olmasında hayat bulur. Sosyalist aydın ve ileri işçi, bir sınıf mücadelesinin öncüleri olarak bu eşitsizliğin varlığının canlı delilleridir. Öncü olma sıfatıyla sınıf içi eşitsizlikleri kapatma misyonu, aracı parti olmak üzere, bu unsurlara düşer. Sosyalizm, Jakobenizmden ham kitleyi olduğu gibi kabul etmemeyi miras aldı. Partinin işçi kulübüne çevrilmesinin tek anlamı kendi kendini likide etme ve hamlığa teslimiyettir.
Aydının cehalete, Jakoben iradeciliğin de hapisten farksız bir nesnelciliğe kurban edilmesinden sonra, kuruluşa yürüyen ilk sosyalist deneyim de, bir “tek ülke” saplantısı için reddediliyor. Dünya düzlemi-tek ülke sınırları tartışması 1920’lerden sonra saplantı halini almıştır. 1920’lerde bir öngörünün, bir projenin gerçekleşmemesine tanık olundu. Geleneği bir süreç olarak algılayabilen, mirası reddetmeksizin yeni modeller geliştirebilecek esneklik ve zenginliğe sahip olanlar, tek ülkede inşaanın mümkün olduğuna inanarak direndiler. Sonuçta, geleneksel solun 1980’lere uzanan biçimlenmesi o yıllarda yaratılmış oldu. İktidar yeni ufuklar açtı…
Dünyayı saracak bir yangın hülyasından vazgeçmeyenler, teorik yaratıcılık ve siyasal sezgiden uzaklıklarını kanıtladılar. Dönüşümü gerçekleştirebilenleri “teorik sığlık” ile eleştirirlerken, ayaklarını artık hükmü sona eren bir zemine bastıklarının farkında değillerdi.
Yeni deneyim dünya çaplı devrim, çoğunluğun atılımı, kitlelerin kendiliğinden gücü vb.’ne dair, eski modelin bir dolu özelliğini devre dışı bırakan bir pratiğin yolunu açtı. İki modelin ve taşıyıcısı kadroların çatışması kimi zaman çok sert biçimler altında yaşandı. Her toplumsal atılım eskinin normlarından bir kopuştur. Başlangıç kadrolarının birlikte aynı yönelimi üstlenmelerini beklemek fazla iyimserlik olur. Kopuşun şiddeti tasfiye süreçlerinin biçimini belirler, ama tasfiye süreçleri hiçbir gerçek atılımın kendini sakınamadığı olguları yansıtırlar… Naif bir insan sevgisi ve teoride geçmişi yaşama ile sakatlanmış yarı-aydınlar, “olmasaydı” diye hayıflanabilirler. Ama nesnel tarihin dışına düşen duygusallık hiçbir siyasi işlevi sırtlanamaz.
B. Somay, O. Dilber’le ayrıntı tartışması bağlamında, 17 ile Stalin dönemi arasında bir kopuş olmadığını ileri sürerken, yönteminin sinyalini de veriyor: “Bence tek tek ‘durum’lara bakmak daha yararlı” 19 Bundan sonrasında olaylar, konuşmalar vb. sıralanıyor. Yazar “durumlara” bakarak, kendini ampirik verilerden teorik bir tartışmaya kanıt üretmiş sayıyor. Bir parantez açabilir ve kopuşun olmadığı sonucuna, Somay’ın izlediğinden çok farklı bir yolla vardığımızı tekrar edebiliriz. Burada önemli olansa şu: “Durumlar” düzeyinde bir tartışmadan her katılan beğendiği sonucu çıkarabilir. Somay ve Dilber birer örneğini veriyorlar. Bir teorik analizin teorik araçlarla yürümesi gerekiyor. Tek tek durumlarsa kendiliklerinde bir kanıtlayıcılık-açıklayıcılık taşımıyorlar. Bu özellikler olguların bilgisine dışarıdan katılır. Eğer dışarıda, farklı bir soyutlama düzeyinde bunu becerebilen bir teorik model mevcutsa… Dilber ve Somay tartışıyorlar; ve kopuş var mı, yok mu noktasında olgulara esir düşüyorlar. Olgucu ve ateorik bir tarih anlayışını paylaşıyorlar. Tarihe sahiplenmeden, soğuk bakışları ile, bu yöntemlerinin tutarlılık arzettiğini ifade etmek gerekli.
Sonuç
Orhan Dilber, yazısının sonlarında Rosa Luxemburg’u devreye sokuyor; yaptığı alıntı şöyle: “… Rusya’da sorun yalnız ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülmezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde Bolşevizme aittir.” 20 Talihsizlik kimin hanesine yazılacak? Dilber’in mi, Luxemburg’un mu?… Luxemburg gerçekten talihsiz bir kişi idi. Sağı eleştirirken arada fazla sola kaçtı, revizyonizme karşı açtığı bayrağı oy hesabı ve militarizm gibi çirkinliklerden arıtmayı başardı. Ama hep batı Avrupalı ve 19. yüzyıl sosyalisti olarak kaldı. Yaşanan dönüşümü izleyemedi. Daha yukarıda sözü edilen yıkılan bir modelin teorik temellerini koruyup sol yorum getirmenin ötesine geçmedi. Yeni doğanı içselleştiremedi. Son dönemlerinde 17’ye sempati, saygı ama umutsuzlukla baktı. Yeni bir geleneğin kuruluşunu yaşayamadı… Dilber’in talihsizliği Luxemburg’un yukarıdaki satırları yazdığından bugüne, geometrik artış kaydederek gelen bir türe giriyor. Tek ülkede çözülmez denilenler pekala da çözülebildi. Gelecek “bir anlamda” değil her anlamda birilerinin hanesine yazılmış bulunuyor. Dilber’in kimseyi “cesaret etmiş olmalarından ötürü” onurlandırması gerekmiyor, cesaret etmenin öte yanında, başarının toprağında cesaretin ürünleri çoktan alınmış bulunuyor, her birimiz almaya devam ediyoruz… Yukarıdaki son değinme son bir nitelemeyi daha anlaşılır kılmak içindi: Yeni Sol siyasal açıdan kördür. Siyasal öngörü ve sezgiden yoksun siyaset teorilerinde tutarlılık aramak boşuna bir uğraş. Yeni sol hem kendi içindeki çeşitlemeleri, hem de her birinin iç çelişkileri ile darmadağınık bir görüntü çiziyor. 2/3’ünü işçilere teslim edecekleri partileri, parlamentarizme burjuva partilerinin bile güven duymadıkları bir çağ ve toplumda bu kurum için taşıdıkları umutlar ve öksüz-yetimliğin özgürlüğü ile sosyalizmin 150 yıldır biriken ve şekillenen değerlerine karşı açılmış bir cihadı temsil ediyorlar. Yarattıkları uğultunun uzun süreli olabileceğine kimse inanmamalı. Ne amorf yapılarının uzun süreli planlara uyum sağlayabilmesi mümkün, ne de gündemde kalmalarını sağlayacak somut başarılar kazanabilmeleri… Bize ise, vermeye çabaladıkları teorik tahribatı asgariye indirmek düşüyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Cankoçak U.; “Demokrasi Örgüt Sorunudur”, Zemin 3 içinde, Aralık 1986 s.14.
- Somay B.; “Bolşevizm+Demokrasi=Sosyalizm?”, Zemin 3 içinde, Aralık s.18.
- Somay B.; a.g.y. s.17.
- Somay B.; a.g.y. s.18.
- Belge Murat; “Muhalefetten İktidara Demokrasi”, Zemin 3 içinde, s.6.
- Belge M.; a.g.y. s.6.
- Belge M.; a.g.y. s.7.
- Marx Karl-Engels Friedrich; “Komünist Manifesto” Bilim ve Sosyalizm yay. Ank. 1976 s.10.
- Cankoçak U.; “Sosyalist Parti İçin Yanıtlar”, Zemin 3 içinde, s.62.
- Dilber Orhan; “Burjuva demokrasisi ve Sosyalist Demokrasi” Zemin 3 içinde, s.10.
- Dilber O.; a.g.y. s.9.
- Somay B.; a.g.y. s.17.
- Somay B.; a.g.y. s.17.
- Somay B.; a.g.y. s.18 – 19.
- Özkaraca Orhan; “Sosyalist Demokrasi ve … Parti” Zemin 3 içinde s.63.
- Özkaraca O.; a.g.y. s.64.
- Cankoçak U.; a.g.y. s.62.
- Cankoçak U.; “Demokrasi Örgüt …”,, s.14.
- Somay B.; a.g.y. s.17.
- Dilber O.; “60. Yılında Ekim devrimi”, Zemin 2 içinde, Kasım 1986 s.68.