“Yasaksız bir Türkiye’de çalışmak istiyoruz.”
TKP Genel Sekreteri Haydar Kutlu, önce Güneş, ardından Yeni Gündem, son olarak da Milliyet’te yayınlanan röportajlarda ‘yeni yönelişler” sergiledi. NATO’dan ayrılmayı “gereksiz”, AET’ye girmeyi ise yalnızca “zamansız” bulan saptamaları da içeren bu yöneliş ne ölçüde “yeni”dir?
Gerçekte TKP, Türkiye sosyalist hareketinde kendine sürekli bir yer edinen demokrat-Kemalist eğilimin en berrak çizgilerinden biridir. Sol hareketin yükselme ve kitleselleşme dönemlerinde zaman zaman rastlanan keskin sol retorik, çizginin bu niteliğini unutturmamalıdır. Dolayısıyla, TKP’nin “yeni” yönelişi, gerçekte pek de yeni olmayan bir çizginin, güncel ve net ifadesidir. “Yeni”lik, olsa olsa bu çerçevede bir yeniliktir.
Sosyalist yapılanmalarda gerçekten yeni olan, yeni verilere, yeni kaynaklara, kısacası yeni nesnelliklere dayanmak zorundadır. Nedir dünyada ve Türkiye’de bu ölçüde “yeni” olan? Yoksa, öteden beri zayıflayan bağlar, yitirilen inançlar ve silikleşen umutlar bir noktadan sonra “yepyeni koşullar” gerekçesine mi sığınılıp ortaya dökülecek? “Biz de yeni koşullara uygun politikalar saptıyoruz, sadece biz değil, birçok siyasi güç de yeni şartlara göre değişiyor.”
Doğru, koşullar hiç kuşkusuz değişiyor. Ama “bütünüyle yeni bir yaklaşım içeren ve geçmişten farklı bir politika” tercihine, “sorunlara dar sınıf açısından bakma” tutumunun terkedilmesine vardıracak kadar değişen nedir? Bu ölçüde büyütülen nedir? Ne olmuştur dünyada ve Türkiye’de?
İşte bu noktada, adı geçen siyasal kuruluşun yerleşik bir tutum olarak yıllardır kullandığı o ünlü koz gelecektir gündeme. Uluslararası durum saptamaları, uluslararası yükümlülükler ve elbette bunlarla “uyumlu” yönelimler… Bu tür açıklamalar karşısında isteyenler suskun ve çaresiz kalabilirler. Ancak kalmayanlar da olacaktır ve böyleleri bir noktayı artık çok iyi bilmektedirler: TKP adını taşıyan kuruluş, uluslararası ve ulusal görevlerin belli bir nihaî hedef doğrultusunda etkin biçimde kaynaştırılması görevinde yetersiz ve yeteneksiz olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Çünkü, uluslararası ve ulusal yükümlülükleri de gündeme getiren evrensel yönelimin gerçek özünün kavranıp ona göre davranılmasında, hep eksikli, hep geriden ve hep sağ bir tutum sergilenmiştir. TKP adını taşıyan kuruluş, uluslararası dengelerin ve bunun sonucu olan tercihlerin özünü hiçbir zaman anlayamamış, kendini hep dışa yansıyan ilk görünümlere hapsetmiştir. Bu doğrultuda ve hep sağ çizgide, vur deyince öldürmüş,kur deyince teslim olmuştur.
Haydar Kutlu” glasnost”u çok önceden keşfettiklerini söylemeye getiriyor. Anımsamakta yarar var: SBKP 20. Kongresi’nin bir tarihsel gereklilik olan yumuşamacı ve özeleştirici tutumu, Batı’daki partilerin yıllardır bastırdıkları demokrat-reformist eğilimlerin su üstüne çıkması için fırsat sayılmıştı. Bugün, Hruşçov dönemine göre çok daha denetimli ve uzun erekli hedef gözeten bir atılımdan, çok gerilere dönüş gerekçeleri mi yaratılmak isteniyor?
Barış ve silahsızlanma alanlarında gerçekleştirilen gelişmeler, tam tamına bir savaş örgütü olan NATO’nun niteliğini değiştirebilir mi? Böyle bir savaş örgütünde Türkiye’nin “olumlu ve barışçı” rolü ne olabilir? “NATO’ya Hayır” kampanyalarının büyük eylem onuru sayıldığı 1978’den bu yana NATO’da değişen nedir? Aradan geçen 9 yılın NATO’yu bile içeriden etkilenebilecek ya da kazanılabilecek bir yapı haline getirmiş olması mümkün mü?
Peki, Türkiye’ye bakınca ne görüyorlar? (1) “Bugün Türkiye’nin sorunlarını hiçbir politik güç tek başına çözemez.” O halde (2) “Tüm ulusal demokratik güçlerin işbirliği” gerekiyor. Bu güçlerin kimler oldukları da biliniyor: “Kemalist, ‘akılcı’ dinci gruplar ve muhafazakârlar” 70’lerin UDC’ sinin artık iyice genişlediği anlaşılıyor. Teorik düzlemde çok daha ürkütücü olansa şu: “Artık Türkiye’de tarihsel bir sentez gerekiyor. Bizce İslam hareketi yeni baştan değerlendirilmelidir. Zaten bütün dünyada yeniden değerlendiriliyor.” Böyle bir sentez neden olmasın; zaten “laiklik, dinsizlik demek değil”. Uygar dünyadan örnek de var: “Avrupa’da komünistlerle kiliseler bir araya gelmiyorlar”.
TKP adını taşıyan kuruluşun, artık bütünüyle düzen içi bir söylemden yana olduğu ortaya çıkıyor. Peki, 60’larda Divitçioğlu’nun, Küçükömer’in günahı neydi?
Gene Haydar Kutlu’nun gazetelerde ilan ettiği “örgütsel birleşme”, birleşenlerden Türkiye İşçi Partisi’nin kendi geçmişini, gerek ideoloji gerekse kadrolar düzeyinde tümüyle inkâr etmesi anlamına geliyor. Bu parti, 1975 yılındaki yeniden kuruluşunun ve programının yükünü taşıyamadığını açıkça ilan etmiş oluyor. Bu hiç kuşkusuz bir yanıyla sözü edilen kesimin kendi “etik” sorunudur.
Haydar Kutlu başka güvenceler de veriyor: “Sosyalizmde başka partilerin olabileceği, sosyalizmin ustaları tarafından söylenmiştir. Bugüne kadar olmamışsa… bundan sonra olmayacak anlamına gelmez.” Böylece geleneksel sol ilk kez çoğulcu sosyalizm güvencesi de vermiş oluyor. Peki, Aybar’ın 1968’deki günahı neydi?
Türkiye’de “şöyle ya da böyle gelişmeler” oluyor. İyi ama.”artık 20. asırdayız” sözünü telaffuz için 1987 geç bir tarih değil mi? Türkiye’de sosyalist hareket uğradığı baskılara karşı “demokrat vicdanlardaki rahatsızlıklar”a hitap etmekten başka şey düşünemeyecek mi?
Geleneksel solun, gazete ve dergi sütunlarına yansıyan TKP yönelimlerini “Abartmaksızın söylenebilir ki, ülkenin demokratik geleceği için de tarihi bir yayın gerçekleştirilmiştir” (Gün, Mayıs 1987) ötesinde değerlendirmelere de tabi tutmasını diliyoruz.
Türkiye’nin siyasal serbesti anlamında örneğin bir günümüz İtalya’ sı ya da İspanya’sı konumuna ulaşabileceği beklentisi, Türkiye kapitalizmini ve egemen güçleri tanımama anlamına geliyor. Ayrıca geleneksel solun taşıdığı dinamiklerin “düzen partisi” anlayışına razı olup tümden ehlileşmesi de olanaksız görünüyor.
Ancak, “yeni yönelimler” daha da gelişip netleştikçe, bu yönelimlere geleneksel sol dışında bir mekan bulmak, hiç de olanaksız değildir.
Gelenek
24.5.1987