Türkiye sosyalist hareketinde önemli günler yaşanıyor.
Son bir ayda sol, günlük basının sütunlarından düşmez oldu. Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile Türkiye İşçi Partisi (TİP), yurtdışında başlattıkları birleşme sürecine (TBKP) ek olarak, parti çalışmalarında bulunmak üzere iki liderini Türkiye’ye gönderme kararı aldı. Bu satırlar yazıldığı sırada Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’ın Türkiye’ye dönmeleri bekleniyordu.
Geliyorlar…
Gelecekler…
Hayır, geldiler bile…
Geçtiğimiz aylarda yoğun biçimde “geliş” olayı tartışıldı. Öyle sanıyorum ki, iki sekreterin Türkiye’ye dönüşleri üzerinde iktidarın olası bir sert tutumu, bu ülkede hep görüldüğü gibi, tartışmalarda bir odak kaymasına da neden olabilecek. İnsanlar, inançlarını ve itirazlarını bir süre askıya almaya ve birer “demokrat” olarak TBKP’nin ve liderlerinin haklarını savunmaya davet edilecekler…
Önce, bu olası davete kendi adıma yanıt vermek istiyorum.
“Demokrat” değilim; ama Kutlu ve Sargın’ın Türkiye’de özgürce, istedikleri çalışmada bulunabilmelerini istiyorum.
TKP ve TİP’in birlik programlarını ve yeni yönelimlerini hiç mi hiç benimsemiyorum; ama birleşme iyi olmuştur diyorum.
10 yıl önce TİP’in Birinci Büyük Kongresinde alınan bir kararda nasıl “TKP adını taşıyan kuruluş Türkiye’de yasal olarak kurulabilmelidir” denmişse, bugün kendi adıma “TBKP adını taşıyan kuruluş Türkiye’de yasal olarak kurulabilmelidir” diyorum…
Hemen ardından ekliyorum: Ama “demokratlık” adına, sözü edilen birlik zemininin tartışma dışı tutulmasına itiraz ediyorum. Sayıları ne olursa olsun, karanlık bir dönemde bile tercihlerini sosyalizm doğrultusunda yapmış gencecik insanların, “çağımızın sosyalizmi” olarak TKP ve TİP’in yeni zeminini tanımalarına suskun kalınmamalıdır diyorum.
O halde, tartışacağız.
Kuşkusuz, efendice tartışacağız. Önce, Türkiye sosyalist hareketine iyi kötü yıllarını vermiş insanların, hangi gerekçelerle yeni bir zemin seçtiklerini anlamaya çalışacağız. Elbette “şu kadar yıllık revizyonizm” diye kestirip atmayacağız. Sonra, daha önemlisi, bu ülkeye bir kez daha ve dikkatle bakacağız. Liberal-sivil bir topluma dönüşme şansının ne olduğunu şöyle bir düşüneceğiz. Yargımızı, ondan sonra vereceğiz. Bu yargının klasik suçlama ve aşağılamalarla başlaması gerekmiyor. Yalnızca, duruma göre, yolların çok ciddi ve köklü bir biçimde ayrıldığını vurgulamak yetiyor.
Yazıda, kendi adıma, bunun bir başlangıcını denemek istiyorum.
Yakın Geçmişe Kısa Bir Gezi
Tarihsel süreçte iki ana eksen olarak bir yanda Türkiye’deki sosyalist mücadeleyi, öte yandan da uluslararası ilişkilerle birlikte dünya sosyalist hareketini alırsak, bu iki eksenin zaman zaman ilginç biçimde çakıştıklarına ya da ayrıldıklarına tanık olunuyor. Örneklerini 1960 öncesinden de bulmak mümkün. Ancak son çeyrek yüzyıl sıcaklığını koruduğundan, kısaca bu dönemi ele almaya çalışacağım.
Türkiye’de 61-71 canlanışı, uluslararası alandaki olumlu gelişmelerden önemli ölçüde beslendi. Burada ayrıntılarına girmeyeceğim, başka yazılarda değinmeye çalıştığım nedenlerle, Türkiye sosyalist hareketi bu dönemde adeta bir “doğum” olayı yaşadı. Küçük bebek her şeyi eline alıp ağzına götürdü, tadına baktı. Bebeğin tattıklarının pek çoğunda o döneme özgü keskin bir radikalizm vardı. Türkiye sosyalist hareketi bu gecikmiş, daha doğrusu yenilenmiş doğumunda, en çok radikalizmin etkisini duydu. Bu çerçevede, yalnız da değildi. Köklü bir geleneğe sahip batı da, aynı dönemi, Castro-Guevara eylemleri, Fransa’da 68 olayları, doğuda Vietnam direnişi ve nihayet Çin Kültür Devrimi’nin haykırışları arasında geçirdi. Çok büyük ölçüde etkilendi.
Türkiye’de sol hareket 61-71 döneminin radikal gıdalarını sindirebileceği bir noktaya ulaştığında ise, 12 Mart geldi çattı. Bugün geriye dönülüp bakıldığında, 12 Mart döneminin zamanında yeterince dikkat çekmeyen önemli ve kalıcı sonuçlar yarattığı görülebiliyor. Başlıcalarını şöyle özetliyorum:
– 12 Mart döneminin genç kadro adaylarını yıldırma anlamındaki etkisi, sanıldığı kadar büyük değildir;
– 12 Mart dönemi baskıları kadrolarla yığınlar arasındaki bağları koparmış, bu anlamda “yalnız” kalan insanların, yalnızlığın genellikle verdiği teorik düşünme dürtüsü sonucu, radikal gıdaları kendilerince sistemleştirip bir ölçüde sindirebilmesine olanak tanımıştır;
– Bu açıdan, 12 Mart döneminin özelliği, baskılardan çok sosyalist kadroların, geleceği de etkileyecek bir yeniden konumlanma süreci yaşamalarıdır.
Kısacası, önce aşırı bir radikal beslenme, sonra burun sürtülmesi…
Türkiye sosyalist hareketi 12 Mart dönemini, bu ikisi arasındaki çelişkiyi bir sentezde uzlaştırmaya çalışarak geçirdi. Aşırı sert öğeler önemli ölçüde törpülendi; ama doğrusu bu ya, bilimsel sosyalist teoriye içkin olan özel radikalizmden pek ödün verilmedi. Türkiye solunun ana kadroları, 12 Mart’la birlikte “demokratlaşan” ara unsurlara karşın, yeni döneme uzun ömürlü olacağına inandığı bu sentezle başladı.
Ama gel gör ki, yeni dönemde böylelerini radikalizmden çok “sivil” tonların ağır bastığı bir dünya ilerici hareketi ile, masmavi ve gene “sivil” damgalı bir Ecevit solculuğu bekliyordu… İkinci Büyük Savaş’tan kesin bir “demokrasi” umuduyla ve gömlekle çıkan Türkiye solu hemen karşılaştığı soğuk savaşta nasıl zatürre olmuşsa, bu kez tersi yaşanıyordu: 12 Mart’tan radikalizmin kalın paltoları ile çıkan sol, şimdi “sivil” rüyaların bunaltıcı sıcağıyla yüzyüze geliyordu…
Avrupa’nın güneyinde Akdeniz kuşağında faşist rejimler armut gibi düşüyordu. Ama onun yerine yükselen, en çok “demokrasi” ile sınırlanan, daha önemlisi sosyalist hareketi de bununla sınırlayan modeller oluyordu. Fransa ve İtalya’da komünist partiler oy sıçramaları gerçekleştiriyordu. Ama bunu başaran gene “yeni” ve “sivil” bir çizgiydi ve adına Avrupa Komünizmi dendi. Dünya ABD emperyalizmini zorluyordu, ama en çok barış adına. Detant ise pek çok kesim tarafından, sınıf mücadelelerinin radikal uçlarının uğruna törpülenebileceği bir üst hedef olarak algılandı.
Ve Türkiye…
Evet, kitleler 12 Mart döneminden “sola yönelmiş” olarak çıkmışlardı. Ama bu kitleleri alıp götüren, Ecevit CHP’sinin mavi ve liberal umut dalgasıydı. Dalganın, çok ama çok yüksek olduğunu kabul etmek gerekiyor. İsteyen araştırabilir; bir gösterge olarak şunu söylemekle yetiniyorum: Türkiye’nin en radikal, en “anti-liberal”, özenti de olsa en Jakoben solcularını alın, hepsinin geçmişinde, özellikle 75-77 arasında sıkışan bir Ecevitçilik bulursunuz…
Sonra, 12 Eylül yılları geldi.
Önce sindirilmiş, geçici öğelerden esinlenen, çoğu kez de Kemalizmin ve milliyetçiliğin hizmetine koşulan bir radikalizm. Sonra, 12 Mart dönemindeki senteze oturtulan ortodoks-teorik radikalizmin, detant koşulları ve Avrupa Komünizminin sıcaklığında hafifçe erimeye başlaması. Ecevit dalgasının “kitleler” konusunda yarattığı liberal ve populist umutlar. Ve nihayet 12 Eylül’le birlikte, bir kez daha çok ağır darbelerle karşılaşılması…
Açıkçası, bir yere kadar anlayışla karşılamak mümkün. Bu, herkesin kolaylıkla kaldırabileceği bir yük değildir. Anlayış gösterilsin, gösterilmesin, net sonuç şudur:
Türkiye solunun önemlice bir kesimi, yaşanan bunca deneyden sonra sol liberalizmi seçmiştir. Sol liberalizm, 12 Mart’la birlikte solun ara kesimlerinde başlayan “demokratlaşma” sürecine, önceki kadroların da katılmalarıyla ulaşılan bir son halkadır.
Belki “taktik”? Belki “stratejik manevra”?
Bence hayır. 12 Eylül’le hız kazanıp günümüzde doruk noktasına gelen süreçte, Türkiye solunun önemlice bir kesimi, artık tam tamına yapı ve kabuk değiştirmektedir. Yeni solun liberal türevlerine eğilimli, “sivil toplumcu” ve anti Jakoben tekil aydınlar ile TKP ve TİP’in geçirdiği dönüşüm sürecinin özü aynıdır.
Nereye kadar “gerçekçi”?
Gerçekten de almaşığı olmayan, kaçınılmaz bir süreç mi?
Bunları da tartışmak gerekiyor.
Tartışmanın Temelleri
Çok açık konuşulabilir.
Ama en başta Haydar Kutlu’yu kutlamak istiyorum. Şöyle demişti: “…temel sorun hiç bir tarafın tekelcilik iddiasıyla ortaya çıkmamasıdır. Yani, gerçeği yalnız biz biliyoruz, gerçek bizim tekelimizdedir, işçi sınıfı yalnız bizim tekelimizde… Hatta Sovyetler’le dostluk bizim tekelimizde vs. bunları demiyoruz. Sol üzerinde tekelci anlamda hegemonya kurmak yaklaşımında olmamak gerekiyor.1
Yukarıdaki yaklaşım biçimi, TKP çizgisinin 1974-80 arasında izlediği saldırgan ve iddiacı tutumla karşılaştırıldığında, kuşkusuz olumludur. Kutlu’yu ve TKP’yi bu sevecen tutuma götüren (belki de zorlayan) gerekçelerin farkına varmak zor değil; ama gene de olumlu karşılamak gerek. Daha önemlisi, bu durumda, yeni yönelimlerin eskiden yapıldığı gibi kaş göz işaretleriyle “yukarıya” fatura edilmesi ve hep o sınırda tutulması da mümkün değildir.
Demek ki, tartışabileceğiz.
Çünkü, gene öyle anlaşılıyor ki artık ortada çok ama çok deneyimli, her şeyi her zaman çok iyi bilen, sürekli olarak kafasında sınıf mücadelelerinin kırk tilkisi dolaşan efsane önderler de yok. Bunu da Kutlu’nun söylediklerinden çıkartmak mümkün: “Birincisi partimizin şimdiki yönetimi, 1960 sonrasında, son zamanlarda 68 kuşağı denilen kuşak içinden çıkmış insanlar. Örneğin ben şu anda başka isim veremiyorum bilinen nedenlerle. Ama bütün yöneticilerimiz bu kuşak içerisinden çıkmıştır.2
Tartışırken ilk konuyu iyi seçmek gerekiyor. Bilimsel sosyalizmin özü, temel öğeleri, zamanla dönüşebilen yanları, değişen koşullara ayak uydurmanın biçimleri vb. sanıyorum iyi bir başlangıç noktası oluşturacaktır.
Marksizm elbette bir laboratuarda, üzerinde çalışan insanların niteliklerinden bağımsız, tam nesnellikle incelenebilecek bir “bilim objesi” değil. Marksizm, her şeyden önce bir sınıf mücadelesi öğretisidir. Sınıf mücadelesi, toplumda nesnel biçimde ve kendiliğinden varolsa da, bunun ulaşması gereken bir üst aşama siyasal mücadeledir. Siyasal mücadele ise, bilinçli tercihlerle kolektif yapıların içinde yer alan, belli nitelikte insanlarca verilir.
Bu durumda, bir öğreti olarak marksizmin nihai gerçekleşme biçimi siyasaldır ve bu anlamda öğretinin nesnelliği ile onu bir siyasal mücadele olarak sürdürenlerin öznel konumu ayrılmaz bir bütün oluşturur.
Yukarıda söylenenler, subjektif öğe üzerinde yeniden durulmasını gerektiriyor. Subjektif öğe, yalnızca sınıf mücadelesi süreci içinde somut siyasal kararlar alan, insanları örgütleyen bir yapı değildir. Subjektif öğe aynı zamanda bir teorik mirası devralıp onu yorumlayan, daha yolun başında ona yeni bir ruh kazandırabilen etmendir. Oldukça önemli olduğunu sanıyorum: Subjektif öğenin öneminin vurgulanışı, yalnızca sınıf mücadelesi sürecine ilişkin pratik bir sonuç değildir; Marksist mirasın belli bir ülkede entelijansiya tarafından ele alınıp şekillendirilişi de, gene doğrudan doğruya subjektif öğeye ilişkin bir sorundur. Geçmişe dönülüp bakıldığında, tam da bu nedenle, subjektif öğe yalnızca “Nisan Tezleri’ni yazan” öğe değildir; en başta, 1898-1902 yılları arasında Marksist miras ile yerli devrimci demokrat geleneği teorik olarak yorumlayabilen bir etkinliktir.
Türkiye’ye, subjektif öğeyi izlemek için dönebiliriz.
Çok açık yazmak gerek: Türkiye’de, yazının başlarında sözünü ettiğim süreci yaşayan, radikalizmle beslenip darbe yiyen, sonra giderek demokratlaşan ve çağımızın sırrını demokratlıkla liberallikte bulmaya başlayan kesim, kendi olgunlaşma dönemini, marksizmin liberal yorumuyla bütünleştirmeye çalışan bir subjektif öğedir.
İkincisi; Geleneksel solda olsun, devrimci demokrat kesimlerde olsun, marksist mirası, yaşadığımız çağı ve özellikle de bu ülkeyi, liberal ve demokrat yaklaşımların sınırlarını aşarak, radikal bir özden hareketle değerlendirenler ise, bir başka subjektif öğeyi oluştururlar. Bunlar da, kendi olgunluk dönemlerini, radikal çıkışlarına denk düşen bir teorik-pratik anlayışla başlatmak isteyenlerdir.
İkisini birlikte gözetip yazarsak, ortaya şu sonuç çıkıyor: Bugün Türkiye solunda marksist mirasa liberal yaklaşımla radikal (ya da Jakoben) yaklaşım arasındaki farklılık, en genel anlamla, yolların ayrılması noktasına ulaşmıştır.
Liberal yaklaşımın evrensel ve Türkiye’ye özgü gerekçeleri, genel hatlarıyla nedir?
Liberal yaklaşım, Sovyetler’de başlatılan açıklık ve yeniden yapılanma sürecinin getirecekleri ile kapitalist dünyada artık vazgeçilmez bir yerleşiklik kazandığı varsayılan demokratlığın, ayrılmadan ve birlikte yürüyebileceğine inanıyor. Eskisine göre önemli bir farklılık var: Daha önce evrensel (global da diyorlar) sorunlar, çok açık biçimde sınıf çelişkilerinin aldığı görünümler olarak değerlendirilirdi. Pek de uzak olmayan bir “son tahlil” de, hep bu baza indirilirdi. Bugün evrensel sorunlara sınıf çelişkileri ve mücadeleleri ekseninin çok daha dışında sorunlar olarak bakma eğilimi güç kazanıyor. Doğal bir sonuç olarak demokrasi de, sınıfsal içeriğinden bağımsız, mutlak ve insanlar için artık ekmek su gibi vazgeçilmezlik taşıdığına inanılan bir kategori olarak görülüyor.
Batıda gerçekten şu ya da bu anlamda (hangi anlamda olduğu ayrıca tartışılabilir) demokrasi ve barış isteyen yığınların varlığının, kapitalist devletin sınıf niteliğini ne ölçüde rötuşlayabildiği ya da yumuşattığı, çok dikkatle tartışılması gereken bir noktadır. Kitlesel özlemlerin, kapitalist devletin sınıf niteliğine her zaman etkili olabilen frenler koyduğu düşüncesi aşırı iyimser, dolayısıyla gerçekçilikten uzak bir düşüncedir. Sınıfsal güçler ve temellerle pekiştirilmemiş standartlar, burjuvazinin zorlanarak da olsa her zaman geri alabildiği standartlardır. Hiç unutmamak gerekir: İnsanlığın en büyük katili savaşlar ve faşizm, burjuva demokrasilerinin beşiklerinden türemiştir.
İkinci olarak söylenmesi gereken şu: Kalıcı bir dünya barışının sağlanması gibi pratik ve elde edilebilir hedeflerin dışında, kapitalist ve sosyalist dünyaların az çok ortak bir demokrasi anlayışında buluşabilmesi, büsbütün olanaksızdır. Buna inanmak, demokrasinin sınıflar ve sistemler dışı mutlak bir kategori olduğunu savunmakla eş anlamlıdır.
Sol liberalizmin, sözgelimi Türkiye’de savunduğu ve savunacağı demokrasi anlayışının aynısı, kapitalist sistemin sosyalist sisteme saldırırken kullanacağı demokrasi anlayışıdır ve bu çelişkiyi çözmek, ne kısa ne de uzun dönemde mümkün değildir.
Liberallik: Ya Tutarsa…
Liberal yaklaşım, “Türkiye’ye özgü” olduğu varsayılan ya da Türkiye’de artık devreye girdiğine inanılan başka gerekçelere de dayandırılıyor.
Kimi örnekler vereceğim. Örneklerin sahipleri, bu yazıda ele alınan kesimin temsilcileri değil. Ancak söylenenlerin özünün TKP ve TİP’in yeni yönelimlerinin de tam tamına temelini oluşturduğuna inanıyorum. Örneklerin, bir tipolojiyi ve ona özgü bakış açısını sergileme açısından önem taşıdığını sanıyorum.
12 Eylül’ün solda köklü ve kalıcı etkiler yarattığı anlaşılıyor. İşte tipik bir örnek: “Seksenlerden sonra Türkiye şu ya da bu şekilde dengelenmeye aday bir toplum görünümündedir. Sürprizler eskisi gibi şaşırtıcı değil, umutlar eskisi gibi sınırsız değil. Olabileceklerle olamayacaklar arasındaki çizgi daha net.” 3
Elbette Belge ile Kutlu görünürde çok ayrı yerdeler.4 Ama “biz kapitalizmden sonrasını düşünmüyoruz” diyen, kapitalizmin sınırları içinde çözümler aradığını açıklayan Kutlu’nun da bu anlamda beklentilerini sınırlayabildiği, Belge ile aynı noktada buluştuğu söylenebilir. Kutlu’nun, bugüne dek “tabandan kurulan parti” bulmak için her yeri dolaşan A.Savaş Akad ile de fazla ortak yanı olmadığı düşünülebilir. Oysa Akad da diyor ki “Türk toplumunun Osmanlı’dan bu yana bir türlü liberalizm üretememesi, toplumun dinamik unsurunu oluşturan bizlerin, gelişme uğruna bu işlevi de yüklenmek zorunda kalmamız ile sonuçlanabilir.”5 TKP ve TİP’in yeni zemininin gerçek anlamı, tam tamına budur.
Kısacası Türkiye’de, belli bir “demokrasi” modelinin iyice yerleştiği, yasaksız, liberal bir toplum hedefleniyor. Ne ölçüde gerçekçi?
Günümüz Türkiye’sinde burjuvazinin temel sorunu (eğer böyle ayırmak doğruysa), altyapıda sürekli bunalımlara, hatta tüm ayarlamalar tek bir modele göre yapıldığı için devrilmeye gebe bir ekonomi ile, üstyapıda kalıcı ve kapsayıcı bir pasifikasyon ideolojisinin üretilememiş olmasıdır. Ekonomide büyük riskler alan bir kapitalizmin, üstelik ideolojik güvencelerinin de yetersiz olduğu koşullarda, kimilerinin beklediği anlamda bir sivil topluma oynaması mümkün değildir.
Bu noktayı açmak gerekiyor.
Türkiye ekonomisinin 24 Ocak’la oldukça köklü bir değişiklik geçirdiğini kabul etmek gerek. Üzerinden 8 yıl geçti ve pek çok alanda, geri dönülmesi güç adımlar atıldı. Öyle ki, Demirel’in, uygulanmakta olan ekonomik politikaya ilişkin olarak söylediği pek az söz bile “nasıl olsa değiştirecek duruma gelemem” rahatlığına dayanıyor. SHP’nin ise kendini 24 Ocak çizgisi doğrultusunda “yenilemesi” gündemdedir. Kısacası: Türkiye burjuvazisi, oy sandıklarından anladığı kadarıyla yığınların eskiye pek de hevesli olmadıklarını görüyor ve ANAP’ı daha çok kolluyor. Başlatılan işi, Türkiye burjuvazisi adına sonuna dek götürebilecek olan, ANAP’tır. Gel gör ki, ihracatın durması, şu ya da bu nedenle petrolsüzlük ya da petrol faturasının birden kabarması, düpedüz ekonominin çöküşü anlamına gelecektir.
Bu, dikenlerin üstünde bir yürüyüştür. Yürüyüşü daha da tehlikeli kılan, Türkiye burjuvazisinin, toplumsal hareketliliği çeşitli “siper savaşlarında” oynayabileceği bir ortak payda ideolojisini bir türlü yerleştirememesidir. Türkiye batıdan farklı olarak, liberalizm-sivil toplumculuk türü bir ideolojiyi topluma yerleştirme şansına baştan sahip değildi. Fırsat, tarihsel olarak çoktan kaçmıştır. Kimsenin kuşkusu olmamalı: Türkiye burjuvazisi ciddi biçimde kalkan her başa, açılan her gediğe sınıf egemenliğinin doğrudan güçleri ile yönelmek zorundadır. Başka yolu çaresi yoktur.
Sonuç olarak Türkiye solu Akad’ın deyişiyle “liberalizm üretmekte” ne denli verimli ve başarılı olursa olsun, alıcı bulamadığı için ürettiğini kendisi tüketmek zorunda kalıyor. Türkiye’de sosyalistlerin demokratlaşmasında, burjuvazinin bir türlü almadığı liberalizmin iç tüketimde kullanılmasının büyük payı vardır.
Söylenenlere birkaç ek daha yapmak mümkün: Türkiye’nin bugünkü ekonomik politikası özellikle işçi sınıfını liberal ve uzlaşmacı yaklaşımlardan uzak tutmaya mahkum bir tutuculuk barındırıyor. Bugünkü politikalar çerçevesinde, işçi sınıfını kitle olarak radikalizmden koparmak çok güç olacaktır. Bu durumda liberal yaklaşımları yeğleyen solun önünde iki yol kalıyor: İlki, işçi sınıfından büsbütün vazgeçip kentli orta sınıflardan taban aramak; ikincisi, yeni ve “sol” bir işçi aristokrasisi yaratıp, uygun bir “devrimci” sendikal örgütlenmeyle işçi kesimini denetim altında tutmaya çalışmak… Duruma göre, ikisinin bileşimi de uygulanabilir. Bu olasılığın, daha doğrusu tehlikenin altını özellikle çizmek istiyorum.
Tarih ve Tekerrür
Tartışma, daha teorik bir çerçevede sürdürülebilir.
Az önce marksist mirasın, onu ele alıp yorumlayan subjektif öğe ile bir bütünlük kazandığından söz etmiştim. Böyle bir yaklaşım, eldeki marksist mirasa yaklaşan kesimlerin bizzat kendilerinin otopsi masasına yatırılmasını gerekli kılıyor.
Gerekçelerden birine değinmiş bulunuyorum: Son çeyrek yüzyılda dünyada ve Türkiye’de yaşananlar, sonuçta gelinen yer olarak, liberal bir illüzyon için oldukça elverişli bir çerçeve oluşturdu. Dünya artık demokrasi denen bir eksen etrafında dönüyordu. Böyle bir bakış, 12 Eylül’ün demokrasi düşmanı sillelerini yemiş insanlarımıza öylesine uygun geldi ki…
Burada bir 12 Eylül sonu solcu tipi çizmek istiyorum. Bunun için, bir süre onlar gibi düşünüyorum: ”Geçmişte 1961-71 TİP hareketinin sağladıkları ‘donmuş bir toprakta buzların çözülüşü’ne benzetilmişti. Bugün bir kez daha donmuş toprağın buzlarını çözmek gerekmiyor mu? Zamanında TİP “sosyalizm” sözcüğünü bir tabu sayılmaktan çıkartmıştı. Şimdi, yeni yönelimler içinde, makul, aşırı ve ürkütücü hedefler koymayan, kısacası gerçekçi bir hareket bu kez ‘komünist’ sözcüğünü tabu olmaktan çıkartamaz mı? Çıkarırsa fena mı olur? 61-71’de radikal marksist yorumlar TİP’in buzlarını çözdüğü toprakta yeşermişti. Şimdi, yeni ve belki de gene radikal yorum ve hareketler için önce TBKP’nin şu anki buzları çözüp toprağı elverişli hale getirmesi düşünülemez mi?”
İlk bakışta çok cazip, ama cazip olduğu kadar da “kazib” bu yaklaşım biçimini daha yakından irdelemekte yarar var.
İlk bakıştaki çekici yanlarına karşın yukarıdaki yaklaşım tarihsellik, süreç ve gelişim fikirlerinin tam bir yadsınmasını oluşturuyor. 1961-71 TİP deneyimi, o dönemin tarihselliğine denk düşen, “otantik yaşanmış” bir olgudur. 61-71 dönemi, güzel sonuçlarına karşın, kim ne derse desin, içindeki hiç bir kesimin tarih ve sınıf bilinci olarak diğerlerinden tam ayrışmadığı bir emprovizasyondur.6
Oysa Türkiye sosyalist hareketi çeyrek yüzyılda ideolojik- teorik formasyon olarak, geçmişe dönülmesini karikatüre çevirecek adımlar atmıştır. Kritik nokta, bu adımların hızlandırılması ve süreklileştirilmesidir. Daha açık bir değişle günümüzün koşullarında 1961-71 açılımlarına öykünmek, eğer ideolojik ve örgütsel alanlarda köklü ayarlamaları da gündeme sokuyorsa, son derece tehlikelidir. Türkiye’deki kadroları, tüm potansiyel ve perspektifleriyle birlikte yeniden “donmuş toprakta buzları çözme” adına tek başına demokrat görevlere mobilize etmek, onları geriletmek, iğdiş etmektir.
Okurların dikkatini çekmiştir. Yukarıdaki örnek düşünce biçimi ve ona yönelttiğim eleştiriler, söz konusu düşünce biçiminin belli bir “taktik” anlayışına dayandırılması durumunu varsayıyordu. Aynı varsayım ışığında son olarak söylenebilecek olan ise şu:
Taktik esneklik, kaydırma ya da konumlandırmalarda, asıl güç alanı hiç bir zaman boş bırakılmaz. Başka deyişle, söz konusu olan sosyalist hareketse, ideolojik, örgütsel ve politik alanlardaki ana tahkimat uygulanan taktik adına tümüyle ortaya sürülmez, bu alanlar boş bırakılmaz.
10 yıl önce söylene söylene sakızlaşan “ideolojik titizlik politik esneklik” deyişinin anlamı da, tam tamına budur.
Eğer söylenenler doğru ise, ortada iki ihtimal kalıyor: Yeni yönelimler ya son derece hatalı bir taktik anlayışa dayanmaktadır ya da ortada herhangi bir taktik değil, düpedüz yeni bir ideolojik-politik konumlanış vardır.
Bugüne dek, özellikle de son aylarda söylenenlere bakılırsa, söz konusu olan ikincisidir. Yani TKP ve TİP gerçekten de, çağımıza ve koşullarına uygun olduğuna inandıkları yeni bir ideolojik-politik konumlanma süreci içindedir.
Bu durumda, yeni konumun temellerine eğilmek gerekiyor.
Revizyonizm: Bir Tanım Denemesi
Çok net bir soru ile başlamak istiyorum. Revizyonizm nedir?
TKP ve TİP’in, geldikleri son noktada inandırıcı ve doyurucu bir revizyonizm tanımı yapmakta zorlanacaklarını sanıyorum. Yardımcı olabilir inancıyla, ben bir tanım öneriyorum.
Radikal ve devrimci tutum, değişeni, özgün hedefler doğrultusunda yeniden değiştirmeye çalışmaktır. Revizyonizm ise, değişenle birlikte değişmektedir. Radikalizmde direnç, değişmemek değil, değişeni dönüştürmektir. Revizyonizmde kolaycılık, değişenin peşinden sürüklenmektir. Sosyalist hareketle yaşam arasındaki ilişkiler bütününe gerçekten ileriye yönelik ve bu anlamda sarmal bir nitelik kazandırmanın yolu, değişeni dönüştürmekten geçer. Değişene teslim olmak ise, sarmal gelişim modelinin dışında, yatay düzlemde eksen kaymalarıyla sonuçlanır.
Yukarıdaki tanımda yalnızca soyut bir “değişim” kavramını alıp kullanıyorum. Daha somut bir değerlendirmede “çok şeylerin değiştiğini” söyleyenler, bunların neler olduğunu bir bir açıklamak zorundadır.7
Yukarıdaki revizyonizm tanımı doğrultusunda, sorunun uluslararası boyutlarına ilişkin eklemeler yapılabilir. Dünya ölçeğindeki kapitalizm-sosyalizm çelişkisinin ulusal ölçekteki yansımalarını ele alırken, Gelenek’te pek çok kez değinildiği gibi, dikkatli olmak gerekiyor. En kısa biçimiyle, yeniden vurguluyorum: İki sistem arasındaki çelişkinin odaklanma biçimi, ulusal ölçekteki sınıf mücadelesinin içinde cereyan edeceği genel çerçeveyi belirler; yoksa bu mücadelenin her yönüyle bizatihi kendisini, alacağı somut biçimlere vb. kadar, doğrudan belirlemez.
Bu açıklamaya bağlı olarak, önemli olduğunu sandığım bir başka noktaya daha değinmek istiyorum. Tarihin tanıklığı şöyle:
Geleneksel solun, uluslararası ilişkilerin belirli bir momentini veri alarak kendini her yönüyle bunun koşullarına uydurması, yeni uluslararası ya da ulusal durumlar ortaya çıktığında oldukça önemli intibak güçlükleri doğuruyor. Sonuçta, kadrolar çok ciddi biçimde yıpranıyor, erozyona uğruyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Polonya’nın Nazilerle Sovyetler arasında paylaşılması, 1968 yılında Çekoslovakya’nın işgali, zamanında belirli bir kanala çok fazla angaje olunduğundan, komünist partilerde önemli fırtınalar yaratmıştır. Gene İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonunda, kendilerini kalıcı bir demokrasi dönemine koşullayan partiler, soğuk savaşa ayak uyduramadılar. Yalnızca hatırlatmakla yetiniyorum: Bugünkü bir esneklik ve amorflaşma, yarınki bir gerginlik ve bunalım ortamına adapte edilemeyecektir.
Önemli bir tehlike olarak altını çiziyorum.
Olası Gelişmeler: Bir Perspektif
Geleneksel solda TKP ve TİP’in yeni bir zemine kaymalarının bir bütün olarak Türkiye sol hareketi ve kadroları üzerindeki etkileri neler olabilir?
Türkiye solunda geleneksel sol adına doldurulması gereken ve öteden beri varolan radikalizm boşluğu, TKP ve TİP’in yeni yönelimleri ile büsbütün açıklık ve belirginlik kazanmıştır. Önemli olan, söz konusu boşluğun ne tür dinamikleri harekete geçirebileceğidir.
Türkiye’de geleneksel solun eski yapılanmaları ile devrimci demokrat radikalizm arasında ilginç bir ilişkinin varlığından söz edilebilir. Yakın geçmişe ve günümüze bakıldığında, bu ilişki şöyle biçimleniyor: Sol polemiği çok seven devrimci demokrasi, geleneksel sol ile kendi arasında, “darbelerinin” ulaşabileceği bir yakınlığı korumaya çalışıyor. Kendisi istemese de, öyle oluyor. Geneleksel solun eski yapılanmaları gidebilecekleri kadar sağa gittikleri için, devrimci demokrasinin kimi kadroları geleneksel solun geride bıraktığı boşluğa daha çok yönelecektir. Siyasal tabloda adeta bir fizik kuralı gibi işleyen bu “vakum” etkisinin yanısıra, devrimci demokrasinin aklı başında kadroları kendi dinamikleriyle geleneksel sola daha yakın konumlara yönelmektedirler. Bu, dikkate değer bir olgudur.
Ancak, geleneksel solun eski yapılanmalarının geride bıraktığı boşluğu doldurmaya aday olanlar, devrimci demokrasinin kimi kesimlerinden de önce, teorik konumları öteden beri geleneksel solda bulunan kadrolar ve yapılanmalardır. Aynı boşluğa ve onu doldurmaya yönelen güçlere, TKP ve TİP’in yeni yönelimlerini içlerine sindiremeyenlerden katılımlar olması muhtemeldir.
Yukarıda kısaca özetlenen dinamikler hep birlikte ele alındığında, geleneksel soldaki boşluğu doldurmaya çalışan ya da yeni yeni bu alana yönelen güçlerin sağlıklı bir tanımı önem kazanmaktadır.
Öyle sanıyorum ki bu süreçte ön plana çıkması gereken kilit görev, bilimsel sosyalizmin teorik radikalizmle yeniden takviyesi ve bu haliyle diri tutulmasıdır. Sol hareketteki son gelişmelerin ön plana çıkardığı gereksinim bilimsel sosyalizmin ana ilkeleri çevresinde sağlıklı ve gerçekçi ama liberalizmin sihrine katılmayan tezlerin üretilmesidir. Geleneksel soldaki eski yapılanmaların yeni yönelimleri, pek çok kişiye çekici ve gerçekçi gelebilir. Kimileri de “taktik” bir anlayış içinde aynı gelişmelere olumlu bakabilir. Doğaldır. Ancak, özellikle bu ülkenin, Türkiye’nin koşullarında, yeni zemini içine sindiremeyecek pek çok diri unsur vardır. Önemli olan bu unsurlara ve yeni katılımlara net bir alan çizmektir. Başka türlüsü, radikal tepkileri bir tabakta devrimci demokrat sorumsuzluklara ya da başka şarlatanlıklara peşkeş çekmek olur. Bu, büyük bir günahtır ve asla izin verilmemesi gerekir.
Peki, nedir bu teorik radikalizm? İnsanlar, bir boşluğu doldurmak için, bilimsel sosyalizm adına, bilinmeyen, duyulmamış şeyler mi üretecekler?
Elbette ve kesinlikle hayır.
Bu konuda en başta Batı Avrupa ile Türkiye’yi birbirinden net çizgilerle ayırmak gerekiyor. Batı Avrupa’da geleneksel sol yapıların sağa kayması ya da ehlileşmesi, bir ekolü büyük ölçüde sona erdirebiliyor. Başka deyişle, radikalizm boşluğunu doldurmaya, teoride yeni sol, pratikte ise terörizm talip oluyor. Türkiye’de ise, kesinlikle çok farklı. Türkiye’de geleneksel solun istisnasız tüm yapılanmaları ehlileşse bile, ortada, geleneksel sol adına doldurulabilecek bir radikalizm boşluğu gene kalacaktır.
Türkiye toprağı çok farklıdır. Türkiye toprağı, bilimsel sosyalizmin “öldü” denilen tezlerini yeşertecek berekettedir.
Sözünü ettiğim boşluk bir ortalama, bir “ara nokta” değildir; tam tamına geleneksel sol adına ve onun geleneksel araçlarıyla doldurulabilecek bir boşluktur. Örgüt teorisinden devlet teorisine, Jakoben bir öze sahip çıkılmasından demokrasi konusuna yaklaşıma kadar… Kimse, Amerika’yı yeniden keşfetme durumunda değil. Cesaretlendirici bir örneği aktarmak istiyorum: “Temel tarih kavrayışından, diyalektik yönteminden, devlet teorisinden, reel somutlanmışlığından, kapitalizme cepheden saldırma alışkanlığından ve sınıf mücadelesinin yol açtığı bütün sonuçları kabullenmekten soyutlanmış bir Marksizm(!) olamaz ve böyle bir Marksizm dünyayı değiştiremez.”8 Önemli olan, bunu yakalamaktır. Gerisi, gelecektir…
Türkiye solu yeni bir bölünmenin eşiğinde mi?
Solda öteden beri yakınılan, kişisel ve verimsiz olduğu ileri sürülen bir anlamda, kesinlikle hayır. Ama perdeleri aralayıcı, netleştirici ve yeni birlikteliklerin zeminini oluşturucu anlamda, evet. Bugün Türkiye’de solun kadroları, ikinci anlamda çok ciddi bir “bölünmenin” eşiğindedir.
Eşiğine gelinen bölünmenin özü, sosyalizme demokratlığın bir türevi olarak bakan, bu nedenle kendileri de giderek demokratlaşan kadrolarla sosyalist ideolojinin özgün ve ayrı konumunu teorik-pratik her alanda ve bir olgunlaşma döneminde korumaya çalışan kadrolar arasındaki farklılaşmadır.
“Sosyalist hareket içinde farklı kuşaklardan kadroların çatışmasında, genellikle çok sonradan algılanabilen bir nesnel öz vardır.”9 Türkiye’de bugün söz konusu olanın, tam anlamıyla bir kuşak çatışması olduğunu söylemek güç. Ancak şu bir ölçüde var: Türkiye sosyalist hareketinin 60 küsur yılı, marjinal kalmaktan, itilip kakılmaktan, kendisinin de iki gözü, kulağı ve bir ağzı olduğuna başkalarını ikna etme zorunluluğundan bezmiş bir tip üretti. Bugün bu tip, ezilmişliğinin üzerine usulca yürümek, estiğine inandığı liberal rüzgarlarla bir yerlere varmak istiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu heves içinde ideolojiye, onun arılığına falan da fazla önem verdiği yok. “Hele bir ortaya çıkayım” diyor… Hepimiz insanız; anlaşılamayacak bir istek değil.
Ama Türkiye’de başkaları da var Ayrılık, bu iki kesim arasındadır. Bu ayrılığı, efendice tartışarak, ortada hiçbir karanlık nokta bırakmadan sonuçlandırmak gerekiyor.
Sonra da “evli evine, köylü köyüne”…
Dipnotlar ve Kaynak
- Akis dergisi, 19-25 Ekim 1987 s.11.
- Nokta dergisi, 18.10.1987, s.15.
- Belge, Murat; “Tarihten Güncelliğe”, Alan yay., İst. 1983, s.414.
- Bu yazıda ayrıntılarına girmem mümkün değil. Türkiye toplumunun inançlar, değer yargıları, beklentiler vb. ile çok ayrı köşelerde biriktirdiği kümelenmelere bakıp ve bunlardan hareketle “çoğulculuğa yatkınlık” saptaması yapmak, kanımca çok kestirmeden gitmek oluyor. Ben, bugünkü sınıflar dengesinde, tam tersine, sözü edilen “çoğulcu” görünümün demokrasiyi değil, baskıcılığı davet ettiğine inanıyorum.
- Akad, A.Savaş; “Alternatif Büyüme Stratejisi” İletişim yay., İst. 1983 s.40.
- “Emprovizasyon” sözcüğünü bir örnekle açmak istiyorum. Geçmişte bir arkadaşım eski TİP’in son dönemlerinde “Emek” dergisi grubu ile yapılan ittifakın Bolşeviklerle legal Marksistlerin yaptığı ittifakla çakıştığını söylemişti. Benim inancım ise şuydu: Anımsatan yanları olabilir; sonuçta nesnel olarak bu anlama da gelebilir. Ancak işin içinde önsel bir bilinç ve tercih yoktu el yordamıyla gerçekleşmişti ve bu yönüyle de bir bakıma emprovizasyondu. Emprovizasyonun anlamlı ve yaratıcı sonuçlar verebileceğini kabul ediyorum.
- Bundan 10 yıl önce, TİP’in Merkez Eğitim, Bilim ve Araştırma Bürosu tarafından yayınlanan Yurt ve Dünya dergisinde, TKP’nin o dönemki programını ele alan bir eleştiri yayınlandı. İlginç bir bölümü aktarıyorum. “Bilimsel sosyalist hareketin ideolojik temellerini sürekli olarak sağlamlaştırmadan, hareketi sadece politik ve örgütsel alanlarda güçlendirmeye çalışmak mümkün değildir. Bilimsel sosyalist ideolojinin arılığını koruyamayan bir işçi sınıfı hareketi, burjuvazinin koyduğu bütün politik ve örgütsel engeller önünden kalksa bile kalıcı ve anlamlı başarılar kazanmış olmayacaktır.” (Mehmet Gökmirza; “TKP Programı”, Yurt ve Dünya sayı:9, Mayıs 78, s.363) Bu değerli eleştirinin, bugün için özellikle anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ama denecektir ki “işler değişti”… Bu durumda, yukarıdaki değerlendirmeyi de kadük edecek değişikliklerin neler olduğu, artık iyice tahrik edici bir sır olmaya başlıyor…
- Canatan, Ö.Bedri; “Muhafazakar Marksistler ve Marksist Muhafaza…”, Görüş dergisi, sayı:11, Ekim 87, s.18.
- Giritli, Aydın; “Trotskiy, Troçkizm, Eşitsiz Gelişim”, Gelenek 12.kitap.