Gelenek kitap dizisinin önceki sayılarında, başlıkta adı geçen iki konu ayrıntılı olarak ele alınmıştı. Geçtiğimiz ay içinde, başka dergi ve kitaplar içerisinde bu yazılara yönelik açık ya da imalı eleştiriler taşıyan öç çalışma yayınlandı. Biri, Türkiye Sorunları Dizisi’nde, C. Akman’ın “Bir Yanlış Tartışma” denemesi, diğerleri Saçak ‘ta, H. Berktay’ın “Türkiye’nin Özgüllüğü” başlıklı bir konuşma metni ve M. Ulusoy’un, Hikmet Özdemir’in Yön Hareketi araştırmasına ilişkin değerlendirmesi.
Ulusoy hariç diğer iki yazar, Gelenek‘de geliştirilen görüşlere atıfta bulunurken bir ortak tutum sergiliyorlar. Teorik içerik anlamında bir ortaklaşmadan söz etmiyorum. Vurgulayacağım yön, tartışma yöntemi, üslubu ve ahlakına ilişkin. Bir örnek Berktay’dan; yazar son dönem yayınlanmaya başlanan, Gelenek dahil birkaç “dergi”nin isimlerini saydıktan sonra, şöyle sürdürüyor: “Bunlara bakıyorum da, Türkiye’yi tahlile yönelen derin bir teorik çaba göremiyorum. Bol bol şöyle başlıklar var: Alt alta sendikal mücadeleler, haber düzeyinde ve ‘İşçi sınıfı mücadele ediyor’ diye bir slogan; sonra gençlik mücadelesi diye bir yığın olay ve gene bazı sloganlar (…) Bunlarda herhangi bir tahlil veya fikir parıltısı yok (…)”1 Berktay ve içinde yer aldığı çevrenin “teori yoksunluğun”dan dem vurmaya, kendilerinde nasıl bir hak bulabildikleri ayrı bir konu. Benim söylemek istediğim şu: Berktay, olağanüstü ucuz bir tutumla, haberciliği, sendikal sorunları ya da öğrenci sorunlarını ön planda tutmayı yayınlarına ilke edinen dergiler ve aktüel siyasal-kültürel tartışma platformu niteliği taşıyan yayınlar ile teorik bir organ kimliğindeki Gelenek dergisini aynı kefeye koyuyor. Gelenek okurları, bu dizinin kitaplarında bir yayın çizgisi olarak güncel haber ve yorumların yer almadığını biliyorlar. Ama Berktay, Gelenek’i eleştirilmesi kendince kolay, ancak ait olmadığı bir kategoriye sokarak, kendi okurunu meraktan kurtarmış oluyor…
İkinci örnek Akman’dan; yazısının hemen girişinde “Bu tartışmalar (Jakobenizm tartışmaları kastediliyor – AG) daha sonra yeni sol-geleneksel sol türü bir kutuplaşma içinde ‘geleneksel sol’u temsil ettiğini deri süren kişi ve çevrelerce alevlendirildi”2 deniliyor. Açıkça belli; kastedilen Gelenek kitap dizisinin yazarlarıdır. Ancak, yazısının devamında Akman’ın eleştirileri Saçak dergisinin Kemalist, uzlaşmacı tavırlarına, sağ tarih tezlerine yöneliyor. Akman, Saçak ‘ın “sağ” çizgisiyle, Jakobenizm yorumunu birbirine bağlıyor. Arada Gelenek‘i alıntılarla hatırlatmayı da ihmal etmiyor… Sonuçta, Saçak ‘ın basit ve net görüntüsü hedef alınırken, Gelenek de “halledilmiş” olunuyor. Ama şu var ki, Gelenek ‘de geliştirilmeye çalışılan Jakobenizm yorumuyla, eleştirilen yorum hiç benzeşmiyor. Gelenek‘ in Jakobenizmi sahiplenişi, yorumunun uzantısı olarak “sol”a çekici bir etki yapmaktadır. Akman’ın, yorum farklılığını tartışmak yerine, kendi Jakobenizm değerlendirmesini önce Gelenek‘e yüklemesi, sonra da Gelenek ‘i sağ revizyonist ilan etmesine akıl sır erdirmek mümkün değil… Akman, Berktay gibi ucuz bir yolu benimsiyor: Kendi kurguladığı bir karikatüre savaş açıyor.
Benzer bir tartışma ahlâkını, M. Ulusoy da paylaşmakta. Aşağıda görülecek; yazar, kesinlikle kendisi kurgulayarak yazıyor. Yazısına koyduğu bir dolu alıntı, satır aralarındaki anlamsız ve çirkin anti-Sovyetizme3 akademik (!) bir ciddiyet kazandırmak için düşünülmüş olmalı…
Sözünü ettiğim ilk iki yazı da, daha uzun çalışmaların birinci bölümlerini oluşturmakta. Okuyup bu “değinme”yi kaleme almaya karar verdiğimde, yazıların devamının henüz yayınlanmamış olmasını bir eksiklik olarak görmedim; Yazmak için dizilerin tamamlanması gerektiğini hiç düşünmedim. Nedeni şu: Gerek Berktay’ın, gerek Akman’ın, çalışmalarının 2., 3., vb. kısımlarında neler yazabilecekleri rahatlıkla anlaşılabiliyor. İç tutarlılığa sahip olduklarından değil; yeni ve derin tek bir satır içermemelerinden…
Öyleyse, eleştirmek neden gerekiyor? Kesinlikle eleştirinin muhatapları ile karşılıklı bir tartışma açmak için değil. Bunda herhangi bir yarar görmüyorum. Bu, devrimci demokrasi, Türkiye’de sol tarih ve Jakobenizm gibi çok önemli ve hassas konularda düşünülenleri bir kez daha vurgulamak için vesile doğurmuştur. Akman, Berk tay ve Ulusoy’ un “yararları” bundan ibarettir… Bir de, Akman’a özel not: Saçak yazarlarının unutkanlık, uydurma ve tahrifat ile ilişkileri çoktandır biliniyor. Akman’ın, eğer eleştirdiği yazıları okumamak ya da anlamamak huyları yoksa, belli bir tür siyasal “ahlak” ile aynı noktaya düşmüş olması üzerine düşünmesi gerekiyor…
Jakobenizm: Miras bir Siyasal Çizgi mi?
Jakobenizm ile başlayalım. Başka yazılarda da söylendi, ama tekrardan kaçınmamak gerekiyor. Jakobenizm, Büyük Fransız Devrimi’nin yükselttiği demokrasi ve evrensel özgürlük düşüncelerinin, genel anlamıyla bir hümanizmanın doruğu olarak biçimlenmiş bir siyasal hareketti. Her siyasal hareket ve ideolojinin sınıfsal düzlemdeki izdüşümlerini sorgulama yöntemi, Marksizmin alfabesinde yer alıyor. 1790’ların Jakobenizmi de sonuçta burjuva siyasetinin sınırları içerisindedir. Bunu söylemek yalnızca bir başlangıçtır. Bir adım daha atıldığında şu saptanmalı: Jakobenizm, devrimle yaratılan bir sınıflar ittifakının, devrimci burjuvazi, orta sınıflar ve yeni doğan işçi sınıfının, hatta köylülüğün kimi kanatlarının oluşturduğu nesnel bir ittifakın, organik olmayan bir birliğin önderliğiydi. Bu “ittifak”, siyasal inisiyatiflerin bir konjonktürde, belirli bir ortak zeminde buluşmalarıyla ortaya çıkmamış, kitlelerin örgütlü inisiyatiflerden yoksun olduğu bir momentte, en gelişkin örgütlenmeyi oluşturan Jakobenlerin siyasal alandaki boşluktan süzülmesini bilerek yükselmelerini yansıtmıştır. Bu “yükselme” sürecinde Robespierre ve çevresi bir hümanizmaya aşırı dozda angaje oluyorlar. Burjuva devriminin durulma döneminin yaklaştığı, burjuvazinin statükonun sağlanmasını talep ettiği, kitlesel sol radikalizmin düşüşe geçtiği yeni bir döneme geçilirken, Jakobenizm, gerileme dalgasına karşı bir direniş yaratıyor. Burjuva devrim sürecinde bir demokrat-hümanist iktidarın kural değil istisna olduğu gerçeği, Thermidor darbesiyle ilk kez tarihe bu kadar yalın şekilde yazılmış oluyor. Soyut bir toplumsal kurtuluşun havariliğini üstlenen Jakobenler, kendi sınıfsal özlerine, hatta temsil ettikleri genel ittifaka yabancılaşıyorlar. Bunun adı, devrimci demokrasidir. Burjuvazinin doldurmaya muktedir olmadığı “özgürleştirme” misyonu boyluğunu doldurmaya soyunmanın, bunu yaparken, tarihsel kökenini oluşturan burjuvaziden koparak, orta sınıf tepkiselliğine tercüman olmanın adı, devrimci demokratlıktır. Jakobenizmi, bu anlamda, devrimci demokrasinin doğumu olarak düşünmek mümkün. Ancak, bu görüş, çağdaş devrimci demokrat hareketin jakobenizme eşit olduğu, ya da “jakoben” sıfatını hak ettiği anlamına gelmiyor…
Devrimci demokrasinin, saf demokratların, ya da 1790’lar Jakobenizminin trajedisi, siyasal hümanizmalarını yaslayabilecekleri bir temel sınıf bulmanın ve yaratabilecekleri -ne kapitalist, ne sosyalist bir orta yol- düzenin nesnel olanaksızlığında gizlidir. Burjuvazi de bir trajedi yaşıyor: Yeni düzenini yaratırken altüst oluştan besinini alan benzer hümanizmaları denetiminde tutamaması… İki tür trajedi arasında önemli bir farklılık var: Devrimci demokrasi kendiliğinden doğan bir harekettir. Bilinç ve öğrenip-değişme özelliklerini pek az barındırıyor. 1790’ların Jakobenlerinde ilk kez biçimlenen demokrat hülyalar, İtalya’da Mazzini’ci cumhuriyetçilikte, Rusya’da narodizmde, vb. hep yeniden doğdu. Türkiye’de 1960’lardan beri bir gençlik hareketi olarak, bağımsızlık ve demokrasi ile sınırlı talepleri savunuyor devrimci demokratlar. Kendilerini bilinç ile yenileyemiyorlar. Dışarıdan bir başka güç merkezinin çekimine kapılmak, tek çıkış yollarını açıyor: Sol sosyalist devrimciler, Ekim sonrası koalisyon hükümetine Bolşeviklerin çekim gücüne kapılarak katıldılar. Küba’da Castro önderliğindeki hareket ulusal ve daha önemlisi uluslararası sosyalist güçlerin çekiciliğiyle kimliğini tedricen değiştirdi, bilimsel sosyalizme katıldı… Oysa burjuvazi gelişkin bir siyasal bilinç sergiliyor. Fransız Devrimi’ni “büyük” kılan gelişkin bir siyasal bilinç sergiliyor. Fransız Devrimi’ni “büyük” kılan radikalizmi artık burjuva demokrat devrimlerde gözlemleyebilme olanağı yitirildi. Burjuvazi kendi yarattığı, beslediği jakobenizmin tekrarına göz yummuyor. 1848 Fransa, hemen ardından da Almanya’daki devrimler, Rus burjuvazinin, demokrat-hümanist ideolojilerden arınmaya özen göstermesi, sosyalizme devşirilebilecek zeminler yaratmamayı birincil hedef sayması, bunun için prekapitalist unsurlarla uzlaşma yollarını araştırması yaşandı. Hiçbir süreçte Jakobenizm artık burjuvazinin ya da burjuvazinin dahil olduğu bir ittifakın önderi olamadı. Hiçbir yerde, burjuvazi, jakobenizmi yükseltmeye yönetmedi… Böylece, 1790’ların Fransız jakobenleriyle Fransız burjuvazisi arasında yaşanan kopuş, süreklilik ve evrensellik kazandı.
Bir önemli özellikle birlikte: jakobenizm, “burjuvazinin en devrimci kanadı” anlamında tarihe gömülmüş oldu. Artık, bu anlamda, bir siyasal hareket ve ideoloji olarak, Jakobenizm mevcut değil. Belki de, 9 Thermidor’un ertesi günü, Robespierre’in 25 arkadaşınınkiyle birlikte giyotin sepetine yuvarlanan başı, bir iktidar değişiminin ötesinde, bunu simgeliyordu. Burjuvazi için, Jakobenizm artık başı ezilesi bir düşman olmuştur. Öldürülen, Jakobenizmin siyasal hareket olma niteliğidir…
Geriye kalan ne?
“Jakobenizmi bugüne taşıyan, sahip olduğu dönüştürme tutkusudur, ait olduğu sınıftan bağımsızlaşabilme gücüdür”4 C. Akman, Jakobenizmin 1790’lardaki dar anlamını ele alıyor; sınıfsal kökenini vurguluyor. Jakobenizmin bundan öte özelliklere sahip olduğu ve başta sosyalistler için olmak üzere, önemli olanın da bu diğer özellikler olduğunu reddetmeye varıyor. Yaşayan, Jakobenizmin “siyasal gelecek projesine bağlanma”, “geri kitleye teslim olmama” nitelikleri, iktidar tutkusudur. Jakobenizm, bunlar adına 1790’larda burjuvaziyi astı; artık bu niteliklerin sosyalistlerden başka mirasçıları bulunmuyor. Jakobenizmin burjuvazi için ne anlama geldiği artık açık. Devrimci demokrat orta sınıf hareketlerinde ise, ağır basan popülizm ve kendiliğindencilik, Jakobenizmin dönüştürücülüğünü iğdiş etmekten başka işlev göremiyor. Yukarıda Robespierre ve çevresinde, devrimci demokrasinin ilk kez doğmuş olduğu saptanmıştı. Bu çakışma, daha sonraki devrimci demokrat hareketlerde “kopuş” anlamında sürerken, popülizm ve kendiliğindencilik ile sona ermiştir. Popülizmin dönüştürme tutkusu olamaz, popülizm bir teslimiyet çizgisidir…
Sosyalizm, Jakobenliğin tek mirasçısı olarak kalıyor. Elbette, o çok eleştirilen “yukarıdan devrim” ya da “sınıfın yerine öncü örgütü ikame etme” gibi anlamları kastetmiyorum. Bunların hayali eleştiriler olduğunu düşünüyorum. Sosyalistlerin Jakoben yönü de kendi sınıflarını, işçi sınıfını aşma anlamına gelir; ancak sınıfının tarihsel yönelimi ve çıkarlarının sahiplenilmesi anlamında, “sınıfın güncelliği”ni aşmaktır bu. Sınıfın güncelliğini aştıkları için Bolşevikler, ekonomist ve menşevikler tarafından pek çok eleştirildiler. Bu arada da “Jakoben” suçlamasına hedef oldular. Lenin, buna karşılık “Evet, biz proletaryanın Jakobenleriyiz” demekten kaçınmadı. Kesinlikle, Akman’ m verdiği anlamda değil: “Bunu, bir yandan kendisini tam bizim sivil toplumcuların mantığıyla jakobenlikle suçlayanlarla çarpıcı biçimde alay etmek için ama daha çok kendisine yöneltilen suçlamayı vesile bilerek kendi ‘kesintisiz devrim’ perspektifini açıklamak için yapmıştı”5 Akman’ın bunu nereden çıkarttığını anlamak oldukça zor. Lenin, örgüte ilişkin bir tartışmada, durup dururken devrim perspektifini vurgulamaya acaba neden gerek duyuyor?! Bence pek de bir ilişkisi yok. Bu yakıştırma için bir dayanak bulabilmenin olanağı da yok. “Proleter jakoben” tamlamasının ikinci terimi, Akman’a göre burjuva demokrat devrimciliği, ilk terimi de sosyalist devrimciliği anlatıyor. Tamlama ile de kesintisiz devrim ifade edilmiş, proleter önderlik ve demokratik aşamayı sosyalist aşamanın kesintisiz izlemesi anlatılmış oluyor. Akman, böyle anlamak zorunda, çünkü Jakobenizmi yalnızca bir siyasal hareket, ideoloji, bir bütünlük olarak düşünebiliyor. Jakobenizmin bu haliyle, Lenin döneminde de ömrünü tüketmiş olduğunu görmemek, burjuvazinin ufku içerisinde Jakoben niteliğin hâlâ varolabileceğini, dolayısıyla bu sınıfın hâlâ devrimcilik yapabileceğini saklı tutmak oluyor. Burjuvaziye böyle bir prim bahşetmek, Lenin’in düşüncesi içinde yer almıyordu. Lenin, Jakobenizmle bir burjuva siyaseti olarak hesaplaşmak tarihsel ve pratik olarak gerekli olmadığı için, iç rahatlığıyla Jakoben sıfatını kendi örgütünün şahsında bilimsel sosyalizme maledebilmiştir. “XX. yy’da, Avrupa’daki ya da Avrupa ile Asya’nın sınırındaki ‘Jakobenizm’ devrimci sınıfın, proletaryanın egemenliği olabilecektir”6 Bu sözler 1917’de kâğıda dökülmüştü; 1904’e dönersek karşımıza şu satırlar çıkıyor: “Çoğunluk ve azınlık diye bölünmemiz, sosyal – demokratların devrimci ve oportünist kanat olarak, Montagnardlar ve Girondanler olarak bölünmelerinin, doğrudan ve kaçınılmaz devamıdır”7 Görülüyor, Lenin, “montagnard” terimiyle analoji kurmayı seviyor. “Kendisini proletaryanın -kendi sınıf çıkarlarının bilincinde olan proletaryanın- örgütüyle tam olarak özdeşleştiren bir Jakoben, devrimci bir sosyal- demokrattır”8
Analoji üzerine Akman’ın metodolojik (!) değinmelerini hatırlamak gerekli. Analoji, bire bir karşılaştırma ya da özdeşlik kurma anlamına gelmiyor. İki olgunun belirli yönlerini bilinçli olarak, o an için tartışma dışı tutmak oluyor. Ne Jakobenizmin sosyalistlerce sahiplenilişinde, ne de Türkiye’de yapılan tartışmalarda bu şekilde bir analojinin önemli bir yer tuttuğunu düşünmüyorum. Ama öyle olsa da, en azından Gelenek’deki yazılarda Jakobenizme burjuva olduğu için değil, başka nedenlerle sahip çıkıldığı, şimdiye dek oldukça net olarak ifade edilmedi mi? Oysa Akman, birden bire “analoji”nin bir çağrışım anlamı taşıdığını unutuyor, “ama sınıfsal öz, sınıfsal öz!” Bu haykırışı bir çığlık değil de çiğlik olarak gördüğümü söylemem gerekiyor… Diğer yandan, Akman’ın sosyal-demokrasi ile Jakobenizm arasında kurduğu ilişki ise bir analojinin sınırlarını çok aşıyor. Çağdaş sosyal-demokrasi, bir analojiden hareketle Jakobenizmin sürdürücü sayılıyor. Analoji kurmaya itirazım yok; ama burjuva tutuculuğunun sınırları içine hapsolmuş çağdaş sosyal-demokrat hareketle Jakobenizmin bağını fazla zorlamanın, bir spekülasyondan ibaret olduğunu düşünüyorum… Bu noktadan sonra, Akman’ın analoji üzerine yöntem dersi vermeye de hakkı kalmıyor…
Akman’ın şöyle bir tezi var: “Ama bütün bunlar (öncü-sınıf ilişkisi, nesnel-öznel koşullar devlet ve demokrasi, proletarya diktatörlüğü vb. konular üzerindeki tartışmalar -A.G.) doğrudan doğruya değil, 1789’da başlayan Büyük Fransız Devrimi ile kurulan analojiler yardımıyla yapılıyor (…) Jakobenler olumlanır ya da olumsuzlanırken aslında Türk burjuva devrimcileri, bu dolayımla onların geleneğini savunduğu düşünülen CHP 27 Mayısçılar vs gibi siyasi yapılar savunuluyor ya da reddediliyor” 9 “Diğer kesim sol Jakobenler (bununla Saçak, Gelenek ve bir de – ne demekse- Küçük’çüler hep birlikte kastedilmekte -A.G.) ise Jakobenizmi savunuyorlar; çünkü Türk burjuva devrimcilerini -İttihat Terakki, Kemalistler vs.- onun benzeri sayıyorlar. Kendini Türk burjuva devrimcilerinin dolaysız mirasçısı sayan bu kesimlerle -örneğin 27 Mayısçılar ya da SHP- ittifak düşlerini anti-Jakoben propaganda bozuyor. Her iki kesim de (sol Jakobenler ve sivil toplumcular – A.G.) bu ittifaklar suya düşünce kuyrukçuluk faaliyetlerini sürdürmek için ‘sosyalist parti’ kuruculuğunda buluşabiliyorlar”10 Birincisi, gizlice ya da ima yoluyla tartışmak neden tercih edilsin? Açıkça söylenmeyecek derecede vahim ve utanılacak tezler söz-konusu olabilir, ya da hukuki sorunlar… Akman, bunları kastetmiyor, yepyeni keşiflerde bulunduğuna İnanıyor. İki, bu keşifler arasında Türk burjuva devrimcilerine Gelenek‘in de Jakoben sıfatını yakıştırdığı görüşü yer alıyor. Ancak, Gelenek‘de buna dayanak oluşturacak hiçbir ifade yer almış değil 11 . 20. yy’da burjuva devrimlerinden Jakoben önderlerin türeyebileceğine inanmıyorum. Üç, Gelenek yazarlarının SHP vb. ile İttifak arayışında oldukları iddiası hakkında ne yorum yapılabilir diye düşünüyorum; hiçbir şey dememeyi tercih ediyorum. Yalnızca Akman’a Gelenek‘in geçmiş kitaplarını yeniden okumasını tavsiye edebiliyorum…
Akman’ın eleştiri yöntemi, önce kendisi kurgularını geliştirip, sonra bunları birilerine alelacele ve el çabukluğuyla maledip topa tutmaya dayanıyor. Satır aralarına ve dipnotlara “70 yıllık revizyonizm-den” ibaret olan “geleneksel sol” 12 “Gelenek‘in iç çelişkileri” gibi sataşmalar serpiliyor. Bir tanesi ise şöyle başlıyor: Yazar, Gelenek‘in Jakobenizminin devrimci demokratları etkilemesinden çekindiğini söylüyor ve Yeni Çözüm dergisinden reel sosyalizme saygılı bir ifadeyi seçip alıntılıyor. Ardından devrimci-demokratlara Sovyetizmden kopma çağrılarında bulunuyor. Söz konusu derginin, anti ya da A-Sovyetik demokratlar (!) ve yeni solcuları ürkütecek bir sovyetiklik barındırdığını ilk kez duyuyorum. Geleneksel solun teorik bir söylemle bu konuda devrimci demokratlara adım attırabileceğine de pek fazla olasılık tanımıyorum. Geleneksel sol, güçlü olabildiği sürece, devrimci demokrasinin sosyalizme yakınlaşacağını düşünüyorum. Akman’ın bu tür kısa vadeli endişelere kapılmasına hiç gerek yok…
Benzer bir diğer nokta, bir dipnotta gizli: “Marksizm çoğunluk devrimi anlayışını terk etmedi bu bir, Sovyet devrimi işçi köylü ittifakına dayanıyordu, yani nüfusun ezici çoğunluğuna… Proleter devrimciler için siyasal güç, karbonariler, narodnik örgütler ya da blankist örgütler gibi yalnızca örgütlü nitelikle ölçülemez bu iki” 13 Sovyet resmi tarihçileri, Ekim’in kitlesel karakteri ve çoğunluğun hareketi olma niteliğini hep vurgulamışlardır. Kendilerine, kendi geçmişlerine biçimsel bir “demokratik”lik atfetmeye gereksinim duydukları düşünülebilir. Ancak 1987 Türkiye’sinde sosyalistlerin artık bu yanılsamadan kurtulmaları gerekiyor. Ekim’i ve genelde sosyalist devrimleri, “ezici çoğunluk” ile anlamaya çalışmak, artık bir cehalet sayılmalıdır. Ekim, önemli sınaî merkezlerde ileri işçilerin en önemli unsurlarını içine alan, işçi sınıfının çoğunluğunu yönlendirmeyi başaran, konjonktürel olarak orta sınıflardan ve köylülükten sempati gören, ama nüfusun “ezici” çoğunluğunu kazanmayı hayal bile etmeyen bir örgütlü öncünün rolünü sergilemiştir. Ekim, bu niteliğiyle sosyalist düşünce ve pratikte bir dönüm noktası, bir katkıdır. Kurucu Meclis seçimlerini ikinci, parlamentarist bir terimle “ana muhalefet” partisi olarak kapatan Bolşevikler, devrimde örgütlü niteliğin önemini bildikleri ve bizzat yaşadıkları içindir ki, iktidarı sosyalist-devrimcilere devretmek yerine Kurucu Meclis’i feshettiler… Çoğunluk devrimi tutkusu 19. yy Marksizminin Bolşevik katkıyı yaşamazdan önceki burjuva demokrat sızmalara, parlamentarizme ya da popülizme açılan bir yanılgısından ibarettir…
Bir başka belirleme: “Aradan hemen hemen 200 yıllık bir zaman geçtiği halde, bugünün Türkiye’sinde bu konunun (Jakobenizm – A.G.) önemli bir tartışma haline gelmesi tuhaflık ya da bir çeşit entellektüel züppelik olarak algılanabilir. Fakat öyle görünüyor ki, sorun bu kadar basit ve zararsız değil”14 Bu tutum, Türkiye’nin, “cehaletin radikalleştirdiğine” inanan, teorik tartışmayı, sloganları aştığında “züppelik” sayan ve yaş ortalaması 20’yi bulmayan bir eski “solcu” tipolojisine prim vermekten başka anlama gelmiyor!….
Herkesi “sağ sapma” ilân eden yazar, yazısını şöyle noktalıyor: “Sosyalistlerin küçük burjuva/burjuva devrimciliğini desteklemek için onlarda Jakobenlik ya da ne idüğü belirsiz bir mücadelecilik araması gerekmez. Böyle bir destek için, burjuva devrimcilerin sosyalistlere kendi bağımsız örgütlenme hakkını tanımaları ve sağlamaları gerekir”15 Tarihe, koşulsuz destek vermek için mi bakılmak zorunda? Sosyalist devrimcilerin siyasal-teorik miraslarına katacakları yönleri barındırıyorsa, küçük burjuva-burjuva devrimcilerinden korkmaları gerekmiyor. Örneğin Bolşeviklerin Narodnik hareketin nesini miras aldıkları, nesini reddettikleri daha önce Gelenek ‘de tartışıldı. Yukarıdaki alıntının asıl ilginç bulduğum yönü, burjuva devrimcilerine desteğin koşulu: “örgütlenme hakkı”. Bir devrim sürecinde, sosyalist hareket, desteği değil, iktidarı önderliği düşünmek durumundadır, bu bir. Örgütlenme hakkı, devrim süreçlerinde, çoğunluk, pratik olarak elde edilir, ya da yitirilir, bu iki. İktidar mücadelesinde, “bize karşı demokratça davranın” çağrısını duyduğunda gözleri yaşaracak bir burjuva demokrat bulmak kolay değildir; ola ki bulundu, bu, sosyalistlerin sınıf düşmanına destek vermesi için geçerli neden sayılırsa, Akman’ın radikalizmi toptan çöküyor demektir. Desteğin bu gerekçesini, “sosyal-demokratlar bize özgürlük tanımayı vaat ettikleri takdirde…” şeklinde kurgulamak çok mümkün; şimdilik buna dikkat çekmekle yetiniyorum.
Bu bölümün sonuna yaklaşılırken, son bir tartışma konusu, yazının ikinci bölümünü oluşturan devrimci demokrasi kavramına da geçiş sağlayacak: Akman ısrarla “71 proleter devrimcilerinden” söz ediyor: “… sömürgelerde birtakım küçük burjuva önderlikli, halka dayanan kurtuluş hareketleri gelişti. Jakoben geleneğinde gerçek bir canlanma o zaman doğdu. Fakat hemen ardından iki gelişme geldi. Bu küçük burjuva hareketler iktidara gelirse halka ihanet edip burjuvazi ve emperyalizm ile anlaştı. İktidara gelemediği durumlarda hareket hızla radikalleşti ve devrimci cephenin önderliği proleter devrimcilerin eline geçti. 12 Mart döneminin bağımsız devrimci hareketinin simgelediği bu aşamadır ve Jakoben geleneğin canlanmasını değil, proleter devrimci gelenek adına yıkılmasını ifade eder (…) 1971 ile ilk defa proleter devrimci ideoloji bağımsız sınıf tavrını ve halkın doğrudan iktidar mücadelelerini ortaya koyabildi”16 68-71 dönemi gençlik hareketinin yaşadığı yükseliş gerçekten bir kopuştur 17 ve “ortaya birşeylerin konmasıdır”. Ama işçi sınıfı önderliğini hazmedememiş, milli demokratik devrimi bir isim değişikliği ile sahiplenmeyi sürdüren bir popülizmden başka birşey de değildir: “… 1968 yılında dünyada gelişen olayların da etkisi altında, anti otoriterizmi, ‘yaşamın her alanında ve her kurumunda devrim’ düşüncesini savunan sınırlı sayıda öğrenci bile, iş strateji tartışmalarına geldiğinde bir önceki kimliğinden sıyrılıveriyor, bir anda papağanlaşıyordu: ‘Bugün yarı bağımı ve yarı feodal bir ülke olan Türkiye’de hakim çelişki işbirlikçi sermaye, feodal ağalar ve emperyalizm ile bunların dışında kalan tüm millici güçler arasındadır. Dolayısıyla Türkiye’nin önündeki devrimci adım milli demokratik devrimdir.’ Bu olur mu? Türkiye’de 1968 yılında oluyordu. (…) 68 kuşağı, aranış ve yaratıcılık özlemlerinin karşısına çıkarılan ‘millici güçler’ edebiyatını ve siyasal oyunlarda piyon olarak kullanılmaya isyan etti. Kesinlikle teorik olarak değil”18 71’in “proleter devrimciliği” bundan ibarettir. Eklenmeli: Gençliği piyon sayan eski tüfekler, gözlerini iktidara dikmişlerdi. Kopuşu gerçekleştiren genç kadrolar ise ancak, öncü savaşı, gerillacılık, halk savaşı özentilerini ithal edebildiler; özentileriyle birlikte giderek iktidar perspektifinden uzaklaşarak, 70’li yıllara faşist teröristlere karşı direnen, mücadeleci ama dar pratikçi bir kitle bıraktılar… 1987’de bu unsurların sığ, teorisiz, yüzeysel yönlerine övgüler düzmek, hele hele proleter devrimcilikle taçlandırmak, hiç olmamalı. Yazık, Türkiye’de 1987’de oluyor…
Devrimci Demokrasi Üzerine
Sözü edilen kopuşu, o zamanlar PDA adıyla anılan bugünkü Saçak çevresi yaşamadı. PDA, devrimci demokrat hareketten Maocu bir sağ sapma olarak ayrıldı. 68 kuşağının, 70’lerde yaşadığı iktidarsızlaşmayı, daha çarpık olarak tattı. Uluslararası sosyalist harekete düşmanlık, kör bir köylü hayranlığı, Çin Kültür Devrimi’nin rüzgârıyla beslenen bir aydın düşmanlığı ve siyasal etik yoksunluğu… PDA bunlarla tanındı.
Saçak‘ın Haziran sayısında M. Ulusoy, Yön‘ü Kemalistlikle, 71 gençlik direnişçilerini de “mahkemelerde (…) ideolojik uzlaşma tutumunu” sürdürmekle eleştirebiliyor. 19 Siyasal etik yoksunluğuna birer örnektir; D. Perinçek’in “Mustafa Kemal, partimizin başkanıdır” sözünü ve aynı çevrenin mahkemelerde, sorgularda hiç de övünülecek yanı bulunmayan tutumlarım hatırlatmak gerekiyor. Sol hareketteki Kemalist etkinin ve mahkemelerde uzlaşmacılığın eleştirileceği son yer, Saçak dergisinin satırlarıdır…
Aynı dergiden, H. Berktay ile devam edilebilir: “27 Mayıs 1960′ dan sonra, Türkiye solunda cereyan etmiş olan en büyük ve en anlamlı tartışmadır MDD-SD tartışması. Bu tartışmanın özü, Türkiye’nin son tahlilde emperyalist dünya sisteminin ezilen kutbunda mı yer aldığı ve dolayısıyla diğer bağımlı, sömürülen ülkelerle ortak bir genel devrim türü ile mi yüzyüze bulunduğu; yoksa, artık burjuva-demokratik devrimin bütün görevlerini tamamlayıp kapitalist bir ülke haline mi geldiği ve dolayısıyla önünde doğrudan doğruya sosyalist devrim aşamasının mı bulunduğu sorunuydu”20 Devamında, yazar, sosyalist devrim savunucularının, kapitalizmin gelişmesini beklemekten başka birşey önermediklerini ileri sürüyor. İnanılması güç bir iddia. Birincisi, sosyalist devrim tezi güncel olarak işçi sınıfının iktidarı alabilirliği ve kendi sosyalist programını uygulayabilirliği üzerine kurulu olduğu için “bekleme”nin bu tez içinde yeri bulunmuyor. Tam tersine, her tür demokratik devrimcilik bekleme ve ertelemeyi içeriyor, gerektiriyor: Menşevizm, burjuvazinin devrimini yapıp sahneyi sosyalizme hazırlamasını beklemeyi öneriyordu. Maocu milli demokratik devrim, köylülüğün aynı misyonu yerine getirmesinin ertesine erteliyordu, sosyalizmi. İleri demokratik düzen ya da devrim görüşleri, ulusal ve küçük burjuva güçlerin, sosyalistler için İktidarın önkoşulu sayılan anti-tekel bir ileri demokrasiyi kurmalarına dayanıyor. 60’lardan MDD’si benzer bir işlevi asker-sivil-aydın zümrenin yerine getireceğine inanç besliyordu. Sonradan MDD’ye proleter önderlik şırınga eden ulusal demokratik halk devrimi tezleri, gelecekteki iktidarın görevlerini ayrıştırıp kimilerini ileri bir aşamaya bırakacaklardı… Ama 60’ların eksikli sosyalist devrim tezinde bile bir “bekleme” motifi çok sınırlı bir kesimin dışında yer allamıştır.
SD ve savunucusu TİP’in eksiği ikilidir: Tez, yalnızca ekonomik gerekçelere dayanmakta, dolayısıyla sosyal devrimin ana sorununun iktidar olduğunu atlamaktaydı. İkincisi, çoğunluk devrimi modeline bağlılık, parlamentarist eğilimleri besliyordu… Bu açıklar, geleneksel solun iç dinamiğini yansıtan katkılarla, Yürüyüş ve Sosyalist İktidar dergilerinin sayfalarında adım adım aşılmıştır. SD tezinin eski biçiminin yerine konan, eşitsiz gelişme yasasından temellenen bir yorumdur. Gelenek’de başka yazılarda da ele alındı; özünde bu yorum, kapitalizmin sosyalizm için tamamıyla olgun bir zemin hazırlamasının sözkonusu olmamasına dayanıyor. Burjuva düzeni, Manifesto‘da tarif edilen düz ve devrimci bir gelişim değil, eşitsizliklerin biriktiği bir süreç yaşıyor. Kapitalizm, pre-kapitalizmden kopamıyor. Ancak, burjuvazi birkez siyasal iktidara ortak olduktan sonra, burjuva demokratik devrim, “her toplumsal devrimin özünün siyasal iktidar sorunu” olduğu anlamında tarihsel olarak aşılmış sayılır.
Sosyalist devrimin pür işçi talepleri ya da saf sosyalist bir programın maddeleriyle sınırlı sayılması, Ekim’i önceleyen yıllardan kalma bir yanılgıdır. Ekim, sosyalist devrimin başka sınıflarla kurulacak ittifaklara, toprak sorunu ve ulusal sorun gibi konulara çözüm getirmeye, savaşa son vermeye, akla gelebilecek daha birçok demokratik soruna kapalı bir sekterlik olmadığını göstermiştir.21
Sosyalist devrim tezini, bir ekonomist determinizme indirgeyerek eleştirme yolunu seçen Berktay’ın değirmenler savaşı, yazının hemen başında, hiçbir deneyimin aynen tekrar edilmeyeceği, ülke özgüllüklerinin önemi vb. görüşlerle ilân ediliyor. İktidarı düşünen hiçbir hareketin, ülkesinin özel olanak ve dezavantajlarını dikkate almadan yola çıkması düşünülemez. “Aynısı olmaz” tartışmasının muhatabı, ciddi siyasal eğilim ya da hareketler değil, çocukluk hastalıklarından muzdarip girişimlerin sahipleri olabilir. Berktay’ın tuhaf eleştirisinin aslında bir özeleştiri olduğu az sonra ortaya çıkmaktadır: ” (yarı-sömürge, yarı-feodal kavramlarının kullanımı -A.G.) madem üretim tarzları veya sosyo-ekonomik yapıları esas olarak aynı, o zaman iktidar yolları da aynı olmalı mantığıyla, özellikle Çin Devrimi’nin yolunun bir model olarak taklit edilmesi eğilimini körüklemiştir (…) Nitekim biz, 1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında, kendi şablonculuğu-muzun sonuçlarını acı bir şekilde yaşadık” 22 Şablonculuk özeleştirisi bir gerçeğe parmak basıyor; ancak, Berktay bir de, Kaypakkaya grubunun PDA’dan kopuşunu hatırlatıyor. Burada “sol sapma” eleştirisini açmak gerekiyor. Kaypakkaya, Mahir’lerin Deniz’lerin MDD’ den kopuşlarını, çok daha çarpık bir yola girildikten sonra, Maoculuk zemininde yaşamayı deniyor. Diğerlerinin kopuşunun, moral anlamının pek azı Kaypakkaya’da bulunabilir; ama aynı girişim benzer bir radikalleşmeyi ifade etmiştir. Kaypakkaya, geriye devrimci demokrat bile sayılamayacak bir Maoculuk varyantı bıraktı; herşeye rağmen PDA hareketine göre, etik açıdan çok daha onurlu olduğu da kabul edilmelidir.
Berktay’ın “Özgüllükler” teorisine dönersek, söylenecek az ve oldukça net şeyler var: Reel bir anlamı ve değeri olmayan özgüllük edebiyatı, her zaman, her yerde bilimin genelleştirme ve evrensel model kurma arayışlarına karşı durmanın bir aracı olmuştur. Bir vülgarizasyondan ibarettir. Saçak özelinde, Maoculuğun halk savaşı vb. ile barındırdığı bir radikal tondan “ulusal uzlaşma” doğrultusunda arınmanın gerekçesini oluşturma anlamına geliyor.
Berktay ve Ulusoy, Türkiye sol tarihinin tahrifatını tamamlamaya çalışıyorlar. Peşpeşe sıralamak istiyorum: 1960’lar için üç eğilimden söz eden Ulusoy, SD’nin dışındaki Yön ve MDD’yi özenle ayrıştırmaya çabalıyor: Yön darbeci, MDD ise işçi sınıfı önderliğinin savunucusu olarak lanse ediliyor. Kesinlikle aslı yok: Yön ne kadar darbeci ise MDD de o kadar darbeci ve işçi sınıfından uzaktı. “Yön’ün ‘Devrim Stratejisinde’ devrimin itici gücü işçi sınıfı ve yoksul köylülük değil, aydının, öğretmenin, subay ve öğrencinin heyecanı, sabırsızlığı ve öfkesiydi” Tekrar ediyorum, MDD teorisyenleri için bu açıdan gerçek bir farklılık mevcut değildir.” ‘Suni denge’ teorisi de esas olarak Yön‘ün halkın geriliği ve pasifliği düşüncesine dayanan, şiddete dayanarak tepeden zorlama çizgisinin devamıydı”23 Aşağıdan harekete övgüleri kim daha fazla yaptı, ya da kim daha popülist tartışmalarını yapabilirler, ilgilenmiyorum. Ama THKP-C’nin, Yön ya da MDD’den pratik kopuşunu süsleyen “teorik yenilikleri” Latin Amerika kökenlidir. Yön‘den gelen bağ ise MDD’yi daha da sıkı şekilde sarmıştır… MDD, asker-sivil-aydın zümreye ilişkin revizyonu, 70’li yıllarda sessizce gerçekleştirdi. Revizyonun nedeni ve aşamacılığın işçi önderliği tabelasıyla renklenmesinin nedeni, ortada üzerine hesap yapılabilecek “sol cunta” olasılığının hiç kalmamış olmasıydı. Kesinlikle, teorik bir kopuş yaşanmadı…
Yön değerlendirmesinde bir bilgisizlik örneği saydığım bir nokta daha var: “Yöncülerin toplumsal tahlilleri ve arada bir ‘sınıf’ kavramlarından söz etmeleri; sadece sözde Marksist olmanın yüklediği bir görevi yerine getirmek için kullanılan bir süs olmaktan ileri gitmiyordu”24 Yazar, sınıftan söz edilmesini Marksistlik için yeterli koşul saydığından olsa gerek, Yön’ün böyle bir özellikten uzak olduğunu anlatmaya koyuluyor. Hiç gerek yok, Yön yazarlarının çoğu ve başta D. Avcıoğlu’nun çabası tam tersine, Marksizmden ayrım noktalarını belirginleştirme yönünde olmuştur; kullanılan nitelemeler ise, ısrarla “Kemalizm” ve -en sol ifade olarak- “devletçi sosyalizm” olmuştur.
Ulusoy’un iki alerjisi var: Biri, daha önce değinildi, Sovyetler Birliği’ne karşı. Yazar, bu alanda sınır tanımayarak Nasırcılığı, Cezayir sosyalizmini -Türkiye’de eski MDD’cilerin çok sempati besledikleri bu örnekleri SBKP’ye mal edebiliyor… İkincisi, devrimci demokratlara duyulan tepki: Ulusoy, bu kesime yönelttiği eleştirilerinin birinde kendisinin ne istediğini açığa vuruyor: “Partisizliği bir erdem, bir olumluluk olarak görmeleri, öncülük misyonu yükledikleri ‘ara tabakalar’ın uzun süreli istikrarlı bir örgütlenmenin gerektirdiği disiplin ve denetimden hoşlanmayan sınıf tabiatına uyuyordu. Adı üzerinde, ara tabakalar, ekonomik konumlan nedeniyle maddi şartları durmadan değişen, hiçbir istikrarı ve geleceği olmayan bir toplumsal kesimdir”25 Saçak yazarı, istikrarlı, uzun süreli bir düzen partisini arzuluyor. İşçi sınıfının bilimsel sosyalist partisi, işçi sınıfının istikrarını, kapitalist toplumun ana sınıflarından biri olma niteliğini yansıtarak, düzenli genişleyen, güçlenen bir parti olmak durumunda değildir. öncü işçi ve aydınların, dar ve ancak bir devrimci “istikrarsızlık” döneminde ve düzenli olarak değil, sıçramalarla güçlenebilecek olan örgütüdür parti. Saçak‘ın niyeti ise, biliniyor, bir milli uzlaşmanın taşıyıcısı olmakla sınırlıdır.
Yeniden Berktay’a dönüyorum. Tez, SD teorisinin evrensel dayanaktan yoksun olduğuyla başlıyor, emperyalizm dönemi Marksist literatürünün MDD’nin dayanağını oluşturduğu görüşüyle sürüyor. “Dayanak”, III. Enternasyonal literatürü olarak adlandırılıyor, 1920 ve 30’lu yıllara uzanıyor26 1920’li yıllar uluslararası sosyalist hareketin merkezi Komintern’in Doğu ve Batı için iki farklı hareketlenme yolu önermesine tanık oldu. Doğu için, ulusal motiflerin ağır bastığı bir emperyalizmden kopuş süreci öngörüldü. “Bağımsız konumun vurgulanması ve belirli bir iktidar perspektifinin taşınması, hareketlendirici ana ideolojik temalar (Milliyetçilik Asyacılık vb.) sosyalizme önde dışsal da olsalar, sol çizgiye belirli bir kişilik kazandırabiliyor. Bu kişilikliliğin, zamanla bilimsel sosyalizme daha da yakınlaşmasıyla sonuçlanması ciddi bir olasılıktır”27 Berktay’ın MDD’nin “evrensel teorik mirası” olarak gördüğü kısaca budur. Komintern’in sol hareket için pratik canlanışı, teorik (self-likidasyon riskini de içinde barındıran) bir sağa açılma ile birlikte olanaklı saydığı, sınırlı bir konjonktürdür sözkonusu olan. “Teorik miras” ise sınırlı dönemin siyasal-ideolojik söyleminden oluşuyor. Geleneksel solun benzer sağ teorik açılımlarının örnekleri arasında Batı Avrupa’da cephecilik ve barışçılık, daha sonra destalinizasyon kampanyası sayılabilir. Sağa açılışları, bağlamlarının dışına çıkartıp evrenselleştirmeye dönük girişimler, pratik canlandırma olanağının gündemden silindiği dönemlerde yalnızca geriletici işlev görebilirler. Eklektisizmle damgalanan unsurların elinde, sosyalist teori ve politikayı likide etmenin aracı haline gelebiliyorlar. Berktay gibi, “sol”u çoktandır terketmiş olanlar ise “sosyalist” kimliklerini ancak böylesi tarih dilimlerindeki ideolojik dalgalanmalardan devşirebiliyorlar… Yazarın, SD tezlerini 20. yy literatürünün karşısına koyması ise yine bir tuhaf yanılgı olarak kalıyor. Sosyalist devrim perspektifi, tersine, Ekim ve sonrasında tarihsel kanıtlarına kavuşan bir katkı olarak üretilmiştir…
Berktay, Ulusoy ve Akman’ın devrimci demokrasi değerlendirme ve değinimleri, bu yazının sonuç bölümü olarak, devrimci demokrat kavramlaştırmasının siyasal sonuçlarını yeniden netleştirmeyi gerekli kılıyor. Devrimci demokrasi, Türkiye yakın tarihinde somutlanışıyla, Yön hareketi, MDD ve sonrası gençlik hareketleri, bilimsel sosyalizmden ayrı, ona dışsal bir nesnelliğe sahiptirler. Ayrı hedefler ve programların taşıyıcıları olmaları, bu unsurları sosyalizmin kıstaslarıyla değerlendirmeyi olanaksız kılıyor.
Sosyalistlerin devrimci demokratlardan farklarını vurgulamalarının bir anlamı, ortak örgütlenme çatısı altında varolmanın olanaksızlığını ortaya koymaktır. Farklılık, ne Akman benzeri devrimci demokratların “proleter devrimcilik” iddialarıyla, ne de solculukları tartışmalı Saçak ‘çıların MDD’yi ve kendilerini “ortodoks marksist” ilan etmeleriyle zedelenecek bir özellik değil. Ancak, yine de görüntünün bulanık olması kaçınılmaz sayılmalı. Sosyalist devrimler çağında ilericilik iddiasındaki her eğilim, zorunlu olarak Marksizmin etki alanına girmiş demektir. Etkinin dozajı, birinci olarak siyasallaşmanın derecesine, ikinci olarak bilimsel sosyalist hareketin gücüne bağlı. Devrimci demokrasi, bu çekime kapıldığı ölçüde, sosyalistler ve işçi sınıfları için bir müttefik adayı olabilecektir. Maoculuk türü kronik hastalıklar ise bir karşı çekimi besliyor; ancak devrimci demokrasi sosyalist teoriden uzaklaştığı ölçüde, kendi özünden kapitalizme karşı tepkiselliğinden de uzaklaşmaya başlıyor. Saçak bir yönüyle bu süreci sergilemiştir: Sosyalizme düşmanlaşan devrimci-demokrasi, devrimci demokratlıktan düzen-içine transfer oluyor…
Geleneksel solun teorik görevleri arasında, kendisini bu devrimci demokratların bu çok yönlü konumları konusunda teçhizatlandırmak, pratik olarak da muhtemel gelecek senaryolarına hazırlamak yer alıyor. Pratik görevler açısından bu kesimlere yönelik özel bir çaba da gerekli değil. Geleneksel sol, kendi yolunu sağlam çizdiği ve bu yolda ilerlediği ölçüde devrimci demokrat dinamikler de tarihsel sınırlılıklarını aşabileceklerdir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Berktay, Halil; “Türkiye’nin Özgürlükleri Üzerine Bazı Düşünceler(I)”, Saçak dergisi, sayı 41 içinde, İstanbul Haziran 1987; s.4.
- Akman, Cüneyt; “Bir Yanlış Tartışma”, Türkiye Sorunları Dizisi-I içinde, Alan Yay. İst. Haziran 1987;s.77.
- Bu arada, Yön hareketinin değerlendirmesinde saldırgan bir anti-Sovyetizmin yerinin ne olduğunu da anlamakta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.
- Giritli, A.; “Fransız Devrimi: Bir Mirasın İzinde “, Gelenek 6 içinde, Ankara Nisan 1987;s.78
- Akman, C. ; a.g.y., s.82.
- Lenin, V.I.; ” İşçi sınıfının ‘Jakobemizm’den çekinmesine gerek var mı? “; Gelenek 6 içinde, s.94 ve Oeuvres 15 içinde, Ed. Sociales Paris/Ed du Progres Moskova, 1971, s.125.
- Lenin, V.I.; Bir Adım İleri, İki Adım Geri, Sol yay. Ank. Mart 1979; s. 179.
- Lenin, V.I.; a.g.e., s.229.
- Akman, C.; a.g.y., 78.
- Akman, C.; a.g.y., s.102-103.
- Hatta, Gelenek 3 içinde Saçak’ın sivil toplum eleştirisi ve kurduğu Kemalizm-Jakobenizm bağlantısına ilişkin bir değinmede tam tersi ifadeler bulunuyor: Giritli, A.; “Türkiye’de Sivil Toplumculuk: 1981-86” Gelenek 3 içinde Ank., Ocak 1987, s. 66…
- Akman, C.; a.g.y., s.77.
- Akman, C.; a.g.y., s.83.
- Akman, C.; a.g.y.,s.77.
- Akman, C.; a.g.y., s.103.
- Akman, C.; a.g.y., s.105.
- Yukarıdaki alıntıda yer alan jakobenizm yorumuna yeniden değinmeye gerek duymuyorum.
- Çulhaoğlu, Metin;”68 Kuşağı Üzerine”, Gelenek 3 içinde, s.75.
- Ulusoy, Mehmet;”Yön’ün Yönü”, Saçak Dergisi, sayı 41 içinde, s.16.
- Berktay, H.; a.g.y., s.5.
- Bu tartışma daha geniş olarak, Uygur Cengiz-Giritli, A.; “Türkiye’de Geleneksel Sol: Yüzyıllık Rehavet” yazısında ele alınmıştı; Gelenek 5 içinde, Ank. Mart 1987.
- Berktay, H.; a.g.y., s.10.
- Ulusoy, M.; a.g.y., s.15.
- Ulusoy, M.; a.g.y., s.14.
- Ulusoy, M.;a.g.y., s.16.
- Berktay, H.;a.g.y.,s.7.
- Çulhaoğlu, M.;”Solun Tarihinde Atılım ve Restorasyon Dönemleri”, Gelenek 6 içinde, Ank., Nisan 1987; s.45.